Back Index Next

 

c) İslâmî Naslarda Ulu'l-Emr

Resulullah'ın (s.a.a) hadislerinde, hükümet ve liderlik anlamında "el-emr" sözcüğü çok geçer; inşaallah biz ilerideki sayfalarda bu konudan bahsedeceğiz. Fakat burada bir kez daha Resulullah'ın (s.a.a) Beyhare Amirî'ye verdiği cevabı özetle naklediyoruz: Emr [hükümet ve liderlik] Allah'ındır; onu istediğine verir. Kur'ân-ı Kerim'de ise şöyle geçer: Ey iman edenler! Allah'a itaat edin; Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu'l-emre de.[476] İster Arap lügatinde, ister Müslümanların örfünde, ister Kur'-ân ve sünnetteki İslâm'ın açık naslarında olsun "emr" kelimesinden maksat Müslümanlara imamet ve liderlik yapmaktır. Dolayısıyla "ulu'l-emr" kelimesini Müslümanların adlandırması ve İslâmî ıstılah kabul edip onu Resulullah'tan (s.a.a) sonra imam ve lider olan kişi olarak görmesinin bir sakıncası yoktur. Buna binaen, bu konuda iki ekol arasında hiçbir ihtilâf yoktur; asıl ihtilâf konusu, "ulu'l-emr"in kim olduğundadır. Ehlibeyt Ekolü mensupları, "ulu'l-emr"den maksat masum imamlar olduğu için onların bu makama Allah Tealâ tarafından atanmış olmaları ve her türlü günah ve çirkinlikten arınmış bulunmaları gerektiğine inanmaktadır. (Yeri geldiğinde bu konudan genişçe bahsedeceğiz.) Fakat Ehlisünnet ve Hilâfet Ekolü mensupları "ulu'l-emr"in Müslümanların, hükümet ve liderliğine teslim olup, kendisine biat ettikleri kimse olduğuna inanır, dolayısıyla kendisine biat edilen kimseye itaat etme ve onu ulu'l-emir bilmenin farz olduğunu ileri sürerler. Yine buna dayanarak Yezid b. Muaviye gibi birine itaat ederek Kerbela'da Resulullah'ın (s.a.a) torunu ve ciğer paresi İmam Hüseyin'i (a.s) şehit edip, Ehlibeyt'ini esir ettiler! Bu halifeye itaat etmeleri sonucu Resulullah'ın (s.a.a) şehri Medine'yi üç gün üç gece yağmalayıp,

halkın namusuna tecavüz etmeyi helâl görerek Müslümanların   kıblesi Kâbe'yi mancınık güllelerine hedef ettiler! İnşallah bunların her birini yeri geldikçe inceleyeceğiz.

7- Vasi ve Vasiyet

Vasi ve vasiyet sözcükleri ve bu sözcüklerden türeyen diğer kelimeler Arapça'da şu anlamlara gelir: Musi (vasiyet eden), ölümünden sonra belirttiği bir işin yapılmasını isteyen kimsedir. Kendisinden bir işin yapılması istenen kimseye "vasi" ve istenen şeye ise "vasiyet" denir. Böyle bir istek bazen "vasiyet" terimiyle ve bazen de bu kelimenin diğer türevleriyle ifade edilir. Örneğin, vasiyet eden kendi vasisine, "Sana, benden sonra aileme veya eğitim merkezime şu işleri yapmanı vasiyet ediyorum." der veya vasiyet anlamı taşıyan bir kelime kullanarak; örneğin, "Benden sonra ailemin sorumluluğunu ve eğitim merkezimin idaresini üzerine almanı ve şöyle yapmanı istiyorum." der. Bazen vasiyet eden vasiyetini diğerlerine bildirir, örneğin, "Ben falancaya vasiyet ettim." veya "benim vasim filancadır." der. Tabii bu anlamı taşıyan başka bir sözcük de kullanabilir; örneğin, "Filancadan yapmasını istedim." veya "Falancayla anlaştım." ya da "Filan işi falancanın üzerine bıraktım." vb. diyebilir. Bütün bunlar bir anlama gelir. Arapça'da "vasi" ve "vasiyet" terimi ve bunların türevlerinin özetle anlamı budur. Kur'ân-ı Kerim'de ve Resulullah'ın (s.a.a) sünnetinde de bu anlamda kullanılmıştır. Örneğin Allah Tealâ Kur'â-n-ı Kerim'de şöyle buyuruyor: Sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, eğer geride bir hayır bırakmışsa, anaya, babaya ve yakın akrabaya bilinen (uygun ve meşru) bir tarzda vasiyette bulunması yazıldı... Bunun yanında, kim, vasiyet edenin haksızlığa eğilim göstereceğinden ya da günaha düşeceğinden kor-kup da ikisinin (tarafların) arasını bulup düzeltirse, artık ona da günah yoktur...[477] Yine buyuruyor ki: Ey iman edenler! Sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, vasiyet hazırlanışında, aranızda içinizden adaletli iki kişiyi (şahit tutun).[478] Nisâ Suresi'nin 11. ve 12. ayetlerinde de bu konu işlenmiştir. Resulullah'ın (s.a.a) sünnetinden ise Buharî ve Müslim'in Sahih'-

lerinde kaydettikleri şu hadisi örnek getirebiliriz: Bir Müslüman, vasiyet edecek bir şeyi olduğu hâlde vasiyet yazmadan iki geceyi geçiremez.[479] Vasiyetin İslâm fıkhında birtakım hükümleri de vardır. Bütün bu söylediklerimiz göz önünde bulundurulduğunda "vasi" ve "vasiyet" terimlerinin İslâmî ıstılahlardan olduğu anlaşılır. Ama ileride Tevrat ve İncil'de örneklerini göreceğimiz gibi peygamberlerin vasiyeti, kendilerinden sonra dinlerini insanlara ulaştırmaları ve ümmetinin sorumluluğunu üzerlerine almaları için vasilerine yaptıkları bir ahittir. Bu ümmete de Resulullah (s.a.a), kendisinden önce gelip geçen peygamberler gibi davranmış, dinini tebliğ etmesi ve ümmetinin sorumluluğunu üzerine alması için Hz. Ali'yi (a.s) kendine vasi tayin etmiş, yine onun aracılığıyla ondan sonraki on bir imama da bu vasiyeti etmiş ve bunu bazen "vasi", "vasiyet" sözcükleri ve bunların türevlerini kullanarak ve bazen de bu anlamı veren diğer sözcüklerle Müslümanlara bildirmiştir. Bu vasiyet sonucu, Hz. Ali (a.s) "vasi" lakabını almış ve bu adla tanınmıştır. Biz ileride Resulullah'ın (s.a.a) kendisinden sonra vasi tayin etmesi hakkında elimize ulaşan nasları inceleyeceğiz. Ayrıca bu naslara inanmayıp, Resulullah'ın (s.a.a) kendisinden sonra Müslümanların başlarına gelecek olanlara ve hükümet konusuna ilgisiz kaldığına ve hiç kimseye vasiyet etmediğine inananların sözlerini de genişçe ele alacağız inşallah.

 HİLÂFET EKOLÜ'NÜN GÖRÜŞLERİNİN İNCELENMESİ

Yukarıdaki yedi ıstılahı inceledikten sonra iki ekolün hilâfet ve imamet konusundaki delillerini incelemek kolaylaşacaktır. Şimdi daha önce de olduğu gibi ilk önce Hilâfet Ekolü'nün görüşlerinin değerlendirmesini yapalım.

Hilâfet Konusunda Ömer ve Ebu Bekir'in Görüşü

Daha önce de değindiğimiz gibi Ebu Bekir, (Benî Sâide Sakifesi'nde) şöyle dedi: Kureyş dışında hiç kimse bu hükümete lâyık değildir. Çünkü Kureyş soy ve boy açısından Araplar arasında yüce bir mevkie ve merkeziyete sahiptir. Bu yüzden ben size hükümet için her ikisi de Kureyş'ten olan Ömer'le Ebu Ubeyde'den birini öneriyorum. O hâlde hangisine isterseniz biat edin![480] Ömer ise kendi hilâfeti döneminde Ebu Bekir'e biat konusunda şöyle demiştir: Ebu Bekir'e biat, oldu bittiye getirilen bir işti; geldi ve geçti." sözü sizleri kendinizle meşgul etmesin; gerçi böyleydi ve Allah onun şerrini uzaklaştırdı. Ama bugün sizin aranızda boyunların kendisine uzandığı Ebu Bekir gibi birisi de yoktu! Eğer ileride biri Müslümanlarla müşavere edip onların görüşlerini almadan insanlardan biat almaya kalkışırsa, ne onu ve ne de biat edeni önemsemeyin; bu durumda ikisi de ölümü hak etmiştir.[481]

İki Halifenin Görüşünün Değerlendirmesi

Biz burada ilk önce Ebu Bekir'in Benî Sâide Sakifesi'ndeki istidlalini inceleyecek, daha sonra Ömer'in kendisinden sonra hilâfet için ileri sürdüğü şûra plânına değineceğiz. Ebu Bekir'in Benî Sâide Sakifesi'nde söz konusu ettiği istidlali hakkında şunu söyleyebiliriz: O gün bu mücadelenin yöneticilerinin istidlalleri, kavmiyetçilik ve kabile taassubu çerçevesindeydi; çünkü: Resulullah'ın (s.a.a) cenazesini yerde bırakarak Sa'd b. Ubâde'-yi hükümet ve hilâfete geçirmek için Benî Sâide Sakifesi'nde toplanan ensar, Sa'd'ın diğerlerinden üstün olduğunu ve hilâfete ancak onun lâyık olduğunu söylemiyorlardı; aksine diyorlardı ki: "Muhacirler sizin topraklarınızda ve sizin elinizin altında yaşıyorlar. Dolayısıyla onların hiçbirinin size baş kaldırmaya ve efendilik gütmeye hakkı yoktur. Onun için siz ensar çaba gösterip hükümeti ele geçirin." Ensar gibi Benî Sâide Sakifesi'ne ulaşan Kureyş muhacirleri de kavmiyetçilik mantığıyla yola çıkarak diyorlardı ki: "Araplar arasında Kureyş'in yüce bir makamı ve mevkisi var. Biz Resulullah'ın (s.a.a) kabilesinden ve onun ailesindeniz.

Onun hükümetini ele geçirmek için kim bizimle savaşmaya kalkışabilir?!" Veya ensardan olan o adam "Bir kişi bizden ve bir kişi de sizden önder olsun." ya da Kureyş'ten olan bir muhacir, "Hükümet bizim olsun, vezirlik ve müşavirlik de sizin." cevabını veriyordu. Bütün bunlar kavmiyetçilik ve kabile taassubu düşüncelerinin belirtileridir. Kavmiyetçilik meselesi, Evs kabilesinden olan Useyd b. Huzeyr ve orada hazır olan kabilesinin diğer fertlerini, yakın geçmişte vuku bulmuş olan Beas Savaşı'nı hatırlayarak Hazrec kabilesinin kendilerine sulta kurmasından endişelenip, onların hükümete geçmesini önlemeye yöneltti ve bunun sonucunda şöyle dediler: Vallahi eğer Hazrec kabilesi yalnız bir kere size hükümet edecek olursa, her zaman size karşı övünecek ve hükümette size bir pay vermeyecektir. O hâlde kalkıp Ebu Bekir'e biat etin. Sonunda Eslem kabilesinin katılmasıyla Kureyş muhacirleri başarıya ulaştılar. Çünkü o sırada erzak almak için Medine'ye gelmiş olan ve Medine sokaklarını doldurup taşıran bu kabilenin Ebu Bekir'e biat etmesi Kureyş muhacirlerinin ensara karşı başarısını kesinleştirdi. İşte bu nedenle olacak ki, Ömer haklı olarak, Ebu Bekir'e biatin oldu bittiye getirilen ve hesap edilmemiş bir iş olduğunu söylemiştir!

Her durumda iki rakibin Benî Sâide Sakifesi'nde ileri sürdüğü istidlalden sarf-ı nazar edecek olursak, hükümet ve hilâfeti ele geçirmek için vuku bulan olaylar bundan ibarettir. Ama halife seçimi için Ömer'in söz konusu ettiği şûra olayını Allah'ın izniyle ileride inceleyeceğiz.

Hilâfet Konusunda,

Hilâfet Ekolü Mensuplarının Görüşü

Hilâfet konusunda, Ehlisünnet ve Hilâfet Ekolü mensuplarının görüşünü iki maddede özetlemek mümkündür:

1- Hilâfet şu şekillerde meydana gelir:

a- Şûra yoluyla. b- Biat yoluyla. c- Hilâfetin şekillenmesinde ashabıntutumunu izleyerek. d- Zor ve güç kullanarak.

2- Biatten sonra, günah işlese bile halifeye itaat farzdır.

Şimdi bu konuları inceleyelim.

1- Şûra İstidlalinin İncelenmesi

Halife seçiminde şûrayı ileri süren ilk kişi ikinci halife Ömer b. Hattab'dır. Ömer şûrayı ileri sürerken İslâm'da hükümetin şûrayla olması gerektiğine dair ne Allah'ın Kitabından ve ne de Resulullah'ın (s.a.a) sünnetinden bir delil göstermemiştir. Elbette Ehlisünnet ve Hilâfet Ekolü mensupları daha sonraları, imam ve halife seçimi için şûra teşkilinin doğruluğunu Allah'ın Kitabından iki ayete dayandırmış, bazı önemli konularda Resulullah'ın (s.a.a) ashabıyla müşavere etmesini ve yine Emirü'l-Müminin Ali'nin (a.s) bu alandaki buyruğunu delil göstermişlerdir. Biz burada ilk önce bu alanda ileri sürülen delilleri, daha sonra Ömer'in emriyle teşkil olan şûranın niteliğini inceleyeceğiz.

Kitap ve Sünnet'te Şûranın Delili

Ehlisünnet ve Hilâfet Ekolü'nün şûrayla halife seçiminin doğruluğunu ispatlamak için ileri sürdükleri ayetlerden biri, Allah Tealâ'nın müminler hakkında, "İşleri kendi aralarında şûra ile olanlar"[482] şeklindeki buyruğu, diğeri ise, "İş konusunda onlarla müşavere et."[483] ayetidir. Sünnetteki delilleri ise Resulullah'ın (s.a.a) önemli işlerde ashabıyla müşavere etmiş olmasıdır. Hilâfet Ekolü'nün, şûranın doğruluğu için ileri sürdüğü birinci delil olan, "İşleri kendi aralarında şûra ile olanlar" ayetinin hemen peşinden Allah Tealâ'nın, "Ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak edenler" ayeti yer almaktadır. Ayetteki bu iki cümle, infak ve müşaverenin farz oluşunu değil, bunların iyi şeyler olduğunu göstermektedir. Diğer taraftan, müşavere ve diğerlerinin görüşünü almak Allah ve Resulünün emrinin bulunmadığı konularda doğrudur. Allah Tealâ Kur'ân-ı Kerim de şöyle buyurur: Allah ve Resulü, bir işe hükmettiği zaman, mümin olan bir erkek ve mümin olan bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resulü'ne isyan ederse, arık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır.[484] İleride imamet hakkında Allah ve Resulü'nün (s.a.a) buyruklarına ve onların bu buyruklarının olduğu yerde ise müşaverenin yersiz olduğuna değineceğiz. "İş konusunda onlarla müşavere et." ayetine gelince, bu ayetin Âl-i İmrân Sûresi'nin, Resulullah'ın (s.a.a) savaşları ve Allah Tea-lâ'nın bu savaşlarda müminlere nasıl yardım ettiğiyle ilgili ayetleri arasında (139'dan 166'ya kadar) nâzil olan yüz elli dokuzuncu ayeti olduğunu hatırlatmakta yarar var. Bu ayetlerin bazıları müminlere, özellikle savaşçı müminlere hitap ederek onlara öğüt vermekte, bazılarında ise Resul-i Ekrem'e (s.a.a) hitap etmektedir. Meselâ buyuruyor ki: Allah'tan bir rahmet dolayısıyla, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için bağışlanma dile ve iş konusunda onlarla müşavere et.

Eğer azmedersen artık Allah 'a tevekkül et. Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.[485] Bu ayette müminlerle müşavere etmekten maksat, onlara yumuşak davranmak ve sevgi göstermektir; yoksa Hz. Resulullah'ın (s.a.a) onların emir ve görüşlerine itaat etmesi emredilmemektedir. Tam aksine Allah Teâla açıkça Resul-i Ekrem'e (s.a.a), "Eğer azmedersen artık Allah'a tevekkül et." buyuruyor. Yani kendin karar verdiğin zaman artık Allah'a tevekkül et ve kendi görüşüne uy. Yine bütün bunlardan anlaşılan şudur: Müşavere savaşta yapılması iyi ve beğenilir bir iştir.[486] Resul-i Ekrem'in (s.a.a) sahabelerle yapmış olduğu  müşaverelerin tümü de savaşlardaydı; ileride bunlara değineceğiz inşallah.

 Hz. Resulullah'ın (s.a.a) Sahabelerle Müşaveresi

a) Bedir Savaşı

Resul-i Ekrem (s.a.a) sadece savaşlarda ashabın görüşünü alırdı. Bunlardan en önemlisi Bedir Savaşı'nda vuku buldu. Şöyle ki: Resulullah (s.a.a) sahabeleri, Ebu Süfyan'ın liderliğinde Şam'dan gelen Kureyş'in büyük ticaret kervanının yolunu keserek, mallarını müsadere etmeleri için seferber etti. Sonuçta Resulullah (s.a.a) ker vanı ele geçirmek için işten anlayan 313 kişiyle birlikte Medine'den hareket etti. Ama Hz. Peygamber'in asıl hedefi savaşmak değildi. Bu haberi duyan kervan başı Ebu Süfyan, yolunu değiştirerek kervanı sapa yoldan Mekke'ye götürdü ve durumu Mekkeli Kureyş'e bildirip onlardan yardım istedi. Ebu Süfyan'ın bu isteğine karşı, tam teçhizatlı bin kişi, Müslümanlarla savaşmak için hareket etti. Ebu Süfyan'ın kendisini ve ticaret kervanını Müslümanlardan kurtaran atik hareketi, Resulullah'ı (s.a.a) iki seçenek arasında bıraktı: Ya selamet yolunu tutarak Medine'ye dönmeli ya da sayı ve silâh açısından kendi ordusuyla mukayese edilmeyecek, tepeden tırnağa silâhla donanmış olan düşman

ordusuyla savaşmalıydı. İbn Hişâm kendi Sire'sinde bu olayı şöyle anlatır: Tam teçhizatlı Kureyş ordusunun ticaret kervanlarını himaye etmek için Mekke'den hareket ettiğini Resulullah'a (s.a.a) haber verdiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, sahabelerle müşavere edip durumu onlara anlattı. Herkesten önce Ebu Bekir ayağa kalkıp güzel bir konuşma yaptı. Sonra Ömer kalkarak o da güzel konuştu. Ömer'den sonra Mikdad sözü aldı...[487] İbn Hişâm, Mikdad'ın sözlerini ve onun peşinden ensarın görüşünü tam olarak nakletmesine rağmen Ebu Bekir'le Ömer'in ne söylediğini kaydetmemiştir! Müslim de kendi Sahih'inde şu kadarıyla yetinmiştir: Ebu Bekir konuştu; fakat Resulullah yüzünü ondan çevirdi. Peşinden Ömer kalkarak konuştu, Resulullah (s.a.a) yüzünü ondan da çevirdi.

Daha sonra Mikdad kalkarak konuştu... [488] Müslim de Ebu Bekir'le Ömer'in neler söylediklerini ve Resulullah'ın (s.a.a) yüzünü neden onlardan çevirdiğini söylememiştir! İbn  Hişâm ve Müslim, böylece bu iki sahabenin sözlerini nakletmekten sakınmış, rivayetin tamamını kaydetmemişlerdir! Fakat bu iki kitabın söylemediklerini söyleyen ve olayı nispeten tam olarak kaydeden kaynaklar vardır. Biz burada Meğazi-i Vakidî ve İmtau'l-Esma-i Makrizî'ye müracaat ederek olayın tamamını bu ikisinden naklediyoruz. Vakidî diyor ki: Ömer kalkarak şöyle dedi: "Ya Resulullah! Vallahi, Kureyş bütün izzet ve azametiyle sana yönelmiştir; vallahi Kureyş izzet ve şeref bulduğu gönden bu yana alçaklık görmemiştir, isyan ve küfür yolunu tuttuğu günden itibaren iman etmemiş ve hakka teslim olmamıştır. Vallahi Kureyş büyükleri asla sana boyun eğmez, izzet ve gurur bineklerinden inmezler; aksine sana karşı amansız bir savaş yaparlar. O hâlde, her şeyden önce kendini böyle bir savaşa hazırla ve onlarla savaşabilecek bir ordu seferber et." Bunun üzerine Mikdad b. Amr kalkarak şöyle dedi: "Ya Resulullah! Allah'ın emriyle ilerle; biz de senin yanındayız. Vallahi biz sana peygamberlerine, Sen ve Rabbin gidip savaşın. Biz burada duracağız. diyen İsrail Oğulları gibi söylemeyiz. Aksine diyoruz ki, sen ve Rabbin gidip onlarla savaşın. Biz de senin yanında onlarla savaşacağız. Seni hak olarak peygamberliğe seçen Allah'a yemin ederim, eğer bizleri çekip Birku'l-Gimad'a da götürsen seninle geleceğiz." Resulullah (s.a.a) Mikdad'a aferin dedi ve hakkında hayırlı duada bulundu. Daha sonra oradakilere dönerek, "Ey insanlar! Görüşünüzü bana söyleyin." buyurdu. Resul-i Ekrem'in burada ensara hitap ettiği apaçık bellidir. Çünkü Hz. Peygamber, ensarın böyle bir durumda ve Medine şehri dışında kendisine yardım etmeyeceğini sanıyordu. Zira onlar, Medine'de Resulullah'ı (s.a.a) kendilerini ve evlâtlarını savundukları gibi savunacaklarına söz vermişlerdi. İşte bu yüzden Resulullah (s.a.a) "Görüşünüzü söyleyin." buyurdu. Bunun üzerine Sa'd b. Muaz kalkarak, "Ensar adına ben cevap veriyorum dedi. Galiba siz bizden cevap bekliyorsunuz?" Resulullah (s.a.a), "Evet." buyurdu. Sa'd dedi ki: "Ya Resulullah! Galiba sana özel bir konuda vahiy indi ve

sen onun için Medine'den çıktın. Oysa biz gerçekten sana iman ettik, seni doğruladık, senin getirdiklerinin doğru olduğuna tanık olduk ve sana sadık kalacağımıza dair de ahitleştik. Öyleyse ya Resulullah! İlerle; seni hak olarak peygamberliğe gönderen Allah'a yemin ederim ki, denizin dibine insen bile biz de peşinden denizin dibine ineriz ve bizden bir kişi bile sana itaatsizlik etmez. O hâlde istediğin kişiyle birlikte ol ve istediğini de bırak. Bizim mallarımızdan da istediğin kadarını al; çünkü biz senin aldığına bize bıraktığından daha fazla seviniriz. Canım elinde olan Allah'a an-dolsun geçmişte hiçbir zaman böyle bir yol almış değilim ve bundan haberim de yok. Buna rağmen, biz düşmanlarımızla karşılaşmaktan korkmuyoruz. Bizler savaşta canından geçen, sabırlı ve yiğit işileriz. Yakın zamanda Allah bizden sana öyle bir şey gösterir ki gözlerin aydınlanır."

Vakidî, Muhammed b. Salih'ten, o da Asim b. Ömer b. Katadeden ve o da Muhammed b. Lebid'den Sa'd'ın şöyle devam ettiğini nakleder: "Ya Resulullah! Biz geride seni bizim kadar seven, sana itaatte en küçük bir şüpheye düşmeyen erler bıraktık. Onlar Allah yolunda cihada katılmayı arzu ederler. Onlar senin düşmanla karşılaşacağını bilselerdi asla Medine'de kalmaz, seninle gelirlerdi. Fakat onlar, sizin düşmanla savaşmak için

değil, ticaret malını ele geçirmek için Medine'den hareket ettiğinizi sandılar." "Şimdi biz, dinlenmeniz için size yüksek bir yerde gölgelik hazırladık. Atınızı da hazırladıktan sonra düşmanla karşılaşacağız. Allah, düşmana karşı bize zafer verip bizleri izzete ulaştırırsa arzumuza kavuşmuş oluruz; aksi durumda sen atına binerek Medine'deki diğer dostlarına gidersin." Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) onun hakkında hayır dua bulunarak, "Allah bundan dolayı sana hayır versin ey Sa'd!" dedi. Sa'd'ın bu konuşmasından sonra Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: "Allah'ın bereketiyle hareket edin; Allah bana ikisinden birine ulaşacağımı vaat etmiştir; vallahi onların başlarının düştüğü yeri görüyor gibiyim." Râvi şöyle diyor: Resulullah o gün bize, "Burası falancanın başının düşeceği yerdir, burası filancanın başının düşeceği yerdir." diyerek onların başının düşeceği yeri gösterdi. Böylece sahabeler ticaret mallarının ellerinden çıktığını ve yakında düşmanla savaşacaklarını anladılar. Sonra Resuli Ekrem'in (s.a.a) konuşmasıyla kalpleri güçlendi ve düşmana galip geleceklerine ümitle baktılar.[489] Evet, Resulullah'ın (s.a.a) Bedir Savaşı'nda sahabelerle bu şekilde

müşavere edip onlardan ne yapmaları gerektiği konusunda görüşlerini belirtmelerini istedi. Halbuki daha önce Allah Tealâ onların düşmanla savaşıp zafere ulaşacaklarını ve düşmanın başlarının düşeceği yeri de kendisine bildirmişti. Onlar savaşmayı kabul edince Resulullah (s.a.a) bunu ashaba da söyleyip, düşmanın her birinin başının yuvarlanacağı yeri onlara gösterdi. Resulullah (s.a.a) bütün bunları göz önünde bulundurarak ashabıyla müşavere ettiyse, onların görüşlerinden yararlanmak istediği  için değil, onlara karşı sevgi ve yumuşaklık göstermek, Kureyş kervanının mallarının ellerinden çıktığını ve ticaret mallarını ele geçirmek hükmünün savaş hükmüne dönüştüğünü bildirerek, Medine' den başka heveslerle çıkanları düşmanla savaşa hazırlamak içindi.

b) Uhud Savaşı

Resul-i Ekrem (s.a.a) Bedir Savaşı'nda ashabıyla işte bu şekilde müşavere etmiş, yine Uhud Savaşı'nda da ashabıyla müşaverede bulunmuştur.

Vakidî Meğazî'de ve Makrizî İmtau'l-Esma'da Resulullah'ın (s.a.a) bu savaşta ashabın görüşüne saygı gösterip onların istediği gibi hareket ettiğini vurgulayarak şöyle kaydederler: Resulullah (s.a.a) minbere çıkarak Allah'a hamd ve sena ettikten sonra şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Dün gece bir rüya gördüm. Rüya aleminde sağlam bir zırh giymiştim; ama Zülfikar'ın keskin ağzı kırılmıştı. Başı kesilmiş bir inek yere yığılmıştı, sanki terkime bir koç almıştım." Halk, "Ya Resulullah! Bu rüyanın tabiri nedir?" diye sordu. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: "Sağlam zırh Medine'dir; o hâlde Medine hisarında kalın. Kılıcımın ağzının kırılması bana yönelecek olan hüzün ve kederdir. Başı kesilmiş olan bir ineğin yere yığılmış olması, ashabımdan birçoğunun öldürüleceği anlamına gelir. Terkime bir koç almış olmam ise düşman güçlerini bozguna uğratıp onları ortadan kaldıracağımız anlamındadır." Diğer bir rivayette Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğu nakledilir: Kırılmış kılıcım akrabalarımdan birinin öldürülmesi anlamına gelir... Görüşünüzü bana söyleyin. Ama Resul-i Ekrem'in (s.a.a) kendi görüşü Medine'de kalmaktı. Abdullah b. Ubey ve muhacir ve ensarıyla ashabın ileri gelenleri bu görüşü uygun gördüler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Kadınlarla çocukları yüksek yerlere ve sağlam evlere yerleştirin. Düşman şehre girecek olursa, onlardan daha iyi tanıdığınız Medine sokaklarında onlarla savaşın; evlerin damlarından onların üzerine taş ve tuğla atın." O günün Medine'si çeşitli bölümlere ayrılıyordu, dört bir yanı sağlam bir hisar sayılan yüksek duvarlarla çevrilmişti. Fakat kavmin ileri gelenlerinin de kabul ettiği Resulullah'ın (s.a.a) önerisi karşısında Bedir Savaşı'nı görmeyen ve sadece o savaştaki yiğitlikleri duyan bazı Müslüman gençler, düşmanla Medine dışında savaşmayı ve Allah yolunda şehadeti istediler. Dolayısıyla, "Savaş için bizi Medine'den dışarı götürün!" dediler. Resulullah'ın (s.a.a) amcası Hamza, Sa'd b. Ubâde, Nu'man b. Malik b. Sa'lebe ve ensardan diğer bir grup dediler ki: "Ya Resulullah! Biz düşmanın, onlardan korkarak Medine'den dışarı çıkmadığımızı sanmasından ve bu düşüncenin onların bize karşı küstahlaşmasına neden olmasından kor kuyoruz. Sen Bedir Savaşı'nda üç yüz küsur kişiyle onlara saldırdın, Allah Tealâ da seni onlara galip etti. Ama şimdi bizim sayımız çok fazladır ve biz düşmanla karşılaşmayı bekliyor, Allah'tan böyle bir günü bize göstermesini arzuluyorduk.

Allah Tealâ da bizi isteğimize kavuşturdu ve düşmanı kendi ayağıyla ayağımıza getirdi; o hâlde neden Medine'den dışarı çıkıp onlarla savaşmayalım?" Hamza da dedi ki: "Kur'ân'ı sana indiren Allah'a yemin ederim ki, bugün Medine dışında düşmanla savaşıncaya kadar hiçbir şey yemeyeceğim." Hamza, cuma ve cumartesi günleri oruç tutardı; o günde cumaydı ve Hamza yine oruçluydu. Ebu Said-i Hudrî'nin babası Malik b. Sinan, Nu'man b. Malik b. Sa'lebe ve İyas b. Avs b. Atik de düşmanla Medine dışında savaşılmasından yana konuştu. Resul-i Ekrem (s.a.a) onların Medine'den dışarı çıkma konusundaki ısrarlarını ve Medine'de kalmak istemediklerini görünce görüşlerini, kabul etti. Birlikte cuma namazı kıldılar. Resulullah (s.a.a) onlara öğüt verdi, onları canla-başla düşmanla savaşmaya teşvik etti ve direnecek olurlarsa zafere kavuşacaklarını bildirdi. Halk sonunda Medine'den dışarı çıkacakları için çok sevindi; ama birçokları da bu kararı beğenmediler. Resul-i Ekrem (s.a.a) ikindi namazını da cemaatle yerine getirdikten sonra insanlar her taraftan toplandılar, "Avali" sakinleri de Medine'ye ulaştılar. Kadınlarla çocukları yüksek yerlere, sağlam evlere yerleştirdiler. Resulullah (s.a.a) da Ömer ve Ebu Bekir'le birlikte eve gidip, onların yardımıyla sarığını sardı ve giyinip kuşandı. Halk Resulullah'ın (s.a.a) evinden minberine kadar sıraya geçmiş onun gelmesini bekliyordu. O sırada Useyd b. Huzeyr'le Sa'd b. Muaz da ulaşarak halka dediler ki: "Sizler gökyüzünden Resulullah'a (s.a.a) emir geldiğini ve kendisine doğru yolun gösterildiğini bildiğiniz hâlde canınızın istediği şeyi Resulullah'a (s.a.a) söyleyip onu Medine'den  çıkmaya zorladınız. İşleri ona bırakın ve onun emrini yerine getirin, onun isteğine göre hareket edin." O sırada Resulullah (s.a.a) savaş elbisesi giymiş, kılıcını kuşanmış ve başına sarığını sarmış olduğu hâlde evden dışarı çıkarak onlara karıştı. Peygamber (s.a.a) evden çıkınca, savaş için Medine'den çıkmaya ısrar eden İslâm savaşçıları şöyle dediler: "Ya Resulullah! Bize sana muhalefet etmek yakışmaz, sen kendi görüşüne göre hareket et; biz de senin emrine itaate hazırız." Fakat Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Ben daha önce bunu size söyledim, ama siz kabul etmediniz. Şimdi savaş elbisesi giydikten sonra, yüce Allah onunla düşmanları arasında hükmedinceye kadar onu çıkarmak Peygamber'e yakışmaz. Şimdi emirlerimi yerine getirip Allah'ın emriyle hareket edin ve bilin ki sabırlı olursanız zafer sizin olacaktır."

Kim bilir; Resulullah'ın (s.a.a), ashabın, müşriklerle Medine dışında savaşma yönündeki ısrarını kabul etmesinin nedeni belki de şudur: Eğer onların bu önerisini kabul etmeyecek olsaydı; bu, onların üzerinde telâfi edilmeyecek kötü sonuçlar bırakıp, savaşta cesaret yerine zaaf ve gevşeklik göstermelerine sebep olabilirdi. Sahabeler, Resulullah'ın (s.a.a) görüşünü kabul ettikten sonra Hz. Resul'ün (s.a.a) onları reddetmesinin sebebini de Hz. Peygamber'in kendisi açıklamıştır. Resul-i Ekrem (s.a.a) son olarak Hendek Savaşı'nda ashabın görüşüne uygun hareket etmiştir. Şöyle ki:

c) Hendek Savaşı

Vakidî ve Makrizî Hendek Savaşı hakkında şöyle yazmışlardır:  Resulullah (s.a.a) sahabelerle müşavere etti. Peygamber, çoğu zaman savaş konusunda sahabelerle müşavere ederdi... Bu savaşta Selman-i Farsî'nin önerisiyle Medine'nin çevresine hendek kazdılar... Vakidî ve Makrizî savaşın son günlerinde Resulullah'ın (s.a.a) yaptığı diğer bir müşaveresiyle ilgili olarak şöyle kaydederler: Resul-i Ekrem'le (s.a.a) sahabîler, on günden fazla düşmanın muhasarası altında kaldı; nihayet muhasaranın uzamasıyla işleri zorlaştı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) şöyle dua etti: "Allah'ım! Müslümanların yok olmasını istemiyorsan, senin yardımını ve ahdine vefa etmeni istiyorum." Sonra Hz. Peygamber, düşman ordusu arasında ihtilâf çıkarmak için Gatafan kabilesinin başlarından Uyeyne b. Hisn ve Haris b. Avf isminde iki kişiye haber gönderip, Medine'nin o yılki hurma ürününün üçte birini alarak kendilerini ve kabilelerini savaştan çekmelerini istedi. Fakat Uyeyne'yle Haris mahsulün yarısını önerdiler; bunu da Resulullah (s.a.a) kabul etmedi. Sonunda üçte bire razı oldular ve anlaşmayı yazıp imzalamak için kendi kabilelerinden on kişiyle birlikte gizlice hendekten geçip Resulullah'ın (s.a.a) huzuruna çıktılar.

Back Index Next