Back Index Next

Hilâfet Ekolü'ndeki Sahabeyi Tanıma Yöntemine Eleştiri

Yukarıda bahsi geçen her iki rivayetin de ilk kaynağı, yalancılık ve zındıklıkla suçlanmakta olan Seyf b. Ömer et-Temimî'dir[203]. Seyf, bu kuralı Ebu Osman'dan duyduğunu söylemekte, o da Hâlid ve Ubâde'den naklettiğini belirtmektedir. Halbuki Seyf b. Ömer, rivayetlerinde ondan (Ebu Osman'dan) "Yezid b. Useyd el-Ğassânî" adıyla söz etmektedir ki gerçekte bu isimde bir râvî mevcut olmayıp, bu, tamamen Seyf'in uydurduğu isimlerden biridir![204] Ancak biz burada, söz konusu rivayetin râvîlerini bir kenara bırakıyor ve bu tür rivayetlerin esasen tarihî gerçeklerle de bağdaşmadığını ve bilinen birçok hakikatle zaten çeliştiğini vurgulamak istiyoruz. Zira: Ebu'l-Ferec İsfahânî, el-Ağanî adlı eserinde şöyle yazar:

İmrau'l-Kays, 2. Halife Ömer'in vasıtasıyla Müslüman oldu ve Halife de buna karşılık hemen orada, henüz bir tek rekât namaz dahi kılmamış olan bu adama devlet işinde önemli bir görev verdi.[205] İsfahânî, bu ilginç olayın ayrıntılarını Avf b. Hâriceti'l-Merrî'den şöyle nakleder: Hattab oğlu Ömer'in halife olduğu dönemlerdi; onunla birlikte bir mecliste oturmuştuk. Bu sırada birisi içeriye girdi; başının sağ ve sol taraflarındaki az saçı göze çarpıyordu. Ayakları çıplaktı, öylesine ki ayak parmakları birbirinin tam karşısında ve tabanı vücudunun sağ ve sol yanına dönük durumdaydı. Orada oturanları ite kaka ilerleyerek en öne, Ömer'in bulunduğu yere ulaştı ve halifeliğin geleneğine uygun şekilde onu selâmladı. Ömer kim olduğunu sorduğunda, "Ben Hıristiyan'ım, adım İmrau'l-Kays b. Adıyyi'l-Kelbî'dir." dedi. Ömer onu tanıdı, "Pekalâ, söyle bakalım ne istiyorsun?"

diye sordu. İmrau'l-Kays Müslüman olmak istediğini söyleyince, Ömer İslâm'ı anlattı ve o da kabul ederek Müslüman olduğunu söyledi. Ömer bir mızrak istedi, getirdiler. Mızrağın ucuna bir sancak bağlayarak o adama verdi ve onu Şam yakınlarındaki Kuzâa[206] Müslümanlarının valisi olarak atadığını bildirdi. İmrau'l-Kays, Ömer'in verdiği sancağı alıp o meclisten çıktı, rüzgarda dalgalanan sancağıyla, Kuzâa mıntıkasına doğru yola koyuldu.[207] Aynı şekilde; Alkame b. Elâseti'l-Kelbî'nin mürtet olduktan sonra Ömer tarafından Hurân[208] bölgesine vali olarak atanması olayı da bu

iddiayla tamamen çelişmektedir. İsfahanî'nin el-Ağanî kitabında, Alkame'nin biyografisi bölümünde şöyle kayıtlıdır: Alkame, Hz. Resulullah (s.a.v) döneminde Müslüman oldu; Hz. Peygamber'le görüşüp konuşma şerefine de kavuştu. Ancak, Ebu Bekir'in halifeliği döneminde İslâm'dan çıkarak

mürtet oldu. Ebu Bekir, Hâlid b. Velid'i onu tutuklamakla görevlendirdiyse de Alkame kaçmayı başardı. Alkame'nin da ha sonra geriye dönerek özür dilediği ve tekrar Müslüman olduğu söylenir.[209] İbn Hacer'in el-İsâbe isimli eserinde de şöyle geçer: Alkame, Ömer'in hilâfeti döneminde şarap içince Ömer ona had uyguladı. Bunun üzerine Alkame İslâm dinini bıraktığını söyleyerek Romalılara sığındı. Roma İmparatoru onu sıcak bir şekilde karşılayıp "Sen, Âmir b. Tufeyl'in amca oğlu değil misin?" diye sordu. Bundan pek alınan Alkame "Âmir'- den başkasını tanımıyorsun galiba!" dedi.[210] Daha sonra Âmir'in hatırı için mülteci olarak kabul edilmeyi kendine yediremeyip geri döndü ve Medine'ye gelip tekrar İslâm dinini kabul etti. Alkame açıkça mürtet olduğu hâlde, halife tarafından önemli bir makama atanmıştır. Bir hayli düşündürücü olan ve "Sahabe tamamen adildir ve sahabeden gayrisi da komutanlığa veya resmî bir göreve atanmamıştır." iddiasıyla da açıkça çelişen bu acı vakıa hem İsfahânî, hem de İbn Hâcer tarafından kaydedilen sahih belgeler arasındadır.

İsfahânî olayı şöyle anlatır. ...Hâlid b. Velid'in yakın arkadaşlarından olan Alkame, mürtet olup dinden çıktıktan sonra tekrar Medine'ye dönüp kimselere görünmeden akşam karanlığında camiye girip bir köşeye oturdu. Bir süre sonra Hattab  oğlu Ömer camiye girerek bir köşede oturmakta olan Alkame'ye selâm verdi. Ömer'in Halid'e çok benzemesi, Alkame'yi hataya düşürmüştü. Gecenin karanlığında Ömer'i Halid zannederek onunla - yavaş sesle- konuşmaya başladı. Sohbet koyulaşınca "Ömer seni görevinden azletti mi?" diye sordu. Alkame'nin hatasını fark eden Ömer, daha fazla bilgi alabilmek için Halid'miş gibi davranarak "Evet." dedi. Alkame, "Böyle olacağı belliydi." diyerek, "Seni çekemeyenler vardı, bu onların işi olsa gerek." diye hayıflanınca, Ömer bu fırsatı kaçırmayarak atıldı, "İntikam almak istersem yardımcı olur musun?" Alkame sert bir şekilde itiraz etti: "Neler söylüyorsun sen?

Allah'a sığınırım! Ömer'in üstümüzde hakkı var, o bizim reisimiz! Ona el kaldırmaya hakkımız yok bizim!" Bunun üzerine Ömer –ki Alkame onu halâ Halid zannediyordu- ayağa kalkıp camiyi terk etti. Ertesi gün Ömer'in halkı kabul günüydü. Halit'le Alkame de gelip bir köşeye oturdular. Bir süre sonra Ömer, Alkameye dönerek, "Ne haber Alkame? Halid'e söyleyeceklerini söyledin mi?" diye sordu. Alkame neye uğradığını şaşırmıştı: "Ey Ebu Süleyman! Sen konuştun mu onunla?" dedi tedirginlikle Halid'e. Halid, "Hayır! Seninle görüştüğümüzden bu yana Ömer'le hiç konuşmuş değilim ki!" dedi. Halid kısa bir duraksamadan sonra Alkame'nin kulağına eğilip, "Sen onu daha önce görmüş ve ben zannederek konuşmuş olmayasın?" diye sorunca, Alkame her şeyi anladı, "Evet, vallahi doğru!" diyerek Ömer'e dönüp, "Ey müminlerin emiri, sen benden hayır ve iyilikten başka şey duydun mu hiç?" diye sordu. Ömer onu tasdik ederek, "Doğrudur." dedi ve ekledi: "Huran'ın yönetimini sana vermemi ister misin?" Alkame "Elbette isterim!" deyince halife hemen orada gerekli fermanı hazırlayıp Alkame'yi Huran'a komutan ve vali olarak atadı. Alkame, ömrünün sonuna kadar Huran'da vali ve komutan olarak kaldı ve orada da öldü. İbn Hâcer, bu hadiseyi yukarıdaki şekilde anlattıktan sonra şöyle der: Ömer, Huran'ın yöneticiliğine dair fermanı Alkame'nin eline verdikten sonra, "Senin gibi gerçek taraftarlarımın olması, dünyadaki her şeyden daha değerlidir benim için." dedi. Evet, yukarıdaki hadise, bütün ayrıntılarıyla muteber İslâm kaynaklarından alınmış tarihî gerçeklerden sadece biridir. Buna rağmen Hilâfet Ekolü (Sünnî) uleması sırf rivayetlerine dayanarak Resulullah'ın (s.a.a) sahabesini tanımanın ölçü ve kıstaslarını belir leme yoluna gitmiş ve bu yüzeysel yaklaşımın tabii bir neticesi olarak da Seyf b. Ömer gibi zındıklıkla suçlanan birinin uydurduğu insanları Hz. Resulullah'ın (s.a.a) gerçek sahabelerinden sayma hatasına

düşmekten kurtulamamıştır. Biz burada meseleyi özetle aktardık; daha etraflıca öğrenmek isteyenler, "Yüz Elli Uydurma Sahabe" adlı eserimize başvurabilirler. Kimlere sahabe denilip denilemeyeceği konusunda Ehlisünnet ve Şîa mezhebindeki kıstasları böylece değerlendirdikten sonra, şimdi bu iki mezhebin, "sahabenin adaleti" konusundaki görüşlerini kısaca aktarmaya çalışalım:

HİLÂFET VE İMAMET EKOLLERİNDE SAHABENİN ADALETİ

Hilâfet Ekolü'ne Göre Sahabenin Adaleti

Hilâfet Ekolü'ne mensup Müslümanlar, istisnasız olarak bütün sahabeyi adil bilir ve İslâmî hükümlerde ve şer'î konularda sahabeye müracaat ederler. Dirayet ve hadis ilimleri dallarında bu ekolün en önde gelen âlimlerinden biri olan, "Cerh ve Tâ'dil" ehlinin İmamı Hafız Ebu Hâtem Râzî;[211] eserinin mukaddimesinde, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) sahabesinin adaleti konusunda şöyle yazar: Allah Resulü'nün (s.a.a) sahabesi vahyin ve Kur'ân'ın nüzulüne şahit olup bunların tefsir ve tevillerini bilen kimselerdir. Yüce Allah onları Peygamber'ine dost kılmış, ona yardımcı etmiş, dinini ve sünnetini yaymaları ve ayakta tutmaları için seçmiş, Peygamber'ine sohbet arkadaşı olarak beğenmiş ve onları bizlere rehber ve önder olarak tayin etmiştir. Onlar, belirledikleri sünnet, kural ve kanunlardan, sâdır ettikleri hükümlere, yaptıkları hakemliklerden verdikleri hükümlere ve caiz gördükleri veya yasakladıkları şeylere varıncaya kadar, Allah Resulü'nün (s.a.v) kendilerine tebliğde bulunduğu her şeyi tam anlamıyla kavrayıp anlamış, dinde fakih ve âlim olmuşlardır. Hz. Resulullah'ın (s.a.v) yanında bulundukları için Allah'ın emir ve yasaklarını hikmet ve gerek çeleriyle birlikte öğrenmiş ve Kur'ân'dan nasıl faydalanılması ve hükümler çıkarılması gerektiğini en iyi şekilde anlayıp kavramışlardır. Allah (Azze ve Celle) onları seçip ümmetin önderleri olarak belirlemek suretiyle kendilerine lütufta bulunmuştur. Şüphe, tereddüt, hata, kötü zan, kendini beğenmişlik ve başkalarının kusur ve ayıplarını arama gibi hasletleri onlardan tamamen silip uzaklaştırmış ve onları ümmetin adilleri olarak tanımlayarak, "...ve böylece insanlara şahit olmanız için sizi orta (yolu izleyen) ümmet kıldım."[212] buyurmuş ve Allah Resulü (s.a.v) de bu ayette geçen vasat ümmet (orta yolu izleyen ümmet) tabirini "adil ümmet" olarak tefsir etmiştir.

 Binaenaleyh Hz. Peygamber'in ashabı, ümmetin adilleridirler; bizi doğru yola hidayet eden önderler, din konusunda Allah'ın hücceti ve Kur'ân ve Sünnet-i Resulullah'ın (s.a.v) taşıyıcılarıdırlar. Yüce Allah onlara müracaat edilmesini ve onların yöntem ve yolunun izlenilmesini emretmiştir. Onları örnek almamızı ve onlara uymamızı istemiş ve Nisâ Suresi 115. ayet'te şöyle buyurmuştur: "Kim de kendisine dosdoğru yol apaçık belli olduktan sonra Peygamber'e muhalefet ederse ve müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü şeyde bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir yaratıktır o!"[213] Yine birçok hadiste Hz. Resulullah (s.a.v) insanları hadislerini yaymaya teşvik etmekte ve ashabını övüp onlar için dualarda bulunduktan sonra şöyle buyurmaktadır: Benim sözlerimi dinleyip aklında tutan ve onları duymayanlara aktaranları, Allah daima korusun." ve "Burada hazır bulunan sizler, benden duyduklarınızı gidip başkalarına da anlatın." ve "Kur'ân ayetlerinden biri dahi olsa, benden duyduklarınızı başkalarına aktarın ve hiç çekinmeyin, kimseden orkmayın." Bu nedenledir ki Hz. Resulullah'ın (s.a.v) sahabesi –Allah onlardan razı olsun- dört bir yana dağılarak savaşlara katılıp zaferler kazandılar; yargı, yönetim ve benzeri işlerde çeşitli önemli görevler üstlendiler. Kendi beldelerinde veya ikamet ettikleri yerlerde, Hz. Resulullah'tan (s.a.v) duyup öğrendiklerini halka anlattılar.[214] Kendilerine sorulan sorulara, Hz. Peygamber'in (s.a.v) bu ve benzeri sorulara verdiği cevapları dikkate alarak cevap veriyor ve kendi görüş ve fetvalarını belirtiyorlardı.

Allah rızasını umarak O'nun helâl ve haramlarını, farzlarını ve ahkâmını ve Resul'ünün sünnet ve hadislerini insanlara öğretip anlatmaktaydılar. Allah (Azze ve Celle), onları kendi katına alıncaya kadar bütün sahabe böyle yaşadı, Allah cümlesinden razı olsun, cümlesine rahmet eylesin."[215] İbn Abdulbir, el-İstiâb adlı eserinin önsözünde "Sahabenin tamamının adil olduğu ispatlanmıştır." dedikten sonra, daha önce Ebu Hâtem Râzî'den aktardığımız örnekte olduğu gibi, sahabenin sadece müminleri hakkında buyrulan ayet ve hadisleri art arda nakleder.[216] İbn Esîr de, Usdu'l-Gâbe adlı eserinin önsözünde şöyle yazar: Allah'ın hükümlerinin teferruatları ve dinimizle ilgili helâlleri, haramları ve diğer meseleleri kapsayan sünnet, ancak onları rivayet eden râvilerin ve senet olarak gösterdiği ricallerin, bilhassa da Hz. Resulullah'ın (s.a.v) sahabesinin doğru olarak bilinip tanınması hâlinde sahih kabul edilebilir. Hele sahabenin kimler ve nasıl insanlar olduklarını öğrenmeden ve onları tanımadan diğer rical ve râvileri tanıyıp bilebilmek hiç mümkün olmayacaktır. O hâlde Hz. Resulul-lah'ın (s.a.v) ashabının soyunun ve biyografilerinin teferruatlı bir şekilde bilinmesi zaruridir. Resulullah'ın (s.a.v) ashabı, hadis ve sün net senetlerinde adı geçen diğer râvilerle her açıdan eşit ve beraberdir; bununla birlikte cerh, ta'dil ve onların durum ve davranışlarını eleştirme bundan müstesnadır (onlar kesinlikle cerh ve tadil edilemez ve eleştiriye tâbi tutulamazlar); zira ashabın hepsi adildir, onlara kusur bulmak ve onları eleştirmek imkânsızdır.[217]

Hadis hafızı İbn Hâcer, el-İsâbe adlı eserinin 3. faslında ashabın adaleti konusunda şöyle yazar: Ehlisünnet mensupları Hz. Resulullah'ın (s.a.v) bütün ashabının istisnasız olarak adil olduklarına ve bir avuç bid'at ehlinden başka kimsenin onlara karşı çıkmadığına inanır...[218] Tanınmış hadisçi İmam Ebu Zer'a'dan da şöyle nakledilmektedir: Allah Resulü'nün (s.a.v) ashabından birini eleştiren ya da onlardan biri hakkında ayıp ve kusur iddiasında bulunan birini görürsen, bil ki o zındıktır.(!)[219] Çünkü Allah ve Resulü'yle, Kur'ân'da belirtilen her şeyin doğru ve hak olduğunu biliyoruz

ve bütün bunları bize iletip ulaştıranlar ise Resulullah'ın (s.a.v) ashabından başkası değildir. Binaenaleyh ashabı eleştirenler, bizim İslâm hakkındaki şâhitlerimizi lekelemek suretiyle onları yalanlamak ve böylece Kur'ân ve sünneti reddetmek istemektedirler. Asıl eleştirilmesi ve kirli çamaşırları su yüzüne çıkarılması gerekenler, ashabı eleştirmeye yeltenen zındık kâfirlerdir![220] Evet, ashabın adaleti konusunda Hilâfet Ekolü'ne mensup âlimlerin görüşleri böyle. Şimdi Ehlibeyt Ekolü'nün, "Ashabın Adaleti" konusundaki görüşlerine bakalım:

İmamet Ekolü'ne Göre Sahabenin Adaleti

Ehlibeyt Ekolü, Kur'ân'da da belirtildiği gibi Hz. Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) ashabı arasında dürüst ve iyi niyetli müminler olduğuna

ve yüce Allah'ın onları övdüğüne inanır. Bu cümleden olmak üzere yüce Allah, Şecere Biati'ne katılanlar için şöyle buyurur: Andolsun, Allah, sana o ağacın altında biat ederlerken müminlerden razı olmuştur, kalplerinde olanı bilmiş ve böylece üzerlerine güven duygusu ve huzur indirmiştir ve onlara yakın bir fethi sevap olarak vermiştir.[221] Yukarıdaki ayette geçen övgü ve takdir, Şecere (Rıdvan) Biati'ne katılan sahabenin hepsi değil, sadece mümin olanları içindir.[222] Nitekim biat sırasında orada bulunan Abdullah b. Ubeyy ve Evs b. Havlî gibi münafık sahabeyi kapsamına almamaktadır. Ehlibeyt inancı ve Şîa mezhebinde, Kur'ân'daki sarih ayetlere dayanılarak sahabe arasında da münafıklar bulunduğuna inanılır; yüce Allah'ın bu münafıkları kınadığı ve kötülediği ayetlerden birinde şöyle buyrulmaktadır: Çevrenizdeki bedevîlerden münafık olanlar vardır ve Medine halkından da nifakı alışkanlık hâline getirmiş o-lanlar vardır; sen onları bilmezsin, biz onları biliriz; biz onlara iki kere azap edeceğiz; sonra onlar büyük bir azaba döndürülecekler.[223] Yine Nûr Suresi'nde de buyrulduğu gibi, sahabeden bazıları Hz. Resulullah'ın (s.a.a) zevcelerinden birini ahlâkî sapmayla suçlayacak kadar iftiranın boyutlarını[224] artırmış, Allah'ın gazabını üzerine çekerek O'nun Resulü'ne (s.a.a) töhmet ve karalamada bulunmuştur. Yine sahabe arasında yüce Allah'ın, asıl emellerini bilerek haklarında şöyle buyurduğu münafıklar da vardı: ...Oysa onlar, bir ticaret veya eğlence konusu gördüklerinde -fırsatı ganimet sayarak- hemen ona doğru koştular ve seni ayakta bıraktılar...[225] Bu olay, Resulullah (s.a.a) mescitte durmuş cuma hutbelerini okurken vuku bulmuştur.

Yine, aynı "sahabe"ler arasında öyle münafıklar vardı ki, Tebük Gazvesi[226] -veya bir diğer rivayete göre de Vedâ Haccı[227]- dönüşünde Hureşi Geçidi'nde Hz. Resulullah'ın (s.a.a) canına kastederek ona suikasta bile yeltendiler. Bütün bunlar bir tarafa, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) en yakın sahabeleri, onunla en sık ve en samimi görüşen hanımları olduğu hâlde onlar için bile ayette uyarı ve tehdit geçmekte ve şöyle buyrulmaktadır: Ey Peygamber'in kadınları, kim sizden açık bir çirkinlikte ve  utanmazlıkta bulunursa, onun azabı iki kat olarak artırılır; bu, Allah'a pek kolaydır. Ama içinizden kim de, Allah'a ve Resulü'- ne gönülden itaat eder ve sâlih bir amelde bulunursa, ona da mükâfatını iki kere veririz ve biz ona üstün bir rızk da hazırlamışızdır. Ey Peygamber'in kadınları, siz diğer kadınlar gibi eğilsiniz...[228]Yine bir başka yerde yüce Allah, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) eşlerinden ikisine hitaben şöyle buyurmaktadır: Siz, Peygamber'in iki eşi, Allah'a tevbede bulunmanız iyi olur; çünkü kalpleriniz eğrilik gösterdi. Yok, eğer ona karşı birbirinize destek olmaya kalkışırsanız, artık Allah onun mevlâsıdır, Cibril de ve müminlerin salih olanı da. Bunların arkasından melekler de onun destekçisidirler... Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Allah, küfretmekte olanlara Nuh'un eşini ve Lut'un eşini örnek olarak verdi. İkisi de, salih olan iki kulumuzun nikâhı altındaydı; ancak onlara -onların dâvalarına- ihanet ettiler.

 Peygamber eşi olmaları onları Allah'ın a-zabından kurtarmadı; kıyamet günü o iki kadına, 'Diğer cehennemliklerle birlikte girin cehenneme!' denilir. Allah, iman etmekte olanlara da Fir'avun'nun karısını örnek verdi. Hani o demişti ki: 'Rabbim, bana kendi katında, cennette bir ev yap; beni Fir'avun'dan ve onun yaptıklarından kurtar ve beni o zalimler topluluğundan da kurtar!..' İmran'ın kızı Meryem'i de, ki o kendi ırzını korumuştu...[229] Hz. Resulullah (s.a.a) bu sahabeler hakkında kıyamet günüyle ilgili şöyle buyurmuştur: Kıyamet günü ashabımın önde gelenlerinden bazısını getirip amel defteri siyah olanlarla birlikte haşredecekler. Ben "Allah'ım! Onlar benim ashabım!" dediğimde, şu cevabı duyacağım: "Senden sonra bu ashabının neler yaptıklarını bilmiyorsun!" O zaman ben de o salih kulun sözlerini (Mâide, 117'de Hz. İsa'nın (s.a) sözü kastediliyor) tekrarlayacak, "... Ve ben aralarında bulunduğum sürece amellerine şahittim onların, beni aralarından aldıktan sonra de kendin şahit oldun." diyeceğim. Bunun üzerine bana şöyle denilecek: "Sen aralarından ayrılır ayrılmaz bunlar mürtet olup dinden çıktılar ve eski hâllerine döndüler."[230] Bir diğer rivayette de şöyle geçer: Kevser havuzu kenarında ashabımdan bazılarını bana getirirler. Ben onları tanıyınca -kim olduklarını anlayınca- onları benden ayırıp götürürler. O zaman ben, "Ya Rabbim! Ashabımdı onlar!..." dediğimde, "Senden sonra onların neler ettiğini bilmiyorsun!..." denilir bana.[231] Sahih-i Müslim'de de Hz. Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğu kayıtlıdır: Kevser havuzu kıyısında, ashabımdan bazısını bana getirip gösterirler; ben hepsini birer birer tanıdıktan sonra onları alıp götürürler. O zaman ben, "Allah'ım! Onlar benim ashabımdı." derim ve şu cevabı duyarım: "Bunların senden sonra neler ettiğini bilmezsin!.."[232]

Münafıkla Mümini Ayırt etmenin Kıstasları

Hz. Resulullah'ın (s.a.a) sahabesi arasında münafık olanlar da bulunduğu ve bunların gerçek yüzünü Allah'tan başka kimse bilmediği için, Emirü'l-Müminin Hz. Ali'den (s.a),[233] Hz. Ümmü Seleme'den,[234] Abdullah b. Abbas'tan,[235] Ebuzer Gıfârî'den,[236] Enes b. Mâlik'ten,[237] İmran b. Husayn'den[238] naklolunan meşhur bir rivayette Hz. Resulullah'ın (s.a.a) müminle münafığı birbirinden ayırt edebilmenin kıstası olarak Hz. Ali'nin dostluğunu belirlediği ve "Ali'yi ancak mümin olan sever, Ali'ye ancak münafık olan düşman olur." buyurduğu geçer. Hz. Resulullah'ın (s.a.a) hayatta bulunduğu dönemde bu hadis çok yaygındı ve herkesçe bilinmekteydi. Nitekim Ebuzer Gıfârî şöyle der: Biz, münafık olanları Allah ve Resulü'nü reddedişlerinden, namazdan kaçmalarından ve Ali'yle düşman olmalarından tanır, bilirdik.[239] Ebu Said Hudrî de[240] şöyle rivayet eder: Biz ensar Müslümanları, münafıkları Ali b. Ebu Talib'e düşmanlıklarından ve onu pek sevmeyişlerinden tanırdık. Abdullah b. Abbas'tan şöyle rivayet olunur: Hz. Resulullah'ın (s.a.a) hayatta olduğu dönemde, münafıkları Ali'ye düşmanlıklarından tanırdık.[241] Câbir b. Abdullah Ensarî de şöyle der: Münafıkları kolayca tanımamızın yolu, Ali'ye düşman olduklarını bilmemizdi.[242] Bütün bunlara ve Hz. Resulullah'ın, "Allah'ım! Ali'yi seveni sev, ona düşman olana düşman ol!"[243] buyruğuna dayanarak Ehlibeyt mezhebi mensupları Allah'ın dininin hükümlerini öğrenme hususunda çok ihtiyatlı davranır ve Hz. Ali'nin (s.a) dostlarından olmayan ve Hz. Ali'ye karşı düşmanlığa girişen sahabeden, başka bir deyişle sahabe arasında gerçek yüzlerini ancak Allah'ın bildiği münafıklardan uzak durmaya çalışır ve İslâm'la ilgili hüküm ve rivayetler hususunda onların sözlerini kıstas olarak almaz.

                                                                              

İKİ EKOL AÇISINDAN SAHABE KONUSUNUN ÖZETİ

Hilâfet Ekolü'ne Göre Sahabe ve Sahabenin Adaleti

Hilâfet Ekolü'ne göre, kısa bir süre için de olsa Resulullah'a (s.a.a) iman ederek onu gören herkes sahabedir; hatta bu görüşme bir saat bile olsa onun sahabe sayılması için yeterlidir. Bu görüşe göre Resulullah'ın (s.a.a) döneminde yaşayan ve onu gören herkes sahabîdir. Çünkü hicretin onuncu yılında Mekke ve Taif'te Müslüman olmayan  ve Resulullah'la (s.a.a) Vedâ Haccı'na katılmayan kimse yoktu. Resulullah'ın (s.a.a) hayatının son dönemlerinde Medine sakinleri olan Evs ve Hazrec kabileleri arasında Müslüman olmayan bir tek kişi bile yoktu; o hâlde onların hepsi Resulullah'ın (s.a.a) sahabesi sayılır! Yine Ehlisünnet Ekolü mensupları, eskiden ordu kumandanları sadece sahabelerden atanırdı, diyerek kendi uydurdukları büyük bir çoğunluğu Resulullah'ın (s.a.a) ashabı olarak tanıttılar. "Mietun ve Hamsune Sahabiyyi'nMuhtalak" (Yüz Elli Uydurma Sahabe) kitabında bunların uydurma sahabeler oldukları ispatlanmıştır. Ehlisünnet ve Hilâfet Ekolü mensupları, sahabenin hepsini adil bilir ve hiç kimsenin onları eleştirmesine müsaade etmez. Onlara göre onlardan birini eleştiren zındık sayılır! Bu ekolün mensupları, herkesin, ashabın naklettiği rivayetlerin sahih olduğunu kabul etmesi, İslâm dininin öğretilerini onlardan alması ve ona göre amel etmesi gerektiğine inanırlar.

Ehlibeyt ekolü'ne Göre Sahabe ve Sahabenin Adaleti

Ehlibeyt Ekolü mensupları "sahabe" kelimesini şer'î bir ıstılah değil, sadece Arapça bir kelime olarak kabul etmektedirler. Onlar derler ki:

"Sâhib" terimi lügat kitaplarında dost, arkadaş, sırdaş, kafa dengi anlamlarına gelir ve uzun ve köklü dostlukları ifade etmek için kullanılır. Musâhibet ve kişiler arasında yakın sohbet arkadaşlığı kurulduğunda "sâhib" kelimesi ikinci zamire eklenerek tamamlama kurmakta ve meselâ Kur'ân-ı Kerim'de de geçen bir örnekte olduğu gibi "Ya sâhibeyi's-sicn" (Ey benim hapis arkadaşlarım) veya "Ashab-ı Musa" (Musa'nın arkadaşları) tamlamalarında sâhib ve ashab kelimeleri "sicn" ve "Musa" kelimelerine eklenerek belirtili isim tamlaması oluşturmaktadır. Aynı şekilde, Resulullah (s.a.a) döneminde de Hz. Peygamber'in sohbet arkadaşlarına "Sâhib-i Resul" ve yakın arkadaşlarına "Ashab-ı Resul", "Ashabu's-Suffe" denilir, "sâhib" ve "ashab" kelimeleri, "Resulullah" ve "Suffe" terimlerine eklenerek tamlama yapılırdı. Resulullah'tan (s.a.a) sonra "sahabe" terimi özel bir isim hâlini aldı. Bu kelime başka bir kelimeye ekleme yapılmadan kullanılır ve Resul-i Ekrem'in (s.a.a) ashabı kastedilirdi. Dolayısıyla, "sahabî" ve "sahabe" kelimeleri şer'î bir ıstılah değil, müteşerria ıstılahıdır (Müslümanların adlandırmasıdır). Ashabın adaletine gelince, bu ekolün mensupları, Kur'ân-ı Kerim'i izleyerek diyorlar ki: Resulullah'ın (s.a.a) ashabı arasında sinsice nifakta bulunan münafıklar da vardı ve çoğunu Allah'tan başka kimse tanımıyordu. Resulullah'ın (s.a.a) ailesine ahlâkî sapıklık iftirasında bulunanlar, Hz. Peygamber'e suikastta bulunarak gecenin karanlığından yararlanıp Hereşî geçidinde Allah'ın Habibi'ni öldürmeye kalkışanlar da yine onlardı. Yine Resulullah (s.a.a), onların kıyamet günündeki durumlarını haber vermiş, onları kendisinden ayıracaklarını ve kendisinin, "Ya Rabbi! Ashabım!..." diyeceğini, bunun üzerine, "Bunların senden sonra neler yaptıklarını biliyor musun? Bunlar, senin kendilerinden ayrıldığın andan itibaren gerisin geriye cahiliyeye döndüler, mürtet ve sapık oldular." denileceğini bildirmiştir. Yine Ehlibeyt Ekolü mensupları derler ki: O sahabeler arasında yüce Allah ve Resul'ünün (s.a.a) övdüğü çok takvalı, gerçekten mümin ve dindar kimseler de vardı. Dolayısıyla Ehlibeyt Ekolü  mensuplarına göre, Kur'ân-ı Kerim'deki ve Resulullah'ın (s.a.a) hadislerindeki övgüler, münafıkları değil, sadece mümin sahabeleri kapsar. Resulullah (s.a.a) da ashabın müminlerini tanımak için Ali b. Ebu Talib'i sevmeyi, münafıklarını tanımak için ise ona düşman olmayı ölçü olarak belirtmiş ve bunu herkese bildirmiştir. İşte bu nedenle onlar râvinin durumunu gözden geçirir, onun İmam Ali (a.s) ve Ehlibeyt İmamları'nın katillerinden ve onların düşmanlarından olduğunu görürlerse, ister sahabe olsun, ister olmasın, o gibi kişilerin rivayetlerini almazlar. Sahabe ve sahabenin adaleti konusunda iki ekolün görüşü budur. Şimdi ise imamet ve hilâfet konusunu inceleyelim.

2. BÖLÜM: İMAMET VE HİLÂFET

1. KONU : İSLAM'IN İLK DÖNEMİNDE HÜKÜMETİ ELE GEÇİRME KONUSUNDA YAŞANAN TARİHÎ OLAYLAR

Bu konuyu şu başlıklar altında ele alıp inceleyeceğiz:

− Resulullah'ın (s.a.a) Vasiyeti

− Resulullah'ın (s.a.a) Vefatı ve Ömer'in Tepkisi

− Sakife ve Ebu Bekir'e Biat

− Resulullah'ın (s.a.a) Toprağa Verilişi ve Cenaze Törenine Katılanlar

− Fâtıma'nın (s.a) Evine Sığınmak

− Ebu Bekir'e Biat Etmeyenler

− Ebu Bekir, Kendinden Sonra Hilâfete Ömer'i Tanıtıyor

− Şûra ve Osman'a Biat

− İmam Ali (a.s) Hilâfeti Kendisine Bırakmayacaklarını Biliyordu

− Emirü'l-Müminin Ali'ye (a.s) Biat

İmamet ve hilâfet konusunda iki ekolün görüşlerini incelemeden önce İslâm'ın ilk döneminde hükümet ve hilâfetin teşkili hususunda vuku bulan tarihî olaylara bir göz atmamız daha uygun olacaktır. Müslümanların önderliğini üstlenmek konusundaki ihtilâflar, Resulullah (s.a.a) vefat ettiği günden itibaren başladı. Olay şöyleydi: Resulullah (s.a.a) ordu kumandanlık sancağını kendisinin azat ettiği kölesi ve kölesinin oğlu Usame b. Zeyd'e vererek onu aralarında Ebu Bekir, Ömer, Ebu Ubeyde Cerrah ve Sa'd b. Ebî Vakkâs, Said b. Zeyd gibi ilk muhacirler ve ensarın ileri gelenleri olan kişiler üzerine ordu kumandanı olarak tayin edip Rumlarla savaşa gönderdi. Usame, Resulullah'ın (s.a.a) emrine itaat ederek Medine'ye üç mil uzaklıktaki Curuf denilen bölgede konakladı. O sırada Resul-i Ekrem (s.a.a) hastalanarak yatağa düşmüştü. Resulullah'ın (s.a.a), ensar ve muhacirlerin önde gelenlerini daha on yedi yaşında olan Usame'nin emrine vermesi onları rahatsız etmişti. Dolayısıyla, "Bu genç ilk  muhacirlerin kumandanı mı olacak?!" diye itiraz ettiler. Resulullah (s.a.a) bunu duyunca öfkelenerek başına bir mendil bağlayıp omzuna bir havlu atmış olduğu hâlde evden ayrılıp minbere çıkarak şöyle buyurdu: Bazılarınızdan Usame'nin kumandanlığı hakkında duyduklarım da nedir?! Siz daha önce babasının kumandanlığına da itiraz etmiştiniz. Oysa vallahi hem Zeyd (Usame'nin babası) kumandanlığa lâyıktı, hem de oğlu Usame. Resulullah (s.a.a) bu konuşmasından sonra minberden inerek eve gitti. Bunun üzerine Usame'nin ordusuna katılması gerekenler Resulullah'la (s.a.a) vedalaştıktan sonra ordugâha döndüler. Onlar gittikten sonra Resul-i Ekrem'in hastalığı ağırlaştı. O hâliyle devamlı "Derhal Usame'nin ordusunu gönderin gitsin." buyuruyordu. Nihayet pazar günü Resulullah'ın (s.a.a) ağrıları şiddetlendi ve pazartesi günü Usame ordusuna hareket emri verdi. Ama o sırada onlara Resulullah'ın (s.a.a) ihtizar (ölüm) hâlinde olduğu haber verilince Usame, Ömer ve Ebu Ubeyde Medine'ye döndüler.[244]

Back Index Next