Back Index Next

Hz. Peygamber'in (s.a.a) Ağlamayı Yasakladığı İddia Edilen Rivayetin Kaynağı

Sahih-i Müslim'le Sünen-i Nesâî'de Abdullah b. Ömer'den rivayetle Hafsa'nın, babası Ömer'e ağladığını ve bunun üzerine Ömer'in, "Sakin ol kızım, Allah'ın Peygamberi'nin, 'Ölüye ağlamak, onu azaba sokar.' buyurduğunu bilmiyor musun?" dediğini yazar.[126] Bir başka rivayette de yine Ömer'den naklen Hz. Peygamber'in (s.a.a) şöyle buyurduğu geçer: Ölü, kendisine ağlanıp feryat edildiği için mezarında azap çeker.[127] Bir başka rivayette de yine Ömer'in oğlundan şöyle nakledilir: Halife Ömer yaralanınca, kendisinden geçmiş ve ağlama sesleri yükselmişti. Kendisine gelince, "Hz. Peygamber'in, ağlama ve feryatların ölüyü azaba soktuğu şeklindeki buyruğunu bilmiyor musunuz?" dedi.[128] Bu rivayetlere cevabımız şudur: Bu rivayetlerdeki yanlış, daha doğrusu yanlış anlama, bizzat Ümmü'l-Müminin Âişe tarafından düzeltilmiştir: Bu konuda nakledilen şu rivayetlere dikkatinizi çekiyoruz: Sahihi Buharî, Müslim ve Sünen-i Nesâî'de İbn Abbâs'tan naklolunan bir hadiste özetle şöyle geçer: Biz Medine'ye ulaştıktan sonra çok geçmeden Halife Ömer'i yaraladılar. Bu sırada Süheyb, "Eyvah kardeşim, eyvah dostum!" diye figan ederek içeriye girdi.

Ömer'in oğlu "Peygamber'in; yakınlarının ağlamasının ölüyü rahatsız edeceğini buyurduğunu duymadın mı?" dedi. Ben kalkıp Âişe'nin yanına gittim ve bu rivayeti kendisine ileterek doğruluk derecesini sordum. Âişe "Hayır." dedi, "Vallahi doğru değil! Allah Resulü (s.a.a) hiçbir zaman ölüye ağlamanın onun azabına sebep olacağını buyurmuş değildir. Hz. Peygamber "Yüce Allah, yakınlarının ona ağlaması, kâfir ölünün azabını artırır, güldüren de, ağlatan da Allah'tır. Kimse bir başkasının günahını yüklenecek değildir." buyurmuşlardır. Kâsım b. Muhammed de şöyle rivayet eder:

Ömer'le oğlu Abdullah'ın söylediği sözü Âişe duyunca, "Öyle birinden duymuşsunuz ki ne yalan söyler, ne iftira atar; ama kulağı yanlış duymuş onun!" dedi.[129]  Sahih-i Buharî'de, Müslim'de, Sünen-i Tirmizî'de ve Mâlik'in Muvattâ'sında Hişâm b. Urve'nin kavliyle, babasından şöyle bir rivayet geçer: Ömer'in oğlunun söylediği sözü Âişe'ye aktararak, "Yakınlarının ona ağlaması ölünün azabını artırır." dediğini söylediler. Bunun üzerine Âişe şöyle dedi: "Yüce Allah Ebu Abdurrahman'ı (Abdullah b. Ömer) affetsin, bir şey duymuş, ama iyi anlayamamış.

Duyduğu şeyin aslı şudur: Bir gün Yahudi bir ölünün cenazesi mezarlığa götürüldüğünde, yakınlarının ona ağladığını gören Hz. Resulullah, (s.a.a) o cemaate hitaben, 'O azap çektiği hâlde siz ona ağlamaktasınız!' buyurdular."[130] İmâm Nevevî (öl. 676) Sahih-i Müslim'e yazdığı şerhte Hz. Resulullah'ın (s.a.a) ölüye ağlamayı reddettiğine dâir gelen bütün rivayetlerin sadece Ömer'le, oğlu Abdullah tarafından nakledildiğini ve bu rivayetlerin Ümmü'l-Müminin Âişe tarafından kesinlikle reddedilerek yanlışlık ve unutkanlık eseri böyle bir şeyin ortaya çıktığını vurgulandığını yazar.[131] Ömer'in Ağlayanlara Mani Olmak İstemesi Üzerine Hz. Resulullah'ın (s.a.a) Rahatsız Olup Ömer'i Hemen Engellemesi Sünen-i Neseî'yle İbn Mâce ve Müsned-i Ahmed'de Mesleme b. Ezrak'tan nakille şöyle geçer: Ebu Hüreyre'den şöyle duydum: Peygamber'in yakınlarından biri vefat etti. Kadınlar toplanıp ona ağladılar. Ömer, onları engellemek ve ağlayanları oradan uzaklaştırmak için ayağa kalkınca, Hz. Peygamber, "Ey Ömer! Onları kendi hâllerine bırak! Gözler yaşlı, yürekler buruktur şimdi. Çünkü sevdikleri birini henüz kaybetmiştir onlar!"[132] diye buyurdu. Yine Müsned-i Ahmed'de Vahab b. Kiysân'dan ve -o da- Muhammed b. Ömer'den naklen Mesleme b. Ezrak'ın ona şöyle dediği geçer: Abdullah b. Ömer'le çarşıda oturmuştuk. Bir cenazenin mezarlığa götürüldüğünü gördük, yakınları ağlaşıyorlardı. Abdullah b. Ömer onları azarlayarak üzerlerine yürümeye kalkışınca, onu sakinleştirerek, "Böyle söyleme." dedim ve ardından Ebu Hüreyre'den duyduğum şu rivayeti kendisine anlattım: Mervân b. Hakem'in yakınlarından bir hanım ölmüştü; Mervân, ölüye ağlayanları engelliyor ve oradan uzaklaştırmaya çalışıyordu. Ben -Ebu Hüreyre- Ey Abdulmelik'in babası! Onları kendi hâllerine bırak. Ben bizzat bir olaya şahit oldum. Hz. Peygamber'in de bulunduğu bir yerde bir cenaze kaldırılırken yakınları ağlaşmış ve Ömer ağlayan kadınlara hiddetlenerek onları önlemeye yeltenmişti. Ama Hz. Peygamber (s.a.a) hemen müdahalede bulunarak, "Ey Hattab oğlu! Onları kendi hâllerine bırak, gözleri yaşlı, kalpleri yaslıdır; sevdikleri birini henüz kaybetmiştir onlar!" diye buyurdu. Ömer'in oğlu Abdullah, "Sen bunu bizzat Ebu Hüreyre’den mi duydun?" diye sordu, "Evet." dedim. Bunun üzerine, "Allah ve Peygamber'i elbette ki daha iyi bilir." dedi.[133]

 Bu Rivayetlerin Ortaya Koyduğu Sonuç

Bu rivayetlerin birinci bölümünden çıkarılan neticede, can vermekte olana, ölüye ve şehide, hatta ölünün mezarı başında ona ağlamak, asla Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) sünnetine aykırı değildir; hatta Hz. Peygamber'in kendisi bunlardan birçoğunu bizzat yapmışlardır. Yukarıdaki rivayetlerin 2. bölümünde ise Hz. Resulullah (s.a.a) efendimizin, sevgili şehit torunu Hz. Hüseyin'e (a.s) defalarca ağladığını görmekteyiz ki bu aynı zamanda 1. bölümün de mevzuuna girmekte ve Hz. Peygamber'in sünneti sayılmaktadır. Hz. Resulullah'ın (s.a.a) ölen için ağlamayı yasakladığı iddia olunan üçüncü kısımdaki rivayetler ise, görüldüğü üzere sadece halife Hattab oğlu Ömer'le onun oğlu Abdullah'a münhasır rivayetlerdir ki, onların da söz konusu rivayetleri yanlış duyup aktardıklarını bizzat Ümmü'l-Müminin Âişe'nin açıklamalarında gördük. Âişe meselenin aslını açıklamakta ve Ebu Hüreyre'yle İbn Abbâs gibi diğer sahabelerin rivayetlerinde de olduğu gibi olay şu şekilde netleşmektedir: İkinci Halife'yle oğlunun, ölüye ağlamanın nehyedildiğine dair Hz. Peygamber-i Ekrem'e (s.a.a) isnatta bulunduğu rivayet yanlıştır. Ölmekten korkan biri için veya ölmüş birinin mezarı başında ağlamak Hz. Resulullah'ın (s.a.a) sünnetine aykırı değildir. Şehitlerin efendisi Hz. İmam Hüseyin'e ağlamak, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) sünnetidir. Buraya kadar Allah'ın inayet ve lütfüyle, bazı rivayetlerin yol açtığı ihtilâflardan örnekler vermeğe çalıştık. Şimdi kimi ayetlere getirilen tevillerin yol açtığı ihtilâflardan bazı örnekler sunmaya çalışacağız.

AYETLERİN TEVİLİNDE İHTİLÂF

İki ekolün ihtilâf konularından biri de Kur'ân-ı Kerim'in bazı ayetlerinin tevilidir. Aşağıda örnek olarak bu ihtilâf konularından bazılarına değineceğiz.

Allah'tan Başkasından İstemek ve Allah'tan Başkasının Hükmü

a) Allah'tan Başkasını Çağırmak

 

Vahhabîlik Ekolü'nün kurucusu Şeyh Muhammed b. Abdulvahhab şöyle der: Erkeğiyle kadınıyla her Müslüman şu üç şeyi bilmeli ve bunlara uymalıdır: 1- Bizi Allah yaratmıştır ve ... 2- Yüce Allah hiç kimsenin tapınmada kendisine ortak koşmasına müsaade etmez; bu ister O'nun katına yakın melek olsun, ister elçi olan peygamber olsun, durum değişmez. Bunun delili ise "Şüphesiz secde yerleri sadece Allah'a aittir. Öyleyse, Allah ile beraber başka hiçbir şeyi kulluğa çağırmayın."[134] ayetidir. 3- ...[135] O daha sonra şöyle ekiyor: Tertemiz ve hanif din İbrahim'in dinidir; o da sadece Allah'a tapmak ve dinde O'na halis olmaktır. O bütün insanlara bunu emretmiş ve bunun için yaratmıştır: Ben cinleri de, insanları da yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım. Bu ayetin Arapça'sında geçen "ye'budune" kelimesi, yalnız bana ibadet etsinler, yalnız beni ihtiyaçsız bilsinler ve bana şükretsinler anlamına gelir. Yüce Allah'ın emrettiği en büyük konu "tevhid"dir; yani yalnız Allah'a tapılmalıdır. Yine nehyedilen tek şey de şirk ve O'na ortak koşmaktır; yani Allah'a tapınmada başka bir şey Allah'a ortak koşulmamalıdır... Bütün bunların delili ise yüce Allah'ın buyruğudur. Çünkü o şöyle buyurmaktadır: Şüphesiz secde yerleri sadece Allah'a aittir...[136] Yine diyor ki: Günümüz müşrikleri, rahatlık içinde olduklarında Allah'a ortak koşan, sıkıntıya düştüklerinde ise O'na sığınan ve O'ndan yardım dileyen İslâm'ın ilk dönemlerindeki müşriklerden katkat kötü olup, şirkte daha katıdırlar.

Çünkü günümüz müşrikleri hem rahatlık içinde, hem de zorluk ve sıkıntı içinde daima şirktedirler! Yüce Allah'ın şu buyruğu bu iddiamızın en bariz delilidir: Onlar gemiye bindikleri zaman, dini yalnızca O' na halis kılan gönülden bağlılar olarak, Allah'a yalvarıp yakarırlar. Ama onları karaya çıkarıp kurtarınca da, hemen şirk koşarlar.[137] Onun Risaletu'd-Din ve Şurutu's-Salât kitabında değindiği bazı konular özetle şöyledir: Yüce Allah'a ibadet etmenin çeşitli kısımları vardır. Onlardan biri "dua"dır (çağırmak, istemek). Bunun delili ise yüce Allah'ın, Şüphesiz secde yerleri Allah'a aittir. buyruğudur...[138] Daru'l-İftai'l-Amme'nin "Cevâbu'l-Meşkûr" isimli risaleye cevap olarak yayınladığı "Şifâu's-Sudûr" risalesinde ise şöyle geçer: Tevhid davetçilerinin liderleri ve şirk lekelerini bu topraklardan (Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere) temizleyenler, onları şirkin çirkinliklerinden arındıranlar ve bütün eserlerini ortadan kaldıranlar, Hz. halifeye bir mektup yazarak şunu bildirdiler. Bunlar, Allah'tan başkasını çağırmaktan ve O'ndan başkasından veya Allah'la beraber başkasından istemekten bir Müslümanın Allah 'a aracı olması için "ya Resulullah!" demesini veya bu amaçla Allah 'ın velilerinden birini çağırmasını kastetmişlerdir. Bütün bu alanlarda dayandıkları delil ise kendisinden başkasını ve kendisiyle birlikte başkasını çağırmayı, ondan bir şey istemeyi nehyeden "Allah ile birlikte başkasını çağırmayın…" ayeti ve benzerleridir.

b) Allah'tan Başkasının Hükmü

Allah'tan başkasının hükmüne razı olmak ve onu hakem kılmak da Allah'tan başkasını çağırmak ve ondan bir şey istemek gibidir. Bu görüşe karşı olanlar, öncekilerin istidlallerinin günümüzdekilerin bu sözüne çok benzediğini söylerler. Yani, bunların deliliyle Sıffin Savaşı'nda hakemliği kabul edenleri "Hüküm yalnızca Allah'ındır. Ben O'na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de yalnızca O'na tevekkül etmelidirler."[139] Veya "Allah'tan başka bir hakem mi arayayım? Oysa kitabı size açıklanmış olarak indirmiştir."[140] ayetleriyle "hakemiyet" meselesine razı olan Hz. Ali ve taraftarlarını tekfir eden Hâricîlerin mantığına oldukça benzemektedir. Bu olay Sıffin Savaşı'nda başlamıştır; Muaviye'nin Kur'ân'ları mızrakların ucuna takarak Irak ordusunu hakemliği kabul etmeye çağırmalarını emretmesiyle başladı. Nihayet Irak ordusundaki Kur'ân karilerinin çoğu buna aldanarak, İmam Ali'yi (a.s) savaşı durdurmak ve Muaviye'nin hakemliğe davetini kabul etmek zorunda bıraktılar. Muaviye kendi tarafından Amr b. Âs'ı hakem olarak tanıttı. Irak ordusu ise İmam Ali'yi (a.s) Ebu Musa Eş'arî'nin hakemliğini kabul et meye zorladılar. Bu ikisi birbirleriyle görüşünce Amr, Ebu Musa'yı aldatarak, "Muaviye ve Ali'yi makamlarından azlederek halkı kendilerine bir önder seçmeleri için serbest bırakalım." dedi. Ebu Musa, Amr'ın önerisini hemen kabul ederek Amr'ın isteği üzerine ilk önce kendisi konuşmaya başlayıp, "Ey insanlar, biz Ali ve Muaviye'yi hükümetten alıyoruz; Müslümanlar kendileri için başka bir önder seçsin." dedi.

Daha sonra Amr b. Âs kalkarak, "Ey insanlar! Ebu Musa'nın, arkadaşı Ali'yi makamından aldığına tanık oldunuz; fakat ben, arkadaşım Muaviye'yi imam ve önder olarak atıyorum!" dedi. Amr'ın bu sözlerinden sonra Ebu Musa'yla tartışmaya başladılar; birbirlerine küfrettiler. Nihayet birbirlerinden ayrılıp her biri kendi yoluna gitti. Bu olaydan sonra, hakemliği isteyen Irak ordusundakiler hatalarını anlayarak, Hüküm yalnızca Allah'ındır, Biz Allah'tan başkasının hakemliğini kabul ederek ona itaatsizlik ettik ve kâfir olduk. Şimdi ise tövbe ediyoruz. Diğerlerinin de kâfir olduklarını itiraf edip bizim gibi tövbe etmeleri gerekir. Böyle yapmayanlar kâfirdir, dediler. Bu mantıkla, ilk önce o olaya katılan Âişe, Ali, Talha, Zübeyir, Muaviye, Amr-ı Âs gibilerini ve bunların izleyicilerini kâfir ilân ettikten sonra, bütün Müslümanların kâfir olduğunu söylediler, kendilerini ise Allah yolunun fedaileri anlamında "Şurat" diye adlandırdılar! Onlar itaatsizlik ederek ellerine kılıç alıp asırlarca Müslümanları kılıçtan geçirdiler, kendileri de kendi kanlarına boyandılar.[141] Resulullah'ın (s.a.a) onlar hakkında "Müslümanları öldürecek, putperestliği tebliğ edecekler; onları elime geçirecek olursam Ad kavmi gibi öldürürüm." şeklindeki buyruğu ne kadar da isâbetlidir.[142] Bu hadis başka bir rivayete göre şöyledir: "Onları Semud kavmi gibi öldürürüm."[143]

Bu İki Meseleye Muhaliflerin Cevabı

Vahhabîlerin yukarıdaki inancına muhalif olanlar derler ki: Kur'ânı Kerim'in bir bölümü bir bölümünü tefsir eder. Dolayısıyla "Hüküm yalnızca Allah'ındır." buyurduğu gibi başka bir yerde de, "Sana gelirlerse aralarında hükmet ya da yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirecek olursan, sana hiçbir şeyle kesin olarak zarar veremezler. Aralarında hükmedersen de adaletle hükmet."[144] buyurmaktadır. Bu ayette yüce Allah kitap ehli arasında hükmetmeyi Hz. Peygamber'e (s.a.a) bırakmaktadır. Yine diğer bir ayette insanlar arasında hakem seçmeyi emrederek şöyle buyurur: "(Kadın ile kocanın) aralarının açılmasından korkarsanız, bu durumda erkeğin ailesinden bir hakem, kadının da ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar, (arayı) düzeltmek isterlerse, Allah da aralarında başarı sağlar."[145] Bu iki ayet arasında hiçbir çelişki yoktur. Çünkü birinci ayette hakemliği ve hükmetmeyi Allah'a has kıldığı gibi yüce Allah'ın hakemliğini mahkeme hâkimlerinin hakemliği gibi sınırlandırmıyor. Mahkeme hâkimleri insanlar arasında kanunlar çerçevesinde hükmetmek zorundadırlar; kendi yanlarından hüküm veremezler. Çünkü böyle bir hüküm kendilerini aşan ve onlardan daha üste bir makamın görevlerindendir. Dolayısıyla, mahkeme hâkimleri mutlak hâkim değildirler; aksine, insanlar arasında sınırlı olarak hükmedebilirler.

Fakat yüce Allah mutlak gücü gereğince insanlar arasında hükmedebileceği gibi başkasının hükmetmesine de müsaade edebilir. Veya yüce Allah her alanda ya da sınırsız hükmündeki her yerde birini hakem seçebilir. Çünkü O'nun kudreti sınırsızdır. O hâlde Allah'ın peygamberleri hakemlik ettiklerinde bunu onun emriyle yaparlar. Karı ve kocanın aralarında hakemlik etmeleri için ailelerinden seçilen iki kişi de bu işi yüce Allah'ın iradesi çerçevesinde yaparlar. Dolayısıyla bütün bu hakemlerin hükmü, yüce Allah'ın hükmü dışında veya başka birinin izniyle değil, onun hükmü gereğince gerçekleşmektedir. Yine hakemlikte O'na ortak koşulmuş da değildir. Tam aksine bu hakemler yüce Allah'ın emrine uyarak hakemlik etmiş ve O'nun izniyle hüküm vermişlerdir. Ayrıca, onların Allah'tan başkasını çağırmak ve ondan bir şey istemek konusundaki iddialarının cevabı ileride "Peygamberden İstemek ve Onu Aracı Kılmak" başlığı altında gelecektir. Bu tefsir yüce Allah'ın bazı sıfatlarını sayan Kur'ânı Kerim'in bazı ayetleri için de geçerlidir. Bu ayetlerde, yüce Allah'ın sıfatları sınırlandırılmamış, aksine mutlak olarak beyan edilmiştir; "Yüce Allah'ın mâlikiyeti" gibi.

Yüce Allah'ın Mâlikiyeti

 Kur'ân-ı Kerim'de çeşitli ayetler yüce Allah'ın mâlikiyetine delâlet eder. Bu ayetlerden bazıları şöyledir: "Göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin tümünün mülkü Allah'ındır. Son varış O'nadır."[146] Yine: "Hamd, çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan ve düşkünlükten dolayı yardımcıya da (ihtiyacı) bulunmayan Allah'adır."[147] vb. Bu ayetlerle "Sağ ellerinizin mâlik olduğu"[148]gibi insanlara mâlikiyet atfeden ayetlerin arasında hiçbir çelişki yoktur. Çünkü yüce Allah diğer bir yerde buyuruyor ki: "De ki: Ey mülkün sahibi Allah'ım, dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü çekip alırsın, dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın; hayır senin elindedir. Gerçekten sen, her şeye güç yetirensin."[149] Dolayısıyla, yüce Allah bir kulunu bir şeye mâlik edince, o kul, o mülkte yüce Allah ile ortak değildir; çünkü asıl ve mutlak mâlik yüce Allah'dır, kuluna mülk veren de yalnız O'dur; kendisi dışında hiç kimse mülk vermemiştir ve veremez de. Kulun sahip olduğu her şeyin Allah'tan olduğu apaçık bellidir. Bu da "Mülk Allah'a aittir"in en bariz örneklerinden biridir. Dolayısıyla Allah'ın malikiyetinin dairesi kulların mâlikiyeti gibi sınırlı değildir. Çünkü Allah'ın kulu belli bir alanda, Allah'ın istek ve iradesi çerçevesinde bir şeye malik olabilir ve yüce Allah'ın zaman ve mekân dairesinde kendisine vermiş olduğu belli bir miktar dışında o mülkten yararlanamaz.

Yüce Allah'ın Yaratıcılığı

Kur'ân-ı Kerim'deki birçok ayet, yüce Allah'ın yaratıcılığına ve yoktan var ettiğine delâlet eder. Örneğin, "Her şeyin yaratıcısıdır."[150] "Allah'ın

dışında da bir başka yaratıcı var mı?"[151]"Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de (yalnızca) O'nundur."[152] "O, yaşatan ve öldürendir."[153] "İşte Allah;

veli olan O'dur; ölü olanları da dirilten O'dur."[154] Bu gibi ayetler örneğin Hz. İsa b. Meryem'in yaratması ve hayat vermesiyle ilgili "İznimle çamurdan kuş biçiminde (bir şey) oluşturuyordun da (yine) iznimle ona üfürdüğünde bir kuş oluveriyordu. Doğuştan kör olanı, alacalıyı iznimle iyileştiriyordun, (yine) benim iznimle ölüleri (hayata) döndürüyordun."[155] ve "Ben size çamurdan kuş biçiminde bir şey oluşturur, içine üfürürüm, o da hemencecik Allah'ın izniyle kuş oluverir. Ve Allah'ın izniyle doğuştan kör olanı, alaca hastalığına tutulanı iyileştirir ve ölüyü diriltirim."[156] ayetleriyle çelişmez. Zira yüce Allah yarattığı zaman kendisinden gücü olmayan üretim makinesi gibi değildir; aksine O'nun kutlu zatı böyle bir durumdan uzaktır. Yaratıcılık gücünü başkasına bırakamayan insan gibi de değildir; insan olsun, hayvan olsun, erkek ve dişinin birleşmesiyle olsun veya Hz. Adem'in yaratılışı gibi olsun, O, diğerlerine hayat verme gücüne sahiptir. Yine İsa b. Meryem'e yaratma gücü vermesiyle o da O'nun emri ve izniyle yaratabilir. Bütün bu alanlarda asıl yaratıcı Allah Tebâreke ve Telâ'dır. Dirilme de böyledir. Çünkü yüce Allah ölüyü kıyamet günü yeniden diriltme gücüne sahip olduğu gibi Peygamberi İsa b. Meryem'e de diriltme gücü verebilir ve İsa b. Meryem de O'nun emri ve izniyle ölüyü diriltebilir. Yine ölünün dirilerek katilini tanıtması için diriltme gücünü İsrail Oğulları'nın kızıl ineğinin etinin bir parçasını ölüye sürmelerinde de var edebilir. İsa b. Meryem kuş yapıp ona üflerken, ölüyü diriltirken, yaratması ve hayat vermesi Allah'ın iznine bağlıydı ve Hz. İsa bu alanda Allah'ın ortağı değildi. Çünkü Allah'tan başka hiç kimse ve hiçbir şey, hiçbir şeyi yaratmamış, diriltmemiştir. Hz. İsa'nın (a.s) yaratması ve ölüyü diriltmesi Allah'ın emri, izni ve iradesiyle gerçekleşmiştir.

Yüce Allah'ın Şefâati

Yüce Allah çeşitli ayetlerde şefâati kendine isnat etmektedir; örneğin: Yoksa Allah'tan başka şefâat ediciler mi edindiler? De ki: "Ya onlar, hiçbir şeye mâlik değillerse ve akıl da erdiremiyorlarsa?" De ki: "Şefâatin tümü Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra da O'na  döndürüleceksiniz."[157] Yine şöyle buyurur: Sizin O'nun dışında bir yardımcınız ve şefâatçi olanınız yoktur. Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?[158] Başka bir yerde ise: Onlar için O'ndan başka ne bir velileri vardır ve ne şefâatçileri.[159] Yine buyuruyor ki: Onunla (Kur'ân'la) hatırlat ki, bir nefis, kendi kazandıklarıyla helake düşmesin; (böylesinin) Allah'tan başka ne bir velisi, ne de bir şefâatçisi vardır.[160] Yukarıdaki ayetlerin aşağıdaki ayetlerle hiçbir çelişkisi yoktur: O'nun izni olmadıktan sonra, hiç kimse şefâatçi olamaz.[161] İzni olmaksızın O'nun katında şefâatte  bulunacak kimdir?[162] O gün, Rahman (olan Allah)'ın kendisine izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasının şefâati bir yarar sağlamaz.[163] O'nun katında, kendisine izin verdiği kimsenin dışında şefâati yarar sağlamaz.[164] Rahmanın katında ahid almışların dışında (olanlar) şefâate mâlik olmayacaklardır.[165] Onlar şefâat da etmezler; (kendisinden) hoşnut olunandan başka.[166] Bu ayetlerin arasında çelişki olmamasının delili şudur: Yüce Allah sâlih kullarına şefâat etmeleri için izin veriyorsa şüphesiz bu şefâat da Allah'tan sayılır. O hâlde yine de Allah'tan başka hiçbir şefâatçi olmayacaktır

Yüce Allah'ın Velâyeti

Kur'ân-ı Kerim'de yüce Allah'ın velâyetine (emir sahibi olduğuna) dair birçok ayet var. Bunlardan bazıları şöyledir: Gerçek şu ki, göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır; diriltir ve öldürür. Sizin Allah'tan başka veliniz ve yardımcınız yoktur.[167] Bilmez misin ki, gerçekten göklerin ve yerin mülkü Allah

'ındır. Ve sizin Allah'tan başka veliniz de, yardımcınız da yoktur.[168] Küfre sapanlar, beni bırakıp kullarımı veliler edindiklerini mi sandılar? Gerçekten biz, cehennemi kâfirler için bir durak olarak hazırlamışız.[169] Bu ayetlerin aşağıdaki ayetle hiçbir çelişkisi yoktur: Sizin veliniz, ancak Allah, O'nun Resulü, namaz kılıp da, rükû' hâlinde zekât veren müminlerdir.[170] Evet "Benim velim, emir sahibim Allah, Resulü, namaz kılan ve rükû'da zekât veren müminlerdir." dediğimizde Allah'a ortak koşmuş olmuyoruz. Çünkü mutlak velâyetin Allah'a ait olmasıyla birlikte, velâyet hakkını Peygamber'ine (s.a.a) ve namaz hâlinde zekât veren  müminlere, yani Emirü'l-Müminin Ali'ye (a.s) veren O'dur. Babaya, çocuklarının velâyetini verdiği gibi onlara da bütün müminlerin velâyetini vermiştir. Bütün bu alanlarda "Allah hâkim, mâlik, şefâatçi ve velidir." dememiz doğru olduğu gibi, bir insan hakkında da, "Falanca, hâkim, mâlik, şefâatçi ve velidir." dememiz doğru olacaktır. Bunun en bariz örneğini şu ayetlerde görmek mümkündür: Ki melekler, kendi nefislerinin zalimleri olarak onların canlarını aldıklarında...[171] Ki melekler, güzellikle canlarını aldıklarında: Selâm size, derler.[172] De ki: Size vekil kılınan ölüm meleği, sizin hayatınıza son verecek, sonra da Rabbinize döndürülmüş olacaksınız.[173] Allah, ölecekleri vakit canları alır...[174] O hâlde biri kalkar da, melekler ölüm vakitleri geldiğinde Allah'ın izniyle insanların canlarını alırlar, derse ne yalan konuşmuş olur ve ne de Allah'a şirk koşmuş olur. Yine, ölüm meleği (Azrail) insanların canını vakitleri gelince Allah'ın izniyle alır derse, yine yalan söylemiş olmaz; bu sözüyle Allah'a ortak da koşmuş olmaz. Çünkü bu beyanla yukarıda söylediğimiz, "Allah, ölecekleri vakit canları alır..." ifadesi arasında herhangi bir çelişki yoktur. Zira her iki durumda da canları alan tek zat Allah'tır ve bu konuda hiç kimse onunla ortak değildir.[175] Yüce Allah'ın daha önce zikrettiğimiz sıfatlarında da durum aynıdır.

Hz. Peygamber'i Çağırıp Ondan Bir Şey İstemek ve Onu Aracı Kılmak

Binaenaleyh, hâkim olma, mâlik olma, şefâatçi olma, yaratma, öldürme, emir sahibi olma vs. Allah'ın izniyle olduğu zaman bu işler Allah'ın gıyabında veya O'nun dışında ya da O'nunla ortak olarak gerçekleşmiş olmaz. Dolayısıyla Peygamber'den istemek, yüce Allah'la aramızda onu aracı kılmak da Allah'ın izni ve emriyle yapılmış olup Allah'tan başkasından istenmiş veya (haşa) Allah görmezlikten gelinmiş ya da O'na ortak koşulmuş sayılmayacağından "Allah'la beraber hiçbir şeyi çağırmayın." nehyinin çerçevesine de girmez. Müsned-i Ahmed b. Hanbel, Sünen-i Tirmizî, İbn Mâce ve Beyhakî'de nakledilen ve hepsinin sahih olduğunu söyledikleri hadiste Resulullah'ın (s.a.a) gözleri görmeyen sahabeye namazdan sonra şöyle duâ etmesini emrettiğini daha önce nakletmiştik: Allah'ım; rahmet peygamberi peygamberin Muhammed vasıtasıyla senden istiyorum, sana yöneliyorum. Ya Muhammed; ben senin aracılığınla hacetimi vermesi için Allah'a yöneliyorum. Allah'ım hakkımda onun şefâatini kabul et.[176] Yüce Allah bu duadan sonra o adama hacetini verdi ve Resulü'nün o adam hakkındaki duâsını kabul ederek ona şifâ verdi. Bu yüce Allah'ın şu emirlerinin bir örneğidir: O'na (yakınlaştıracak) vesile arayın.[177] Yine: Rablerine (yakınlaşmak için) bir vesile arıyorlar.[178] Buraya kadar ihtilâf konularından bir kısmına değinip bunların nereden kaynaklandıklarını da açıkladık. Şimdi böyle açık ihtilâfların çıkmasına sebep olan gerçek etkenleri inceleyelim.

Bunları iki asıl etkende özetleyebiliriz:

1- Asırlar boyu insanların kibir ve bencilliği.

2- Zalim sultaların, insanlığın gerçek önderleri olan Resulullah'ın (s.a.a) ve Allah'ın seçkin kullarının hayatlarının kendi çirkin hayatlarıyla farksız olduğunu gösterme doğrultusundaki çabaları. Şimdi bunların her birini ayrı ayrı incelemeye çalışalım:

İhtilafların İlk Ana Sebebi

1- Yaratılışın Başlangıcında

Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'de kibirlenerek Adem'e (a.s) secde etmeyen İblis'in öyküsünü şöyle anlatır: (Allah) dedi ki: "Ey İblis, iki elimle yarattığıma seni secde etmekten alıkoyan nedir? Büyüklendin mi, yoksa yüksekte olanlardan mı oldun?" Dedi ki: "Ben ondan daha hayırlıyım; sen beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın."[179] Başka bir ayette: Dedi ki: Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattığın insana secde etmem.[180] İblis, ortağı olmayan yegane Allah'a bir melek ömrü kadar ibadet etmişti; ancak sonunda, yüce Allah'ın seçkin kulu Âdem’e secde etmediği için başına bilinen şeyler geldi. Şimdi İblis gibi kibirlenip böbürlenerek yüce Allah'ın peygamberlerini ve seçkin kullarını önemsemeyip saygısızlık eden insanlardan örneklere değinelim:

2- Geçmiş Ümmetlerde

Hz. Nuh'un (a.s) kavmi ona şöyle dedi: Biz seni yalnızca bizim gibi bir beşerden başkası olarak görmüyoruz...[181] Ve sizin bize üstünlüğünüzü de gör-müyoruz.3 Bu (Nuh), sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir. Size karşı üstünlük elde etmek istiyor.[182] Yine Nuh kavmi, Ad ve Semud kavmi resullerine şöyle dediler: Siz, bizim benzerimiz olan birer beşerden başkası değilsiniz.[183] Veya kendi peygamberlerine şöyle dediler: Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir, kendisi de sizin yediklerinizden yemekte ve içtiklerinizden içmektedir.[184] Yüce Allah peygamberlerinin, onların bu itiraz ve saygısızlıkları karşısındaki cevaplarını şöyle nakletmektedir: Resulleri onlara şöyle dediler: "Doğrusu biz, sizin gibi yalnızca bir beşeriz; ancak Allah kullarından dilediğine minnet edip (lütufta bulunur)."[185]

Back Index Next