EHLİ-İ SÜNNET VE'L CEMAAT'İN öncülerİ

 

PRF. DR. MUHAMMED TİCANÎ SEMAVÎ

Ehlisünnet Ve'l-Cemaat'in Öncüleri
 

1- Ebubekir b. Ebu Kuhafe (Sıddık)

1-Peygamber'in Sözüyle Muhalefet:

2- Peygamber'in Fiiliyle Muhalefet:

3- Peygamber'in İkrarıyla Muhalefet:

2- Ömer b. Hattab (Faruk)

3- Osman b. Affan (Zinnureyn)

4- Talha b. Ubeydullah.

5- Zübeyr b. Avvam..

6- Sad b. Ebi Vakkas.

7- Abdurrahman b. Avf

8- Ebubekir'in Kızı Ayşe ( Ümmül Müminin)

9- Halid b. Velid.

10- Ebu Hureyre Dusî

11- Abdullah b. Ömer

Abdullah b. Ömer'in Kitap ve Sünnet ile Muhalefeti

12- Abdullah b. Zübeyr

 

 

 

 eKitaplaştıran: www.islamkutuphanesi.com

 

 

Ehlisünnet Ve'l-Cemaat'in Öncüleri

Şimdi de bu on iki kişiye değinelim:

1- Ebubekir b. Ebu Kuhafe

2- Ömer b. Hattab

3- Osman b. Affan

4- Talha b. Ubeydullah

5- Zübeyr b. Evvam

6- Sad b. Ebi Vakkas

7- Abdurrahman b. Avf

8- Ebubekir'in kızı Ayşe

9- Halid b. Velid

10- Ebu Hureyre Dusî

11- Abdullah b. Ömer

12- Abdullah b. Zübeyr

 

Yukarıda belirttiğim bu on iki kişiyi, Ehlisünnet'in takdirle andığı birçok şahsiyetin arasından seçtim. Çünkü Ehlisünnet arasında en çok adı geçen ve en çok övülen şahsiyetler bu on iki kişidir. Ehlisünnet'e göre bu şahsiyetlerin çok fazla rivayetleri varmış ve ilimleri de çokmuş. Şimdi bu şahsiyetleri kısaca tanımaya çalışacağız. Onların, isteyerek veya istemeyerek Peygamber'in (s.a.a) sünnetine nasıl muhalefet ettiklerini gözler önüne serelim ki, araştırma yapan bir şahıs hakikati bilsin.

Ehlisünnet ve'l-Cemaat, aslında var olmayan bir şeyi ispatlamaya çalışarak, sadece kendilerinin hak olduğuna, diğerlerinin de sapıklıkta olduğuna inanır.

1- Ebubekir b. Ebu Kuhafe (Sıddık)

Daha önceki çalışmalarımızda belirttiğimiz gibi Ebubekir, Peygamberimizden (s.a.a) beş yüz hadis toplamış, onları yakarak halka şöyle demişti: "Allah resulünden hiçbir şey rivayet etmeyin. (Bundan dolayı) biri size bir şey soracak olursa, deyin ki: Allah'ın kitabı aramızdadır; helalini helal sayın, haramlarından da kaçının!"[243]

-Aynı şekilde, Peygamberimiz vasiyetini yazmak isterken ona muhalefet ederek Ömer'in sözünü desteklemiş ve: "Resulullah sayıklıyor, Kurân bize yeter!" demiştir.

-Hz. Ali'nin (a.s) Peygamberimizin halifesi olduğuna dair rivayeti de görmezden gelerek hilafet makamını gasp etmiştir.

-Usame'nin ordusuyla gitmeyerek Peygamber'e muhalefet etmiştir.

-Peygamber'in (s.a.a) Hz. Fatıma (s.a) hakkındaki sünnetini çiğneyerek onu rencide etmiş, öfkesini üzerine almıştır.

-Zekât vermeyen Müslümanları öldürerek yine Peygamber'in bu konudaki sünnetini ayaklar altına almıştır.

-İyas b. Abdullah olayında da sünnete muhalefet ederek, onu (elleri bağlı olarak) ateşe atmıştır. Oysaki Peygamberimiz, ateşe atarak insanları cezalandırmayı yasaklamıştı.

-Peygamberimizin Müellefetü'l-Kulûb hakkındaki sünnetini ihlal etmiş, bu konuda Ömer'in görüşüne uyarak bu hakkı vermemiştir.

-Peygamberimizin kurallarını çiğneyerek halifelik makamını Müslümanlara danışmadan Ömer'e devretmiştir.

Peygamberimizin kuralı sayılan bunlar gibi daha birçok şeyi ayaklar altına almıştır. Bu gerçekler Ehlisünnet'in kendi tarih kitaplarında ispatlanmıştır. Âlimlerin dediği gibi, "Peygamber'in her fiili, sözü ve ikrarı" onun sünneti ise, demek ki Ebubekir bunların hepsine muhalefet etmiştir. Örnek olarak:

1-Peygamber'in Sözüyle Muhalefet:

a) Peygamberimizin sözlerinden biri şudur: "Fatıma benim bedenimin parçasıdır. Onu gazaplandıran beni gazaplandırmıştır." Bildiğimiz gibi Fatıma (s.a) vefat ettiğinde Ebubekir'e kızgındı. Buharî, bunu Sahih'inde nakletmiştir.

b) Peygamberimiz, Usame'nin komutanlığını reddeden grup hakkında, "Usame'nin ordusuna katılmayanlara Allah lanet etsin!" buyurmuştur. O, böyle buyurduğu halde bir grup ashap Usame ile gitmeye razı olmadı. Ebubekir de Usame'nin ordusuna katılmayanlar arasındaydı.

2- Peygamber'in Fiiliyle Muhalefet:

Resul-i Ekrem'in (s.a.a) fiillerinden biri de Müellefetü'l-Kulûb'a[244] Allah'ın emri gereği iyilikle davranmasıydı. Zekâttan onlara belli bir pay veriyordu. Ama Ebubekir, Kurân-ı Kerim'in açık olarak tanıdığı bu haktan onları mahrum etti ve Ömer'i razı edebilmek için Peygamber'in bu işiyle de muhalefet etmiş oldu. Zira Ömer, "Bizim size ihtiyacımız yoktur!" demişti.

3- Peygamber'in İkrarıyla Muhalefet:

Peygamberimizin onayladıkları şeylerden biri de sünnetinin yazılmasına ve halk arasında yayılmasına izin vermesiydi. Ama Ebubekir, bunların yazılmasını ve söylenmesini yasaklayarak onları yaktırmıştı.

Bunlara ilave olarak, Kurân'ın birçok hükmünü de bilmiyordu. Nitekim Kurân'da hükmü geçen kelale[245] meselesini sorduklarında şöyle demişti: "Ben kendi görüşümü söylüyorum; eğer doğruysa Allah'tandır, yanlışsa da ya benden ya da şeytandandır!"[246]

Allah aşkına nasıl şaşırmayalım? Müslümanların halifesi, Allah-u Teala'nın kitabında beyan etmesine ve Peygamber'in (s.a.a) bizzat açıklamasına rağmen kendisine "kelale"nin hükmü sorulduğunda, kitabı ve sünneti bir kenara bırakıp kendi şahsî görüşüne dayanarak fetva veriyor! Üstüne üstlük, Şeytan'ın onun görüşlerinde etkili olduğunu itiraf ediyor. Müslümanların halifesi Ebubekir'in böyle bir sözü söylemiş olması aslında pek de şaşırtıcı değildir. Çünkü kendisi defalarca şöyle söylemiştir: "Benim bir şeytanım var; sürekli damarlarımda ve derimde geziniyor!"

İslam âlimleri, "Kurân karşısında kendi şahsî görüşleriyle konuşan kâfirdir" derler. Peygamberimiz dahi asla kendi şahsî görüşüne ve kıyasa göre konuşmamıştır. Bundan da öte, Ebubekir şöyle diyordu: "Beni sünneti uygulamak konusunda zorlamayın. Çünkü benim buna gücüm yetmez!"

Eğer Ebubekir'in sünneti uygulamaya gücü yoksa onun takipçileri ve dostları nasıl oluyor da sünnet ehli olduklarını iddia edebiliyorlar? Belki de Ebubekir, bu söylemiyle Peygamber'in sünnetinden ne denli uzaklaştığını itiraf etmiştir. Aksi taktirde Allah-u Taâla'nın şu sözünü nasıl tefsir edebilirdik ki:

"O, size dinde bir zorluk yüklemedi."[247]

"Allah sizin için kolaylığı ister, güçlüğü istemez."[248]

"Allah hiç kimseye gücünün yetmeyeceği bir şey yüklemez."[249]

"Allah Resulü size ne verdiyse alın onu ve size neyi yasakladıysa sakının ondan."[250]

Ebubekir'in "Benim Peygamber sünnetine gücüm yetmez!" sözü, aslında bu ayetlerin reddidir. Peygamber'in ilk halifesi Ebubekir, o günkü şartlar altında sünneti yerine getirememişse, bugünkü Müslümanların Kurân ve sünnette emredilen hükümleri yerine getirmeleri nasıl beklenebilir?

Bunca şeye rağmen görüyoruz ki, Ebubekir, cevabı çok kolay ve hükmü çok açık olan meselelerde bile, sıradan insanlardan geri kalıyor, bunu telafi etmek için Peygamber sünnetiyle muhalefet ediyordu. Hatta Ebubekir, Peygamberimizin yaptığı ve yapılmasını önemle tavsiye ettiği "hac mevsiminde kurban kesme işini" bile yapmıyordu. Hâlbuki bütün Müslümanlar bu mevsimde kurban kesmenin önemli bir sünnet olduğunu çok iyi biliyordu.

Peki Müslümanların halifesi nasıl oluyor da böylesine önemli bir sünneti yerine getirmiyordu?

Şafiî, Umm adlı kitabında, Ebubekir ve Ömer'in hacda kurban kesmediklerini yazmış, buna gerekçe olarak da "Halk eğer onlara katılacak olsaydı, bunun vacip bir amel olduğunu sanacaktı; o yüzden onlar bunu istemediler" demiştir. Aynı rivayete diğer hadisçiler de kitaplarında yer vermiştir.[251]

Bu, yanlış ve delilsiz bir gerekçedir. Zira sahabeler kurban kesmenin vacip değil, sünnet olduğunu Peygamberimizden (s.a.a) öğrenmişlerdi. İnsanların kurban kesmeyi vacip sanacaklarını farz etsek bile, bunun zararı ne olurdu ki? O halde Ömer, teravih namazına (Peygamberimizin bu namazı cemaatle kılmayı yasaklamış olmasına rağmen) cemaatle kılma bidatini ilave ederken insanların bu namazın vacip olduğunu sanacaklarını neden hiç düşünmemişti? Gelin, görün ki bugün Ehlisünnet'in çoğu, bu namazın cemaatle kılınmasının vacip olduğunu zannetmektedir.

Ömer ve Ebubekir'in kurban kesme konusunda Peygamberimizin sünnetini terk etmeleri ve önemsiz bir işmiş gibi davranmaları, belki de halka Peygamber'in her sünnetini yapmanın vacip olmadığını göstermek içindi.

Böylece Ömer'in "Kurân bize yeter!" şeklindeki sözüyle Ebubekir'-in "Allah resulünden hiçbir şey rivayet etmeyin. (Bundan dolayı) biri size bir şey soracak olursa, deyin ki: Allah'ın kitabı aramızdadır; helalini helal sayın, haramlarından da kaçının!" şeklindeki sözü, onların sergilediği bu tutumlarla tamamen bağdaşmış oluyor. Dolayısıyla kurban kesmek hususunda birisi Ebubekir'e Peygamberimizin sünnetinden delil getirecek olsa, Ebubekir'in cevabı şu olacaktı: "Sakın Peygamber'in hadislerinden bir şey nakletme ve kurban kesmenin hükmünü bana Allah'ın kitabından göster!"

Araştırmacı bir insan için Peygamberimizin sünnetinin neden meçhul kaldığı, neden terk edildiği, Allah'ın hükümlerinin şahsî görüşlere ve kıyaslara göre neden değiştirildiği artık daha net bir biçimde ortaya çıkmış oldu.

Aslında bunlar, Ebubekir'in sünnete karşı nasıl bir tutum sergilediğini, Peygamberimizin sünnetinin yakılmasına nasıl müsamaha gösterdiğini, hatta bizzat kendi eliyle nasıl aşağıladığını gözler önüne seren birkaç tarihî delilden ibarettir. Eğer bu konuları daha geniş bir şekilde incelemek istesek, başlı başına bir kitap bile yazabiliriz.

İlim seviyesi ancak bu kadar olan ve Peygamber'in (s.a.a) sünnetiyle işi olmayan bir insana Müslümanlar nasıl güvenebilir ve onun taraftarlarına "sünnet ehli" demek nasıl mümkün olabilir?

Gerçek sünnet ehli hiçbir zaman sünneti görmezlikten gelip onu hafife almaz. Aksine sünneti takip eder ve ona saygı gösterir. Nitekim Allah-u Taâla Kurân-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır.

"De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.' (Ve) de ki: 'Allah'a ve resulüne itaat edin!' Eğer dönerlerse muhakkak ki Allah, kâfirleri sevmez."[252]

2- Ömer b. Hattab (Faruk)

Daha önceki kitaplarımızda da belirttiğimiz gibi Peygamber efendimizin değerli sünnetine muhalefet edenlerin önde gelenlerinden biri de Ömer'dir.

Allah-u Taâla'nın, "O heva ve heves üzere konuşmaz, ne söylerse vahiydir."[253] ayetine rağmen Ömer, Resul-i Ekrem (s.a.a) hakkında hayâsızca "Allah'ın Peygamberi sayıklıyor, Allah'ın kitabı bize yeter!" demiş, böylece bu ümmetin gerçek sünnetten kopmasına ve yön değiştirmesine neden olmuştur.[254]

Peygamberimizin sevgili kızı Hz. Fatıma'yı incitmiş, evine saldırmış ve Muhsin adındaki altı aylık çocuğunun düşük olarak dünyaya gelmesine sebep olmuştur. Ömer, Peygamberimizin yazılmış olan hadislerini toplattırıp yakmış, insanların hadis nakletmelerini yasaklamış, hayatı boyunca sünneti çiğnemiş ve Peygamberimize muhalefet etmiştir. Örnek verecek olursak.

1-Peygamberimiz, Usame'nin ordusuna herkesin katılmasını emrettiği halde Ömer katılmamıştır.

2-Kurân'da belirtilen Müellefetü'l-Kulûb'un hakkını sahiplerine vermeyerek Kurân ve sünnete muhalefet etti.

3-Hac mutası ve Nisa mutası konusunda Kurân ve sünnete muhalefet etmiştir.

4-Aynı mecliste üç kez boşamada bulunmak doğru olmadığı halde Kurân ve sünnete muhalefet ederek bunu doğru kabul etmiştir.

5-Teyemmümün farz olduğu durumlarda Kurân ve sünnete muhalefet ederek şöyle demiştir: "Su olmadığı zaman namaz vacip değildir!"

6-Müslümanların özel işlerinde casusluk yapmama konusunda Kurân ve sünnetle muhalefet etmiş, bu bidati dine ilave etmiştir.

7- Ezanın bir bölümünü azaltmış, kendi yanından eklemeler yapmış, bu konuda sünnete muhalefet etmiştir.

8-Halid b. Velid'i adam öldürme ve zina suçlarından cezalandıracağını söylediği halde cezalandırmamış, Kurân ve sünnete muhalefet etmiştir.

9-Peygamber efendimizin, nafile namazlarını cemaatle kılmayı yasaklamasına rağmen o, teravih namazının cemaatle kılınmasını emretmiştir.

10- Devletin Beytü'l-Mal'dan bağışta bulunması konusunda sünnetle muhalefet etmiş, halk arasında alt ve üst tabakaların oluşmasına sebep olmuştur.

11-Yine Peygamber sünnetinde değişiklik yaparak Yüksek Şura Meclisi oluşturmuş, bu şuranın başına da Abdurrahman b. Avf'ı getirmiştir.

Şaşılacak şey budur ki, bütün bunlara rağmen Ehlisünnet ve'l-Cemaat onu masumluk derecesine kadar çıkarır, adaletin onunla birlikte öldüğünü savunur ve şöyle der: "Ömer'i mezara koydukları zaman sorgu sual melekleri gelmiş, (ona rabbinin kim olduğunu sorduklarında) Ömer sinirlenmiş ve öfkesinden, '(Benim değil,) sizin rabbiniz kimdir?' diye bağırmıştır!"

Ehlisünnet'e göre Ömer, Faruk'tur; yani Allah onunla hak ile batılın arasını ayırmıştır. Her zaman Peygamber'in sünnetine muhalefet eden, sinirliliği ve kabalığıyla meşhur olmuş birisi için bu tür faziletleri yamamak, Emevîlerin Müslümanlarla alay ettiklerinin bir işareti değil midir?[255]

Emevîler, Kurân ve sünnete muhalefetleri ile adeta şunu ima etmeye çalışıyorlardı: "Artık Muhammed'in devri sona erdi, bizim devrimiz başladı. Din ve sünnet adına istediğimiz kuralı koyabiliriz. Ne istersek söyleriz. Sizlerin ve peygamberinizin hoşuna gitmese de artık bizim kölemiz oldunuz!"

Acaba bu tavırlar intikam değil midir? Böylece Ümeyye oğullarının komutanlığında Kureyş'in hâkimiyeti yenilenmiş olmadı mı?

Eğer Ömer b. Hattab Peygamber sünnetini ortadan kaldırmaya çalışıyor, onu alaya alıyor ve Peygamber'in (s.a.a) huzurunda dahi onunla muhalefet ediyor idiyse, doğal olarak Kureyş'in Ömer'i önder seçmesine ve onu üstün tutmasına şaşmamak gerekir. Çünkü o, İslam'ın zuhurundan sonra muhalefet kahramanı ve Kureyş'in sözcüsü olmuştu. Peygamberimizin vefatından sonra sürekli arzuladıkları eski cahiliyet adetlerine geri dönebilmek ve yönetimi elde ederek istediklerini yapabilmek için Ömer'i ön plana çıkardılar. Bu da gösteriyor ki, Ömer'in, hilafeti döneminde Peygamber'in sünnetine muhalefet etmesi bir tesadüf değildi.

Ömer, Makam-ı İbrahim'i cahiliyet döneminde bulunduğu yerden daha da geriye çekmişti. İbn-i Sâd, Tabakatü'l-Kübra'da ve tarihçiler kendi kitaplarında şöyle yazmışlardır: "Resul-i Ekrem (s.a.a) Mekke'yi fethettiği zaman Hz. İbrahim ve Hz. İsmail (a.s) zamanında olduğu gibi Makam-ı İbrahim'i Kâbe ile birleştirdi. Zira Araplar cahiliyet döneminde onu Kâbe'den geriye çekmiş ve bugünkü yerine koymuşlardı. Ömer de hilafeti zamanında onu tekrar cahiliye zamanındaki yerine çekti. Oysaki Peygamberimizin ve Ebubekir'in zamanında Kâbe'ye yakındı.[256]

Allah aşkına siz söyleyin; Ömer'in, Peygamber sünnetini terk edip cahiliyet geleneğini geri getirmesi için gerekçesi neydi? Bildiğiniz gibi Kureyş, Peygamberimize çok muhalefet etmişti. Peygamberimizden sonra cahiliyet kurallarını geri getirmek ve nebevî sünneti yok etmek için neden Ömer'i başa getirip onun için fazilet üstüne fazilet uydurmasınlar ki?

Ebubekir'in bizzat kendisi onu hilafete getirmesine rağmen sünnete muhalefet etme konusunda Ömer'e yetişememiş, ona oranla daha zayıf kalmıştı. Nitekim Buharî de bu konuya değinmiştir. Ama Ömer hilafete geçtikten sonra sünnete muhalefet etme konusunda büyük başarılar göstermiş, üstün zekâsını gözler önüne sermişti.

Bunlar Ömer'in bidatlerinden sadece birkaçıydı. Eğer Ömer'in bidatlerini, şahsî görüşleriyle ortaya koyduğu hükümlerini ve insanları nasıl bu hükümlere uymaya zorladığını yazacak olursak, yine başlı başına bir kitap yazmamız gerekecektir. Ancak biz, sadece özetle bazı konulara değindik.

Belki bazıları, "Nasıl olur da Ömer Allah'ın kitabına ve Peygamber'in (s.a.a) sünnetine muhalefet eder? Halbuki Allah, Kurân-ı Kerim'de şöyle buyurmuştur: "Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadının o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur."[257] diye düşünebilir.

Evet, bugün insanların çoğu böyle diyerek Ömer'in sünnete muhalefet ettiğine inanmamaktadır. Ancak biz şöyle diyoruz: Bunlar Ömer'i sevenlerin ve farkında olmadan onu Peygamber'den üstün tutanların itirazlarıdır. Eğer bizim söylediklerimiz yanlışsa, o zaman Ehlisünnet'in sahih bildiği hiçbir kitaba itibar etmemeleri gerekir. Bu da Ehlisünnet inançlarının hiçbir delile dayanmadığını gösterir. Çünkü burada ne söylenmişse hepsi onların güvenilir olarak addettiği kitaplardan alınmıştır.

Tarihî olayların çoğu, Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in iktidarda olduğu dönemlerde kaydedilmiştir. Hiç kuşkusuz, o dönemin Ehlisünnet'i Ömer'i çok seviyor ve ona saygı duyuyordu. Tarihî olayları anlatan bu kitaplar doğru ise ki, doğru olduğunu iddia ediyorlar, o zaman Ömer'in sünnete karşı muhalefetlerini ve uygulamalarını da kabul etmek zorundadırlar.

Günümüzde hadis ve tarih âlimlerinin kabul ettiği tarihî olayları anlatan rivayetlere bir çare bulamıyor ve çözemiyorlar. Bundan dolayı hiçbir delile dayanmayan basit gerekçeler getirerek Kurân ve sünnete karşı yapılmış olan muhalefetleri savunmaya gayret gösteriyorlar. Hatta bazıları daha da ileri giderek bütün bu muhalefetleri ve bidatleri sanki bir faziletmiş gibi anlatıyor. Sanki hâşâ Allah ve Resulü Müslümanların faydasına olan şeyleri bilmiyorlardı da, Ömer b. Hattab onları keşfetti ve kendi hilafeti döneminde ortaya çıkardı!

Bu, Allah ve resulüne yapılabilecek en büyük ihanettir ve asla kabul edilemez. O yüzden Allah'tan isterim ki, beni peygamberlerin sonuncusu ve resullerin efendisi Hz. Muhammed'in (s.a.a) sünneti ve onun pak Ehlibeyti'nin yolu üzere ruhumu alsın.

3- Osman b. Affan (Zinnureyn)

Ömer b. Hattab ve Abdurrahman b. Avf'ın yaptırımlarıyla hilafet makamına oturan üçüncü kişidir. Abdurrahman b. Avf, "Allah'ın kitabı, Peygamber'in sünneti ve daha önceki iki halifenin yöntemine göre" halifelikte bulunması şartıyla hilafeti ona sunmuş, o da kabul etmişti.

Ben bizzat ikinci şart konusunda, yani Peygamber'in (s.a.a) sünnetine amel edilmesi konusunda samimiyetin olduğuna pek inanmıyorum. Çünkü Abdurrahman b. Avf, Ebubekir ve Ömer'in Peygamber sünnetine amel etmediklerini herkesten iyi biliyordu. Onlar şahsî görüşlerine dayanarak hilafet ediyorlardı. Eğer Hz. Ali'nin çabaları olmasaydı, Peygamber'in sünneti o ikisinin zamanında gitgide yok olacaktı. Aynı şart Müminlerin Emiri Hz. Ali'ye de sunuldu. Yani Allah'ın kitabı ve daha önceki iki halifenin sünnetine göre hilafet edilecekti. Ama İmam Ali (a.s) "Peygamber'in sünneti ve Allah'ın kitabına göre hilafet ederim" deyince ondan imtina edildi. Zira Hz. Ali (a.s), Peygamber'in sünnetini yeniden diriltecekti.

Sonunda Osman kazandı. Böylece Ömer ile Ebubekir'in yolunu tuttu. Zira onlar defalarca "Peygamber'in sünnetine ihtiyacımız yok; Allah'ın kitabı bize yeter; onunun helalini helal, haramını da haram sayarız!" demişlerdi.

Abdurrahman, "Öncekilerin sünnetine göre hareket et" derken Osman bunun ne anlama geldiğini gayet iyi biliyordu. Önceki halifeler gibi hüküm verirken şahsî içtihatlarına göre amel etmeliydi. Zira önceki iki halifenin de Peygamber'den sonraki yöntemi buydu. Ancak Osman bu konuda iki arkadaşından daha da öteye gitti ve özgürce fetva vermeye başladı. Bu duruma sahabeler daha fazla tahammül edemediler. Abdurrahman b. Avf'a müracaat ederek, "Bunlar hep senin yaptıkların yüzünden başımıza geldi!" dediler. İtiraz ve muhalefetler çoğalınca Osman, sahabeler arasında bir konuşma yaptı. Onlara "Ömer içtihat ederken neden itiraz etmiyordunuz? Yoksa sizi kır kırbacıyla korkuttuğu için mi sesiniz çıkmıyordu?" diye çıkıştı.

İbn-i Kuteybe şöyle rivayet eder: "Halk Osman'a itiraz etmeye başlayınca Osman da minbere çıkarak şöyle seslendi: Ey muhacir ve ensar! Sizin bana itiraz ettiğiniz ve bu yüzden düşmanlık güttüğünüz konulara bakıyorum da, aynılarını Ömer yapınca kabul etmiştiniz. Ama o sizi alt ediyor, geri püskürtüyordu. Hatta kimse ona gözünün ucuyla bile bakamıyordu. Bilesiniz ki benim arkam ondan daha güçlü ve çoktur!"[258]

Benim şahsî inancıma göre sahabe, muhacir ve ensarın itirazı onun içtihatlarına yönelik değildi. Çünkü onlar daha ilk günden bu tür içtihatlara alışıktı. Bilakis onların itirazı, Osman tarafından kendilerinin bir kenara itilmesi ve onların yerine önemli devlet makamlarına yakınları ve akrabalarını getirmiş olmasıydı. Nitekim Osman da onları bir bir azlediyor, daha düne kadar İslam ve Müslümanlarla savaşan Ümeyye oğullarını işin başına getiriyordu.

Muhacir ve ensar, Ebubekir ve Ömer karşısında susmuştu. Çünkü onlar devlet işlerinde her makamı muhacir ve ensara bırakmıştı. Ama Osman onların çoğunu kenara itip Ümeyye oğullarına hadsiz hesapsız bağışlarda bulundu. Bu yüzden de sahabeler, daima ona itirazda bulundu ve o öldürülünceye kadar da itirazlarına devam ettiler.

Nitekim Peygamberimiz, bu olayları daha önceden haber vermiş ve şöyle buyurmuştu: "Benden sonra müşrik olmanızdan korkmuyorum, dünya işleri yüzünden birbirinizle rekabet içerisinde olmanızdan korkuyorum."

İmam Ali (a.s) buyuruyor ki: "Onlar sanki Allah'ın şu ayetini hiç duymamışlardı: 'İşte ahiret yurdu; biz onu yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere veririz. (En iyi) sonuç, sakınanlarındır.'[259] Evet, Allah'a ant olsun ki onlar bunu duymuşlardı ve biliyorlardı. Ama dünya onların gözünde güzel görünüyordu ve dünya süsü onların gönlünü fethetmişti."

Bu bir gerçektir. Muhacir ve ensarın sırf Peygamber'in sünnetiyle muhalefet ettiği için Osman'a itiraz ettiğini düşünecek olursak, o zaman "Ebubekir ve Ömer'e neden itiraz etmediler?" diye düşünmemiz gerekecektir.

Diyelim ki Osman'ın da dediği gibi onun Ebubekir ve Ömer'den daha çok yardımcısı vardı. Her halükârda Osman, Ümeyye oğullarının önderiydi ve Ümeyye oğulları, Peygamber'e Ebubekir ve Ömer'in kabilelerinden daha yakındı. Ayrıca nüfuzları ve güçleri daha çoktu. Soy-sop bakımından da daha üstün idiler.

Diğer taraftan, sahabeler, bile bile sünneti ayaklar altına alan Ebubekir ve Ömer'e hiç itiraz etmemiş, bilakis onların sünnetine uymuşlardı. Dolayısıyla Ebubekir ve Ömer'in içtihatlarına göz yumdukları gibi Osman'a da göz yummamayı gerektiren bir neden yoktu.

Bunun delili ise şudur: Sahabeler, Osman'ın Peygamber sünnetini değiştirdiği birçok yerde hazır bulunuyordu. Örneğin, Osman yolculukta namazı tam olarak kılar, halkı lebbeyk demekten men eder, namazda Allah-u Ekber demez, hacda temettü etmeyi yasaklar ve kimse de ona itiraz etmezdi. İleride de göreceğimiz gibi Hz. Ali'den başkası ona bu konuda muhalefet etmemiştir. Sahabeler, Peygamberimizin sünnetini bildikleri halde açıkça onunla muhalefet ediyor, böylece Osman'ı razı etmeye çalışıyordu.

Beyhakî, Sünen-i Kübra adlı kitabında Abdurrahman b. Yezid'den şöyle rivayet eder: "Abdullah b. Mesud ile beraberdik. Mina Mescid'ine varınca 'Müminlerin emiri (yani Osman) kaç rekât namaz kıldı?' diye sordu. 'Dört rekât' denilince o da dört rekât namaz kıldı."

Ravi diyor ki: Ona, 'Sen Peygamber'in burada iki rekât namaz kıldığını ve Ebubekir'in de böyle yaptığını söylememiş miydin?' diye itiraz ettik. Bunun üzerine 'Evet, şimdi de öyle diyorum; ama Osman imamdır, ben onunla muhalefet edemem, ihtilaf kötüdür!' diye cevap verdi."[260]

Okuyun da görün! Nasıl oluyor da sahabelerin önde gelenlerinden biri olan bu şahıs, Osman ile muhalefeti kötü sayıyor da iş Peygamber'le muhalefete gelince bunu bir güzellikmiş gibi görebiliyor. Bunca şeyden sonra yine de sahabelerin Peygamber sünnetini korumak için Osman'a itiraz ettiklerini söyleyebilir miyiz?

Süfyan b. Uyeyne, Cafer b. Muhammed'den şöyle rivayet ediyor: "Osman, Mina'da hastalandığında Ali (a.s) onun yanına gitti. Derken, 'Namazı sen kıldır' dediler. Ali (a.s) 'Ben, Peygamber'in namazı gibi iki rekât kıldırırım' dedi. Orada bulunanlar, 'Hayır, müminlerin emiri Osman gibi dört rekât kıldır' deyince Ali onlarla namaz kılmayı kabul etmedi."[261]

Ne kadar şaşırılacak bir olay, değil mi? Binlerce sahabenin bir arada olduğu hac mevsiminde, Mina'da, apaçık bir şekilde Peygamber'in sünnetini ayaklar altına alıyorlar ve Osman'ın bidatlerinden başka bir şeyi kabul etmiyorlar. Eğer Abdullah bin Mesud, Osman ile muhalefeti kötü saymış ve bizzat kendisi Peygamberimizin Mina'da namazı iki rekât olarak kıldığını rivayet etmesine rağmen iki rekâtlık namazı dört rekât olarak kılmışsa, belki de Osman'ın içtihadını kabul eden ve nebevî sünneti kenara iten binlerce kişilik bu sahabe topluluğundan çekindiğinden dolayı yapmıştır!

O halde yat kalk da, halkın kınamasına ve dışlamasına aldırış etmeyerek canı pahasına Peygamber'in (s.a.a) sünnetinden başka bir şeyi kabul etmeyen İmam Ali'ye dua et, selam gönder.

Belki şu rivayeti de hatırlatmak gerekir: Abdullah b. Ömer der ki, "Yolculukta namaz iki rekâttır. Kim bu sünnetle muhalefet ederse kâfirdir."[262]

Abdullah b. Ömer'in bu rivayetine göre halife Osman ve onunla birlikte bu bidate uyarak yolculukta namazı tam kılan tüm sahabeler kâfir olmuş oluyor. Ama ileriki konularda da göreceksiniz ki, Abdullah b. Ömer başkaları hakkında böyle derken kendi de aynı suçu işlemiş, bu hüküm onu da içine almıştır.

Buharî, Sahih'inde aynen şöyle nakleder: «Duyduğuma göre, Osman ile Ali (radiyallahu anhuma) Mekke-Medine yolu arasında sohbet etmişler. Osman, Temettü haccı ile hac ve umre için lebbeyk demeyi yasaklamış. Ali bunu duyunca her ikisi için de lebbeyk demiş ve lebbeyk demenin her ikisi için de gerekli olduğunu savunmuş. Osman, "Neden benim engellediğim şeyleri yapıyorsun?" diye sorunca Ali şöyle cevap vermiş: "Ben kimsenin sözünü dinleyip de Resulullah'ın sünnetini terk etmem."»[263]

Müslümanların halifesinin apaçık bir şekilde Peygamber sünnetiyle muhalefet etmesi, halkı onu yapmaktan alıkoyması ve Ali b. Ebu Talib'den başka kimsenin buna karşı çıkmaması ilginç değil mi? Ali (a.s) ölümü pahasına dahi olsa Peygamber'in sünnetini terk etmezken diğerleri nerede?

Allah aşkına söyleyin: Peygamber sünnetinin İmam Ali'den başka bir temsilcisi var mıydı? Her ne kadar hükümet ona zorluk çıkardıysa ve sahabe onun arkasında durmadıysa da o, Peygamber'in sünnetini terk etmedi. Allah'ın selamı onun üzerine olsun.

Peygamber'in sünnetini yeniden canlandırabilmek ve halkı onun etrafında toplayabilmek için Hz. Ali'nin (a.s) ne denli çaba harcadığına Ehlisünnet'in kendi sahih kitapları dahi şahitlik etmiştir. Ne var ki kendi deyimiyle, "İtaat edecek kimsesi olmayanın çaresi de yoktur."

O günlerde İmam'ın (a.s) sözünü dinleyen ve amel eden kimse yoktu. Sadece Şiîler onun sözünü dinliyor, ona itaat ediyor ve bir sorunları olduğunda ona müracaat ediyordu.

Buraya kadar sahabenin, "Peygamber'in sünnetini değiştirdiği için" Osman'a itiraz etmediklerini öğrenmiş olduk. Bilakis, Ehlisünnet'in sahih olarak addettiği kitaplar aracılığıyla onların da çoğu zaman Peygamber sünnetiyle muhalefet içerisinde olduklarını ve hatta Osman'ın bidatleriyle dahi uyum sağladıklarını gördük. Kısaca, dünyevî makamları ellerinden gidince ona karşı ayaklandıklarını; biraz ekmek elde etmek, biraz şöhret kazanmak, biraz da insanları komuta edebilmek için onunla muhalefet ettiklerini anlamış olduk.

İmam Ali'ye (a.s) fırsat tanımadan ona karşı savaş açan işte bu kimselerdir. Çünkü Ali (a.s) onlara makam vermemiş, arka çıkmamış, üstüne üstlük Beytü'l-Mal'dan haksız yere almış oldukları paraları ihtiyaç sahiplerine verebilmek için onlardan geri istemişti. O halde elinizi vicdanınıza götürün de kendiniz karar verin.

"Allah, size emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Böylece Allah size ne güzel öğüt veriyor. Doğrusu, Allah işitendir, görendir."[264]

4- Talha b. Ubeydullah

Meşhur sahabelerdendir. Ömer b. Hattab'ın hilafete layık gördüğü altı kişiden biridir. Ömer, onun hakkında, "Mutluyken mümin, öfkeliyken kâfir, bir gün insan, bir gün de şeytandır" demiştir. Ehlisünnet ve'l-Cemaat'e göre de Peygamber'in (s.a.a) cennetle müjdelediği on kişiden biridir.

Bu şahıs hakkında tarih sayfalarını karıştırdığımızda onun dünya malına aşırı derecede düşkün olduğunu ve bu uğurda dinini bile sattığını anlatan birtakım bilgilere rastlarız.

Talha, Resulullah'ın eşlerinden biri hakkında şöyle demişti: "Eğer Resulullah ölürse Ayşe ile evleneceğim; çünkü o, benim amcamın kızıdır." Bu söz Resulullah'ın kulağına vardığında çok rahatsız olmuştu.

Hicap ayeti nazil olduktan sonra tüm kadınlar hicaba bürününce Talha yine şöyle dedi: "Acaba Muhammed bizim amcakızlarımızı da mı bize karşı giydirecek? O, bizden sonra hanımlarımızla evlenebiliyorken biz neden o öldükten sonra onun hanımlarıyla evlenmeyelim?"[265]

Peygamberimiz bu sözleri duyunca incindi ve akabinde de şu ayet nazil oldu:

"Sizin Allah Resulüne eziyet etmeniz ve ondan sonra eşlerini nikâhlamanız asla (caiz) olmaz. Bu, Allah katında çok büyük bir günahtır."[266]

Ebubekir vasiyetinde kendisinden sonra Ömer'i halife olarak atadığını belirttiğinde, Talha; "Sert ve kaba birini başımıza geçirip giderken Allah'a ne cevap vereceksin?" diye çıkışmış, Ebubekir de ağır küfürlerle ona karşılık vermiştir.[267]

Ama görüyoruz ki aynı Talha, ikinci halife iktidara geçtikten sonra susuyor, ne yaparsa rıza gösteriyor ve hatta onun sadık dostlarından oluveriyor. Daha sonraki zamanını da kendine mal-mülk biriktirmeye, gulam ve cariye satın almaya adıyor.

Özellikle Ömer onu kendinden sonra hilafet makamına aday gösterdikten sonra Talha hep o anı arzu ededurdu ve halife olacağı günü iple çekmeye başladı.

Talha da diğerleri gibi Hz. Ali'yi yalnız bırakıp Osman b. Affan'ın yandaşları arasına katılanlardandı. Çünkü Ali (a.s) hilafete geçecek olursa, hiçbir ümidi kalmayacağını biliyordu.

Nitekim İmam Ali (a.s) bu konuda şöyle buyurmuştur. "Onlardan biri kininden ötürü yüz çevirdi, diğeri damadına oy verdi, diğerinin rezillikleri de zaten ortadaydı…"

Muhammed Abduh, İmam'a ait bu ibarenin şerhinde şöyle demiştir: "Talha, Osman'a aşırı ilgi duyardı. Çünkü aralarında akrabalık bağı vardı. Nitekim raviler de böyle nakletmişlerdir. Onun Ali'yle olan düşmanlığı Osman'a yönelmesi için yeterliydi. Zira Talha, Benî Temim kabilesindendi. Benî Haşim ile Benî Temim kabileleri birbirlerine pek sıcak bakmıyorlardı. Çünkü Ebubekir, onların (Benî Temim) kabilesi arasından halife olmuştu."[268]

Hiç şüphesiz Talha, Gadir-i Hum'da biat eden sahabelerden biriydi. Peygamberimizin Ali (a.s) hakkında; "Ben kimin mevlası isem bu Ali'de onun mevlasıdır" ve "Ali hak iledir, hak da Ali iledir" sözünü duymuştu. Hayber savaşında bulunmuş ve Peygamber'in bayrağı Hz. Ali'ye (a.s) vererek şöyle dediğini görmüştü: "O, Allah'ı ve resulünü sever, Allah ve resulü de onu sever." Ve yine İmam Ali'nin (a.s) Peygamber'e (s.a.a) olan nispetinin Harun'un Musa'ya olan nispeti gibi olduğunu anlamıştı. Ve o, Hz. Ali (a.s) hakkında nice faziletleri daha biliyordu.

Ama onun derin kini ve hasedi kalbini doldurmuştu. Kabilecilik taassubu ile Ebubekir'in, yani amcasının kızı Ayşe'nin taraftarlığını yapmaktan başka bir şey bilmiyordu.

Evet, Talha Osman'ın yanında yer aldı ve ona biat etti. Çünkü Osman ona her zaman bağışta bulunuyordu. Hilafete geçtiğinde Müslümanlara ait Beytü'l-Mal'ın[269] kapılarını Talha'ya öylesine açtı ki, haddi hesabı yoktu.[270]

Talha'nın mal varlığı, hayvanları ve köleleri öylesine artıyordu ki, gün geldi, sadece Irak'taki hububat gelirinden günde bin dinar (altın para) kazanmaya başladı.

İbn-i Sâd, Tabakat adlı eserinde şöyle yazar: Talha dünyadan gittiğinde mal varlığı otuz milyon dirhem (gümüş para) idi. Bunun 2 milyon 200 bini dirhem, 200 bini de dinar idi. Diğer mal varlıkları (gayrimenkul) ise bağ ve arazilerden ibaretti."[271]

Her şeye rağmen tüm bunlar Talha'nın isyan etme sebeplerindendi. Yakın dostu Osman'ı ortadan kaldırmak için diğerlerini kışkırtıyor, böylece onun yerine hilafet koltuğuna oturmayı hedefliyordu.

Belki de onu hilafet için iştahlandıran ve bu arzuyu gönlüne yerleştiren, Ümmül Müminin Ayşe olmuştu. Çünkü Osman'ın hilafetini sonlandıran en önemli etken oydu. Osman'ı ortadan kaldırmak için elinden geleni yapmıştı. Amcası oğlu Talha'nın hilafete geçeceği konusunda en ufak bir şüphesi dahi yoktu. Osman'ın öldürüldüğünü ve insanların Talha'ya biat ettiklerini duyduğunda çok sevindi ve şöyle dedi: "Şu uzun sakallı ihtiyar def olup gitsin! Ne mutlu reşit çocukların babasına! Ne mutlu amcamın oğluna! Ne mutlu babasına! Allah'a ant olsun ki onlar Talha'nın bu makama layık olduğunu biliyorlardı."

Evet, onca şeyden sonra Talha da Osman'ı böyle ödüllendirmişti işte. Onun sayesinde zengin oldu, sonra da hilafete gözünü dikte ve bu makam için onu öldürdü. Halkı ona karşı öylesine kışkırtmıştı ki Osman'ın evi kuşatma altına alındığında evine su bile götürmelerine izin vermiyordu.

İbn-i Ebil Hadid der ki: "Osman kuşatıldığı zaman şöyle diyordu: "Yazıklar olsun bana! Ben, Hazremî'nin oğluna (Talha'ya) ne bağışlar yapmıştım, ama o benim kanımı dökmek istiyor ve insanları beni öldürmeye zorluyor. Allah'ım, onu muradına erdirme ve isyankârlığının neticesini ona tattır!"

Evet, başlangıçta Osman'ın taraftarı olan, hilafeti İmam Ali'nin (a.s) elinden alabilmek için Osman'ı öne süren, Osman'ın verdiği altın ve gümüşlerle bu kez de insanları Osman'a karşı ayaklandıran, ölüm fermanını veren ve hatta bir yudum suyu dahi ona çok gören Talha'dan başkası değildi. Hatta Osman'ın cansız bedenini getirdiklerinde onun Müslüman mezarlığına defnedilmesine engel olmuş, bir Yahudi mezarlığı olan Haşş-i Kevkeb Mezarlığı'na defnettirmişti.[272]

Osman'ın öldürülmesi olayından hemen sonra (gelişen olaylar neticesinde) İmam Ali'ye (a.s) ilk biat eden de yine Talha olmuştu. Ne var ki daha sonra biatinden döndü ve Mekke'deki amcasının kızı Ayşe'ye katıldı. Bu kez de Osman'ın intikamını Hz. Ali'den almaya kalkıştı. Fesüphanallah! Bundan daha büyük bir iftira olabilir mi?

Bazı tarihçiler Hz. Ali'ye (a.s) olan biatinden neden döndüğünü şöyle açıklamışlardır: "Hz. Ali Talha'yı Kufe ve etrafındaki illerin valiliğine atamaya yanaşmadı. Bunun üzerine Talha da biatini bozarak dün biat ettiği imama ertesi gün savaş ilan etti."

Görüldüğü gibi bu tavırlar baştan ayağa dünyaya tapan ve ahiretini dünyasına satan kimselerin psikolojisini sergiliyor. Böyle bir yapıya sahip kimse mal, mülk, makam ve paradan başka bir şey düşünmez.

Tâhâ Hüseyin şöyle der: "Talha düzen karşıtları arasında bir numuneydi. Zenginliği ve gücü varken razı idi, ancak daha fazlasını istediğinde muhalefete kalkıştı, öldürdü ve öldü."[273]

İşte bu adam, bir önceki gün İmam Ali'ye (a.s) biat edip bir sonraki gün biatinden dönerek Resul-i Ekrem'in (s.a.a) hanımı Ayşe'yi Basra'ya kadar çeken kimsedir. Hz. Ali'nin biatinden insanları döndürmek için onları tehdit eden, masum insanların kanını akıtan, özgürce biat ettiği halde zamanının imamına muhalefet edip onunla savaşan kimse

Her şeye rağmen İmam Ali (a.s) savaştan önce ona bir elçi göndererek, "Bana biat etmemiş miydin, biatinden dönmene sebep olan şey nedir?" diye sormuş, Talha "Osman'ın kanı" diye cevap verince İmam, "O halde hangimiz Osman'ın kanına daha yakınsa Allah onu öldürsün!" diye buyurmuştu.

İbn-i Asakir'in rivayetinde şöyle geçer: «İmam Ali (a.s) ona şöyle dedi: "Ey Talha! Seni Allah katında şahitliğe çağırıyorum; Allah Resulünün şöyle buyurduğunu duymadın mı: "Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Allah'ım, Ali'nin dostuyla dost, düşmanıyla da düşman ol!" Talha, "Evet, bunları duydum" deyince Hz. Ali, "Öyleyse neden benimle savaşıyorsun?" diye sordu. Talha, "Osman'ın dökülen kanının intikamını almak için" diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Ali (a.s) şöyle dedi: "O halde hangimiz Osman'ın kanına daha yakınsak Allah onu öldürsün!"»

Allah da İmam Ali'nin (a.s) duasını kabul etti ve Talha aynı gün öldürüldü. Talha'yı, Hz. Ali (a.s) ile savaşmak için getiren Mervan b. Hakem öldürmüştü.

Talha öyle bir kişiliğe sahipti ki, fitne yaratmakta ve hakikatleri örtbas etmekte üstüne yoktu. Hiçbir anlaşmayı kabul etmiyor, kendi anlaşmalarına vefa göstermiyor ve hakkın sesine kulak asmıyordu. İmam Ali (a.s) ona hakkı göstermesine rağmen Talha ondan yüz çevirdi. Beraberindekilerle birlikte azgınlıklarına devam etti ve onun bu fitneleri yüzünden Osman'ın kanıyla alakası bile olmayan birçok insan öldürüldü. Öldürülen masum insanlar hayatı boyunca Basra'dan dışarı çıkmamış, hatta Osman'ı bir kere dahi görmemiş insanlardı.

İbn-i Ebil Hadid şöyle yazmıştır:

«Talha Basra'ya geldiğinde Abdullah b. Hekim et-Temimî yanına gelerek göndermiş olduğu mektuplar hakkında görüşme talebinde bulundu. Abdullah: "Ey Ebu Muhammed (Talha)! Bunlar senin bize göndermiş olduğun mektuplar değil mi?" diye sordu. Talha, "Evet" deyince Abdullah şöyle devam etti: "Dün, 'Osman'ı öldürün ve onu hilafetten azledin!' diye mektup gönderiyordun; şimdi de onu öldürüp yanımıza geliyor ve suçu bizim üzerimize mi atıyorsun? Allah'a ant olsun ki kendi söylediklerine kendin de inanmıyorsundur. Sadece dünyalık peşinde olduğunu biliyorum. Aşırı gitme! Eğer Osman'ın katillerini biliyor idiysen neden özgürce Ali'ye biat ettin, sonra da biatinden dönüp bizi de fitnelerine bulaştırmak için buralara geldin?"»[274]

Ehlisünnet ve'l-Cemaat, tarih ve sünen kitaplarında Talha b. Ubeydullah hakkında işte bu gerçekleri yazmıştır. Ama tüm bunlara rağmen Ehlisünnet, bu adamı cennetle müjdelenen on kişiden biri olarak tanımaktan da geri kalmaz.

Ehlisünnet galiba cenneti Hilton Oteli zannediyor! Öyle ya, oraya milyonerler de giriyor fakirler de, katiller de giriyor maktuller de, zalimler de giriyor mazlumlar da, müminler de giriyor münafıklar da, iyiler de giriyor kötüler de… Şimdi bu adamlar Hilton otelinde bir araya gelir gibi cennette de mi bir araya gelecekler?

"Onlardan her biri nimet cennetine sokulacağını mı umuyor?"[275]

"Yoksa biz iman edip de iyi işler yapanları yeryüzünde bozguncuk yapanlar gibi mi tutacağız veya Allah'tan korkanları yoldan çıkanlar gibi mi sayacağız?"[276]

"İnanan kimseyle fasık bir olur mu hiç? Bunlar asla bir tutulmaz."[277]

"İman edip de iyi işler yapanlara gelince; onlar için yaptıklarına karşılık varıp kalacakları cennet konakları vardır. Yoldan çıkanların varacakları yer ise ateştir. Oradan her çıkmak istediklerinde geri çevrilirler. Onlara, 'Yalanlayıp durduğunuz cehennem ateşini tadın artık!' denir."[278]

5- Zübeyr b. Avvam

Önde gelen sahabelerden, ilk hicret edenlerden ve aynı zamanda Peygamberimizin yakın akrabalarındandır. Abdülmüttalib'in kızı Safiye'nin (Resul-i Ekrem'in halası) oğludur. Zübeyr, Ebubekir'in bir diğer kızı Esma (Ayşe'nin kız kardeşi) ile evlenmiş, Ömer b. Hattab'ın hilafete aday gösterdiği kimseler arasına girmişti.[279] Zübeyr de Ehlisünnet ve'l-Cemaat'e göre cennetle müjdelenen on kişiden biriydi.

Talha'nın adının geçtiği her yerde onun adına da rastlamak mümkündür. Tarihte Talha nerede anılmışsa Zübeyr de onun yanında ve Zübeyr nerede anılmışsa Talha da onun yanında anılmıştır. O da dünyaya meyledenler arasındaydı.

Taberî'nin dediğine göre Zübeyr öldükten sonra elli bin dinar nakit para, bin at, bin köle, bazı mülkler ve Basra, Kûfe Mısır vb. şehirlerdeki birçok arazisini geriye miras olarak bırakmıştı.

Tâhâ Hüseyin bu konuda şöyle der: "Tarihçiler arasında Zübeyr'in mirası hakkında ihtilaf vardır. En az söyleyenler, mirasçılarının 35 milyon dinarlık bir mal varlığını aralarında paylaştıklarını yazarlar. Ortalama hesaplayan bazıları da bunu 40 milyon dinar olarak nakletmişlerdir."

Yine de pek şaşırmamak gerekir. Çünkü Zübeyr'in Fustat, İskenderiye, Basra, Kûfe ve daha birçok yerde arazileri; Medine'de on bir evi ve bunlara ilave olarak da tahıl ambarları ve diğer mal varlıkları vardı.[280] Ama Buharî'nin rivayetine göre Zübeyr, 5 milyon 200 bin dinar miras bırakmıştı.[281]

Bizim bu incelemelerle sahabeyi sorgulamak gibi bir niyetimiz yok. Belki de bütün bu mal varlıkları helal yoldan elde edilmiştir! Ama Talha ve Zübeyr'in dünyaya olan düşkünlüklerini ve bu konudaki hırslarını gördüğümüzde Hz. Ali'yle (a.s) olan biatlerini neden bozduklarını daha iyi anlıyoruz. Çünkü Hz. Ali (a.s), Osman'ın Beytü'l-Mal'dan haksız yere verdiği malları onlardan geri istiyordu. Daha da öteye, halife olduğunda ilk işi, insanları tekrar Peygamber'in sünnetine geri döndürmek oldu. Bu konudaki ıslahatlara önce Beytü'l-malın doğru bir şekilde dağıtılmasını sağlayarak başladı. İster Arap olsun, ister acem her Müslüman'a üç dinar dağıtılmasını kararlaştırmıştı. İşte, Peygamber'in hayatı boyunca uyguladığı sünnet de bu idi.

İmam Ali (a.s) böylece Ömer b. Hattab'ın bidatini de ortadan kaldırmış oluyordu. Çünkü Ömer, Arapları acemlerden daha üstün tutar, acemlere verilenin iki katını Araplara verirdi.

Halkın Hz. Ali'ye (a.s) karşı tavır almasını sağlamak için onların ortadan kaldırılan bu bidati gerekçe olarak göstermeleri yeterli geliyordu. Çünkü sahabeler Peygamber'in sünneti yerine Ömer'in bidatini daha çok seviyorlardı. Biz, Kureyş'in Ömer'i sevmesindeki sebepleri açıklarken bu noktaya değinmeyi unutmuştuk. Ömer Kureyş'i diğer Müslümanlardan daha üstün tutuyor, Arap milliyetini diğer milliyetlerden üstün görüyordu. Onun döneminde milliyetçilik, kabilecilik ve burjuvacılık Müslümanlar arasında bir bidat olarak kaldı.

Peygamber efendimizin vefatından yirmi beş yıl geçtikten sonra Hz. Ali (a.s) Kureyş'i nasıl tekrar eski hâline, yani Peygamber zamanına geri döndürecekti? Peygamberimiz, Bilal Habeşî ile amcası Abbas'ı bir görür, Beytü'l-Mal'dan her ikisine de aynı miktarda maaş verirdi. Ne var ki Kureyş, Peygamberimizin bu sünnetini bile kabul etmiyordu.

Peygamberimizin hayatını incelediğimizde sırf bu eşitlik yüzünden birçok yerde Kureyş'in ona muhalefet ettiğini görüyoruz. İşte bu sebepten dolayı Talha ve Zübeyr, Müminlerin Emiri Hz. Ali'ye (a.s) karşı geldi. Çünkü İmam Ali (a.s) Beytü'l-Mal'dan diğerlerine ne veriyor idiyse onlara da aynını veriyordu. İstedikleri makamı onlara vermediği gibi haksız yere topladıkları mallardan ötürü de onları hesaba çekmek ve onlardan alacağı malları fakir halka geri vermek istiyordu.

İmam Ali'nin hükümeti çerçevesinde Basra valisi olamayacağını, kendisine herhangi bir makam verilmeyeceğini ve efsanevi servetine el konulacağını anlayan Zübeyr, her şeyini kaybedeceği korkusuyla arkadaşı Talha ile birlikte Hz. Ali'ye (a.s) müracaat etmiş, umre haccı bahanesiyle şehirden çıkmak için izin istemişlerdi. Onların hangi amaçla şehirden çıkmak istediklerini sezinleyen İmam (a.s), "Allah'a ant olsun ki onlar umre değil, hile peşindeler!" buyurmuştur.

Neticede Zübeyr de baldızı Ayşe'ye katıldı. Talha'yla birlikte Ayşe'yi Basra'ya kadar götürdüler. Ayşe Hav'eb denilen yerde köpeklerin havlama seslerini duyunca geri dönmek istedi. Ancak Talha ve Zübeyr, oranın Hev'eb olmadığına dair elli kişiye para vererek yalancı şahitlik yaptırdılar. Böylece müminlerin annesi, Allah'a ve kocasına itaatsizlik etmeye devam edecek, onlarla birlikte yoluna devam edecekti. Ayşe çok iyi biliyordu ki, bulunduğu konum insanları etki altında bırakmak için Talha ve Zübeyr'in konumundan çok daha önemliydi. Onlar, çeyrek asır boyunca Ayşe'yi Allah resulünün biricik sevgilisi, eşi ve Ebubekir'in sevgili kızı olarak tanıttılar ve halka dinin yarısının onda olduğu mesajını verdiler.

Ne ilginçtir ki seçkin sahabeler Zübeyr'i Osman'ı öldürmekle suçlarken Zübeyr de Osman'ın intikamını almak için kıyama kalkışıyordu. Nitekim İmim Ali (a.s) savaş meydanında ona hitaben şöyle buyurmuştu: "Osman'ı sen öldürdüğün halde onun intikamını benden mi almak istiyorsun?"[282]

Mesudî de bu konuda şöyle der: «Hz. Ali, Zübeyr'e "Ne ilginç! Ey Zübeyr, bu ayaklanmanın sebebi nedir?" diye sordu. Zübeyr, "Osman'ın intikamı" deyince Ali (a.s), "O halde hangimiz Osman'ın kanına daha yakınsak Allah da onu öldürsün!" diye cevap verdi.»

Hakim, Müstedrek'inde şöyle yazmıştır: «Talha ve Zübeyr Basra'ya vardıklarında halk onlara niçin geldiklerini sordu. Osman'ın intikamını almak için geldiklerini söyleyince Hüseyin şöyle dedi: "Fesüphanallah! Sizce bu halk 'Osman'ı öldürecek biri varsa o da sizsiniz' demeyecek kadar akılsız mı?"»

Zübeyr de tıpkı dostu Talha gibi Osman'ı aldatmıştı. Halkı onu öldürmeye teşvik etti, sonra da kendi isteğiyle İmim Ali'ye biat etti ve aradan birkaç gün geçtikten sonra biatinden geri döndü. O da Basra'ya giderek Osman'ın intikamını almak istiyordu. Basra'ya vardığında orada çıkan olaylara ve işlenen suçlara ortak oldu. Taraftarlarıyla birlikte yetmişten fazla şehir muhafızını öldürdü. Beytü'l-Mal'ı yağmaladı.

Tarihçilerin yazdığına göre, Basra'ya geldiklerinde vali Osman b. Hanif ile bir anlaşma imzaladılar. Bu anlaşmaya göre Ali Basra'ya gelinceye kadar ona dokunmayacaklardı. Ancak sözlerinde durmadılar. Osman b. Hanif halka yatsı namazını kıldırırken saldırıya geçtiler. Orada bulunan herkesi, ellerini ve ayaklarını bağladıktan sonra kılıçtan geçirdiler. Osman b. Hanif'i de öldürmek istiyorlardı. Ancak Osman'ın kardeşi Sehl b. Hanif Medine valisiydi ve onu öldürdükleri takdirde Medine'deki ailelerine zarar verebilir düşüncesiyle bundan vazgeçmek zorunda kaldılar. Yine de aşırı derecede döverek saçını ve sakalını yoldular. Sonra da hapsedip olabildiğince işkence yaptılar. Bununla da kalmayıp Beytü'l-Mal'a saldırdılar. Orada bulunan kırk görevliyi öldürdüler.

Tâhâ Hüseyin bu ihaneti şöyle anlatır: "Bu güruh sadece Ali ile olan anlaşmasını bozmakla kalmamış, Osman b. Hanif ile yapılan ateşkes anlaşmasını da ayaklar altına almıştı. Daha da ileri giderek Beytü'l-Mal'ın yağmalanmasına, valinin zindana atılmasına ve askerlerin öldürülmesine karşı çıkan herkesi öldürdüler."[283]

Hz. Ali (a.s) Basra'ya geldiğinde onlarla hemen savaşmadı. Önce onları Kurân'a davet etti. Bunu kabul etmeyerek onlara Kuran'ı sunan elçiyi öldürdüler. Buna rağmen İmam (a.s) onlarla tekrar konuşmayı denedi ve Talha'yla konuştuğu gibi Zübeyr'i de muhatap alarak şöyle dedi: "Ey Zübeyr! Hatırlıyor musun; sen ve Allah resulü birlikte Benî Ganem kabilesinin arasından geçiyordunuz. Derken Resul-i Ekrem bana dönerek gülümsedi, ben de ona gülümsedim. Sen, 'Ebu Talib'in oğlu kibrinden vazgeçmiyor!' deyince Resul-i Ekrem (s.a.a) sana, 'Sus, onda kibir olmaz; gün gelecek, sen ona zulmedecek ve onunla savaşacaksın!' diye karşılık vermişti?"[284]

İbn-i Ebil Hadid, İmam Ali'nin (a.s) bir hutbesinde şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Allah'ım, Zübeyr benimle olan akrabalık bağını kopardı; bana olan biatini bozdu ve düşmanıma yardım etti. Öyleyse kendi bildiğin gibi onun şerrini benden uzak tut!"[285]

İmam Ali'nin (a.s) Nehcü'l-Belaga'da Talha ve Zübeyr hakkında şöyle buyurduğu yazılıdır: "Allah'ım, bu ikisi benden koptu ve bana zulmetti. Biatlerinden döndüler ve insanları benim aleyhime kışkırttılar. Öyleyse neyi bağlamışlarsa sen aç, neyi umut etmişlerse umutlarını suya düşür, yaptıkları ve arzu ettikleri bütün kötülükleri onlara göster. Savaşmadan önce tövbe etmelerini istedim ve onlarla savaşmakta acele etmedim. Yine de onlar iyiliğe yanaşmayıp esenliği kabul etmediler."[286]

Savaş henüz başlamadan önce onlara yazdığı bir mektupta şöyle buyuruyordu: "Ey büyükler! Gelin, düşüncenizden vazgeçin. Buraya kadar yaptıklarınız sizin için sadece utançtı. Ama bundan sonra sizi hem utanç, hem cehennem ateşi bekliyor olacak. Allahaısmarladık!"[287]

Bu acı gerçek Zübeyr'in akıbetini gözler önüne seriyor. Her ne kadar bazı tarih yazarları onun hakkında 'Hz. Ali ona Peygamberimizin hadisini hatırlatınca savaştan ayrıldı ve Seba' Vadisi'ne gitti; İbn-i Cermuz da onu burada öldürdü' diye yazmışsa da bunun ona faydası yoktu. Çünkü Peygamberimiz daha önce gelecekten haber vermiş; "Sen Ali'yle savaşacak ve ona zulmedeceksin" buyurmuştu.

Bazı tarihçilere göre de Hz. Ali (a.s) ona Peygamber'in sözünü hatırlattığında Zübeyr savaştan ayrıldı, ama oğlu Abdullah onu korkaklıkla suçlayınca galeyana gelip tekrar savaştı, ölünceye kadar da savaştan ayrılmadı.

Bu söz gerçeğe daha yakın gibi. Zaten hadis de gaipten haber veriyor. Peygamberimiz, Kurân-ı Kerim gereğince heva ve hevesiyle konuşmayacağına göre Zübeyr'in yaptıkları ortadadır. Eğer gerçekten pişman olmuşsa ve tövbe etmişse, o halde neden Peygamber'in buyruğuna amel etmemiş? "Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Allah'ım, onun dostlarıyla dost, düşmanlarıyla da düşman ol! Ona yardım edene sen de yardım et. Onu yalnız bırakanı sen de yalnız bırak!" Bu hadis gereğince neden Hz. Ali'ye (a.s) yardım etmedi? Neden onun gönlünü almadı? Diyelim ki, o zaman bunu yapamadı; peki neden savaşmak için getirdiği halkı bir araya toplayıp onlara gerçeği anlatmadı? Peygamberin sözünü unuttuğunu, hakikati şimdi hatırladığını neden söylemedi? Neden savaştan vazgeçmeyerek günahsız Müslümanların kanının dökülmesine sebep oldu?

Görüyoruz ki, o, bunların hiçbirini yapmadı. Çünkü Zübeyr'in tövbe konusu bir uydurmadan ibaretti. Belki de Ali'nin hak ve Zübeyr'in batıl olduğunu görenler, şaşkınlıklarını bu şekilde telafi etmeye çalışmışlar, çareyi bu rivayeti uydurmada bulmuşlardı. Talha ve Zübeyr'i cennete sokabilmek ve onların sonunu iyi gösterebilmek için Merven'ın Talha'yı öldürmesi gibi hikâyeler uydurdular. Zaten onlar istediklerini cennete, istediklerini de cehenneme sokuyorlar.

Bu rivayetin yalan olduğunu gösteren delillerden biri de Hz. Ali'nin (a.s), onları savaştan alıkoymak için yazmış olduğu şu mektuptu; mektupta kısaca şöyle diyordu: "…Buraya kadar yaptıklarınız sizin için sadece utançtı. Ama bundan sonra sizi hem utanç, hem cehennem ateşi bekliyor olacak…"[288] Kimse onların İmam (a.s)'a cevap verdiklerini, emrini dinlediklerini veya mektubuna cevap yazdıklarını nakletmemiş ve söylememiştir. Daha da öteye, İmam (a.s) onları savaştan önce Kurân'a uymaya davet etmişti, ama onlar bunu kabul etmemiş ve Kurân'ı getiren elçiyi öldürmüşlerdi. Bunun üzerine Hz. Ali de (a.s) onlarla savaşmayı helal kılmıştı.

Bazı tarihçilerin yazmış olduğu gülünç hikâyeleri okursanız, hakikatten ne kadar uzakta olduklarını ve gerçeği anlayamadıklarını göreceksiniz. Bazıları der ki:

«Zübeyr, Ammar b. Yasir'in Hz. Ali'yle birlikte savaşa geldiğini öğrenince "Ah, ben perişan oldum, belim büküldü!" diye hayıflanmış, bedeni titremiş ve kılıcı elinden düşmüştü. Yanındakilerden biri bu manzarayı görünce, "Yazıklar olsun bana! Yanında yaşamayı ve yanında ölmeyi arzu ettiğim Zübeyr bu mu? Allah'a ant olsun ki tüm bunlar Peygamber'den (s.a.a) duyduğu hadis yüzünden oldu!"»[289]

Bu rivayeti uydurmakla Zübeyr'in, Peygamberimizin "Ne ilginç ki Ammar'ı azgın bir topluluk öldürecek!" şeklindeki hadisini hatırladığını, bu yüzden bedeninin titremeye başladığını ve azgın topluluk olmaktan korktuğunu ima etmek istemişlerdir. Bunlar bizi akılsız yerine koyup bizi alaya almaya çalışıyorlar. Ama Allah'a şükürler olsun ki bizim aklımız tam ve doğrudur. Onların bu sözünü kabul etmiyoruz. Çünkü nasıl olur da Zübeyr, Peygamberimizin "Ammar'ı azgın bir topluluk öldürecek!" hadisinden korkar da Hz. Ali (a.s) hakkında duyduğu çok sayıda hadisi bildiği halde bunlardan korkmaz? Acaba Ammar, Zübeyr'e göre Ali'den daha mı üstündü? Acaba Zübeyr, Peygamberimizin şöyle buyurduğunu duymamış mıydı?

"Ey Ali! Seni müminden başkası sevmez ve münafıktan başkası seninle düşmanlık etmez."

"Ali hak iledir, hak da Ali iledir. O nereye giderse hak da onunla gider."

"Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Allah'ım, onun dostlarıyla dost, düşmanlarıyla da düşman ol! Ona yardım edene sen de yardım et. Onu yalnız bırakanı sen de yalnız bırak!"

"Ey Ali! Kim seninle savaşırsa ben de onunla savaşırım ve kim seninle barış içerisinde olursa ben de onunla barış içerisinde olurum."

"Bayrağı öyle birine vereceğim ki, o, Allah'ı ve Peygamber'ini sever; Allah ve Peygamber'i de onu sever."

"Ben nazil olan Kurân('ı kabullendirmek) için savaştım, Ali de onun yorumu için savaşacak ve ümmetimi ihtilaf ettikleri konularda aydınlatacaktır."

"Ey Ali! Seninle ahitleşiyorum. Ama (şunu bil ki) sana karşı ahitlerinden dönenler, zulmedenler ve ayaklanma çıkaranlar olacak ve sen onlarla savaşacaksın."

Bu konular hakkında buyurduğu son söz de Zübeyr'e hitaben söylediği hadisi olmuştu: "Sen Ali'yle savaşacak ve ona zulmedeceksin!" Zübeyr bütün bu hakikatleri nasıl olur da bilemez? Hâlbuki bunları Peygamber'den akrabalık bağı olmayan insanlar bile duymuştu ve biliyorlardı. Ne var ki o, bunları görmezlikten geldi. Üstelik o hem Peygamber'in (s.a.a) hem de Hz. Ali'nin (a.s) halalarının oğluydu. Bu tür uydurmalar ancak gerçekleri kulak ardı eden ölü zihniyetlerin ürünü olabilir. Tarihin gerçeklerini göremiyor ve halk için yalancı bahaneler uydurarak Talha ve Zübeyr'i zorla cennetle müjdelenen (!) on kişinin arasına sokmaya çalışıyorlar.

"Bu ancak onların kuruntusudur. De ki: Eğer doğru söylüyorsanız, delilinizi getirin." [290]

"Bizim ayetlerimizi yalanlayan ve onlara inanmaya tenezzül etmeyenler var ya, işte onlara gök kapıları açılmayacak ve deve, iğne deliğinden geçinceye kadar onlar cennete giremeyeceklerdir! İşte suçluları böyle cezalandırırız."[291]

6- Sad b. Ebi Vakkas

Sahabenin büyüklerinden ve İslam tarihinde adından çokça bahsedilen kimselerdendir. İlk muhacirlerdendir. Bedir Savaşı'na da katılmıştır. Ömer b. Hattab'ın hilafete layık gördüğü altı kişiden biri olmakla beraber, Ehlisünnet ve'l-Cemaat'e göre cennetle müjdelenen on kişiden de biridir.

Ömer b. Hattab döneminde Kadisiye Savaşı'nın kahramanlarından idi. Bir rivayete göre sahabelerden bazıları onun nesebi konusunda şüpheliydi ve bu yüzden yer yer bu meseleyi gündem yaparak onu üzdükleri de olurdu. Bir başka rivayete göre de Peygamberimiz (s.a.a) onun soyunu belirlemiş ve Zühre oğullarından olduğunu söylemiştir.

İbn-i Kuteybe el-İmamet ve's-Siyaset adlı eserinde şöyle rivayet eder: Zühre oğulları, Peygamber'in vefatından sonra Sâd b. Ebi Vakkas ve  Abdurrahman b. Avf'ın etrafında bir araya geldi. Hepsi Peygamber Mescidi'nde oturuyordu. Derken Ebubekir ile Ebu Ubeyde geldi. Bunun üzerine Ömer onlara dönerek, "Neden ayrı ayrı halkalar oluşturmuşsunuz? Kalkın ve Ebubekir'e biat edin. Ben ve ensar da ona biat ettik." Sâd, Abdurrahman ve Zühre oğulları bu sözün ardından kalkıp Ebubekir'e biat ettiler.[292]

Bir rivayete göre, Ömer b. Hattab onu valilikten azletti ama kendisinden sonraki halifeye "Eğer o halife olarak seçilmezse ona arka çık ve makam ver; çünkü onu herhangi bir hıyanetinden dolayı azletmedim" şeklinde vasiyette bulundu. Osman da halife olduktan sonra bu vasiyete uydu ve onu Kufe valisi yaptı.

Sâd b. Ebi Vakkas, ölümünden sonra diğer sahabelere nazaran geride fazla bir servet bırakmamıştı. Yazılanlara göre, ölümünden sonra geride bıraktığı mal varlığı 300 bini buluyordu. Ayrıca o, Osman'ın öldürülmesi olayına hiç karışmadı. Talha ve Zübeyr gibi halkı bu işe yönlendirmedi.

İbn-i Kuteybe Tarihu'l-Hulefa adlı kitabında şöyle yazar: Amr b. As, Sad b. Ebi Vakkas'a yazdığı bir mektupta Osman'ın nasıl öldürüldüğünü ve bunu kimim yaptığını sormuş, Sâd da ona şöyle bir cevap yazmıştı:

"Osman'ın nasıl öldürüldüğünü soruyorsan sana şöyle diyeyim: Osman, Ayşe'nin kılıfından çıkardığı, Talha'nın bilediği, Ebu Talib oğlunun zehirle yoğurduğu kılıçla öldürüldü. Zübeyr de eliyle Osman'ı göstererek bu duruma seyirci kaldı. Bize gelince; elimizi elimizin üstüne koyup (bekledik). Eğer isteseydik onu koruyabilirdik. Ama Osman birtakım değişiklikler yapmış, kendi de değişmişti. İyi işleri de vardı, kötü işleri de. Eğer iyi bir iş yapmışsak zaten iyidir; ama kötü bir iş yapmışsak Allah bizi affetsin.

Yine de sana söylüyorum; Zübeyr yenik düşecek. Çünkü ailesinin sözü onda etkili oluyor. Talha'ya gelince; o da hilafet için yırtınabildiği kadar yırtınıyor!.."[293]

İşin ilginç yanı, Sâd b. Ebi Vakkas da Müminlerin Emiri İmam Ali'ye (a.s) biat etmekten kaçınmış, ona yardımcı olmamıştı. Hâlbuki onun hakkaniyetini ve faziletlerini pekâlâ biliyordu. Nitekim bizzat kendisi de İmam Ali (a.s) hakkında birkaç fazilet nakletmiş, Buharî ve Müslim Sahih'lerinde bu rivayetlere yer vermişlerdir.

Sâd der ki: Resul-i Ekrem'i (s.a.a) Ali (a.s) hakkında üç sıfat beyan ederken duydum; eğer onlardan biri bende olsaydı benim için bütün sarı ve kızıl nimetlerden daha hayırlıydı:

1-Onun için şöyle dediğini duydum: "Onun bana olan yakınlığı, Harun'un Musa'ya olan yakınlığı gibidir. Ama benden sonra peygamber yoktur."

2-Yine şöyle buyurduğunu duydum: "Yarın bayrağı öyle birine vereceğim ki o, Allah ve resulünü sever; Allah ve resulü de onu sever."

3-Ve yine şöyle buyurduğunu duydum: "Ey insanlar! Sizin mevlanız kimdir?" Halk, "Allah ve resulüdür" diye cevap verince üç kez aynı soruyu sordu ve aynı cevabı aldı. Daha sonra Ali'nin elini tutup yukarı kaldırdı ve şöyle seslendi: (O halde) ben kimin mevlasıysam, bu Ali de onun mevlasıdır. Allah'ım, onun dostlarına dost, düşmanlarına düşman ol!"[294]

Sahih-i Müslim'de şöyle nakledilmiştir: «Sâd b. Ebi Vakkas der ki, Resul-i Ekrem (s.a.a), Ali'ye (a.s) şöyle buyuruyordu: "Senin bana olan yakınlığının Harun'un Musa'ya olan yakınlığı kadar olmasını istemez misin? Ancak benden sonra peygamber yoktur." Ve yine Hayber Savaşı'nda şöyle diyordu: "Bayrağı öyle birine vereceğim ki, o, Allah'ı ve Peygamber'ini sever; Allah ve Peygamber'i de onu sever." Biz hepimiz boynumuzu uzatıp "Acaba kimi çağıracak" diye merakla baktık. O sırada "Ali'yi çağırın!" diye seslendiğini duyduk…

"Sana bu ilim geldikten sonra seninle bu konuda çekişenlere de ki: Geliniz, sizler ve bizler de dâhil olmak üzere, siz kendi çocuklarınızı biz de kendi çocuklarımızı, siz kendi kadınlarınızı, biz de kendi kadınlarımızı çağıralım, sonra da dua edelim de Allah'tan yalancılar üzerine lânet dileyelim."[295] ayeti nazil olduğunda Resul-i Ekrem (s.a.a) Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'i çağırıp, "Allah'ım, bunlar benim Ehlibeyt'imdir" buyurdu.»[296]

Nasıl oluyor da Sad b. Ebi Vakkas Hz. Ali hakkında bunca hakikati bildiği halde ona biat etmekten kaçınıyor? Sâd, Peygamberimizin "Ben kimin mevlası (efendisi) isem Ali de onun mevlasıdır; Allah'ım onun dostuyla dost, düşmanıyla da düşman ol" hadisini duyduğu ve üstelik bizzat kendisi bu hadisi rivayet ettiği halde nasıl oluyor da onunla dost olmuyor veya ona yardım etmiyor? Nasıl oluyor da Sâd, Peygamber'in (s.a.a) şu sözünü unutabiliyor? "Zamane imamına biat etmeden ölen kimse cahiliyet ölümü üzere ölmüştür." Nitekim bu rivayeti Abdullah b. Ömer nakletmiştir. Ama her şeye rağmen Sâd b. Ebi Vakkas cahiliye ölümü üzere ölmüş oluyor. Zira Sâd da Müminlerin Emiri Hz. Ali'ye biat etmemiştir.

Tarihçilerin yazdığına göre, «Sâd, bir gün Hz. Ali'nin yanına gelerek özür diledi. "Ey Müminlerin Emiri! Allah'a ant olsun ki ümmet arasında hilafete en layık kimse sensin; din ve dünya işlerinde en iyi ve en güvenilir kimsenin sen olduğunda da şüphem yoktur. Ama öyle kişiler seninle düşmanlık ediyor ki, eğer sana biat etmemi istiyorsan bana bir kılıç ver. Öyle bir kılıç ki dili olsun ve "Bunu al, şunu bırak!" diyebilsin." dedi. Bunun üzerine İmam (a.s) ona şöyle cevap verdi: "Sence diğerleri sözlerinde ve davranışlarında Kurân'a muhalefet ettiler mi? Muhacir ve ensar Peygamber'in sünnetine ve Allah'ın kitabına amel etmem koşuluyla benimle biatleştiler. İster biat et, ister git evinde otur. Ben seni bu iş için zorlamam."»[297]

Acaba Sâd b. Ebu Vakkas'ın bu durumu şaşırtıcı değil mi? Bir yandan İmam Ali'nin hilafete daha layık olduğuna, din ve dünya işlerinde güvenilirliğine şehadet ederken bir yandan da hem biat etmek, hem de hak ile batılı birbirinden ayırt etmek için dili olan bir kılıç istiyor. Sizce bu, akıllı insanların kabul edebileceği bir şey midir? Bu iki zıt fiilin bir yerde birleşmesi mümkün mü? İçi boş bir keşmekeş değil de nedir? Bizzat kendisi bu konuda Peygamber'den en az beşten fazla hadis rivayet etmesine rağmen buna inanmıyor.

Acaba Sâd; Ebubekir, Ömer ve Osman'ın biatlerinde fitne ve ayaklanma çıkmaması için "Kim onlara biat etmezse öldürülsün!" diye emir verildiğinde orada hazır değil miydi?

Sâd, hiçbir şart koşmaksızın Osman'a biat etti. Abdurrahman b. Avf'ın İmam Ali'ye (a.s) kılıç kaldırarak "Sakın elimize bir bahane verme, yoksa kılıçtan başka bir şey göremezsin!" diye tehdit savurduğunu da duymuştu.[298]

Yine Sâd, Ebubekir'e biat edildiği sırada orada hazır idi ve Hz. Ali'nin (a.s) biat etmediğini ama buna karşılık Ömer'in İmam'a "Allah'a yemin ederim ki biat etmeyecek olursan kılıçla boynunu vururum!" dediğini görmüştü.[299]

Sâd b. Ebu Vakkas, Abdullah b. Ömer, Usame b. Zeyd ve Muhammed b. Seleme gibileri, Peygamber halifesi olan Hz. Ali'ye (a.s) biat etmeme cesaretini nereden alıyorlardı?

Görüyoruz ki Ömer b. Hattab bu beş kişiyi Ali'yle (a.s) rakip olmaları için seçmişti. Onlar da yapmalarını istediği planı aynen icra ediyorlardı. Bu plan da ancak ve ancak Ali'nin (a.s) hilafete geçmesini engellemekti.

Abdurrahman kendi damadı Osman'ı hilafete seçti ve İmam Ali'yi kabul etmediği takdirde ölümle tehdit etti. Zira Ömer, terazinin bir kefesini Abdurrahman için ağırlaştırırken diğer kefesini de diğerleri için boş bırakmıştı. Abdurrahman b. Avf ve Osman b. Affan'ın ölümlerinden sonra İmam Ali'nin karşısında hilafet için üç canlı rakip kalmıştı: Talha, Zübeyr ve Sad. Bunlar muhacir ve ensarın tamamının biat için İmam Ali'ye koştuklarını görünce içlerindeki kini sineye çekerek onun için problem yaratmaya başladılar ve onu rahat bırakmadılar. Talha ve Zübeyr, İmamla savaş yolunu seçtiler, Sad ise onu yalnız bıraktı.

Unutmayalım ki Osman ölmeden önce İmam Ali için tehlikeli bir rakip hazırlayıp gitmişti. Bu daha hilekâr ve kurnazdı. Askerleri ve gücü de çoktu. Osman onun için hilafet yolunu açık bırakmıştı. İslam ülkelerinin en önemlilerini 20 yıldan daha fazla süreliğine onun emrine vermişti. Oysaki bütün İslam ülkelerinin gelirlerinin üçte ikisinden fazlası bu bölgelerden toplanıyordu.

Bu rakip, din ve ahlak tanımayan Muaviye'den başkası değildi. Hilafet makamına varabilmek için her yola başvurabilecek ve her şeyi yapabilecek biriydi. Tüm bunlara rağmen Ali (a.s) diğer halifelerin yaptığı gibi halkı zorla kendisine biat etmeye çağırmadı. Daima Kurân ve sünnete bağlı kaldı. Bunlar üzerinde hiçbir değişiklik yapmadı. Sâd b. Ebu Vakkas'a da aynen böyle buyurmamış mıydı: "Sence diğerleri sözlerinde ve davranışlarında Kurân'a muhalefet ettiler mi? Muhacir ve ensar Peygamber'in sünnetine ve Allah'ın kitabına amel etmem koşuluyla benimle biatleştiler. İster biat et, ister git, evinde otur. Ben seni bu iş için zorlamam."

Ne mutlu  sana ey Ebu Talib'in oğlu, ey başkalarının ortadan kaldırdığı Kurân ve sünneti yeniden canlandıran kimse! İşte, elimizdeki Kurân senin hakkında bize şöyle buyuruyor:

"Şüphe yok ki seninle biatleşenler, ancak Allah ile biatleşmişlerdir; Allah'ın eli, onların ellerinin üstündedir; artık kim dönerse zararı kendi nefsinedir ve kim Allah ile ahitleştiği şeyde durursa ona, yakında büyük bir mükâfat verilecektir."[300]

Ve Allah şöyle buyuruyor:

"Sen insanları mümin oluncaya kadar zorlayıp duracak mısın?"[301]

Dinde zorlama yoktur. İslam'da kimse zorla imana çağrılamaz. Allah-u Taâla da Peygamber'ine (s.a.a) "Git, iman edinceye kadar insanlarla savaş!" şeklinde bir emir vermemiştir. Ama halifeler ve sahabeler Peygamber'den sonra kendilerine biat etmeyenleri öldürdüler. Hz. Fatıma'yı (s.a) dahi biate zorlamış, evdekileri biat etmek üzere dışarı çıkarmadıkları takdirde içindekilerle birlikte evlerini ateşe vermekle tehdit etmişlerdi. Peygamber'in (s.a.a) kendisinden sonra halife olarak tayin ettiği İmam Ali'yi (a.s) biate zorlamış, aksi takdirde onu da ölümle tehdit etmişlerdi. Onlar Hz. Fatıma ve Hz. Ali gibi şahsiyetler hakkında bu kadar ileri gittiklerine göre Ammar, Selman, Bilal vb. gibi diğer mustazaf sahabelere neler yapmışlardır, artık siz düşünün.

Önemli olan Sâd b. Ebu Vakkas'ın İmam Ali'ye biat etmemesidir. Muaviye onu İmam Ali'ye (a.s) karşı küfretmeye zorlamasına rağmen her ne kadar o bunu yapmamışsa da (nitekim bu konu Sahih-i Müslim'de de geçmiştir) bu, onun cennete girmesi için yeterli bir neden değildir. Çünkü Sâd kendine ayrı bir yol çizmiş, tarafsızlığı (İtizal Mezhebi)[302] benimsemiş ve "Ben sana karşı değilim, seninle de değilim" şiarıyla yeni bir mezhep kurmuştur. Oysaki İslam, bu mezhebi kabul etmez ve "Hakkın dışındaki her şey sapıklıktır" der.

Allahın kitabı ve Peygamber'in sünneti böyle bir fitnenin habercisiydi. Daha önceden böyle bir şeyin olacağını bildikleri için bunun sınırlarını çizmişlerdi. Böylece hidayete eren için de, sapıklığa düşen için de deliller açık ve net olmalıydı.

Resul-i Ekrem (s.a.a) İmam Ali (a.s) hakkındaki her şeyi şu sözle açıklamıştır: "Allah'ım, onun dostlarıyla dost, düşmanlarıyla da düşman ol. Yardımcılarına yardım et ve onu yalnız bırakanı sen de yalnız bırak. O nereye giderse gitsin hakkı onunla beraber kıl."

İmam Ali (a.s), Sad'ın ona biat etmemesinin sebebini Şıkşıkiye Hutbesi'nde şöyle açıklamıştır: "Onların arasından bir kişi kininden ötürü diğerine yöneldi."

Muhammed Abduh, bu cümlenin şerhinde şöyle der: "Sad b. Ebi Vakkas, sahip olduğu mal varlığından dolayı Hz. Ali'ye küskündü. Sâd'ın annesi Hamne ise, Ebusüfyan b. Ümeyye b. Abduşems'in kızıydı ve Ali (a.s) bu ailenin önde gelen büyüklerinin birçoğunu öldürmüştü."[303]

Sâd'ın derin kin ve nefreti gözlerini kör etmişti. Ali düşmanlarına tanıdığı hakkı ona da tanıyamazdı. Rivayet edilir ki, Kûfe'ye vali olarak atandığında orada halka hitaben "İnsanların en iyisine, yani Osman'a itaat edin!" şeklinde bir konuşma yapmıştı.

Sad b. Ebi Vakkas, Osman'ın hayatta olduğu dönemde ve hatta ölümünden sonra bile onun taraftarlığını yapmıştı. Amr b. As'a yazdığı mektupta neden İmam Ali'ye (a.s) iftirada bulunduğu şimdi daha iyi anlaşılıyor! Zira o, mektubunda şöyle diyordu: "Osman, Ayşe'nin kılıfından çıkardığı, Talha'nın bilediği, Ebu Talib oğlunun zehirle yoğurduğu kılıçla öldürüldü…"

Bu, iftira ve yalandır. Tarih de buna şahitlik etmiştir ki, Osman ne zaman zor durumda kalsa İmam Ali'den (a.s) başka kimseyi yanında bulamazdı. Sâd'ın bu vefasız davranışlarından anlıyoruz ki, o, İmam'ın (a.s) vasıflandırdığı gibi gözünü kin bürümüş bir kimseydi. Her ne kadar Ali'nin (a.s) hak olduğunu bilse de, hakkın ona geri verilmesine izin vermedi. Öylece aylak ve başıboş kaldı. Bir taraftan vicdanı onu azarlarken asıl imanı kalbinde saklamaya çalışıyor, bir taraftan da hasta kalbi cahiliyet zamanından kalma kinler yüzünden ona galip geliyordu. Sonunda nefsi vicdanına galip geldi ve onu hakka yardım etmekten alıkoydu.

Tarihçiler birçok yerde bu konuya değinmişlerdir. Mesela, İbn-i Kesir, Tarih adlı eserinde şöyle yazar:

«Bir gün Sâd b. Ebu Vakkas, Muaviye b. Ebu Süfyan'ın yanına gitti. Muaviye, "Neden Ali ile savaşmadın?" diye sorunca Sâd şöyle cevap verdi: "Başımın üzerinden bir karayel geçti. Ah-vah ederek devemi yere yatırdım. Sonunda karayel üzerimden geçip gitti. Ben de önümü görünce yoluma devam ettim."

Muaviye, "Allah'ın kitabında ah-vah diye bir tabir yoktur. Bilakis Allah şöyle buyurur: 'İnananlardan iki grup, birbiriyle savaşa girişirse hemen aralarını bulun, bir bölüğü, öbürüne saldırırsa o saldırganlarla, Allah'ın emrine itaat edinceye dek savaşın'[304]Allah'a ant olsun ki sen adaleti olan toplulukla değildin ve zalime karşı da savaşmadın." diye cevap verdi. Bu söz üzerine Sâd, "Ben Peygamber'in, hakkında "Senin bana nispetin, Harun'un Musa'ya nispeti gibidir. Ama tek fark, benden sonra Peygamber yoktur" buyurduğu bir kişiye karşı savaşamazdım." yanıtını verdi.

Muaviye: "Senden başka bu hadisi duyan var mı?"  diye sordu.

Sâd: "Falanca şahıslar ve Ümmü Seleme" diye cevap verdi.

Bunun üzerine Muaviye hemen ayağa kalkarak bunu Ümmü Seleme'ye de sordu. Aynı hadisi Ümmü Seleme de tekrarlayınca Muaviye şöyle dedi: "Eğer Ali hakkındaki bu hadisi daha önce duymuş olsaydım, o ölünceye veya ben ölünceye kadar kendimi onun hizmetine adardım."»[305]

Mesudî de kendi Tarih'inde Muaviye ve Sâd arasındaki bu konuşmayı şöyle yazmıştır:

Sad, bu hadisi Muaviye'ye söyleyince Muaviye şöyle cevap verdi: "Sana hiçbir zaman bu kadar kızmamıştım. Neden ona yardım etmedin? Neden ona biat etmedin? Eğer Ali hakkındaki bu hadisi Peygamber'den ben duymuş olsaydım, yaşadığım sürece Ali'nin hizmetkârı olurdum."[306]

Sâd b. Ebu Vakkas'ın, Hz. Ali'nin (a.s) faziletine yönelik Muaviye'ye naklettiği bu hadis, İmam hakkında nakledilen yüzlerce hadis gibi hep aynı doğrultuda olan hadislerdir. Hepsi de İmam Ali'nin (a.s) Peygamber'den sonra İslam'ı yönetecek tek kişi olduğunu ve ondan başka hiç kimsenin bu işe liyakati olmadığını vurgular. Bu böyle olduğu sürece, tüm Müslümanlar yaşantıları boyunca ona hizmet etmelidirler.

Muaviye'nin "Eğer ben bu hadisi daha önce duysaydım, ömrüm boyunca Ali'nin hizmetkârı olurdum" dediği bu söz, bir hakikattir ve inanan herkes onun hizmetkârı olmakla iftihar etmelidir.

Ne var ki Muaviye bu sözü Sâd b. Ebu Vakkas'ı küçümsemek ve azarlamak maksadıyla söylemiştir. Çünkü Sâd, bir yandan Hz. Ali (a.s) ile savaşmamış, diğer yandan da Muaviye'ye yardımcı olmamıştı. Nitekim Muaviye, Hz. Ali'nin (a.s) faziletiyle ilgili bu hadis gibi daha birçok hadis biliyordu. O, İmam'ın (a.s) Peygamber'den sonra hilafet makamına en layık kişi olduğunu da biliyordu. Zira Muhammed b. Ebubekir'e yazmış olduğu mektupta da bu konuya değinmişti. İleriki konularda bu mektuba yer vereceğiz.

Acaba Muaviye, Sâd ve Ümmü Seleme'den bu hadisi duyduktan sonra İmam Ali'ye (a.s) lanet okumaya ve onunla düşmanlık etmeye son vermiş miydi? Asla! Bilakis yapmış olduğu kötülüklere devam ederek kendi günahlarıyla gurur duydu. İmam Ali ve ailesine lanet okudu, lanet okutturdu ve halkı da buna mecbur kıldı. Çocuklar küçük yaştan bu zihniyetle büyüdüler ve büyükler de bu zihniyetle yaşlandılar. Bu durum seksen yıl bu şekilde devam etti.

"Sana bu ilim geldikten sonra seninle bu konuda çekişenlere de ki: Geliniz, sizler ve bizler de dâhil olmak üzere, siz kendi çocuklarınızı biz de kendi çocuklarımızı, siz kendi kadınlarınızı, biz de kendi kadınlarımızı çağıralım, sonra da dua edelim de Allah'tan yalancılar üzerine lânet dileyelim."[307]

7- Abdurrahman b. Avf

Cahiliyet dönemindeki adı Abdu Amr olan Abdurrahman b. Avf, daha sonra adı Peygamberimiz tarafından değiştirilerek Abdurrahman oldu. Zühre oğullarındandı ve Sâd b. Ebu Vakkas'ın amcasının oğluydu. Sahabenin büyüklerinden ve ilk hicret edenlerdendi. Peygamberimizle birlikte bütün savaşlara katılmıştı. Ömer b. Hattab'ın hilafet için aday gösterdiği altı kişiden biriydi. Ömer onu bu altı kişilik grubun başkanı seçmiş, "Ne zaman aranızda ihtilaf çıkarsa Abdurrahman b. Avf'ın olduğu tarafı seçin" demişti. Ehlisünnet ve'l-Cemaat'e göre o da cennetle müjdelenen on kişiden biriydi.

Abdurrahman, Kureyş'in en zengin gümrükçülerindendi. Öldüğünde mirasçılarına büyük bir mal varlığı bırakmıştı. Bazı tarihçilere göre; 1000 deve, 100 at, 10 bin koyun ve üzerinde yirmi devenin su taşıdığı birçok arazi bırakmış, dört karısı da ondan sonra 84'er bin dinarlık miras almışlardı.[308]

Abdurrahman b. Avf, aynı zamanda Osman b. Affan'ın da damadı idi. Ukbe b. Ebu Muît'in kızı Ümmü Kulsum'la, yani Osman'ın anne tarafından üvey kız kardeşiyle evlenmişti.

Tarih kitaplarında da gördüğümüz gibi, İmam Ali'nin (a.s) hilafetten uzaklaştırılmasında önemli rolü oldu. Zira Abdurrahman, kabul etmeyeceğini bildiği halde Hz. Ali'ye Ebubekir ve Ömer'in sünnetine bağlı kalmayı şart koşmuştu. Ne var ki onların davranışları Kuran ve sünnetle bağdaşmıyordu ve bu yüzden de İmam Ali (a.s) bu şartı geri çevirdi.

Abdurrahman b. Avf'ın sadece bu özelliği, onun cahiliye bidatlerini korumaya çalıştığını, sünnetten uzak olduğunu ve Resul-i Ekrem'in (s.a.a) pak Ehlibeyt'ine (a.s) yönelik oynanan oyunlarda etkin rol alarak hilafetin Kureyş'e geçmesini sağlamaya çalıştığını ispat etmeye yeter. Onlar, hilafet makamını kullanarak istediklerini yapabilmeyi hedefliyorlardı.

Buharî, Sahih'inde, halkın imamla nasıl biatleştiğini konu alan bölümde, Musevvir'in şöyle dediğini nakleder:

«Abdurrahman, bir gece yarısı bize gelip kapıyı çaldı. Yatağımdan kalkıp kapıyı açtım. Beni karşısında görünce şöyle dedi: "Gördüğüm kadarıyla yatıyorsun. Allah'a yemin olsun ki bu gece gözüme uyku girmedi. Git, Zübeyr ile Sâd'ı çağır. Onlarla bir konuda meşveret edeceğim."

Onları çağırdım ve bir müddet onlarla görüştü. Daha sonra "Ali'yi de çağır" dedi. Onu da çağırdım. Onunla da görüştükten sonra Ali (a.s) kalkmak istedi. Ama Abdurrahman ondan oturmasını istiyordu. Anlaşıldığı kadarıyla Abdurrahman, herhangi bir nedenden dolayı Ali'den korkuyordu. Daha sonra benden Osman'ı da çağırmamı istedi. Osman gelince onunla da çokça konuştu. Ezan sesiyle birlikte birbirlerinden ayrıldılar. Halk sabah namazını kıldıktan sonra bu grup minberin yanında toplandı. Şehirdeki muhacir, ensar ve ordu komutanlarını da çağırdılar. O yıl onlar Ömer ile birlikte hacca gitmişlerdi. Herkes bir araya toplandıktan sonra, Abdurrahman Kelime-i Şehadet getirip şunları söyledi: "Ey Ali! Ben halkı yokladım ve gördüm ki, onlar Osman'dan başkasını istemiyorlar. O halde kendi aleyhinde kimsenin eline bir bahane verme." Sonra Osman'a dönerek; "Ben sana Allah'ın kitabına, Peygamber'in sünnetine ve önceki halifelerin yöntemlerine uyman koşuluyla biat ediyorum" dedi. Daha sonra orada bulunan muhacir, ensar, ordu komutanları ve bazı Müslümanlar Osman'a biat ettiler.»[309]

Araştırmacı birisi, Buharî'nin bu rivayetinden, bu işlerin hepsinin bir gecede planlandığını ve Abdurrahman'ın ne kadar zeki ve kurnaz olduğunu anlayabilir. Demek ki Ömer onu boş yere seçmemiş!

Rivayetin sahibi Musevvir'in sözüne dikkat çekmek istiyorum. Diyor ki: "…Daha sonra 'Ali'yi de çağır' dedi. Onu da çağırdım. Onunla da görüştükten sonra Ali (a.s) kalkmak istedi. Ama Abdurrahman ondan oturmasını istiyordu…"

Bu söz bize Abdurrahman b. Avf'ın, hilafet konusunda İmam Ali'ye (a.s) ümit verdiğini gösteriyor. İmam'ın bu sahte şurada yer almasını sağlamak istiyordu. Çünkü aksi halde ümmet ikiye bölünecekti. Nitekim Sakife'de de böyle yapmışlardı. Zaten Musevvir'in şu sözü bu ihtimali daha da güçlendirmektedir: "…Anlaşıldığı kadarıyla Abdurrahman, herhangi bir nedenden dolayı Ali'den korkuyordu…"

Bu yüzden de hileye başvurdu. Geceleyin Ali'yi çağırıp hilafet için onu tebrik etti. Ona güven verdi. Sabah olunca da ordu komutanları, kabile reisleri ve Kureyş'in ileri gelenlerinden destek alarak onların huzurunda ansızın taraf değiştirdi. Sonra da "Halk, Osman'dan başkasını kabul etmiyor" dedi. Bunu o da kabul etmek zorundaydı. Aksi takdirde onların eline bahane vermiş olacaktı. Yani kısacası, İmam Ali'yi (a.s) öldüreceklerdi.

Şimdi rivayetin son kısmını dikkatle okuyun. Musevvir şöyle diyor: "Herkes toplandıktan sonra Abdurrahman Kelime-i Şehadet getirdi ve şöyle dedi: 'Ey Ali! Ben halkı yokladım ve gördüm ki, onlar Osman'dan başkasını istemiyorlar. O halde kendi aleyhinde kimsenin eline bir bahane verme...'

Abdurrahman neden onca insan içerisinden İmam Ali'yi muhatap aldı? Veya neden "Ey Ali, ey Talha ve ey Zübeyr!" diye seslenmedi? Demek ki bu iş, bir gecede planlanmıştı ve bu grup, baştan beri Osman'ı başa getirmeyi ve Ali'yi (a.s)'ı kenara itmeyi hedefliyordu.

Biz yakin edebiliriz ki, onların hepsi Ali'den (a.s) korkuyordu. Çünkü eğer Ali (a.s) hilafete geçecek olsa, adaletle hükmedecek, Allah'ın kitabını ve Peygamber'in (s.a.a) sünnetini yeniden canlandıracaktı. Böyle olunca da Ömer b. Hattab'ın halkı sınıflandırmak konusundaki bidatlerini ortadan kaldıracaktı. Nitekim Ömer ölmeden önce Ali tehlikesine karşı onları uyararak şöyle demişti: "Eğer bu işi doğru ellere teslim ederseniz, onu doğru yola yönlendirir."

Evet, doğru yol Peygamber'in sünneti idi, ama Ömer ile Kureyş onu beğenmiyordu. Eğer Peygamber sünnetini isteselerdi kendilerini hak yola hidayet etmesi için Ali'yi işin başına getirirlerdi. Zira İmam Ali, Peygamber'in halifesiydi. Ne var ki onlar diken tohumu ektiler ve hüsrandan başka bir şey dermediler.

Abdurrahman bin Avf'ın planları nereye vardı ve son olarak neler yaptı? Gelin, hep birlikte görelim:

Tarihçilerin yazdığına göre; Abdurrahman bin Avf, Osman'ın ilk iki halifenin sünnetiyle hareket etmediğini, yüksek makamları kendi yakınlarına verdiğini ve akrabalarına servetler bağışladığını gördüğünde çok pişman olmuş, yanına giderek onu azarlamış ve şöyle demiştir: "Ebubekir ve Ömer gibi hükümet edesin diye seni ben başa getirdim.[310] Ama sen onlarla muhalefet ettin. Akrabalarına çokça bağışta bulundun. Onları Müslümanların boynuna bindirdin!" Osman, "Ömer Allah yolunda akrabalarıyla bağını koparmıştı, ben de Allah yolunda onlarla bağı kuruyorum!" diye cevap verince Abdurrahman, "Allah'a ant olsun ki artık seninle konuşmayacağım!" dedi ve ölünceye dek de onunla konuşmadı. Hatta ölüm döşeğinde bile Osman'a küskündü. Hastalandığı zaman Osman ziyaretine gelmiş, Abdurrahman ondan yüz çevirmiş, duvara bakmış ve onunla konuşmamıştı.[311]

İbn-i Ebil Hadid Mutezilî, Şerh-i Nehcü'l-Belaga'da şöyle der: "Ali (a.s) seçim gününde öfkelenmişti. Abdurrahman b. Avf'ın hile yaptığını anlayınca şöyle dedi: "Allah'a ant olsun ki, bu işi ancak dostunun dostundan umduğu şeyi sen de umduğun için yaptın. Allah ikinizin arasını bozsun!"[312]

İmam Ali (a.s) bu sözüyle şunu ima etmeye çalışıyordu: Abdurrah-man, Ebubekir'in Ömer'e yaptığı gibi Osman'ın da kendisinden sonra onu halife yapmasını umut ediyordu.

Ali (a.s) ona şöyle dedi: "Öyle bir süt sağ ki, sana da faydası olsun ve bayrağı öyle birine ver ki yarın aynını sana geri verebilsin." İmam, bu çok manalı cümleyle bir müddet sonra onların aralarının bozulacağını ve birbirlerine gireceklerini haber vermek istiyordu. Nitekim bu doğrultuda da dua etmişti.

Sonuç olarak Allah, İmam'ın (a.s) duasını duymuş, çok geçmeden o ikisi arasında düşmanlık ve kin ortaya çıkarmıştı. Abdurrahman kendi damadına düşman oldu ve ölünceye kadar da onunla konuşmadı. Hatta kendi cenazesine namaz kılmasını bile istemedi.

Yine görüyoruz ki Hz. Ali (a.s), hilafeti feda ederek amcasının oğlu ve din kardeşi olan Muhammed b. Abdullah'ın (s.a.a) sünnetinin korunmasını sağlayan tek şahıstı.

Saygıdeğer okuyucu! Hiç şüphesiz buraya kadar Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in hakikatini ve bu cemaati oluşturan kimselerin kimler olduğunu anlamışsınızdır. Mümin, sade ve saygıdeğerdir, ama bir delikten iki kere sokulmaz.

8- Ebubekir'in Kızı Ayşe ( Ümmül Müminin)

Peygamberimizin hanımı ve müminlerin annesidir. Hicretten iki veya üç yıl sonra Peygamberimiz onunla evlenmiştir. Meşhur görüşe göre Peygamberimiz vefat ettiğinde Ayşe on sekiz yaşında idi. Peygamber'in bütün hanımları için "Ümmül Müminin" (müminlerin annesi) lakabı geçerlidir. Mesela şöyle denir: Ümmül müminin Hatice, ümmül müminin Hafsa ve ümmül müminin Mariya…

Bu noktaya değinmemin özel bir nedeni vardı. Çünkü insanların çoğu "ümmül müminin" lakabının Peygamber'in bütün hanımları için geçerli olduğunu bilmiyor. Zira Ehlisünnet hadislerinin hepsi Ayşe'den rivayet ediliyor ve Peygamberimizin diğer hanımları hakkında bir şey rivayet edecek olsalar yine Ayşe'nin rivayetlerine müracaat ediyorlar. Adeta dinlerinin yarısı Ayşe'den veya başka bir deyişle Hümeyra'dan[313] (al yanaklı) öğreniyorlar. Sanki ümmül müminin lakabı Peygamber hanımları arasında sadece Ayşe için geçerliymiş gibi…

Oysa Allah-u Taâla, Peygamberimizin vefatından sonra onun bütün eşleriyle evlenmeyi tüm Müslümanlara haram kılmış ve şöyle buyurmuştur:

"Sizin Allah Resulüne eziyet etmeniz ve ondan sonra eşlerini nikâhlamanız asla (caiz) olmaz. Bu, Allah katında çok büyük bir günahtır."[314]

"Peygamber, müminlere canlarından daha ileridir. Onun eşleri de onların anneleridir."[315]

Daha önce de söylediğimiz gibi, Talha "Muhammed (s.a.a) öldüğünde amcamın kızı Ayşe'yle ben evleneceğim" demiş, bu sözüyle Peygamberimizi incitmiş ve Allah-u Taâla da yukarıdaki ayetle müminlere, "Peygamber eşleriyle evlenmek, tıpkı annelerinizle evlenmek gibi size haramdır" mesajını vermiştir.

Dikkat etmek gerekirse, Ayşe kısırdı ve çocuğu da olmuyordu. İslam tarihinin en önemli şahsiyetlerinden biriydi ve Müslümanların dikkatini üzerine çekmeyi başarmıştı. Zira bazı şahsiyetlerin hilafete geçmesinde, bazılarının azledilmesinde, bazılarının şahsiyetinin ön plana çıkmasında ve bazılarının da gözden düşmesinde önemli bir rol oynamıştı. Birkaç savaşa katılmış, bazı savaşlarda önderlik etmiş ve erkekleri yönetmişti. Kabile reislerine mektuplar gönderir, onlara emir ve nehiylerde bulunurdu. Bazı ordu komutanlarını görevden alır, yerlerine başkalarını atardı. Cemel Savaşı'nda da asıl komutan oydu. Talha ve Zübeyr ise, onun emirlerine göre hareket ediyordu.

Biz, burada, Ayşe'nin hayatını çeşitli yönleriyle incelemek amacında değiliz. Bu konuyu araştırmak isteyen olursa Zikir Ehline Sorun adlı kitabımıza bakabilir. Burada, onun yaptığı içtihatlara ve değiştirmiş olduğu Peygamber sünnetlerine değinmek istiyoruz. Zira Ehlisünnet ve'l-Cemaat mensupları Ebubekir, Ömer ve Ayşe gibi öncülerini pak Ehlibeyt (a.s) imamlarından üstün tutuyorlar. Bu yüzden de haklarında örnekler vermemiz, nasıl bir kişiliğe ve nasıl bir inanca sahip olduklarını anlatmamız gerekir.

Bunların yaptıkları kabilecilikten başka bir şey değildi. Peygamber'in (s.a.a) sünnetini yok etmiş, nişanelerini ortadan kaldırmış ve ışığını söndürmüşlerdi.  Ali (a.s) ve Ehlibeyt imamları bunların karşısında olmasaydı, bugün Peygamberimizin sünnetinden geriye pek fazla bir şey kalmayacaktı.

Daha önce Ayşe'nin, Peygamber sünnetini görmezden geldiğini, onu önemsemediğini ve Hz. Ali hakkında Resul-i Ekrem'den birçok hadis işitmesine rağmen aksine hareket ettiğini söylemiştik. Ayşe, Allah ve Peygamber'inin emrine karşı gelerek evinden dışarı çıkmış, kötü sonuçlar doğuran Cemel savaşını yönetmiş ve sonuçta binlerce günahsız insanın kanının dökülmesine vesile olmuştu. Osman b. Hanif ile yapmış olduğu barış anlaşmasını da ayaklar altına alarak adamlarını yakalatmış, ellerini bağlatmış, elleri bağlı bir şekilde yanına getirildiklerinde hepsinin ölüm emrini vermişti. Sanki Peygamberimizin şu sözünü duymamıştı: "Bir Müslüman'a sövmek takvasızlık, onu öldürmek veya onunla savaşmak küfürdür."[316]

Bizler Ümmül Müminin'in başlattığı savaşları, sebep olduğu can ve mal kayıplarını görmezden gelerek Allah'ın dini hakkında ortaya koyduğu şahsî görüşlerini ve içtihatlarını inceleyeceğiz.

Ne ilginçtir ki kendisi de bir sahabe olduğu halde aynı dönemde yaşayan insanlar karşılaştıkları meselelerde ona müracaat ediyor, görüşlerini hüccet kabul ediyor ve "dinlerinin yarısını" ondan öğreniyorlarmış!

Buharî kendi Sahih'inde taksir (dört rekâtlı namazları yarım kılmak) bölümünde Zührî'den, o da Urve'den, o da Ayşe'den şöyle naklediyor: «"Namaz ilk vacip olduğunda iki rekâttı. Yolculukta namaz iki rekât olarak kaldı. Ama hazır durumda dört rekâta çıktı."

Zührî der ki: Urve'ye, "Peki neden Ayşe yolculukta namazı dört rekât tam olarak kılıyor?" diye sordum. Urve şöyle cevap verdi: "O da Osman gibi içtihat etmiş."»[317]

Sizin için de şaşılacak bir durum değil mi? Nasıl oluyor da Ümmül Müminin olan Peygamber hanımı, kendisi nakledip doğrulamasına rağmen Resulullah'ın sünnetini bir kenara bırakıp, öldürmeleri için insanları üzerine kışkırttığı Osman'ın bidatlerine amel ediyor? Hâlbuki Peygamber'in gömleği henüz eskimemişti. Ama Ayşe onun sünnetini eskitti ve unutturdu.

Evet, bu işi Osman zamanında yaptı. Ama Muaviye zamanında da görüşünü değiştirdi. Osman'ı öldürmesi için halkı kışkırttı. Halkın Osman'ı öldürüp biat için Ali'ye koştuğunu duyunca bir kez daha görüşünü değiştirdi ve zorla da olsa Osman için ağlayıp, bu kez de Osman'ın kanının intikamını almak için ayaklanma başlattı.

Bu rivayetten de anlaşılıyor ki Ayşe, Muaviye zamanında seferdeyken namazlarını tam olarak (dört rekât) kılıyordu. Ama Muaviye, velinimeti olan Osman'ın bidatlerini gündemde tutup, yaşatabilmek için onun gibi dört rekât kılıyordu. Zaten halk da hükmedicilerin sözlerini dinliyordu. Ayşe de Muaviye ile düşman olduktan sonra onunla barışan halktan biriydi. Hâlbuki Muaviye, Ayşe'nin kardeşi olan Muhammed b. Ebubekir'i feci şekilde öldürmüş, bedenini paramparça etmişti.

Bunca şeye rağmen müşterek dünya menfaatleri düşmanları bir araya getirebiliyordu. Bu ortak emeller yüzünden Muaviye kendisini ona yakınlaştırdı ve o da Muaviye'ye yakınlaştı. Muaviye, sık sık ona hediyeler ve paralar gönderiyordu. Bu konuda tarihçiler şunları söylüyorlar:

«Muaviye Medine'ye geldiğinde Ayşe'yle de görüşmüş olmak için onun yanına gitti. Oturur oturmaz Ayşe ona, "Ey Muaviye, kardeşim Muhammed'in intikamını almak için evde adam saklamadığımdan nasıl emin olabildin?" diye sordu. Muaviye, "Ben insanların güven yurdu olarak bildiği emin bir eve geldim" dedi.

Ayşe, "Hicr b. Adiyy ve dostlarını öldürürken hiç mi Allah'tan korkmadın?" diye sorunca Muaviye şu cevabı verdi: "Onları öldüren kimse aleyhinde şahitlik yapan kimselerdi."»[318]

Tarihçilerin yazdığına göre Muaviye, Ayşe'ye çeşitli hediyeler ve elbiseler gönderiyordu, o da bu hediyeleri sandığında saklıyordu. Öyle ki bir seferinde Muaviye ona yüz bin[319] (dinar veya dirhem) göndermişti.[320]

Bir keresinde de Ayşe Mekke'de iken Muaviye ona, değeri yüz bin (dinar veya dirhem) olan bir gerdanlık göndermişti. Ayrıca Ayşe'nin on sekiz bin dinarlık borcunu yine Muaviye ödemiş, halka bağışladığı her şeyi yine Muaviye temin etmişti.[321]

Zikir Ehline Sorun adlı kitabımızda da yazdığımız üzere, Ayşe bozduğu bir yeminin kefareti olarak bir günde kırk köle azat etmişti.[322] Benî Ümeyye'nin vali ve komutanları da ona para ve bazı hediyeler gönderirlerdi.[323]

Muaviye ile Ayşe arasındaki yakınlaşmadan söz açılmışken, ne zaman aralarına düşmanlık girdiğini ve eğer düşman olmuşlarsa ne zaman birbirlerine yaklaştıklarını da belirtelim.

Muaviye'yi hükümete ortak eden ilk kişi Ebubekir olmuştu. Kardeşinin ölümünden sonra onu Şam'a vali olarak atadı. Bundan dolayı Muaviye, her yerde Ebubekir'in kendisine yaptığı iyiliklerden bahsederdi. O olmasaydı, Muaviye hilafeti rüyasında bile göremezdi.

Muaviye, öncü büyüklerinin hazırladığı entrikalarda yer almış, Peygamber sünnetini ve Ehlibeyt'ini (a.s) ortadan kaldırmak için bu grupla birlikte çalışmıştır. Onlar bu işleri aralarında paylaşmışlardı. Öncekiler sünneti ateşe vermişler, Ehlibeyt'i ortadan kaldırma işini de Muaviye'ye bırakmışlardı. Muaviye, mücadelesini sonuna kadar götürdü. Bu amaçla işini kolaylıkla yapabilmek için halka zorla Ehlibeyte lanet okuttu. Onun hileleri sonucu Haricîler, Hz. Ali'ye (a.s) karşı ayaklandılar ve bu fitneler neticesinde de İmam Ali'yi (a.s) ve İmam Hasan'ı (a.s) şehit ettiler. İmam Hasan'ın öldürülmesi için zehri gönderen Muaviye idi. O, bunlarla yetinmeyip kendinden sonra yerine oğlu Yezit melununu bıraktı ve o da babasının işini devralarak Ehlibeyt'ten geri kalanları şehit etti.

Aslında Ayşe ile Muaviye arasında düşmanlık yoktu. Ayşe'nin "Ey Muaviye, kardeşim Muhammed'in intikamını almak için evde adam saklamadığımdan nasıl emin olabildin?" sözü de şakadan başka bir niyetle söylenmemişti. Çünkü Muhammed b. Ebubekir, Cemel Savaşı'nda, Hz. Ali'nin yanında yer almış, Ayşe'ye karşı savaşmıştı. Dolayısıyla Ayşe, onun kanının dökülmesini bizzat kendi helal kılmıştı. Zaten anneleri de ayrıydı ve onu sevmiyordu.

Onun İmam Ali'ye (a.s) karşı inanılmaz bir düşmanlığı vardı. Bilemiyorum, acaba düşmanlıkta hangisi daha ileriydi: İmam Ali ile savaşan, ona küfreden, lanet okutan ve nurunu söndürmek isteyen Muaviye mi, yoksa yine İmam ile savaşan, adını ağzına bile almayan, namını ortadan kaldırmaya çalışan ve o hazretin ölüm haberini alınca şükür secdesine kapanan Ayşe mi?

Ayşe, İmam Ali'den (a.s) sonra onun evlatlarıyla da düşmanlıktan geri kalmadı. Öyle ki, İmam Hasan (a.s) şehit edildikten sonra dahi cenazesinin dedesi Resul-i Ekrem'in (s.a.a) mezarının yanına defnedilmesine izin vermedi. Feryatlarla evden çıkmış, bir katıra binmiş, Haşim oğullarına karşı Ümeyye oğullarından yardım istemiş, "Sevmediğim bir kimseyi evimde istemiyorum!" diye bağırmıştı. Böylece yeni bir savaş çıkarmak istiyordu. Hatta yakınlarından biri ona şöyle demişti: "Kızıl bir deveye bindiğin gün bize yetmiyormuş gibi şimdi de haki bir katıra binerek ne yapmaya çalışıyorsun; halk bize ne der sonra?"

Ayşe, Ümeyye oğullarının hükümeti zamanında uzun süre yaşamış, onların minberlerde Ali'ye (a.s) ve Ehlibeyt'e lanet okumalarına şahitlik etmiş ve ne yazık ki buna hiçbir şekilde muhalefet etmemişti. Belki de aksine, onları gizlice bu işe teşvik ediyordu.

Ahmet b. Hanbel, Müsned'inde şöyle yazar: Adamın biri Ayşe'nin yanına gelerek Ali ve Ammar hakkında ileri geri konuşmaya başladı. Bunun üzerine Ayşe şu cevabı verdi: "Ali hakkında sana bir diyeceğim yok. Ama Ammar hakkında Peygamber'in şöyle dediğini duydum: Eğer Ammar'ı iki şeyden birini seçmeye zorlasalar, o, en zor olanı seçer."[324]

Bu yüzden Ayşe'nin Peygamber sünnetini yok etmeye çalışması, Muaviye'yi ve Ümeyye oğullarını razı edebilmek için Osman'ın bidatini sahiplenmesi ve seferde namazı tam kılması pek de şaşılacak şey olmasa gerek. O, hem yolculukta, hem de hazırda namazlarını tam kılıyor, halk da dinlerinin yarısını (!) ondan öğreniyordu.

Ayşe'nin fetvasına göre, yetişkin erkeklere de süt verilebilirdi. Erkekler kadınların memesinden süt emebilir, böylece onlara mahrem olabilirlerdi.[325]

İmam Malik'in Muvatta adlı kitabında öyle bir rivayet var ki, kadın erkek tüm inananların tüylerini diken diken eder. Rivayete göre; Ayşe, erkekleri kız kardeşi Ümmü Kulsum'a ve erkek kardeşinin kızlarına gönderir, onlardan süt emzirir, böylece Ümmül Müminin Ayşe, onlarla hicapsız olarak görüşmeyi kendine helal bilirdi.[326] Çünkü Ayşe'nin içtihadına göre bu erkekler artık ona mahrem oluyorlardı!

Düşünün bir kere… Müslüman bir erkek eve geliyor, ansızın karısının yanında yabancı birini, onun göğüslerini ellerken görüyor. Sonra da karısı ona, "Kocacığım, yanlış anlama! Bize mahrem olabilmesi ve eve rahat gelip gidebilmesi için ona süt veriyorum; artık bu adam da bizim evladımız sayılır!" diyor. Zavallı koca da bu durumu mecburen kabulleniyor. Çünkü Ümmül Müminin Ayşe'nin bidatine, her ne kadar kendisine zor da gelse uymak zorundadır.

Ben burada, araştırmacıların dikkatini bu büyük musibete çekmek istiyorum. Çünkü sadece bu musibet, hakikatin ortaya çıkmasında ve hak ile batılın birbirinden ayırt edilmesinde başlı başına önemli bir etkendir. Buradan da şu sonuca varıyoruz ki; Ehlisünnet ve'l-Cemaat, Allah'a, onun göndermediği şeylere dayanarak tapıyor. Bunlar hiçbir surette araştırma yapmıyorlar. Eğer bu bidatlerin iç yüzünü anlasalar, onlardan nefret edecek ve kendi istekleriyle onları terk edeceklerdir.

Ben özgürce düşünebilen öyle Ehlisünnet âlimlerine rastladım ki, yetişkin insanların emzirilmesi hakkındaki rivayeti gördüklerinde şaşkına dönmüş, "Biz neden bu hadisi daha önce görmedik!" diye hayıflanmışlardı.[327]

Bu ilginç rivayetler, Şia'nın uydurduğu rivayetler değil, Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in sahih kitaplarında yer alan rivayetlerdir. Ama gelin görün ki, Ehlisünnet mensupları dahi henüz bu rivayetleri duymamışlardır. Üstelik bunları okuyanları da kâfir bilmektedirler.

"Allah, kâfir olanlara, Nuh'un ve Lut'un karısıyla örnek getirmededir; ikisi de, temiz kullarımızdan ikisinin nikâhı altındaydı, derken onlara karşı hainlikte bulundular da o iki temiz kul, hiçbir suretle onları Allah'ın cezasından kurtaramadı ve onlara 'Haydi, ateşe girenlerle beraber siz de girin ateşe!' dendi."[328]

9- Halid b. Velid

Asıl adı Halid b. Velid b. Mugîre'dir. Mahzum oğullarındandır. Ehlisünnet ve'l-Cemaat onu "Seyfullah", yani "Allah'ın Kılıcı" olarak adlandırmıştır. Babası önde gelen zenginlerdendi. Öyle ki, servetinin haddi hesabı yoktu.

Abbas Mahmud Akkat, bu konuda şöyle der: (Halid b. Velid'in babası) kendi zamanındaki herkesten daha zengindi. Ve her çeşit zenginlikleri vardı. Altınları, gümüşleri, bağları, asma ağaçları, ticaretleri, hizmetçileri, köleleri ve cariyeleri herkesten daha çoktu. Bu yüzden onu, döneminin tek zengini anlamında "vahîd" diye çağırırlardı.[329]

Kurân-ı Kerim, Velid b. Mugîre'yi cehennem ateşi ile tehdit etmiş, onun için en kötü yeri vaat etmiştir. Nitekim Allah-u Taâla onun hakkında şöyle buyurur:

 "Benimle tek olarak (vahîd) yarattığım şu adamı yalnız bırak. Ona uzun uzadıya mal verdim. Gözlerinin önünde duran oğullar verdim. Ona imkân üstüne imkân tanıdım. Hâlâ da gözünü dikmiş artırmamızı umuyor. Asla! Çünkü o, ayetlerimize karşı inatçı kesildi. Pek yakında onu sıkıntılara sokacağım. Doğrusu o, iyice bir düşündü ve kendince ölçtü-biçti. Geberesice, nasıl da ölçtü-biçti! Sonra gene de geberesice, nasıl da ölçütü-biçti! Sonra baktı. Sonra surat astı ve kaşlarını çattı. Sonra da arkasını dönüp kibirlendi. 'Bu, ötelerden beri söylenegelen büyüden başka bir şey değil; bu, ancak bir insan sözüdür!' dedi. Ben de onu Saqar'a[330] atacağım."[331]

Derler ki: Velid, Peygamberimizin (s.a.a) yanına gelerek, yeni dini yaymaktan vazgeçmesi karşılığında ona mal ve servet vaat etti. O sırada şu ayet nazil oldu:

"(Ey Muhammed!) Eğriye doğruya hep yemin edene, fakir olana, daima ayıplayana, laf getirip götürene, hayra engel olana, hakka tecavüz edene, günahkâra, bütün bunlardan sonra halka karşı kaba davranana ve kötülülükleriyle maruf olana mal ve oğul sahibi olmasından dolayı itaat etme. Ayetlerimiz ona okunduğu zaman 'Bunlar, eskilerin masalları' der. Biz, yakında onun burnu üzerine damga vurup işaretleyeceğiz."[332]

Velid, kendisini peygamberliğe Hz. Muhammed'den (s.a.a) daha layık görür ve şöyle derdi: Nasıl olur da peygamberlik ve Kurân, fakir Muhammed'e iner de Kureyş'in büyüğü ve efendisi olan benim gibi biri bundan mahrum kalır?

İşte, Halid b. Velid, bu inançla İslam'a ve Peygamber'e düşmanlık üzere yetiştirildi. Bu İslam, babasını akılsız biri olarak nitelendirmiş, tacını ve tahtını elinden almıştı. Bu nedenle de Halid, tüm savaşlarda Peygamber'in karşısında savaştı.

Hiç şüphesiz Halid de babası gibi kendisini peygamberliğe yetim ve fakir olan Muhammed'den (s.a.a) daha layık görüyordu. Çünkü o da babası gibi Kureyş'in büyüklerindendi. Eğer Kurân ve peygamberlik onun babasına inmiş olsaydı, bu, Halid'in de çok işine yarayacaktı. Peygamberlik de padişahlık gibi miras işi olurdu. Tıpkı Hz. Süleyman'ın Davud'a miras bıraktığı gibi. Allah-u Taâla onların bu düşüncesini şu ayetle ispat ediyor:

"Kendilerine gerçek gelince; 'Bu, büyüdür, biz onu tanımayız' dediler. Ve yine, 'Bu Kurân'ın iki kentin büyüklerinden birine[333] inmesi gerekmez miydi?' dediler."[334]

Şaşırmaya hiç gerek yok! O, Hz. Muhammed'in (s.a.a) tebliğini bozmak için her yola başvuruyor, servetiyle orduları donatıp Uhud Savaşı'nda Peygamber'in karşısına çıkarıyor ve onu ortadan kaldırmak için pusuda bekliyordu. Hudeybiye Barış Antlaşması'nın imzalandığı günlerde Peygamber'e suikast düzenlemeye çalışmış, ama yüce Allah elçisini koruyarak onun planlarını suya düşürmüştü.

Halid ile birlikte Kureyş'in diğer büyükleri, Peygamber'i alt edemeyeceklerini anlamışlardı. Halkın kitleler halinde İslam'a girdiğini gördüklerinde hayıflanıyorlardı. Artık bir oldubittiyle yüz yüze kaldıklarını fark etmişlerdi. Çok geç bir süre sonra, yani hicretin 8. yılında, Mekke'nin fethinden dört ay önce Müslüman oldu.

Halid, Müslümanlığına Peygamber'e itaatsizlikle başladı. Resul-i Ekrem (s.a.a) Mekke'nin fethi sırasında savaşmayı yasaklamış olmasına rağmen Halid, çoğu Kureyşli olan otuzu aşkın kişiyi öldürdü.

Her ne kadar onu savunmak isteyenler, "Bu kimseler onun Mekke'ye girmesine izin vermediler, ona kılıç çektiler" vb. gibi bahaneler ileri sürmüşlerse de bu mazeretler yine de savaş çıkarmak için geçerli sebep olamaz. Çünkü Peygamber, savaşmayı yasaklamıştı. Eğer Halid isteseydi, Mekke'ye hiç kan dökmeden başka kapıdan da girebilirdi. Nitekim diğerleri de bunu yapmıştı. En azından Peygamber'in yanına bir elçi göndererek savaşmak konusunda onunla danışabilirdi. Ama o hiç birini yapmadı. Peygamber'in kesin emri karşısında (üstelik hayatta olduğu halde) içtihat etmeyi (!) tercih etti.

Ne zaman nass karşısında içtihattan söz açılsa, şunu da belirtmeliyiz ki bu manada içtihat, Allah ve Resulü'nün emirlerinden yüz çevirmek ve onlara itaat etmemek demektir. "Nass karşısında içtihat" ıstılahını tekrarlarken de bu konunun anlaşılır olduğunu düşünüyoruz. Aslında daha da anlaşılır olması için şöyle demeliyiz: Halid, kendi şahsî görüşüyle nassa karşı içtihat etti. Şimdi, şu ayete bir bakalım:

"Âdem, Rabbinin emrine karşı geldi de ne yapacağını şaşırdı."[335]

Allah, Hz. Âdem'e (a.s) o ağaçtan yemeyi yasaklamış, ama o yemişti. Şimdi biz, burada, "Âdem emir karşısında içtihat etti!" diyebilir miyiz? Biz diyoruz ki, her Müslüman kendi sınırlarını tanımalı, şahsî görüşlerini Allah ve Resulü'nden bize ulaşan hiçbir emirle karıştırmamalıdır. Çünkü bu iş, apaçık sapıklıktır.

Allah-u Taâla meleklere "Adem'e secde edin!" derken bu, bir emirdi. "Onlar da secde ettiler."[336] Yani emir verildi ve olumlu cevap alındı. Ama sıra İblis'e gelince şahsî görüşüne uyup içtihat etti ve "Ben ondan daha üstünüm; o halde nasıl ona secde ederim?" dedi. İşte burada yüz çevirme ve itaatsizlik vardır. İster Âdem üstün olsun, ister İblis; sonuçta Allah öyle emretmiştir. Nitekim Allah şöyle buyurur:

"Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadının o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur."[337]

İmam Sadık (a.s) da Ebu Hanife'ye şöyle buyurmuştu: "Kıyas yapma. Çünkü dinde kıyas edersen, dini de yok edersin. Unutma ki, ilk kıyas eden Şeytan idi; 'Ben ondan daha üstünüm, çünkü beni ateşten yarattın, onu da topraktan' demişti."

İmam Sadık (a.s) burada aynı konuya işaret ediyor. "Dinde kıyas yapma, yoksa dini yok edersin" derken kıyasın doğru olmadığını en güzel bir biçimde anlatmak istemiştir. Öyle ya, eğer herkes nasslar karşısında kendi görüşüne uyacak olsa, dinden geriye bir şey kalmaz. Nitekim Allah-u Taâla da şöyle buyurmaktadır:

"Eğer hak, onların keyiflerine uysaydı, gökler, yer ve bunların içinde bulunan kimseler bozulur giderdi."[338]

İçtihat hakkında yaptığımız bu kısa incelemeden sonra, tekrar Halid'e dönelim: Halid b. Velid, bir kez daha Peygamberimizin emrine yüz çevirmişti. Bu olay, Cuzeyme oğullarını İslam'a davet etmesi için Peygamberimiz tarafından görevlendirilirken yaşanmıştı. Peygamberimiz, daha önce de olduğu gibi savaşma izni vermemişti.

Cuzeyme oğulları davetin ardından Müslüman oldular. Ne var ki Halid, hileye başvurarak onları kılıçtan geçirdi. Abdurrahman bin Avf da bu olayda Halid ile beraberdi. Halid b. Velid'in, daha önce Cuzey-me oğulları tarafından öldürülen iki amcasının intikamını almak gerekçesiyle onları öldürdüğünü iddia ediyordu.[339]

Peygamberimiz, bu çirkin olayı duyduğunda Halid'in yaptıklarından beri olduğunu üç kez yineledi ve daha sonra İmam Ali'ye çok miktarda para vererek ölenlerin diyetini vermek üzere Cuzeym oğullarına gönderdi.

Her ne kadar Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in bahanecileri bu olaya çeşitli bahaneler getirseler de Halid b.Velid'in hayatı, Allah ve Resulü'nün emirlerine karşı geldiği olaylarla doludur. Bu konuda araştırma yapanlar, onun Ebubekir zamanında Yemame halkına neler yaptığını, Malik b. Nuveyre'yi ve kabilesini nasıl aldattığını mütalaa etmişlerdir: Halid, onları Müslüman oldukları halde ellerini bağlayarak öldürmüş, aynı gece Malik'in karısına yaklaşmış ve onunla cinsel ilişkiye girmişti.[340] Bu işi yaparken ne İslam'ın kanunlarını, ne de Arapların haysiyetini dikkate almadı. Ömer, fıkıhta dilediği fetvaları vermesine rağmen onun bu çirkin işini saklayamadı ve onu Allah düşmanı ilan edip recmetmeyle tehdit etti.

Araştırmacılar tarihe doğru bir şekilde baktıklarında, yapıcı eleştirilerle incelediklerinde ve mezhep taassubunu bir kenara bıraktıklarında açık ve net bir şekilde hakikati göreceklerdir. Onlar, Peygamber'in dilinden nakledilen uydurulmuş hadislerle şahısları değerlendirmemelidirler. Çünkü Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in oluşumunu sağlayan Emevîler, tarihteki olayları sadece bir uydurma hadisle dikkatlerden uzaklaştırabiliyor ve bu şekilde araştırmacıların hakikate ulaşmasını engelleyebiliyorlardı.

Nasıl da kolayca uydurabiliyorlar: Güya Peygamberimiz, Halid b. Velid'e "Hoş geldin, ey Allah'ın kılıcı" demiş! Nedense bu uydurma hadis, sade yürekli Müslümanların kalbinde yer edebiliyor. Çünkü onlar, Ümeyye oğullarının hile ve entrikalarından habersizler. Ve ne yazık ki bu uydurma hadis sayesinde artık Halid hakkında söylenen her hakikat, bir şekilde çeşitli özürlerle örtbas ediliyor. Buna, "insanlar üzerinde psikolojik etki bırakmak" denir. Bu, dermansız bir derttir; insanı haktan uzaklaştırır, gerçekleri altüst eder.

Örneğin, Peygamberimizin (s.a.a) amcası Ebu Talib hakkında "Kâfir olarak öldü" diyorlar ve buna Resul-i Ekrem'e isnat ettikleri uydurma bir hadisi ilave ediyorlar. Güya Peygamberimiz onun hakkında şöyle buyurmuş: "Ebu Talib, cehennemin pek derin olmayan bir yerindedir; beyni oranın verdiği sıcaklıkla kaynar durur!" Bu uydurma hadisten dolayı Ehlisünnet ve'l-Cemaat, Ebu Talib'in müşrik olarak öldüğüne ve cehenneme gideceğine inanır. Bunun dışında akla dayalı bir tahlil yapmak ve değerlendirmede bulunmak istemezler. Bununla iktifa ederler.

Ebu Talib'in hayatı boyunca İslam yolunda yaptığı cihatlarını, mücadelelerini, yeğeninin İslam'ı en iyi şekilde tebliğ edebilmesi için ortaya koyduğu fedakârlıklarını, bu yüzden kendi kabilesiyle düşman olduğunu, üç yıl yeğeni Hz. Muhammed (s.a.a) ve oğlu İmam Ali (a.s) ile birlikte bir derenin kenarında yaşamaya ve ağaç yaprakları yemeye razı olduğunu ve bunlar gibi daha nice kahramanlıklarını nasıl görmezden gelebilirler? Onun inancını ortaya koyan şiirlerini de mi okumamışlar? Peygamberimiz bizzat amcasının guslünü kendisi yerine getirmiş, kendi gömleğini onun için kefen olarak kullanmış, mezarına girerek defnetmiş ve o yılı "Hüzün Yılı" olarak adlandırmışken nasıl bunları düşünmezler? Hâlbuki Peygamberimiz o yılı "Hüzün Yılı" olarak ilan ettikten sonra şöyle buyurmuştu: "Allah'a ant olsun ki, amcam ölene kadar Kureyş bana bir şey yapamadı. Allah-u Taâla bana şöyle buyurdu: Bu şehri terk et; zira yardımcın artık öldü." Bu olaydan sonra da Mekke'ye hicret etti.

Bu örneklerden biri de şudur: Mekke'nin fethinden sonra Müslüman olan Muaviye'nin babası Ebusüfyan b. Harb hakkında Peygamberimiz, "Ebusüfyan'ın evine giren güvendedir" buyurmuştu.

İçinde herhangi bir fazilet bulunmadığı halde Ehlisünnet ve'l-Cemaat bu hadisi Ebusüfyan'ın iyi bir Müslüman olduğuna yoruyor, şu an cennette olduğuna ve İslam'ın onun önceki hayatına örtü olduğuna inanıyor. Yine burada aklî delilleri kabul etmeyip hakikate ulaşmak istemiyor, bu hadisle Ebusüfyan'ın geçmişte Peygamber'e ve dinine yaptığı tüm kötülükleri görmezden geliyorlar. Peygamber'i yok etmek için yaptığı savaşları, bu savaşlara yaptığı onca harcamaları ve kendisinin bu savaşlardaki komutanlıklarını nedense hep unutuyorlar!

Kaldı ki, onun Peygamber'e olan kinini de unutmamak gerekir.

Ebusüfyan'ı Peygamber'in huzuruna getirdiklerinde "Müslüman ol, yoksa boynunu vururuz!" dediler. Bunun üzerine o da "Eşhedu en lâ ilâhe illallah" dedi. "Eşhedu enne Muhammeden resulullah" da de!" dediklerinde, "Bu konuda henüz şüphem var!" diye cevap verdi.

Teslim olduktan sonra Peygamber'in yanına her geldiğinde kendi kendine, "Bu adam neyle bana galip geldi?" diye söylenir, Peygamber de ona şöyle buyururdu: "Allah'ın yardımıyla sana galip geldim, ey Ebusüfyan!"

Ben bu iki örneği İslam'ın hakikatini kendimiz anlayalım diye verdim. Biraz da olsa, araştırmacıların insanlar üzerinde ne kadar psikolojik etki bıraktığını ve onları nasıl haktan alıkoyduğunu anlamış olduk.

Ehlisünnet ve'l-Cemaat, sahabe hakkında uydurduğu yalan hadislerle halkın gözünde onlara değer kazandırmaya çalışır, hiç kimsenin onları sorgulamasına ve eleştirmesine izin vermez. İnsanlar onların Peygamber tarafından cennetle müjdelendiklerine inandıktan sonra artık aleyhlerinde söylenen neyi kabul ederler ki? Her ne yaparlarsa yapsınlar, onların gözünde doğrudur ve onların işlerini iyi gösterebilmek için bir kaçış yolu hazırlamışlardır. Bundan dolayıdır ki, kendi büyüklerinin her birine bir lakap uydurmuşlar ve bu lakapların Peygamber tarafından verildiğini iddia etmişlerdir. Birine "Sıddık", birine "Faruk", birine "Zinnureyn" diyor, birini "Peygamber Aşığı", birini "Peygamber Havarisi", birini "Ümmetin Emini", birini "İslam'ın Rivayetçisi", birini "Vahiy Kâtibi", bir diğerini de "Allah'ın Keskin Kılıcı" olarak anıyorlar. Lakap üstüne lakaplar zinciri böylece sürüp gidiyor.

Aslında bu lakapların hiçbir faydası yoktur. Bunlar, Allah katında ve hak terazisi karşısında yalnızca sizlerin ve atalarınızın verdiği isimlerdir. Onlar Allah tarafından gönderilmemişlerdir. Faydası ve zararı olan tek şey, insanların kendi amelleridir. Tarih, ameller için en iyi şahittir. Onunla insanın şahsiyeti ve değeri ortaya çıkar. Tarihle insanlar hakkında söylenmiş yalanlar aşikâr olur. İşte, bu konu da Hz. Ali'nin (a.s) şu sözünü tasdik eder: "Hakkı tanı, hakka uyanı da tanırsın."

Bizler tarihi okuduk, Halid b. Velid'in yaptığı işleri gördük. Artık hak ile batılı tanıyoruz. Öyleyse onu "Allah'ın Keskin Kılıcı" olarak adlandıramayız. Ancak şu soruyu sorabiliriz: Acaba Allah Resulü onu ne zaman bu isimle çağırdı? Acaba Mekke'nin fethi sırasında, Peygamberimizin "Kimsenin kanı akmayacak" dediğini bildiği halde Mekke halkıyla savaşarak onların bir kaçını öldürdüğü zaman mı? Yoksa Zeyd b. Harise ile Mute'ye gittiklerinde, Peygamberimiz, "Zeyd öldürülürse komutanınız Cafer b. Ebu Talib'dir; o da öldürülürse Abdullah b. Revaha'dır" derken mi?

Oysaki Peygamberimiz (s.a.a) dördüncü isim olarak bile onun ismini anmamıştı ve sözü edilen üç kişi savaş meydanında öldürüldükten sonra Halid, geriye kalan askerlerle birlikte savaş meydanından kaçmıştı.

Yoksa Huneyn Savaşı'na giderken mi Peygamberimiz ona bu ismi verdi? Bu savaşta on iki bin asker onun emri altındaydı. Ama o kaçtı ve Peygamber'i on iki kişiyle savaş meydanında yalnız bıraktı. Nitekim Allah-u Taâla bu konuda şöyle buyurur:

"Kim o gün savaşmak için bir tarafa çekilmek ya da başka bir birliğe katılmak dışında arkasını döner (kaçar)sa o, Allah'tan bir gazaba uğrar; onun yeri cehennemdir; o ne kötü varılacak bir yerdir!"[341]

Allah, bir yandan böyle buyururken, diğer yandan nasıl olur da kendi kılıcının kaçmasına izin verebilir? Gel de şaşırma!

Benim inancıma göre, Halid, Peygamber zamanında bu lakabı hiç almadı ve Peygamber de bunu hiç mi hiç kullanmadı. Bu ismi ona, hilafetine karşı ayaklanma çıkaranları yatıştırması ve dilediğini yapabilmesi için Ebubekir vermişti. Hatta Ömer, buna karşı çıkarak "Halid'in kılıcı biraz acımasız ve zulmedicidir!" demişti. Zira Ömer, onu yakından tanıyor ve biliyordu. Ebubekir de Ömer'e şöyle dedi: "Halid, Allah'ın, düşmanları üzerine çektiği ilahi bir kılıçtır! O tevil (içtihat) etmiş ve hata yapmıştır."[342] İşte, bu lakap da buradan kaynaklanıyor.

Taberî, er-Riyazu'n-Nazra kitabında şöyle yazar: "Selim oğulları mürtet olmuşlardı. Ebubekir de Halid b. Velid'i onlara gönderdi. Halid, onlardan bir grubu bir ahırda toplayarak ateşe verdi. Bu haber Ömer'in kulağına vardığında Ebubekir'in yanına gidip: "Bir adamın sanki Allah'mış gibi insanları azaplandırmasına nasıl izin veriyorsun?" diye itiraz etti. Ebubekir şöyle cevap verdi: "Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın düşmanlarına karşı çektiği kılıcı, Allah kınına sokmadığı sürece ben de kınına sokmam." Daha sonra da onu Museyleme Savaşı için görevlendirdi.[343]

Ehlisünnet bu yüzden Halid'i "Allah'ın Keskin Kılıcı" olarak adlandırıyor. Herhalde bu lakap, Allah Resulü'nün emirlerine yüz çevirdiği, sünnetini ayaklar altına aldığı ve halkı ateşe verdiği için olsa gerek!

Buharî kendi Sahih'inde, Peygamberimizin şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Allah'tan başka kimse ateşle azap edemez."  Ve yine şöyle buyurur: "Ancak ateşin rabbi ateşle cezalandırır."[344]

Daha önce de yazdığımız gibi, Ebubekir de ölmeden önce şöyle demişti: "Keşke bir haydut olan İyas b. Abdullah'ı ateşte yakmasaydım da onu kılıçla öldürseydim!"

Keşke o zaman biri çıksaydı da Ömer b. Hattab'a sorsaydı: Madem Allah'tan başka kimsenin kimseyi ateşe vermeye hakkı olmadığını biliyordun, o zaman neden Peygamber'in vefatından sonra, "Zehra'nın evinde olanlar biat için dışarı çıkmazlarsa evi ve içindekileri ateşe vereceğim!" diye yemin ettin? Eğer Ali (a.s) teslim olmayıp da evdekileri dışarı çıkarmasaydı niyetini muhakkak yerine getirecektin!

Bazen ben de şaşırıyorum: Nasıl oluyor da Ömer, Ebubekir ile muhalefet ediyor ve buna rağmen Ebubekir, Ömer'i yok sayarak onun muhalefetlerini görmezden geliyor? Bu, gerçekten çok şaşırtıcı bir durumdur. Zira daha önce de gördüğümüz gibi Ebubekir, Ömer'in karşısında durmazdı. Buna gücü de yoktu. Nitekim kendisi defalarca Ömer'e şöyle demişti: "Ben sana dedim; sen bu iş için benden daha güçlüsün. Ama sen bana üstün geldin (sonunda senin dediğin oldu)."

Bir keresinde de Ömer, Müellefetü'l-Kulûb, yani gönülleri İslam'a yakınlaştırılmaya çalışılan kâfirlerle yaptığı antlaşmaya tükürerek onu yırtmıştı. Bunun üzerine onu Ebubekir'e şikâyet ettiler. "Halife sen misin, yoksa Ömer mi?" diye çıkıştılar. Ebubekir de, "Eğer Allah isterse odur!" diye cevap verdi.

Bu yüzden diyorum ki; Halid'in çirkin işlerine tek muhalif, belki de sadece Ali b. Ebu Talib idi. Ama tarihçiler ve ilk raviler onun ismini anmaktan pek hoşlanmıyorlardı. Onu Ömer olarak değiştirmişlerdi. Bazı rivayetlerin senedinde "Ebu Zeynep" adında birinden veya bazen de "adamın biri"nden söz ederler. Bu kişi, olsa olsa Ali'dir ve ondan başkası olamaz.  Ama anlaşılan onlar Ali'nin (a.s) adını açıkça anmak istemiyorlardı ve bu yüzden de kimliğini gizlemişlerdi.

Bazı tarihçiler, Ömer'in Halid ile düşman olduğunu, hatta onu görmeye bile tahammülü olmadığını yazar, buna neden olarak da Halid'in savaşlardaki galibiyetleriyle halkın gönlünü çaldığını ve Ömer'in bunu çekemediğini söylerler. Cahiliyet döneminde Halid ile Ömer'in güreş tuttuklarını ve bu güreşte Halid'in Ömer'in ayağını kırdığını yazanlar da vardır.

Her şeye rağmen Hz. Ali'nin tek itiraz eden kişi olduğu konusu, sadece bir varsayımdan ibaret değildir. Önemli olan şudur ki; Ömer, hilafete geçtiğinde Halid'i kenara aldı ama recm etme konusundaki tehdidini gerçekleştirmedi. İkisi de kabalık ve kendini beğenmişlikte aynı sırayı paylaşıyorlardı. İkisi de kaba ve taş kalpli idiler. İkisi de gerek Peygamber zamanında, gerekse daha sonra Peygamber sünnetiyle muhalefet ettiler ve onu yok etmek için çaba harcadılar.

Halid, Ömer ve Ebubekir'le, Peygamber'in vefatından sonra Ali'yi (a.s) öldürmek için anlaşma yapmışlardı.[345] Ama Allah-u Taâla Hz. Ali'yi (a.s) ilahî görevini ifa etmesi için korudu ve kurtardı.

Halid b. Velid'in şahsiyetini bir kez daha inceleyerek, onun Peygamber sünnetine herkesten daha uzak olduğunu, Peygamber'in sünnetiyle çeliştiğini, onu arkasına aldığını, Kurân ve sünnete hiçbir şekilde önem vermediğini görmüş olduk.

10- Ebu Hureyre Dusî

Resul-i Ekrem'in (s.a.a) ömrünün sonlarına doğru Müslüman olan sahabelerden biridir. İbn-i Sâd'ın Tabakat adlı kitabında bildirdiğine göre, Ebu Hureyre fazilet bakımından dokuzuncu veya onuncu sıralardadır. Hicretin yedinci yılının sonlarına doğru Peygamber'le tanıştı. Tarihçilerin dediğine göre onun Peygamber'le birlikteliği üç yıldan fazla değildir.[346]

Bazı tarihçiler de bu sürenin iki yıldan az olduğunu bildirmişlerdir. Çünkü Peygamberimiz onu İbn-i Hazremî ile birlikte Bahreyn'e gönderdi. Peygamberimiz vefat ettiğinde o Bahreyn'deydi.

Ebu Hureyre ne cihadıyla, ne de yiğitliğiyle meşhur biri değildi. Siyasetçilerden ve düşünürlerden veya hafızası güçlü fakihlerden de değildi. Üstelik okuma yazması da yoktu. Peygamber'in yanına karnını doyurmak maksadıyla gelmişti. Nitekim onunla ilk kez bu amaçla tanıştığını kendi de itiraf eder. Peygamberimiz de ona Suffe ehlinin[347] yanında yer vermişti. Ne zaman Peygamberimize sadaka ve yiyecek gelse, ona gönderirdi.

Çok aç kaldığını, sahabenin yolu üzerinde oturup kendisini halsizlik ve baygınlığa vurarak ondan bundan yiyecek dilendiğini veya "Belki biri çıkar da beni evine götürüp doyurur" diye düşündüğünü bizzat kendisi kendi hakkında rivayet etmiştir.

Ne var ki o, bu özellikleri ile değil, Resulullah'tan (s.a.a) çokça hadis ve rivayet nakletmekle meşhur olmuştur. Rivayetleri altı binden fazla olduğu için tarihçilerin oldukça dikkatini çekmiştir. Peygamber'in sohbetleri dışında, kendi şahit olmadığı ve içinde asla hazır bulunmadığı olaylar hakkında bile rivayetleri vardır.

Bazı araştırmacılar dört halifenin, (Ehlisünnet inancına göre) cennetle müjdelenen on kişinin, Resulullah'ın (s.a.a) hanımlarının ve Ehlibeyt'in (a.s) hadislerini bir araya getirerek bunları Ebu Hureyre'nin rivayetleriyle karşılaştırmış, hepsinin toplamının tek başına Ebu Hureyre'nin hadislerinin onda biri ve hatta yüzde biri kadar olmadığını görmüşlerdir. Oysa biz bu şahıslar arasında mesela, Hz. Ali'nin (a.s), otuz yıldan fazla Resul-i Ekrem'le (s.a.a) beraber olduğunu biliyoruz.

İşte burada Ebu Hureyre bir suçlamaya maruz kalmaktadır: Yalancılık ve hadis uydurma suçu... Bu yüzden, Ebu Hureyre hakkında "Yalancılıkla suçlanan ilk ravidir" denmiştir.

Gelin, görün ki Ehlisünnet ve'l-Cemaat onu "İslam Rivayetçisi" olarak adlandırıyor, çok saygın bir zat olarak anıyor ve sözlerini delil olarak sunuyor. Belki de bazıları onun Hz. Ali'den daha bilgili olduğunu iddia ediyordur. Zira Ebu Hureyre kendisi hakkında şöyle rivayet etmiştir: «Bir gün Allah resulüne, "Ey Allah'ın resulü, senden birçok hadis işitiyorum da unutuyorum." dedim. "Abanı yay!" buyurdu. Yaydım. Elleriyle (bir şey) avuçlayıp (abanın) içine at(ıyor gibi yap)tı. Sonra, "Topla!" diye emretti. Abamı topladım. İşte ondan sonra hiçbir şey unutmadım.»[348]

Ebu Hureyre, Peygamber'den o kadar hadis nakletmişti ki, sonunda Ömer dayanamayarak kendi eliyle onu kırbaçladı ve "Çok rivayet naklediyorsun, senden Resulullah adına yalan hadis uydurmak bile beklenir!" dedi. Zira Ebu Hureyre bir gün Peygamberimizin dilinden, "Allah yeri ve göğü yarattı, sonra da saydı; tam yedi gün geçmişti" şeklinde bir hadis rivayet etmişti. Ömer bu hadisi duyduğunda onu yanına çağırdı. Hadisi yeniden okumasını istedi. O da okuyunca öfkelenip ona bir daha vurdu. Sonra da, "Allah altı günde yarattığını söylüyor, oysa sen yedi günde yarattı diyorsun!" dedi. Ebu Hureyre "Bu rivayeti Kâbu'l-Ahbar'dan duymuş olabilirim" diye karşılık verince Ömer şöyle dedi: "O halde Peygamber'in rivayetleriyle Kâbu'l-Ahbar'ın rivayetlerini birbirinden ayırt edemediğin sürece bir daha da hadis nakletme!"[349]

İmam Ali de (a.s) onun hakkında şöyle buyurmuştur: "Bilesiniz ki bugün Resulullah'a karşı halkın en yalancısı Ebu Hureyre Dusî'dir."[350]

Ümmül Müminin Ayşe de defalarca onu yalanlamış, Resulullah'tan naklettiği birçok hadisi reddetmişti. Hatta bir keresinde onun yaptığı bu işin çirkinliğini dile getirerek, "Ne zaman Resulullah'ın böyle söylediğini duydun?" (veya "Sen, Resulullah'tan duymadığım hadisleri söylüyorsun!") diye çıkışmış, Ebu Hureyre de şöyle cevap vermişti: "Resulullah hadis söylerken sen ancak gözüne sürme çekmek ve aynanın karşısında saçına kına yakmakla meşguldün!"[351]

Ayşe, Ebu Hureyre'nin uydurmaları konusunda ayak diretip onun bir yalanını su yüzüne çıkarınca Mervan b. Hakem de olaya el attı ve Ebu Hureyre'nin rivayetlerini değerlendirmeye aldı. Ebu Hureyre zor durumda kaldığını görünce gerçeği itiraf ederek, "Ben onu Resulullah'tan değil, Fazl b. Abbas'tan duymuştum!" dedi.[352]

İbn-i Kuteybe, bu rivayet konusunda onu suçlayarak şöyle demiştir: "Ebu Hureyre, Fazl b. Abbas'ın adını öne sürmüştür. Hâlbuki o hayatta değildi. Hadisi ona isnat ederken insanlara bu hadisi ondan duyduğunu ima etmeye çalışıyordu."[353]

İbn-i Kuteybe, Tevil-u Muhtelifi'l-Hadis kitabında şöyle diyor: "Ebu Hureyre sürekli 'Peygamber (s.a.a) şöyle buyuruyor, ama ben bunu başkasından duydum' derdi."

Zehebî, Siyer-u Âlâmi'n-Nubela adlı kitabında, Yezid b. İbrahim'in Şûbe b. Haccac'dan şöyle dediğini duyduğunu nakleder: "Ebu Hureyre müdellis[354] idi."

İbn-i Kesir'in el-Bidaye ve'n-Nihaye kitabında şöyle yazılıdır: "Yezid b. Harun, Şube'nin de Ebu Hureyre hakkında aynı şeyi söylediğini işitmiştir. Yani o, müdellis idi; Peygamber'den ve Kâbu'l-Ahbar'dan duyduklarını nakleder, ama aralarında bir fark gözetmezdi."

Aynı şekilde Ebu Cafer İskafî de şöyle der: "Ebu Hureyre bizim üstatlarımıza göre ihlâssız idi ve rivayetleri makbul değildi."[355]

Ebu Hureyre, kendi zamanındaki sahabeler arasında yalancı, müdellis ve çok sayıda yalan rivayet sahibi biri olarak tanınıyordu. Öyle ki bazen onu alaya alırlar, ondan kendi hallerine uygun hadis uydurmasını isterlerdi.

Rivayet edilir ki: Kureyş kabilesinden biri yeni bir kürk satın almıştı ve onu giyerek halk arasında gösteriş yapıyordu. Bir gün Ebu Hureyre'nin yanından geçerken ona, "Ey Ebu Hureyre! Sen Peygamber'den çok hadis naklediyorsun. Acaba Peygamber'den benim kürküm hakkında da bir söz işittin mi?" diye sordu. Bunun üzerine Ebu Hureyre şöyle cevap verdi: "Ebul Kasım'dan (Resul-i Ekrem'den) duydum ki; öncekilerden biri yeni bir elbise giyip gösteriş yapıyordu. Allah da onu yerin dibine gömdü. Kıyamet gününe kadar da yerin dibine gömülmeye devam edecek. Allah'a ant olsun ki, acaba o, senin kabilenden veya ailenden miydi, yoksa başkası mıydı bilemiyorum."[356]

Rivayet ettiği hadisler birbiriyle çelişirken halk neden Ebu Hureyre'nin hadislerinde şüphe etmesin ki? Nitekim o, bir hadis rivayet ederken ona muhalefet eden başka bir hadis veya bir şahit gösterildiğinde hemen ilk söylediği hadisle çelişen başka bir hadis ileri sürerdi. Habeş dilinde ya da anlaşılmaz bir lehçeyle konuşurdu.[357]

Neden onu yalan hadis söylemekle suçlamasınlar ki? Zaten kendi de itiraf etmiyor mu? Hadisleri kesesinden çıkarıyor ve onu Peygamber'e isnat ediyor!

Buharî kendi Sahih'inde Ebu Hureyre'nin şöyle söylediğini nakleder: «Peygamber (s.a.a) buyuruyor ki: En iyi sadaka, geriye servet bırakandır. Üstte olan el, altta olan elden (veren el, alan elden) daha üstündür. İlk olarak kendi ailenden başla. Kadın der ki; "Ya bana ekmek ver, ya da beni boşa!" Köle der ki: "Bana ekmek ver, sonra çalıştır." Evlat der ki: "Bana ekmek ver, beni kime emanet edersen et!" Orada bulunanlar sordular: "Ey Ebu Hureyre! Bu hadisi Peygamber'den mi duydun?" Ebu Hureyre cevap verdi: "Hayır, bu, Ebu Hureyre'nin kesesindendi."»[358]

Bakın, nasıl da hadislere "Peygamber buyuruyor ki…" diye başlıyor? Sonra da ona itiraz edildiğinde veya kimden naklettiği sorulduğunda hadisin kendi ürünü olduğunu ve onu kendi kesesinden çıkardığını itiraf etmek zorunda kalıyor.

Ne mutlu Ebu Hureyre'ye ki, yalanlarla dolu bir kesesi var ve bu keseyi Muaviye ve Ümeyye oğullarının sayesinde genişletmeyi başarmış; haysiyet, güç, servet ve saraylar elde etmiştir!

Muaviye onu Medine'ye vali olarak atadı ve onun için akikten bir saray yaptırdı. Bununla da kalmayıp onu eşraftan bir kadınla evlendirdi. Öyle ki, Ebu Hureyre daha önce bu kadının yanında bir hizmetkâr olarak görev yapıyordu.

Ebu Hureyre'nin, Muaviye'nin yanında adeta bir vezir gibi durması, onun şerefli, âlim ve üstün bir kişiliğe sahip olmasından kaynaklanmıyordu. Muaviye onun hadis konusundaki yerini görüyor ve bu uyduruk hadisleri onun vasıtasıyla yaymak istiyordu. Ali (a.s) hakkında bazıları iki gönüllüydü. Lanet okumaktan sakınıyorlardı. Oysa Ebu Hureyre, Ali'yi (a.s) kendi evinin içinde, hatta Şiîlerinin yanında bile lanetlemekten geri kalmıyordu.

İbn-i Ebil Hadid, Şerh-i Nehcü'l-Belaga'da şöyle der: «Ebu Hurey-re, Cemaat Yılı'nda Kûfe Mescidi'ne geldi ve kendisini karşılamaya gelenleri oldukça kalabalık görünce iki dizinin üzerine oturup eliyle alnına vurarak şöyle dedi: "Ey Irak halkı! Siz benim Peygamber hakkında yalan mı söylediğimi düşünüyorsunuz? Kendimi (bile bile) ateşe atacağımı mı zannediyorsunuz? Allah'a ant olsun ki Peygamber'in şöyle buyurduğunu duydum: "Her peygamberin bir haremi (mahrem bölgesi) vardır. Benim haremim de Ayr ve Sevr dağları hududunca Medine'dir. Kim burada (kötü) bir olay çıkarırsa Allah'ın, meleklerin ve insanların laneti ona olsun! Ve ben şahitlik ederim ki Ali orada olay çıkarmıştır!" Bu rivayet Muaviye'nin kulağına varınca onu mükâfatlandırdı, ona değer verdi ve valisi yaptı.»[359]

Bizim için şu şahit yeterlidir ki, o, Muaviye tarafından Medine valisi olmuştur. Allah'ın düşmanını dost bilen ve Resulullah'ın dostunu düşman bilen kimseden elbette ki özgür düşünceli herkes şüphe eder. Muhakkak ki Ebu Hureyre, boş yere İslam'ın başkentine vali olmadı. O, sadece Muaviye'ye ve diğer Emevî valilerine yapmış olduğu hizmetlerin karşılığını aldı.

Ebu Hureyre Medine'ye sadece avretini kapatan bir peştamalla gelmişti. O, yoldan geçenlerden dilenir, bir lokma ekmek alarak yarım canını doyurmaya çalışırdı. Baştan ayağa her yanı bit kaynıyordu. Derken Medine'nin valisi oldu. Akikten yapılmış sarayında oturuyordu. Serveti, hizmetçileri ve köleleri vardı. İnsanlar randevusuz onunla görüşemezdi. Bunların hepsi onun kesesinin bereketiydi.

Çok da şaşırmamak gerek! Bugün dahi aynı şeyleri görmek mümkündür. Nice fakirler var ki, kendilerini hüküm sahiplerine yakın göstererek bir anda makam sahibi oluyorlar. Böylece dünya onlara saygı gösteriyor. İstediklerini yapıyorlar. Sınırsız servetlere konuyor, çeşit çeşit otomobillere biniyorlar. Kimse de onları sorgulayamıyor. Öyle yiyecekleri var ki pazarlarda dahi bulunmaz. Tüm bunlara rağmen bir de bakıyorsunuz ki aslında bunlar ana dillerini bile doğru dürüst konuşamıyorlar. Hayattan, karınlarını ve şehvetlerini doyurmaktan başka bir beklentileri de yoktur. Yalnızca Ebu Hureyre'nin kesesi gibi keseleri vardır. Elbette içlerinde biraz farklılık var, ama hedef yine aynıdır.

Bu hedef, hâkim yönetimi razı etmek ve onun reklâmını yapmaktır. Böylece hükümetlerini sağlam bir temel üzerine oturtmaya, düşmanlarını ortadan kaldırmaya, taçlarını ve koltuklarını sağlamlaştırmaya çalışırlar.

Ebu Hureyre, Ümeyye oğullarının taraftarlarındandı. Onu Osman b. Affan zamanından beri sevmişlerdi. Çünkü Ebu Hureyre'nin Osman hakkındaki görüşleri bütün muhacir ve ensardan farklıydı. Ebu Hureyre, Osman'ın öldürülmesi olayında parmağı olanları kâfir biliyordu. Hiç şüphesiz o, Ali b. Ebu Talib'i de (a.s) Osman'ı öldürmekle suçluyordu. Bunu onun Kûfe Mescidi'nde yapmış olduğu konuşmasından anlıyoruz. Zira o, bu konuşmasıyla Allah'ın, meleklerin ve insanların Hz. Ali'ye lanet okuduğunu ima ediyordu.

İbn-i Sâd, Tabakat'ında şöyle der: Ebu Hureyre hicretin 59. yılında öldü. Osman'ın çocukları onun tabutunu omuzlayıp Bakî Mezarlığı'na götürdüler. Böylece Osman hakkındaki görüşlerinden ötürü ona teşekkür etmiş oldular."[360]

Bakın şu Allah'ın işine! Müslümanların halifesi olmasına, "Zinnu-reyn" diye anılmasına, birçoklarının iddiasına göre meleklerin bile kendisinden hayâ etmesine rağmen Kureyş'in en önde gelenlerinden biri olan Osman'ı koyun gibi boğazlayarak öldürüyor; ölümünden üç gün sonra gusülsüz ve kefensiz olarak bir Yahudi mezarlığına gömüyorlar, ama Ebu Hureyre gibi biri aynı topluluk arasında izzet ve ihtiramla ölüyor!

O fakirdi ve kimse ailesini veya kabilesini tanımıyordu. Kureyş'le bir bağı da yoktu. Muaviye döneminde makam elde eden Osman'ın evlatları, Ebu Hureyre'nin cenazesini sırtlarına alarak Peygamber'in Bakî Mezarlığı'na defnettiler.

Şimdi de Ebu Hureyre'nin sünnet karşısındaki tutum ve davranışlarına bir göz atalım:

Buharî, Sahih'inde Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini nakleder: "Ben Allah resulünden iki tabak saklamıştım. Birini dağıttım. Diğerini de dağıtsaydım boynumu vururlardı."[361]

Geçen konularda Ebubekir ve Ömer'in Peygamber'in yazılı sünnetini yaktıklarını, hadisçilerin bu hadisleri anlatmalarına izin vermediklerini yazmıştık. İşte, Ebu Hureyre, o perdeyi aralayarak bizim sözlerimizi onaylamış, halifelerin hoşuna giden şeylerin dışında hiçbir şey nakletmediğini itiraf etmiştir. Bu yüzdendir ki, Ebu Hureyre'nin iki kesesi veya iki tabağı vardı. Doğal olarak bunlardan sadece birini anlatıyordu. O da halifelerin hoşlandıkları şeydi. Açıklamaktan korktuğu ikinci tabak ise, Peygamberimizin doğru hadisleriyle dolu olan tabaktı. Eğer Ebu Hureyre doğru ve emin birisi olsaydı, doğru hadisleri saklayıp, uydurduğu hadisleri zalimleri korumak için yaymazdı. Oysa Ebu Hureyre, Allah'ın apaçık ayetlerini saklayanları lanetlediğini çok iyi biliyordu.

Buharî, Ebu Hureyre'nin dilinden şöyle nakleder: «Halk, "Ebu Hureyre çok hadis rivayet ediyor!" deyip duruyor. Hâlbuki Allah'ın kitabında şu iki ayet olmasaydı, hiçbir hadisi nakletmezdim: "İndirdiğimiz apaçık delilleri, bildirdiğimiz dosdoğru yolu, insanlara Kurân'da tamamıyla anlattıktan sonra bunu gizleyenlere gelince; Allah da onlara lanet eder, lanet edenler de."[362] Ebu Hureyre diğer ayeti de okuduktan sonra şöyle devam ediyor) Muhacir kardeşlerimiz çarşılarda alışverişle, ensar kardeşlerimiz de malları (ve toprakları) için çalışmakla meşgul olurken Ebu Hureyre boğazı tokluğuna Resulullah'ın yanında bulunuyordu. Onların bulunmadıkları mecliste hazır bulunur, onların ezberleyemedikleri şeyleri ezberlerdi.»[363]

O halde nasıl olur da Ebu Hureyre "Kurân'daki iki ayet olmasaydı hadis nakletmezdim" diyebilir? Daha önceki rivayette iki tabağı olduğunu, birini anlattığını, diğerini de boğazı kesilir korkusuyla anlatamadığını kendisi söylemiyor mu? Acaba Kurân'ın ayetlerine rağmen hakikatleri kendi gizlediğine dair kendisi şahitlik etmiyor mu?

Resul-i Ekrem (s.a.a), ashabına "Aileleriniz arasına geri dönün ve (anlattıklarımı) onlara da öğretin"[364], "Nice elçiler vardır ki (hadisi bizzat dinlemedikleri halde), dinleyenlerden daha iyi anlarlar" derken veya Abdukays'ın sözcülüğündeki bir heyeti ilim ve imanı öğrenmeye ve bunları kendi kabilelerine aktarmaya teşvik ederken[365] neden bir sahabe Peygamber'in hadisini nakletmekten korksun ki? Bir sahabenin sırf Peygamber'in hadisini naklettiği için boğazının kesilmesinden korkması sizce de ilginç değil mi? Belki de rivayet edilecek hadislerde halifelerin ortaya çıkmasını istemedikleri birtakım gerçek vardı, öyle değil mi?

Biz, önceki konularda ve yine Zikir Ehline Sorun adlı kitabımızda bu sırrı açıklamıştık. Özetle değinecek olursak, "Bu hakikat, Peygamberimizin (s.a.a) Hz. Ali'yi (a.s) nassa dayalı olarak halife seçmesidir" diyebiliriz.

Aslında Ebu Hureyre'yi kınamamak gerekir. Zaten kendi değerini kendisi ortaya koymuş, "Allah, Peygamber ve insanlar, Peygamber hadislerini saklayanları lanetler" demiştir. Asıl kınanması gereken birileri varsa o da Ehlisünnet ve'l-Cemaat'tir. Çünkü bu cemaat, Ebu Hureyre gibi birini "Ehlisünnet'in Rivayetçisi" olarak kabul ediyor. Hâlbuki Ebu Hureyre, hadisleri sakladığını, tedlis (müdellislik) ettiğini ve uydurduğunu bizzat kendisi itiraf ediyor. Ebu Hureyre başkalarının sözleriyle Peygamberimizin sözlerini birbirine karıştırmış, hangisinin Peygamberimize, hangisinin başkasına ait olduğunu kendisi bile teşhis edememişti. Bunların hepsi Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in kendi sahih ve müsned kitaplarında yazılı olan gerçeklerdir. İlave ve iftira yoktur.

Hal böyleyken Ali b. Ebu Talib gibi biri onun adaletinden şüphe ederken ve "Resulullah'a karşı halkın en yalancısı Ebu Hureyre Dusî'dir" derken nasıl olur da yine de Ebu Hureyre gibi yalancı olarak adlandıran birine güvenebiliyorlar? Ömer onu yalancılıkla itham ederken ve defalarca dayak atıp sürgünle tehdit ederken yine de Ebu Hureyre mi diyorlar? Ayşe de onu dışlayıp defalarca yalancı olarak adlandırmamış mıydı? Sahabelerin çoğu yanlış ve eksik hadis naklettiği için onu reddetmemişler miydi?  Bizzat kendisi bile bazen kendi yanlışlığını itiraf edip, Habeşi diliyle kaçamak cevaplar verdiğini itiraf etmemiş miydi? Birçok İslam âlimi onu dışlamış, yalancı ve tedlis ehli olduğunu savunmuş, Muaviye'nin dalkavukluğunu yaptığını, onun sofrasının hayranı olduğunu ve gözünün onun altınlarında olduğunu söylememiş miydi? Tüm bunlardan sonra nasıl olur da Ebu Hureyre "İslam'ın Rivayetçisi" olabiliyor? Nasıl oluyor da İslam'ın hükümlerini ondan öğreniyorlar?

Bazı araştırmacılar, Yahudi inançlarını Ebu Hureyre'nin İslam'a soktuğunu ve hadis kitaplarını bunlarla doldurduğunu söylüyorlar. Başka bir deyişle; bir Yahudi olan Kâbu'l-Ahbar, onun sayesinde Yahudi inançlarını İslam'a sokmuştur. Teşbih,[366] tecsim,[367] hulul[368] ve peygamberler hakkında kötü sözler hep Ebu Hureyre tarafından İslam'a atfedilmiştir.

Acaba şimdi Ehlisünnet mensupları tövbe edip doğru yola dönmeyi kabul ederler mi? Peygamberimizin (s.a.a) gerçek sünnetini kimlerden öğreneceklerini anlamışlar mıdır? Bu konuda ne zaman bize sorsalar, onlara vereceğimiz cevap şudur: "Gelin, ilim şehrine kapısından girin, tertemiz Peygamber evlatlarına sarılın; onlar sünnetin koruyucuları, ümmetin kurtuluş gemisi, hidayet öncüleri, karanlıkların aydınlatıcısı ve Allah'ın sağlam ipleridir."

11- Abdullah b. Ömer

Adı çokça anılan sahabelerdendir. Üç halife dönemindeki olaylarda önemli rolleri olmuştur. Ömer b. Hattab'ın oğlu olması, Ehlisünnet ve'l-Cemaat yanında saygın ve sevilen birisi olmasına yetmiştir. Ehlisünnet arasında büyük fıkıh âlimlerinden ve Peygamber'in hadislerini ezberleyenlerden biri olarak tanınır. Hatta İmam Malik, birçok dinî hükümlerini ona dayandırmış ve Muvatta adlı kitabını onun rivayetleriyle doldurmuştur.

Ehlisünnet ve'l-Cemaat kitaplarını her açıp okuduğumuzda mutlaka onun ismine rastlarız. Ama bir araştırmacı gözüyle bu kitaplara bakacak olursak, onun adaletten, doğruluktan, Peygamber sünnetinden, fıkıh ve din ilimlerinden uzak olduğunu görürüz.

Onun hakkında bizim dikkatimizi çeken ilk nokta, Peygamber ailesinin efendisi Ali b. Ebu Talib'le olan şiddetli düşmanlığı olmuştur. Her fırsatta İmam Ali'yi (a.s) aşağılamış, onu okuma yazma bilmeyen sıradan insanların seviyesine kadar indirmeye çalışmıştır.

Daha önce de dediğimiz gibi Abdullah b. Ömer, bazı rivayetler uydurmuştu ve onun anlattıklarına göre; Peygamber zamanında sahabeler arasında derece farkı vardı. İnsanların en üstününü önce Ebubekir, sonra Ömer, sonra da Osman'dı ve geriye kalan insanlar da eşit idi. Güya Resul-i Ekrem (s.a.a) tüm bu söylentileri duyuyor ama hiçbir şey söylemiyordu![369]

Bu rivayet yalandan başka bir şey değildir. Hatta cevap vermeye değmeyecek kadar boş ve değersiz bir uydurmadır.

Daha önce Abdullah b. Ömer'in, Resul-i Ekrem (s.a.a) zamanındaki yaşantısına kısaca değinmiştik. O zamanlar Abdullah, henüz ergenlik çağına bile girmemişti. İlim ehliyle hiçbir alakası yoktu ve onun görüşlerine kimse itina etmiyordu. Onun yaşını en fazla rivayet edenler bile Peygamberimiz vefat ettiğinde onun henüz on dokuz yaşında olduğunu söylerler.

O zaman nasıl olur da "Biz, Peygamber zamanında halkın birbirine karşı üstünlüğünden söz ederdik" diyebilir? Belki de Abdullah, bu görüşleri çocuklar arasında söylemiştir. Yani Ebubekir ve Osman'ın çocukları ile kendi kardeşleri arasında… "Peygamber duyuyor ama bir şey söylemiyordu" sözü de dolayısıyla yalanlanmış oluyor. Bu da rivayetin yalan olduğunu ve onun kötü niyetle söylendiğini gösteriyor.

Bunlar bir tarafa, Peygamberimiz (s.a.a), Abdullah b. Ömer'in Hendek ve diğer savaşlara katılmasına izin vermemişti. Çünkü Abdullah, henüz on beş yaşına yeni girmişti.[370]

Hiç şüphesiz Hayber Savaşı'nda oradaydı. Ebubekir ve Ömer'in nasıl kaçtıklarını kendi gözleriyle görmüştü. Hiç şüphesiz Peygamber'in bu sözünü de duymuştu: "Yarın bayrağı öyle birine vereceğim ki, Allah ve resulü onu sever, o da Allah ve resulünü sever. Çok hamle eder ve kaçmaz. Allah onun kalbini imanla sınamıştır."

Ertesi gün bayrağı öyle birine verdi ki, kâfirlerin bütün ümitleri boşa çıktı; hepsi üzüntüye boğuldu. O, büyük kerametler sahibi ve Allah'ın yenilmez aslanı Ali b. Ebu Talib idi.[371]

Raiyyet Hadisi olarak bilinen bu hadis, İmam Ali'nin (a.s) diğer sahabeler karşısındaki üstünlüğünü ve gerek Allah, gerekse Resulü katında ne kadar yüksek bir makama sahip olduğunu göstermektedir. Bu iftihar ona yeter ki, Allah ve resulü onu seviyordu. Ama bir de Abdullah b. Ömer'e bakın! İmam'a karşı öylesine nefret duyuyordu ki onun bu makamını bildiği halde onu halktan biri gibi göstermeye çalışıyordu.

Daha önce de dediğimiz gibi Ehlisünnet ve'l-Cemaat, Abdullah b. Ömer'den öğrendiği bu rivayete göre amel ediyor, İmam Ali'yi (a.s) Hülefa-i Raşidin'den dahi kabul etmiyordu. Onun hilafetini sadece Ahmed b. Hanbel zamanında kabullendiler. Bu zamanda Hz. Ali'nin (a.s) faziletleri hakkındaki hadislerin gün yüzüne çıkmasıyla geçmişte ona karşı olumsuz yaptırımları olan kimseler de rezil oldu. İnsanlar onları sorgulamaya başladılar. O dönemin insanları, Hz. Ali'ye (a.s) düşmanlık gütmenin en büyük nifak olduğunu anladılar.

Böylece bu grup, Hz. Ali'nin halifeliğini kabul etmek ve onu Raşit halifeler arasına almak zorunda kaldı. Yalanla ve istemeyerek de olsa Ehlibeyt'i sevme iddiasında bulundular.

Neden bir kişi çıkıp da Abdullah b. Ömer'e şöyle bir soru sormadı acaba: Resul-i Ekrem'in (s.a.a) vefatından sonra bütün Müslümanlar veya Müslümanların büyük çoğunluğu hilafet konusunda neden iki kişi arasında tereddütte kalmıştı? Neden sadece Ebubekir ile Ali (a.s) arasında ihtilaf ediyorlardı? Neden hiç babasından veya Osman b. Affan'dan söz edilmiyordu?

Ömer'in oğluna şu soruyu sormak lazım: Eğer Resul-i Ekrem (s.a.a) senin sözünü tasdik edercesine sessiz kalmış ve kimsenin Ebubekir, Ömer ve Osman'dan daha üstün olmadığını kabul etmişse, o halde neden ölümünden iki gün önce henüz suratında tüy bile çıkmamış ve senden daha küçük yaşta olan birini İslam ordusunun komutanı yapıp, herkese onun bayrağının altına girmesini emretmişti? Acaba babanın dediği gibi, Peygamberimiz (hâşâ) sayıklıyor muydu?

Yine sormak gerekir: Neden muhacir ve ensar, Ebubekir'le biatleştikleri gün, Hz. Fatma'ya, "Eğer kocan ve amcanın oğlu, Ebubekir' den daha önce bizim yanımıza gelmiş olsaydı, ondan başka kimseyi kabul etmezdik!" dediler? Bu, sahabenin büyükleri tarafından, Hz. Ali'nin (a.s) üstünlüğünü gösteren bir itiraf değil midir? Sadece bir oldu-bitti ve hesapta olmayan bir biat, İmam Ali'nin hilafetinin pratiğe dönüşmesine engel olmuştur. Öyle ya, böyle bir zamanda Abdullah b. Ömer gibi eşini nasıl boşaması gerektiğini bilmeyen gururlu bir gencin görüşü, sahabenin büyüklerinin görüşü karşısında ne kadar değerli olabilir ki?

Son olarak da şunu sormak gerekiyor: Ömer'in ölümünden sonra neden sahabenin çoğu Hz. Ali'yi (a.s) hilafet için daha uygun gördü? Neden Ali'yi Osman'dan daha üstün tuttular ve sadece Abdurrahman b. Avf'ın "önceki halifelerin yönetimiyle hilafet etmek" şartını kabul etmediği için onu kenara ittiler?[372]

Abdullah b. Ömer, babasından etkilenmişti. Ebubekir, Ömer ve Osman'ın halifelik dönemlerinde yaşamış ve Ali'nin (a.s) hep bir köşeye itildiğini görmüştü. Onların arasında yoktu, hükümetlerinde ona bir makam da verilmemişti. Arap şahsiyetler, Hz. Ali'yi, amcasının oğlunun (s.a.a) ve kadınların en üstünü eşinin vefatından sonra ondan yüz çevirmişlerdi. Çünkü elinde halkın dikkatini çekebilecek bir şeyi yoktu.

Hiç şüphesiz Abdullah b. Ömer babasına en yakın şahsiyetti. Onun görüşlerini duyuyor, dostlarını ve düşmanlarını onun öğretilerine göre belirliyordu. Bu yüzden de Ali ve Ehlibeyt'e karşı öfke ve kinle büyüdü. Bir gün Osman'ın öldürülmesi olayından sonra muhacir ve ensarın ona biat ettiğini görünce bu, ona zor geldi. Gizli olan kinini açığa vurarak Hz Ali'ye biat etmeye yanaşmadı. Sonunda Medine'de daha fazla kalmak istemedi ve Umre'ye gitmek bahanesiyle Mekke'ye gidip oraya yerleşti.

Abdullah b. Ömer, bu tarihten itibaren tüm gücünü halk hareketini gevşetmek, Hz. Ali'ye (a.s) karşı tutumlarını değiştirmek ve onları isyana ve savaşlara sevk etmek için kullandı. Hz. Ali'nin onları yeniden kitap ve sünnete yönlendirmesini istemiyordu. Abdullah, zamane imamına itaat etmenin vacip olduğunu bildiği halde onu yalnız bırakan ilk kimselerdendi.

Hz. Ali'nin (a.s) öldürülmesinden sonra İmam Hasan'la mücadelesi sonucu iktidarı ele geçirmeyi başaran Muaviye, halka hitaben bir konuşma yaparak şöyle dedi: "Ben, sizinle namaz kılmanız ve oruç tutmanız için savaşmadım. Bilakis, size hükümdarlık edebilmek için savaştım. Allah da bana istediğimi verdi!" İşte, tam bu sırada Abdullah b. Ömer biat etmek amacıyla Muaviye'ye koşuyor ve "Halk, onun hakkında ihtilaf ettikten sonra yine onun hakkında bir araya gelmiş ve ona biat etmiştir" iddiasında bulunuyor.

Bence bu yılı "Cemaat Yılı" olarak ilan eden kişi de Abdullah b. Ömer olmuştu. Böylece o ve Ümeyye oğullarından oluşan takipçileri, Ehlisünnet ve'l-Cemaat'i tesis etmiş oldular. O günden sonra kıyamete kadar da bu isimle adlandırılacaklardır.

Abdullah b. Ömer'e ve onunla aynı fikirde olan Ehlisünnet ve'l-Cemaat'e sormak lazım: Tarih boyunca Hz. Ali'nin (a.s) hilafeti gibi hangi hilafet olayında halk, her kesimiyle, topluca ve istekli olarak böylesi bir biatte bulunmuştur?

Ebubekir'in halifeliği alelacele ve hesapsız bir şekilde gerçekleşmiş, sahabenin çoğu biat etmekten kaçınmıştı. Ömer'in halifeliği de kimsenin görüşü dikkate alınmadan Ebubekir'in vasiyetiyle gerçekleşmişti. Osman'ın halifeliği ise Ömer'in seçtiği üç kişinin onayıyla ve Abdurrahman b. Avf'ın kendi kararıyla sonuçlandı. Ama Hz. Ali'nin (a.s) biati muhacir ve ensarın kendi isteğiyle oldu. Hiçbir zorluk ve propaganda olmadan gerçekleşti. Müminlerin Emiri Ali (a.s), onların kendine olan biatlerini tüm İslam âlemine mektupla ulaştırdı ve herkes de bunu kabul etti. Sadece Şam'da bulunan Muaviye kabul etmedi.[373]

Abdullah b. Ömer ve Ehlisünnet ve'l-Cemaat'e göre Muaviye'yi öldürmek vacipti. Çünkü o, İslam ümmetinin birliğini, hilafete geçebilmek sevdasıyla tehlikeye attı. Biz, bu hükmü Sahih-i Müslim'in Resul-i Ekrem'den (s.a.a) naklettiği şu rivayete dayanak veriyoruz: «Peygamber efendimiz buyuruyor ki, "İki halifeye biat edildiğinde bunlardan ikinciyi öldürün!"»[374]

Yine Sahih-i Müslim'de Resul-i Ekrem'in (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim bir imama biat eder, elinin ayasını ve kalbinin semeresini ona verirse (ona gönül hoşluğuyla biat ederse), ona itaat etsin. Onunla çatışan bir başkası gelirse, sonrakinin boynunu vurun!"[375]

Ne var ki, Abdullah b. Ömer, Kurân'a ve Peygamber'e uyarak Muaviye'yle savaşacağı yerde Müslümanların halifesiyle savaşmayı ve ona karşı fitne çıkarmayı tercih etti. Biz görüyoruz ki, Abdullah, tüm Müslümanların icma ile biatinde birleştiği Hz Ali'ye (a.s) yüz çevirmiş; onun yerine zamanının imamına itaatsizlik eden, onunla savaşan, günahsız insanların kanını akıtan ve etkisi bugünlere kadar gelen fitnelerin çıkmasına neden olan Muaviye gibi birine biat etmeyi yeğlemiştir.

Bundan dolayı ben, şahsen, Abdullah b. Ömer'in Muaviye'nin tüm cinayet ve ihanetlerine ortak olduğuna inanıyorum. Zira Abdullah, Allah'ın ve Peygamber'inin onlara ve çocuklarına haram kıldığı hilafet makamının Muaviye'ye ulaşmasına yardımcı olmuş, onun saltanatını sağlamlaştırmıştı. Nitekim hadiste de hilafetin onlara haram kılındığı rivayet edilmiştir.

Abdullah b. Ömer bunlarla da yetinmeyip içkili, bozguncu ve imandan uzak biri olan melunlar melunu Yezid'e biat etti. Oysa Yezid, azat edilmiş bir babanın azat edilmiş oğluydu. Eğer İbn-i Sâd'ın Tabakat adlı kitabında yazdığına bakılacak olursa; "(Ömer'e göre), hilafet makamı, azat edilen hiçbir kimsenin layık olmadığı bir makamdır ve bu makam, (Mekke'nin) fethinden sonraki Müslümanlara ve onların çocuklarına dahi düşmez."[376]

"O halde nasıl olur da Abdullah, babasıyla muhalefet edebilir?" diye sormayın. Çünkü hilafet konusunda Kurân ve sünnete muhalefet etmekten geri kalmayan kimse, hâliyle de babasının görüşleriyle muhalefet edebilir.

Acaba bu durumda Abdullah b. Ömer'e şöyle sorabilir miyiz: Hangi icma ile Yezid'e biati kabul ettin? Ümmetin temiz insanları ne zaman onunla biatleşti? Bütün muhacir ve ensar, hatta cennet gençlerinin efendisi İmam Hüseyin (a.s), Abdullah b. Zübeyr ve Abdullah b. Abbas, taraftarlarıyla birlikte Yezid'e biat etmekten kaçınmadılar mı?

Abdullah b. Ömer'in başlangıçta Yezid'e biat etmediğini herkes bilir. Ama Muaviye onun kalbini nasıl çalacağını biliyordu. Nihayetinde ona yüz bin dirhem gönderdi. Sonra da oğlu Yezid'e biat edilmesi hakkında bir konuşma yaptı. Abdullah b. Ömer bunu duyunca, "Onun benden daha önce istemiş olduğu şey budur? Demek ki benim dinim çok ucuzmuş!" dedi.[377]

Evet, Abdullah b. Ömer kendi de itiraf ettiği gibi dinini çok ucuza sattı. Takva ehlinin önderi Ali'ye (a.s) biat etmekten kaçındı, ama isyankârların önderi Muaviye'ye ve bozguncuların önderi Yezit'e biat etmek için çok acele etti. Böylece zalim Muaviye'nin tüm günahlarını üzerine almış oldu. Hiç şüphesiz o, Yezid'in cinayetlerini de üzerine almış oluyordu. Daha da öteye, Peygamber'in hürmetini ayaklar altına alarak cennet gençlerinin efendisinin, Peygamber ailesinin ve ümmetin pak insanlarının Kerbela'da şehit edilmesinden ve daha sonraları meydana gelen Harra Olayı'ndan[378] da sorumludur.

Abdullah b. Ömer, yezide biat etmesi yetmezmiş gibi halkı ona biat etmeye zorluyor, ona yönlendiriyor ve ona karşı ayaklanma çıkarmak isteyenleri korkutuyordu.

Buharî, Sahih'inde şöyle nakleder: (Medine halkı Yezid'i hilafetten azlettikten sonra) Abdullah b. Ömer çocuklarını, çevresini ve kölelerini etrafına toplayarak onlara şöyle seslendi: «Biz, bu adama Allah ve resulünün biatiyle biat ediyoruz.[379] Ben Resulullah'ın şöyle buyurduğunu duydum: "Kıyamet gününde hainler için bir bayrak açılacak ve 'Bu, falancanın ihanetidir!' denilecek. Şirkten sonra Allah'a karşı yapılabilecek en kötü hıyanet, birine Allah ve resulünün biatiyle biat ettikten sonra onu bozmaktır."[380] Sakın ola Yezid'in hilafetini reddetmeyin veya bu duruma seyirci kalmayın veyahut da böyle bir işin içinde hazır bulunmayın. Aksi takdirde onunla aram açılır!»[381]

Yezid, Abdullah b. Ömer'in yardımı ve halkı biate teşvikiyle güçlendi. Çok geçmeden Müslim b. Ukbe komutanlığında bir ordu hazırlayarak Peygamber'in Medine'sine gönderdi. Onlara canlarının istediği her şeyi yapabilmeleri konusunda izin verdi. Müslim b. Ukbe ve ordusu on bin sahabeyi katletti, kadınlarını cariye olarak aldı, mallarını yağmaladı. Belazerî'ye göre, yedi yüz Kurân hafızı öldürüldü. Kadınlara ve kızlara tecavüz edildi. Bu tecavüz yüzünden zinadan türeme binin üzerinde çocuk dünyaya geldi. Sonra da Yezid'in kulu-kölesi olduklarına dair Medinelilerden biat alındı.

Acaba Abdullah b. Ömer bütün bu işlerde onlarla ortak sayılmaz mı? Yezid'i destekleyen ve halkı ona biat etmeye teşvik eden o değil miydi? Artık ben son kararı araştırmacıların vicdanına bırakıyorum!

Abdullah b. Ömer, bunlarla da yetinmeyip "melun, azade, kertenkele ve bozguncu" lakaplarıyla tanınan Mervan b. Hakem'e bile biat etti. Oysaki Mervan, İmam Ali (a.s) ile savaşmış, Talha'yı öldürmüş ve yüz kızartıcı suçlar işlemişti.

Ömer'in oğlu bununla da yetinmedi. Birkaç adım daha ileri giderek Haccac b. Yusuf'a dahi biat etti. Hâlbuki Haccac, zamanının en büyük kâfiri idi. Kuranla alay ediyor, "Kurân, Arapların (savaşlarda) okuduğu recezlerden[382] ibarettir" diyordu. Efendisi Abdulmelik b. Mervan'ı Peygamber'den de üstün görüyordu. Haccac'ın bozgunculuğunu Şiî-Sünnî herkes bilir. Öyle ki, tarihçiler, bütün İslamî temellerin onun tarafından yıkıldığını yazmışlardır.

Hafız b. Asakir, kendi Tarih'inde şöyle yazar: "Bir gün, iki kişi Haccac hakkında tartıştı. Biri Haccac'ın kâfir olduğunu, diğeri de yoldan çıkmış bir mümin olduğunu savunuyordu. Derken tartışma kavgaya dönüştü. Sonunda hakemlik yapması için meseleyi Şubî'ye açtılar. Şubî de onlara şöyle dedi: O, puta ve tağuta tapar, yüce Allah'ı ise inkâr eder."[383]

Haccac, bütün ilahî yasakları çiğneyecek kadar pervasız ve aşağılık biriydi. Tarihçilerin yazdıklarına göre, Haccac, ihlâs sahibi müminleri, özellikle de Ehlibeyt (a.s) dostlarını öldürüp işkence etmede oldukça ileri gitmişti. İnsanların uzuvlarını keserek onlara işkence ediyor, sonra da öldürüyordu. Halk, Haccac'ın elinden çektiği kadar kimseden çekmemişti.

İbn-i Kuteybe, Tarih'inde şöyle yazar: "Haccac, bir günde yetmiş bin küsur insanı öldürdü. Döktüğü kanlar mescit kapısından sokağa akıyordu."[384]

Tirmizî de Sahih'inde şöyle der: "Haccac'ın elleri ve ayakları bağlı olarak öldürdüğü topluluğu saydılar. Nihayet, sayılarının 120 bin kişiden daha fazla olduğunu gördüler."[385]

İbn-i Asakir de yine Tarih'inde Haccac tarafından öldürülenlerin sayısına değindikten sonra şöyle der: "Haccac'ın ölümünden sonra zindanında seksen bin kişi buldular. Bunların otuz bini kadınlardan oluşuyordu."[386]

Haccac sürekli kendini (hâşâ) yüce Allah'a benzetirdi! Ne zaman zindanının yanından geçecek olsa, zindandakilerin feryadını duyar, onlara "Defolun gidin, benimle konuşmayın!" derdi.

İşte bu Haccac, yıllar önce Peygamberimiz (s.a.a) henüz sağlığındayken hakkında şöyle buyurduğu kimseydi: "Sakif kabilesinde yalancı ve bozguncu biri var!" Ne ilginçtir ki, bu hadisin ravisi de Abdullah b. Ömer'in ta kendisidir![387]

Evet, Abdullah b. Ömer, Peygamber'den (s.a.a) sonra yeryüzünün en faziletli insanına biat etmedi, ona yardımcı olmadı ve arkasında namaz kılmadı. Böylece Allah da onu zelil etti. Biat için Haccac'a gittiğinde, "Allah resulünün şöyle dediğini işittim: Eğer biri ölür de boynunda bir başkasının biati olmazsa cahiliye ölümüyle ölmüştür!" dedi. Bunun üzerine melun Haccac onu aşağıladı. Ayağını onun elinin üzerine koyarak, "Ellerim şu an için meşgul, o halde ayaklarımla biat et!" diye çıkıştı. Ömer'in oğlu işte bu kâfir Haccac'ın ve onun veziri olan Necdet b. Amir'in[388] arkasında namaz kılıyordu.[389]

Hiç şüphesiz Abdullah b. Ömer'in bunların arkasında namaz kılmasının sebebi, her namazdan sonra İmam Ali'ye (a.s)'a lanet okumalarıydı. O da bundan dolayı mutlu oluyordu. Bu yüzden görüyoruz ki, Ehlisünnet'e göre iyi, kötü, mümin ve fasık ayırt edilmeden bunların arkasında namaz kılınabilir. Nitekim delil sunma safhasında da önderleri ve fakihleri olan Abdullah b. Ömer'in kâfir olan Haccac'ın ve Haricî olan Necdet b. Amr'ın arkasında namaz kılmasını gösterirler.

Oysaki Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyuruyor: "Cemaat imamlığını üstlenecek şahıs, Allah'ın kitabı Kurân'ın okunuşunu herkesten daha iyi bilmelidir. Eğer okumada eşitlerse, sünnetimi daha iyi bilen biri, eğer sünnette de eşitlerse, hicrette daha öncelikli biri, eğer hicrette de eşitlerse, İslam'da daha öncelikli biri namaz kıldırmalıdır."[390] Evet, onlar bu sözü hiç dikkate almıyorlar.

Kurân, sünnet, hicrette öncelik ve İslam'da öncelik olmak üzere hadiste geçen bu dört özelliğin hiçbiri, Abdullah b. Ömer'in biat ettiği ve arkalarında namaz kıldığı Muaviye, Yezid, Mervan, Haccac ve Haricî Necdet'te yoktu. Abdullah b. Ömer'in ihtilaf edip kenara attığı Peygamber sünnetlerinden biri de buydu. O, sünnete değil, sünnetin tersine amel etti. Zira Peygamber'in (s.a.a) tertemiz Ehlibeyt'inden olan İmam Ali (a.s) bu sıfatların hepsine, hatta daha fazlasına sahipti. Ama o bunlara sırtını döndü; onun yerine dinsizlere, Haricîlere, fasıklara ve Allah düşmanlarına yöneldi, onların arkasında namaz kıldı.

Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in önde gelen fakihlerinden biri olan Abdullah b. Ömer'in, Allah'ın kitabı ve Peygamber'in sünnetiyle o kadar çok muhalefeti var ki, bunların hepsini bir araya getirecek olursak ayrı bir kitap ortaya çıkar. Biz, burada, Ehlisünnet kaynaklarına dayalı sadece birkaç örnekle yetiniyoruz:

Abdullah b. Ömer'in Kitap ve Sünnet ile Muhalefeti

Allah-u Taâla Kurân-ı Kerim'de şöyle buyurur:

"İnananlardan iki grup, birbiriyle savaşa girişirse hemen aralarını bulun, bir bölüğü, öbürüne saldırırsa o saldırganlarla, Allah'ın emrine itaat edinceye dek savaşın."[391]

Peygamberimiz de (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Ey Ali! Sen benden sonra biatlerinden dönenler (nakisîn),  zalimler (kasitîn) ve isyancılarla (marikîn) savaşacaksın."

Abdullah b. Ömer Kurân ve sünnete açıkça muhalefet etmiştir. Hatta muhacir ve ensardan oluşan ve İmam Ali'nin yanında yer alan ümmetin icmaına da muhalefet ederek, "Ben fitneler anında savaşmam ve savaşı azgın biri de kazansa, arkasında namaz kılarım!" demiştir.[392]

İbn-i Hacer der ki: "Abdullah b. Ömer, kimin hak, kimin batıl olduğu bilinse bile fitne anında savaşmamak gerektiğine inanıyordu."[393]

Ne kadar da ilginç! Abdullah b. Ömer kimin hak, kimin batıl olduğunu bildiği halde yerinden kıpırdayıp da hakka yardım etmekten çekiniyor ve batılı yok ederek Allah'ın emirlerini yerine getirmiş olmak istemiyor. Bu da yetmiyor, batıl da olsa, galip gelenin arkasında namaz kılınabileceğini söylüyor. Zaten kendi de pratikte bunu göstermişti. Muaviye galip gelip İslam ümmetine musallat olduğunda Abdullah b. Ömer, Muaviye'nin bütün cinayetlerini ve günahlarını bildiği halde ona biat etti ve arkasında namaz kıldı.

Batıl ehli hak ehlini, yani Ehlibeyt imamlarını zulümle ortadan kaldırmaya çalışmış, onlarla savaşmıştır. Abdullah b. Ömer de hakkı tamamen boşlamış, hayatı boyunca beş Ehlibeyt imamının döneminde yaşamış olmasına rağmen onlardan hiçbirinin arkasında namaz kılmamış, onlarla oturmamış ve onların fazileti hakkında bir tek hadis bile nakletmemiştir.

Biz, daha önceki konularda Abdullah b. Ömer'in görüşüne göre 12 imamın kimler olduğunu yazmıştık. O, şöyle diyordu: "Ebubekir Sıddık, Ömer Faruk, Osman Zinnureyn, kutsal toprakların padişahları Muaviye ve oğlu (Yezid), Seffah, Selam, Mensur, Cabir, Mehdi, Emin ve Emir-i Usb. Bunların hepsi Benî Kâb b. Luvî kabilesindendir ve hilafete layık kimselerdir. Onlar gibi kimse bulunmaz!!"[394]

Acaba bu kimseler arasında Peygamberimizin Kurân'la aynı safhada gösterdiği ve kurtuluş gemisi olarak addettiği Ehlibeyt imamlarından (a.s) birinin adını görebiliyor musunuz? İşte, bu yüzdendir ki sizler, Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in peşinden gittiği imamlar ve halifeler listesinde Ehlibeyt imamlarından (a.s) birini dahi göremezsiniz. Bunlar Abdullah b. Ömer'in Kitap ve sünnetle olan muhalefetleriydi. Onun cehaleti hakkında da söylenecek çok şey var. Mesela; Peygamber efendimizin, kadınların ihramdayken dikilmiş ayakkabı giymelerinin caiz olduğuna dair emrini bilmiyor, bu yüzden de onun haram olduğuna dair fetva veriyordu.[395]

Bir diğer konu da sahip olduğu tarlaları kiraya vermesi konusuydu. Tarlalarını Resul-i Ekrem (s.a.a), Ebubekir, Ömer, Osman ve Muaviye döneminde kiraya verirdi. Bir gün sahabelerden biri ona Peygamberimizden hadis naklederek bu işin haram olduğunu söyleyinceye kadar buna devam etti.[396]

Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in bu fakihi, o zamana kadar tarlayı kiraya vermenin haram olduğunu bilmiyormuş. Demek ki, Peygamber (s.a.a) döneminden Muaviye dönemine kadar geçen 50 yıl içerisinde Abdullah, bu eylemin caiz olduğuna dair fetva vermiştir.

Ayşe, öpmenin abdesti bozduğu konusunda onunla muhalefet etmiştir. Ayrıca Abdullah b. Ömer, ailelerin ölen yakınlarına ağlamasını hoş karşılamıyor, bunun, ölen kimsenin azabını artıracağını söylüyordu. Sabah ezanı, bir aylık sürenin 29 gün olduğu ve daha birçok konuda Ayşe'yle muhalefet etmiş, onun görüşünü kabul etmemişti.

Buharî ve Müslim, Sahih'lerinde, kendi senetleriyle şöyle rivayet ederler: Birileri Abdullah b. Ömer'e, "Ebu Hureyre, Resulullah'ın (s.a.a) 'Kim bir cenazenin arkasından yürürse, bir kırat[397] sevap alır' buyurduğunu söylüyor" deyince Abdullah, "Ebu Hureyre çok konuşuyor!" diye karşılık verdi. Ayşe de Ebu Hureyre'nin sözünü onaylayarak "Ben de Peygamber'den böyle işittim" dedi. Bunun üzerine Abdullah şu cevabı verdi: "Desenize; o zaman biz çok kırat kaybetmişiz!"[398]

Ömer b. Hattab'ın, oğlu Abdullah için söylediği şu söz, sanırım onun nasıl biri olduğunu anlamamız için yeterli olacaktır: Dalkavuğun biri Ömer'i ölüm döşeğinde ziyaret ederek "Oğlun Abdullah'ı halife olarak tanıt!" diye bir teklifte bulundu. Bunun üzerine Ömer şu cevabı verdi: "Karısını dahi nasıl boşaması gerektiğini bilmeyen birini yerime nasıl bırakabilirim?"

Evet, Ömer, oğlunu işte böyle tanımlıyor. Kimse onu babasından daha iyi tanıyamaz. Efendisi Muaviye'ye hizmet etmek için çok sayıda uydurma hadis rivayet etmiştir. Örnek olarak şu rivayetine değiniyoruz:

Abdullah b. Ömer der ki: "Peygamberimiz bir gün şöyle buyurdu: Birazdan cennetliklerden biri gelecek. Bir süre sonra gördük ki Muaviye geldi. Ertesi gün Peygamberimiz yine "Birazdan cennetliklerden biri gelecek" dedi. Yine Muaviye geldi. Bir sonraki gün de aynı sözü tekrarladı ve yine Muaviye geldi!"

Abdullah b. Ömer, başka bir rivayetinde de şöyle demiştir: "Ayetel Kürsî nazil olduğunda Resul-i Ekrem (s.a.a) Muaviye'ye bunu yazmasını emretti. Muaviye, "Eğer yazarsam ödülüm nedir?" diye sordu. Peygamberimiz de, "Onu kim okursa sevabından sen de alacaksın" buyurdu.

Abdullah, bir başka rivayetinde de Peygamberimizin şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Biliniz ki kıyamet gününde Muaviye, bedeni iman nuruna bürünmüş bir şekilde haşredilecektir!"

Ehlisünnet ve'l-Cemaat, önderleri olan Muaviye'yi cennetle müjdelenen on kişinin arasına neden almamışlar, bilemiyorum. Hâlbuki bir diğer öncüleri olan Abdullah b. Ömer, üç gün peş peşe cennetlik olarak Muaviye'nin geldiğini iddia ediyor ve fazileti hakkında birçok hadis rivayet ediyor.

Kıyamet gününde insanlar çıplak ve yalın ayak bir şekilde haşredil-diklerinde güya herkesten üstün olan Muaviye nurdan bir deriyle dirilecekmiş! Gel de inan!

İşte Abdullah b Ömer ve işte onun ilmî konumu; işte onun fıkhı ve işte onun Kurân ve sünnetle olan muhalefeti… Bir yanda Müminlerin Emiri ve pak Ehlibeyt imamlarıyla (a.s) olan düşmanlığı, bir yanda da Allah, Peygamber ve insanlık düşmanlarıyla olan dostluğu…

Acaba Ehlisünnet ve'l-Cemaat, bugün bu gerçeğin farkında değil mi? Muhammedî (s.a.a) sünnet sadece Peygamber'in tertemiz Ehlibeyt'ine bağlı kalan İmamiye Şiîlerindedir.

"Ateş ehliyle cennet ehli bir değildir; asıl kurtuluşa erenler cennet ehlidir."[399]

12- Abdullah b. Zübeyr

Babası, Cemel Savaşı'nda öldürülen Zübeyr b. Avvam'dır. Cemel savaşı, nebevî sünnette Nakislerin (biatten dönenlerin) Savaşı diye geçer. Annesi Ebubekir b. Kuhafe'nin kızı Esma, teyzesi Ebubekir'in kızı ve Peygamberimizin hanımı olan Ayşe'dir. Hz. Ali'nin (a.s) en büyük düşmanlarındandır. Dedesi Ebubekir'in hilafetiyle ve halası Ayşe'yle gurur duyuyordu. Bu ikisinden miras aldığı kinle yetişti.

Hz. Ali (a.s), Abdullah'ın babası Zübeyr'e şöyle derdi: "Biz, bozguncu oğlun büyüyüp aramızı açıncaya kadar seni hep Abdulmutta-lib'in çocuklarından biri olarak görürdük."

Cemel Savaşı'nın önemli unsurlarından ve öncülerinden olduğu herkesçe bilinen bir gerçektir. Hatta Ayşe onu halka namaz kıldırması için görevlendirmiştir. Bu olay, Talha ve Zübeyr'in Ayşe tarafından kenara alındığı bir dönemde gerçekleşmişti. Çünkü o zamanlar Talha ile Zübeyr birbirleriyle çatışma içerisindeydi ve ikisi de bu makama göz dikmişti.

Rivayete göre, teyzesi Ayşe'ye elli kişiyi şahit göstererek Hav'eb Suları'nın orası olmadığına dair yemin ettiren kimse de oydu. Ayşe, bu tanıklığın ardından yoluna devam etti ve Hz. Ali (a.s) ile savaşa koyuldu.

Abdullah b. Zübeyr, babasını korkaklıkla suçlamış ve azarlamıştı. Çünkü Hz. Ali, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) hadisini Zübeyr'e hatırlattığında o, zulüm üzere Hz. Ali'yle savaşmakta olduğunu fark etmiş ve onunla savaşmaktan vazgeçmişti. Oğlunun azarlaması çoğalınca ona hitaben, "Sana ne oluyor? Meğer ne uğursuz bir evlatmışsın sen!" diye çıkıştı.[400]

Abdullah, babasını azarlamaktan, bu konuda onu eleştirmekten ve kışkırtmaktan geri kalmadı. Sonunda bu uygulamalara dayanamayan Zübeyr, oğlunun ısrarlarına yenik düştü, İmam'la (a.s) savaştı ve öldürüldü. Böylece babasının onun hakkında söylemiş olduğu "Meğer ne uğursuz bir evlatmışsın sen!" sözü yerini bulmuş oldu.

Bu rivayeti naklettik, çünkü Zübeyr ve uğursuz oğlu Abdullah'ın ne kadar kinci kişiliklere sahip olduklarını ortaya koymaktır. Zübeyr'in savaş meydanını kolay kolay terk etmesi, yardımcıları olan Talha'yı, Basra'dan getirdiği adamlarını, kölelerini ve hizmetçilerini yalnız bırakması mümkün değildi. Baldızı olan Ayşe'yi ölüme terk edemezdi. Hatta onun bunları terk edebileceğini kabul etsek de bunlar, özellikle de oğlu Abdullah'ı yalnız bırakmazlardı.

Tarihçiler Abdullah b. Zübeyr'in, Hz. Ali'ye (a.s) küfrettiğini, ona lanet okuduğunu ve şöyle dediğini yazarlar: "O aşağılık insan (Hz. Ali'yi kastediyor) sizin yanınıza geldi…"

Abdullah b. Zübeyr, Basra halkına hitaben bir konuşma yapmış, onları Hz. Ali'ye karşı savaşa teşvik etmiş ve şunları söylemişti: "Ey insanlar! Ali, hak halife olan Osman'ı mazlum bir şekilde öldürmüştür. Şimdi de şehrinizi elinizden almak için ordu hazırlıyor. O halde erkek gibi davranın ve halifenizin kanını isteyin! Ailenizin, çocuklarınızın, kadınlarınızın, kızlarınızın ve şerefinizin savunuculuğunu yapın! Bilesiniz ki Ali'ye bu işte kendisinden başka kimse inanmıyor. Allah'a ant olsun ki eğer Ali size galip gelecek olsa, dininizi de dünyanızı da yok edecektir!"[401]

Onun Haşim oğullarına, özellikle de Hz. Ali'ye düşmanlığı o kadar derindi ki, "Ben salâvat getirdiğim zaman bazıları (Hz. Ali) kibirleniyorlar!" diyerek kırk Cuma, hutbelerde Hz. Muhammed'e (s.a.a) salâvat getirmekten kaçınmıştı.[402] Eğer Abdullah'ın düşmanlığı Peygamber'e salâvat getirmeyi engelleyecek kadar ilerlemişse, bütün kötülükleri Hz. Ali'ye nispet vermesi ve halka karşı onu kötülemesine de şaşmamak gerekir. Nitekim onun Basra'daki halkı savaşa hazırlamak için yaptığı konuşmayı gördünüz; şöyle diyordu: "Allah'a ant olsun ki eğer Ali size galip gelecek olsa, dininizi de dünyanızı da yok edecektir!"

Bu, apaçık bir yalandır. Abdullah'ın kalbinde hakka dair yer kalmadığını gösteren ve onun tarafından atılan bir iftiradır. Zira tarih de bunu gösteriyor ki, Hz. Ali onlara galip geldiğinde ve esirler arasında Abdullah b. Zübeyr olduğu halde Müminlerin Emiri Hz. Ali onların hepsini bağışladı ve azat etti. Ayşe'ye hürmet gösterip onu Medine'deki evine gönderdi. Ordusunun yaralıları öldürmesine, kadınları ve çocukları, köle veya cariye olarak almalarına izin vermedi. Hatta İmam'ın bu tavrı, kendi ordusu içerisinde itirazlara sebep oldu.

Hz. Ali (a.s), kitap ve sünneti baştan sona herkesten daha iyi biliyordu. Kimse onun sahip olduğu ilme sahip değildi. Buna rağmen ordusunda bulunan bazı münafıklar bu durumdan rahatsız oldu diğerlerini de İmam'a karşı kışkırttı. "Nasıl olur da onlarla savaşmak caiz olduğu halde kadınları bize haram olur?" diyorlardı. Askerlerin çoğu bu sözlerden etkilenmişti. Ama Ali (a.s), Kurân'dan deliller getirerek şu cevabı verdi: "Aranızda kura çekin; bakalım ananız Ayşe hanginize düşecek?" Bu sözü duyanlar yaptıklarının büyük bir hata olduğunu anlamış, İmam'a (a.s) hak vermiş ve "Allah bizi bağışlasın, biz hata yaptık ve sen haklısın" demişlerdi.

Abdullah b. Zübeyr'in sözleri yalan ve iftiradan ibaretti. Çünkü Ali'ye (a.s) duyduğu kin kalbini ve gözlerini kör etmişti. İmanını söküp atmıştı. Ama yine de Abdullah b. Zübeyr tövbe etmedi ve bu savaştan alması gereken dersi almadı. Bilakis öfkesi daha da şiddetlendi ve Ehlibeyt'e (a.s) karşı var gücüyle mücadele etmeye devam etti.

Tarihçilerin yazdıklarına göre, Abdullah, İmam Ali'nin (a.s) şeha-detinin ardından tekrar ayağa kalktı ve kendisini müminlerin emiri olarak tanıttı. Etrafında topladığı insanlarla bir güç oluşturdu. Aralarında İmam Ali'nin evlatlarından Muhammed b. Hanefiye ve İmam Hasan'ın (a.s) da bulunduğu Haşim oğullarından on dokuz kişiyi hapsetti. Zindanın etrafını bol miktarda odunla doldurup ateşe verdi. Eğer Muhtar'ın ordusu yetişip ateşi söndürmeseydi, Abdullah b. Zübeyr arzusuna kavuşacaktı.[403]

Mervan b. Hakem, Haccac'ın komutasında bir ordu göndererek Abdullah b. Zübeyr'i abluka altına aldı. Bir süre sonra yakalanan Abdullah, Haccac tarafından Harem-i Şerif'te (Mekke'de) darağacına asılarak idam edildi. Abdullah b. Zübeyr'in hayatı böylece sona erdi. Babasının da sonu böyle olmuştu. İkisi de makam peşindeydiler. Biat toplayıp, liderlik için savaştılar. Öldürdüler, öldürüldüler. Ne var ki amaçlarına ulaşamadılar.

Abdullah b. Zübeyr'in, düşmanlık güttüğü Ehlibeyt'in (a.s) fıkhıyla çelişen fıkhî görüşleri de vardır. Mesela, ona göre geçici evlilik haramdır. Bir keresinde Abdullah, İbn-i Abbas'ı "Ey kör! Eğer geçici evlilik yaparsan seni taşlayarak öldürtürüm!" diye tehdit etmiş, İbn-i Abbas da ona şöyle cevap vermişti: "Benim gözüm kör olabilir, ama senin kalbin kördür. Geçici evliliğin helal olup olmadığı konusunda şüphen varsa, git bunu annene sor!"[404]

Bu bölümde sözü daha fazla uzatmak istemiyorum. Amacımız Abdullah b. Zübeyr'in muhalefetlerini ve bilgisi olmadığı konularda dahi görüş bildirmiş olduğunu ortaya koymak idi.

İyisiyle, kötüsüyle bütün sahabeler tarihte kaldı ve zavallı ümmet kan deryasında ve sapkınlık okyanusunda yalnızlığa itildi. Çoğu hak ile batılı birbirinden ayırt edemiyordu. Nitekim Talha, Zübeyr ve Sâd b. Ebi Vakkas da bunu itiraf etmişlerdi.

Ama Allah'ın ayetleri ile yürüyen, hak hususunda bir an bile tereddüt etmeyen, haktan hiç ayrılmayan, hakkın da her zaman kendisiyle birlikte olduğu tek bir şahıs vardı:

Müminlerin Emiri İmam Ali (a.s)... Ne mutlu ona itaat edene ve ne mutlu onu kendisine imam edinene!

Allah Resulü şöyle buyurmuştur:

"Ey Ali! Sen ve Şiîlerin kıyamet günü kurtuluşa ereceksiniz."[405]

"Hakka ileten mi uyulmaya daha lâyıktır; yoksa hidayet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı? Size ne oluyor? Nasıl hüküm veriyorsunuz?"[406]