Ebuzer-i Gıfârî'nin inişli çıkışlı
yaşantısı mücadeleyle başladı ve mücadeleyle son
buldu. O, fesat ve yanlışlıkla mücadele edenlerin
kahramanı; uşaklık edenlerin ve nifakçıların en büyük
düşmanıdır.
O, Gifar kabilesinden idi. Bu kabile Mekke ile Medine arasında
ikamet ediyordu. Hepsi de putperest ve müşrik idi. Ayrıca
yağmacılık ve soygunculukta; kötülükte çok meşhur idiler.
O, çevresinin inancı tesirinde kaldığından
gençliğinde putperest idi; ama temiz kalpli ve aydın fikirli
olduğundan Resulullah'ın (s.a.a) huzuruna varmadan önce
putperestliği bırakmış ve tek olan Allah'a
inanmıştı. O, temiz kalpliliği ve aydın fikirliliği
sayesinde tevhide hazırdı. Küçük bir hadise onun tamamen
inancını değiştirip put perestliği
(babalarının dinini) terk etmesine neden oldu.
O, bir gün sahraya koyun otlatmak için çıkmış ve
putperestlik inancı gereğince putunu da yanına
almıştı. Tuvalet ihtiyacı duyduğu için putu yere
koyarak ondan uzaklaşmıştı. Döndüğünde
karşılaştığı sahne onu çok
şaşırttı! Bir tilkinin putu pislettiğini ve putunun da
onun karşısında sessiz kaldığını görünce,
kalbinin nurunu örten perde kenara itildi ve şöyle söyledi: "Bu
nasıl bir İlahtır; sahradaki bir tilkiden kendisini
koruyamıyan, beni nasıl koruyacak?!"
O, bu olayı gördükten sonra puta tapmayı bırakıp,
bir olan Allah'a inanarak O'na tapmaya başladı. O, Resulullah'ı
(s.a.a) ziyaret etmeden üç yıl önce namaz kılıyordu. Bir gün
ondan: "Namaz kıldığında hangi kıbleye
yöneliyordun?" diye sorduklarında O: "Allah'ın
yönelttiği yere doğru."cevabını verdi.[1][1]
Zikrettiğimiz gibi Ebuzer'in temiz kalpli oluşu, onu tevhide
kavuşturdu ve putu terk etmesine neden oldu. Ama bu kadarı ona
yetmiyordu. Marifetini tamamlama ve gerçek dini bulma çabasındaydı.
Onu Allah'a daha çok bağlayacak, manevi ve ruhi tekamüle eriştirecek
bir din arıyordu.
Ebuzer, bu araştırma sırasında birisinin Mekke'den
kalkıp peygamberlik iddiasında bulunduğunu duydu. Daha fazla
bilgi alabilmek için kardeşini Mekke'ye yolladı. Kardeşi
döndüğünde kısaca şöyle
bir haber getirmişti: "O, insanları iyi işlere davet
ediyor, kötülükten alıkoyuyor ve yüce ahlakî erdemlere davet ediyor."
Bu kısa haber Ebuzer'i tatmin etmedi. Kendisinin şahsen gidip
yakından araştırması gerektiğini anlayınca
ekmeğini, suyunu alıp, Mekke'ye doğru yola koyuldu. Mekke'ye
vardığında gördü ki Peygamber ile görüşmek kolay
değil. Bir taraftan onu tanımıyor, evini bilmiyor, diğer
taraftan da orada baskı söz konusu idi. Eğer Kureyş, birisinin
gelip Muhammed'i (s.a.a) görmek ve O'nun getirdiklerini öğrenmek
istediğini duyduklarında onun suyunu ısıtırlardı.
Bu yüzden akşama kadar bir yolunu
bulamadı. Gece karardığında Mescid-ül Haram'da kalmak
istiyordu. Onun yabancı birisi olduğu, Hz. Ali'nin (a.s) dikkatini
çekmişti. Ali (a.s), ona yaklaşarak: "Sen hangi
kabiledensin?" diye sordu. O: "Gifar kabilesinden" diye cevap
verdi. Ali (a.s), şefkat ve merhamet dolu bir dille onu evine davet etti.
O, Ali'nin (a.s) davetini kabul etti ve geceyi orada geçirdi, ama
sırrını ona açmadı. Hz. Ali de bir şey sormadı.
Ebuzer, ertesi gün de kaybettiğini aradı, ama hiç bir netice
alamadı. Akşamleyin Mescid-ül Haram'a dönüp geceyi orada geçirmek
istiyordu. Yine Ali (a.s), ona yaklaşarak şöyle dedi: "Kendi
evinin yolunu tanımanın zamanı gelmedi mi daha?"
Hz. Ali'nin (a.s) şefkatli daveti üzerine bir gece daha O'nun
evinde yattı. Yine ne Ali (a.s) ondan sordu, ne de o, kendi kalbindeki
sözü ona açtı. Ancak evi terk ederken dedi ki: "Başkasına
söylemeyeceğine söz verirsen sana bir şey söylemek istiyorum. Ali
(a.s), ona söz verdi. Ebuzer, Mekke'ye gelmekteki hedefinin ne olduğunu
O'na açıkladı. Kardeşinin yeterli haberler getiremediğini, kendisinin O'nu
yakından görmek istediğini ve sözlerini duymak istediğini
söyledi.
Ali (a.s) ona şu cavabı verdi: "Ben yarın seni,
Peygamber'in (s.a.a) olduğu yere götüreceğim, ama Resulullah'ın
(s.a.a) düşmanları bu durumu bilseler sana eziyet ederler. İyisi
mi sen beni takip et. Eğer yolda Peygamber'in (s.a.a)
düşmanlarıyla karşılaşırsam bir şeyle
meşgul oluyormuş gibi kendimi göstereceğim. Bu sırada sen
yoluna devam et, ben sana ulaşırım. Eğer onlarla
karşılaşmazsam beni takip eder, girdiğim eve sen de
girersin."
Böylece günün birinde Hz. Ali'yi (a.s) takip ederek, Peygamber'i
(s.a.a) görme şerefine nail oldu. [2][2]
Başka bir nakle göre de Ebuzer, Peygamber'in (s.a.a) huzuruna
vardığında Arap cahiliyye geleneğine göre selam verdi;
"Günün hayır olsun" diye. Peygamber de (s.a.a) İslam'a göre
cevap verdi; "Aleyke-s Selam." Ebuzer dedi ki: "Şiirini
oku." Peygamber: "Ben şiir söylemiyorum; benim söylediğim
Kur'an-ı Kerim'dir ki O da Allah'ın sözünden başka bir şey
değildir." Ebuzer: "Benim için biraz Kur'an'dan okuyunuz o
zaman." dedi.
Resulullah (s.a.a), Kur'an'ın surelerinden birisini okumaya başladı. Ebuzer dikkatle
O'nu dinliyordu. Az sonra Ebuzer yüksek sesle şöyle dedi:
"Eşhedu en la ilahe illallah ve eşhedu enne Muhammeden Abduhu ve
Resuluh."
Peygamber (s.a.a): "Hangi kabiledensin?" diye sordu. Ebuzer
cevabında: "Gifar kabilesindenim"dedi. Resulullah (s.a.a),
tebessüm etti ve onu süzmeye başladı. Ebuzer, kendisinin müslüman
oluşundan, Resulullah'ın (s.a.a) hayrete düştüğünü
biliyordu. Çünkü onların kabilesi yağmacılık, soygunculuk
ve yan kesicilikle meşhur idi. Yeni ve henüz zayıf olan bir dine
böylesine bir kabileden gelip katılma şaşılacak bir
şeydi. Daha sonra Resulullah (s.a.a) buyurdular ki: "Allah
istediğine hidayet verir. Evet, İslam dini, bütün kavimler ve
milletler için gelmiştir. Bütün kabileler hidayet olabileceği gibi,
Ebuzer de Allah'ın hidayet ettiği kimselerden birisiydi."[3][3]
Ebuzer, dördüncü ya da beşinci iman eden kimseydi.[4][4] İslam'ın zuhur ettiği ilk
günlerde iman edenlerden olduğu için, İslam'da öncülüğe sahipti.
Kur'an-ı Kerim'in de açıkladığına göre,
Resulullah'ın (s.a.a) Peygamberliğinin ilk günlerinde iman edenlerin
makamı büyüktür.[5][5] Mekke'nin fethinden önce iman edenler,
fazilet ve manevi makam bakımından Mekke'nin fethinden ve
İslam'ın yayılmasından sonra iman edenlerden daha üstündür.
Yine bu konuda Kuran'ı Kerim'de şöyle okuyoruz: "...Fethten önce
mallarını harcayan ve savaşan başkalarıyla bir
değildir. Onların, fetihten sonra mallarını harcayan ve
savaşanlara karşı derece
bakımından büyük bir üstünlükleri var..."[6][6]
Ebuzer, müslüman olduğunda Resulullah (s.a.a), halkı gizli
olarak İslam'a davet ediyordu. Henüz açık davet ortamı
oluşmamıştı. O gün Resulullah (s.a.a) ile beraber
müslümanların sayısı beş kişiydi. Bu duruma göre
Ebuzer, gizlice iman edip, kimse bilmeden Mekke'yi terk etmeliydi. Ama Ebuzer,
çok mücadeleci ve ateşliydi. Sanki bâtılı ortadan kaldırmak
ve insanları doğu yola davet etmek için
yaratılmıştı.
Arapların, bir takım ağaçlardan yaptıkları
putlara tapmalarından daha büyük yanlışlık ve bâtıl
bir şey olamazdı. İşte Ebuzer buna dayanamayıp, bir
süre Mekke'de kaldıktan sonra Resulullah'ın (s.a.a) huzuruna vararak
vazifesinin ne olduğunu sordu. Resulullah (s.a.a) buyurdular ki: "Sen
kendi kavminin arasında İslam'ı tebliğ edebilirsin.
Şimdi kendi kabilene dön ve benim emirlerimi bekle."
Ebuzer dedi ki: "Allah'a yemin ederim ki kavmime dönmeden önce bu
halka, İslam'ın sesini duyuracağım ve böylece bu
yasağı çiğneyeceğim."
Bu karar üzerine Kureyş, Mescid-ül Haram'da konuşmakla
meşgulken Mescide girerek yüksek sesle: "Eşhedu en la İlahe
illallah ve eşhedu enne Muhammeden Abduhu ve Resuluh" diye
bağırdı.
Tarihin yazdığına göre bu ses, açıkça Kureyş'i
savaşa çağıran ilk sesti. Bu ses, arkası olmayan ve
Mekke'de akrabası bulunmayan yabancı ve meçhul bir insanın
sesiydi.
Resulullah'ın (s.a.a) tahmin ettiği şey
gerçekleşmişti. Bu sesi duyan Kureyş, ona doğru hücum
ederek, acımasızca onu dövdüler.
Bu haber Resulullah'ın (s.a.a) amcası Abbas'a
ulaştı. Abbas, Mescid-ul Harama gelerek kendisini Ebuzer'in üzerine
attı. Onu müşriklerin şerrinden kurtarmak için şöyle dedi:
"Sizin hepiniz tüccarsınız ve ticaret kervanlarınız
Gifar kabilesinin yakınından geçiyor. Yarın Kureyş'in
ticareti tehlikeye düşüp hiç bir ticaret kervanı oradan sağlam
geçemeyecektir."
Abbas'ın bu sözleri Kureyş'e tesir etti ve onu böylece
serbest bıraktılar. Ama Ebuzer çok ateşli, fevkalade cesur ve
mücadeleci olduğundan ertesi günü yine aynı yere gelerek, daha önce
söylediği sözünü tekrarladı. Yine Kureyş'liler başına
üşüşerek, onu şiddetli bir şekilde dövdüler. Abbas önceki
günkü söylediklerini tekrarlayarak Ebuzer'in canını kurtardı.[7][7]
Söylendiği gibi eğer Abbas olmasaydı, Ebuzer'e
kurtuluş yoktu. Ebuzer, başına gelen bu olayla İslam için
mücadelede geri çekilecek birisi değildi. Bir kaç gün sonra Kâbe'yi tavaf
ederken bir kadının, Kâbe'nin yanına konulan 'Asaf' ve 'Naile'
adlı iki puta hitap ederek
dertlendiğini gördü ve çok üzüldü. Kadına, onların faydasız
olduğunu bildirmek için şöyle dedi: "Bu ikisini birbiriyle evlendirsene!"
Kadın, Ebuzer'in söylediğine kızarak şöyle
bağırdı: "Sen müslüman olmuşsun."
Kadının bağırmasıyla Kureyş'in gençleri Ebuzer'in
başına toplanıp onu dövmeye başladılar. Ama Beni Bekr kabilesinden bir grup ona yardımcı
olarak, onların pençesinden kurtardılar.[8][8]
Gifar Kabilesinin Müslüman
Oluşu
Resulullah (s.a.a), yeni gelen öğrencisinin mücadeleci ve
kıyamcı ruhunu çok iyi biliyordu. Ama henüz bunun zamanı
olmadığı için, onu kavminin yanına yollayarak, onları
İslam'a davet etmesini emretti.
Ebuzer, kendi kabilesine dönerek Allah (c.c.) tarafından peygamber
geldiğini ve inanılacak olan Allah'ın bir olduğunu söylüyor
ve onları iyi ahlaklı olmaya, kötülüklerden korunmaya davet ediyordu.
Önce Ebuzer'in kardeşi ve annesi müslüman oldu. Daha sonra da kabilesinin
yarısı müslüman oldu. Resulullah'ın (s.a.a) Medine'ye
hicretinden sonra da geri kalan yarısı müslüman oldu. Eslem kabilesi
de onlara bakarak müslüman oldu ve Resulullah'ı (s.a.a) ziyaret ettiler.
Ebuzer, Bedir ve Uhud savaşından sonra Medine'ye dönüp
Resulullah'a (s.a.a) katılarak orada ikamet etti.
Resulullah'ın (s.a.a)
Ehl-i Beyt'ini Müdafaa
Ebuzer, Resulullah'ın (s.a.a) en büyük yaranından ve en
değerli sahabilerinden idi. İslam'ın ilk günlerindeki iman
yapısı en sağlam olanlardan biriydi. Gerek Resulullah'ın
(s.a.a) hayatında gerekse dünyadan göçtükten sonra, gerçek
İslam'ı yaşamaktan ve gerçekçi olmaktan, hiç bir tehdit ve
vaadler onu değiştiremedi.
O, Resulullah'ın (s.a.a) vefatından sonra büyük bir ihtilaf
doğmasına rağmen, devamlı olarak Allah Resulü'nün Ehl-i Beyt'inin yanında
yer aldı ve onları savunmak için tüm gücünü sarf etti.
Resulullah'ın (s.a.a) sahabilerinin arasında Ebuzer, O'nun
Ehl-i Beyt'ini aşırı seven ikinci şahıstır.
Ölünceye dek Hz. Ali'den (a.s) başkasının halifeliğini kabullenmedi. Onun,
Resulullah'ın (s.a.a) Ehl-i beyt'ini çok sevdiğine dair delil
gerekmez. Çünkü çok açıkça Hz. Ali'yi (a.s) savunmuştur. Bunlardan
bazılarını aşağıda sunuyoruz:
1- Ebu Bekir hilafete getirildiği gün Ebuzer, topluluk içerisinden
kalkarak Kureyş'e hitaben şöyle dedi:
"Ey Kureyş toplumu! Resulullah'ın (s.a.a)
yakınlarını terk ettiniz.( İslam hükümetini gerçek yolundan
saptırdınız.) Çok geçmez Araplar İslam dininden
çıkarlar veya bu dinin gerçekçi olduğundan şüpheye
düşerler. Eğer hükümeti asıl sahibine (Ehl-i beyt'e) bıraksaydınız
müslümanlar arasında asla ihtilaf olmazdı ve iki kardeş
birbirine kılıç çekmezdi.
Resulullah'ın (s.a.a) hakiki halifesini tayin etmede hak ve adalet
unutulmuş, güç ve zorbalık, gerçek mantığın yerini
almıştır. Layık olmayanlar ona göz diktikleri için çok
kanlar dökülecektir.
Siz, büyüklerinizin Resulullah'tan (s.a.a) öyle duyduklarını
biliyorsunuz: "Halifelik benden sonra Hz. Ali'nin (a.s) ve
çocuklarınındır." Ama Resulullah'ın (s.a.a) emrini
attınız ve onun vasiyetini unuttunuz. Fani dünyayı, ahirete
tercih ettiniz ve ebedi hayatı geçici hayat için sattınız.
Siz, geçmiş ümmetlerin yolunu tuttunuz. Onlar da kendi
peygamberlerinin yolunu terk edip, geriye döndüler ve Allah'ın dinini
değiştirdiler. Sizler de onları takip ettiniz ve doğru
yoldan ayrıldınız. Şimdi bu sapmaların sonucunu
görecek ve Allah'ın azabına duçar olacaksınız."[9][9]
2-
2-
O, Osman'ın hilafeti
dönemindeki hac merasimi sırasında, çeşitli yerlerden gelen
binlerce Allah'ın evinin misafirlerine, yüksek sesle hitap ederek
şöyle dedi:
"Ey Millet! Beni tanıyanlar için çok iyi, tanımayanlara
ise ben kendimi tanıtıyorum: 'Ben, Cundeb bin Cünade; Ebuzer
Gifarî'yim.
Ey millet! Ben Allah'ın
Resulü'nden duydum ki şöyle buyurdular: "Benim Ehl-i Beyt'im
sizin aranızda Nuh'un gemisi gibidir. Ona binen kurtuluşa erer, terk
eden ise boğulur." Yine Hazret'in şöyle buyurduklarını
duydum: "Ben sizin aranızda kıymeti biçilmez iki emanet
bırakıyorum. Birisi Allah'ın yüce kitabı Kur'an-ı
Ker'im, diğeri de Ehl-i Beyt'imdir. Bu ikisine uyduğunuz müddetçe
asla sapmazsınız..."
Ebuzer'in bu sözleri, kalabalık hac mevsiminde Hz. Ali'nin (a.s)
haklılığına canlı bir senet olduğundan, Osman
bunu duyar duymaz çok üzüldü.
Ebuzer, Medine'ye döndüğünde bu konuşmasından
dolayı suçlanarak tutuklandı.
Ebuzer, cevabında şöyle dedi: "Resulullah (s.a.a) bana
böyle bir şey söyleyeceğimi buyurmuştu. Ben de O'nun emrine
uyarak böyle bir konuşmayı yaptım."
Osman, onun bu sözü için şahit istedi. O da Ali (a.s) ve
Miktad'ı şahit gösterdi. Onların şahâdetiyle Ebuzer serbest
bırakıldı.[10][10]
3-
3-
Ebuzer, bir kez daha
Resulullah'ın (s.a.a) mescidinin kapısına dayanıp,
halkı uyandırıcı ateşli bir konuşma yaparak,
Ehl-i Beyt'in (a.s) hakkını müdafaa etti ve şöyle dedi:
"Resulullah'ın (s.a.a) Ehl-i Beyt'i bizim ışık ve
güneşimiz; nur veren ayımız gibidirler. Ali bin Ebi Talip (a.s),
Resulullah'ın (s.a.a) vasisi ve ilminin varisçisidir."
Daha sonra şöyle devam etti: "Ey Resulullah (s.a.a)
hakkında şaşkınlığa düşen müslüman! Halife
tayininde Resulullah'ın (s.a.a), O'na öncelik verdiğine dair ki
sözünü dinleseydiniz ve gerçek halifesini halife tanısaydınız,
Allah (c.c.) yerden ve gökten sizi nimetlendrirdi. Ne Allah'ın velisinin
hakkı zayi olurdu, ne de Allah'ın
ve Resulü'nün hükmü değişirdi.
Eğer Resulullah'tan (s.a.a) sonra O'nun Ehl-i Beyt'inin hilafetini
kabul etseydiniz, Allah'ın hükümlerinin uygulanışında bir
ihtilafla karşılaştığınızda
cevabını, ilim ve hikmet kaynağı olan Kur'an-ı
Kerim'den ve Resulullah'ın (s.a.a) sünneti olan kaynağından su
içenlerden alırdınız.
Ama Resulullah'ın Ehl-i Beyt'ine düşman olduğunuz için,
bedbahtlık sizi bekliyor. Zalimler yakında kaderinizi
değiştirip, zulme duçar olduğunuzu
anlayacaksınız."[11][11]
Ebuzer'den Daha Doğru
Konuşan Yoktur
Resulullah (s.a.a), Ebuzer'in şahsiyeti ve büyüklüğü
hakkında çeşitli sözler buyurmuştur. Ama doğru
konuşması hakkında buyurduğu söz hepsinden daha açık
ve güzeldir.
Resulullah (s.a.a) şöyle buyuruyor: "Göğün altında
ve yerin üzerinde Ebuzer'den daha doğru konuşan bir kimse yoktur."[12][12]
Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Ebuzer, acaba Peygamber ve
imamdan da mı daha doğru konuşandı?
İmam-ı Cafer-i Sadık (a.s) bir örnek vererek bunun
cevabını buyurmuştur. Birisi
imam Cafer-i Sadık'a (a.s) şöyle soru sordu: "Resulullah
(s.a.a), Ebuzer'i nasıl en doğru konuşan olarak
tanıtabilir. Halbuki Ali (a.s) ve Hasaneyn
yeryüzünün en doğru konuşanlarıydı."
İmam Cafer-i Sadık (a.s) buyurdular ki: "Yılın
12 ayının 4 tanesi muhterem ve aziz aydır. O aylarda
savaşlar ve cihat haramdır. Bu dört ay Recep, Zilkade, Zilhicce ve
Muharrem'dir. Ramazan ayı bunlardan daha üstün ve saygın
olmasına rağmen bu aylardan sayılmamıştır. (Zira
Ramazan ile o aylar, fazilet açısından kıyaslanamaz."
Daha sonra şöyle buyurdu: "Biz Ehl-i Beyt ile hiç kimse kıyas edilemez."
Ebuzer'in bu açıdan üstünlüğü diğer normal insanlaragöredir.
Masumlara göre değil. Evet İmam Sadık'ın (a.s) da
buyurduğu gibi: "Hiç kimse Ehl-i Beyt'le kıyaslanamaz."[13][13]
Resulullah'ın (s.a.a),
Ebuzer'in doğru konuşmasına şahâdet vermesine rağmen,
halifenin ondan şahit istemesi gerçekten şaşılacak bir
durumdur. Acaba Resulullah'ın (s.a.a) o büyük sahabisinin doğrulukla
meşhur olduğunu bütün müslümanlar biliyordu da, sadece halife mi
bilmiyordu; yoksa onun işine gelmeyen bir takım sözler söylediği
için mi şahit istiyordu!?
Zahitliği Ve Kendinden
Geçmişliği
Ebuzer, çok zahit birisiydi. Sade yaşantısında Hz.
Resulullah'a (s.a.a) uyuyordu. Hiç bir zaman dünya ve onun güzellikleri onu
etkileyemedi ve onu doğru yoldan hiç bir şey saptıramadı.
Onun zahitliği hakkında Resulullah'ın (s.a.a) şu sözü
yeterlidir: "İsa bin Meryem'in zahitliğini görmek isteyen,
Ebuzer'in zahitliğine baksın."[14][14]
Şüphesiz Ebuzer'in zahitliği ve kendinden
geçmişliği,
aldığı İslami eğitim ve öğretiminden
kaynaklanıyordu. Kendisinin de böyle bir eğilimi olmasının
yanında, bu hasleti bizzat Hz. Resulullah'ın (s.a.a)
zahitliğinin tesirinden elde etmişti. Hatta kendisi Resulullah'tan
(s.a.a) şöyle nakletmektedir: "Kıyamet günü bana en yakın
olanınız, dünya malına aldanmayanınız ve benim
zamanımda olduğu gibi ölecek olanınızdır."[15][15]
Ebuzer'in yaşantı tarzı, Resulullah'tan (s.a.a) sonra
Rebeze'de can verinceye kadar onun zahitliğine canlı bir
şahittir.
Osman'ın halifelik döneminde İslam hükümetine servetler
akıyordu. Bu nedenle müslümanların durumu çok iyiydi. Bir grup dünya
ve dünyanın ziynetlerine aldanmış kimseler -ki fazilet ve
takvada asla Ebuzer'e yetişemezlerdi- köle, para, pul sahibi
olmuşlardı. Oysa bunların hiç birisinde Ebuzer'in gözü yoktu. O, mal ve servetlerin gerçek
sahiplerine ulaşması için çalışıyordu. Osman'ın
Beyt-ul malı kendi yakınlarına peşkeş çektiğini
görünce onu şiddetle eleştirmeğe başladı.
Osman, ona bir şeyler vermekle susturacağını
sanıyordu. Onun için 200 dinar ayırıp iki kölesiyle Ebuzer'e
yolladı. Ebuzer, kölelere sordu: Osman aynı şekilde diğer
müslümanlara da verdi mi?
- Hayır.
-Ben de onlardan birisiyim. Eğer bir şey onların
arasında taksim olunursa bana da ulaşır; yoksa asla kabul etmem!
-Halife, bu parayı
kendi şahsi malından verdi ve asla haram
karışmamıştır.
-Ben şimdilik bu paraya
muhtaç değilim. Şu anda hiç ihtiyacı olmayan birisiyim.
-Biz senin evinde hiç bir şey görmüyoruz. Sen nasıl hiç bir
şeye muhtaç olmadığını söylersin?
-Benim şu gördüğünüz cübbemin altında kaç günden kalma
iki parça ekmeğim var. Acıkırsam bundan bir kaç lokma yer ve
onunla yetinirim. Böyle dinarlara ihtiyacım kalmaz. Bu paraları
Osman'ın kendisine verin ve ona şöyle söyleyin: "Bu paralara benim ihtiyacım yok. Halkın
muhakemesi seninle benim aramızda kalsın. Adil olan Allah,
kıyamet günü hakiki hakimliği yapacaktır." [16] [16]
O, fevkalade zahitliğinin yanısıra, büyük ve adil bir
ruha sahipti. Her gün sabahleyin okuduğu duada Allah'tan, alçak insanlara
muhtaç olmamasını niyaz ederdi.
Bir gün Cebrail-i Emin, Resulullah'ın (s.a.a) yareninden birisinin
şeklinde O hazrete inmişti. Bu sırada Ebuzer, O hazretin
yanına vardı. Cebrail: "Kim bu, ya Resulullah?" diye sordu.
Hazret: "Ebuzer" diye cevap verdiler. Cebrail şöyle dedi:
"O göklerde, yerdekinden daha meşhurdur. Ona sorar
mısınız sabahları hangi duayı okuyor?"
Ebuzer, Resulullah'ın (s.a.a) cevabında zikri geçen
duayı okudu.[17][17]
Müslümanlardan birisi, Ebuzer'in eski bir elbiseyle namaz
kıldığını görünce şöyle sordu:
- Bundan başka elbisen yok mu?
- Olsaydı giyinirdim.
- Kaç gün önce iki kat elbisen vardı.
- Onları, benden daha çok
ihtiyacı olan birisine verdim.
- Yemin ederim ki senin daha
fazla ihtiyacın var.
- Allah, seni affetsin; dünyayı büyük görüyorsun. Omuzumda
gördüğün cübbeden başka bir cübbem daha var ki onu mescide
gittiğimde giyiniyorum. Kaç tane keçim var, sütünden istifade ediyorum.
Kaç tane merkebim var, yükümü taşıyor. Evde işlerimi yapıp,
yemeklerimi pişirecek hizmetçim de var. Allah'ın nimetlerinden bundan
daha fazla ne isteyebiliriz ki?
O, keçilerini sağdığında sütünü
komşularına dağıtırdı, bazen kendisine bile
kalmazdı.[18][18]
Ebuzer, çok açık konuşurdu. Hiç bir zaman hakkı
gizlemezdi. O, korkusuz ve mücadeleci bir ruha sahip olmasına rağmen,
Resulullah'ın (s.a.a) sözleri onu daha fazla korkusuz ve mücadeleci
kılıyordu. Resulullah'tan (s.a.a) naklettiği yedi düstur
şüphesiz onun ruhuna tesir etmiştir. O, diyordu ki Resulullah
(s.a.a), yedi şeyi bana tavsiye ettiler:
1- Fakirleri sevmemi ve onlardan ayrılmamamı;
2-
2-
Yaşantımda
kendimden daha aşağı kimselere bakmamı;
3-
3-
Hiç bir zaman kimseden bir
şey istemememi;
4-
4-
Yakınlarımdan kopmamamı ve bana kötülük de yapsalar
onlara iyilik etmemi;
5-
5-
Her ne kadar acı da
olsa hakkı söylememi;
6-
6-
Allah yolunda
başkalarının kınamasından korkmamamı;
7-
7-
Mukaddes "La havle ve
la kuvvete illa billah-il aliyy-il azim" zikrini çok söylememi."[19][19]
Ebuzer, kendi dostlarına bile hakkı söylemekten ve
onları eleştirmekten çekinmezdi. O, Bazı müslümanların gayri
meşru yoldan ele geçirdikleri makam ve aşırı serveti
gördüğünde susamazdı. Onlar,
dostlukla yaklaşsalar dahi onlardan uzaklaşırdı.
Bir gün, Ebu Musa Aş'ari, Ebuzer'i görür görmez "Aferin benim kardeşime"
dedi. Ebuzer, onu kendisinden uzaklaştırdı ve şöyle dedi:
"Ben, senin kardeşin değilim. Sen kaymakam ve vali olmadan önce
senin kardeşin idim."
O, Ebu Hureyre'nin de gösterdiği aşırı ilgiye tepki
gösterdi.[20][20]
Söylediğimiz gibi Ebuzer, hakkı ve haklı olanı çok
açık bir şekilde söylemekten çekinmezdi. Osman'ın hilafeti
döneminde birisi ona şöyle sordu: "Halifenin görevlileri vergiyi
arttırmışlar; onların malından o miktarı
çalmamız doğru mudur?"
Ebuzer, böyle bir yolu mertlik bilmediği için ona: "Bu yol
doğru değildir. Çaresi malını korumak için kıyam edip,
haddinden fazla vermemektir."
Halife yanlısı olan Kureyş gençlerinden birisi, bu
durumu görünce kızarak dedi ki: "Halife, senin fetva vermeni
yasaklamamış mı?"
Ebuzer'in kızdığı yüzünden belli oluyordu.
Korkusuzca ona şu cevabı verdi: "Allah'a and olsun ki eğer
kılıcı benim boğazıma dayasalar, ben Resulullah'tan
(s.a.a) duyduğum hadisi, boynum kesilmeden önce söyleyebilirsem,
söylerim."[21][21]
Şüphesiz böyle açık konuşmak bazılarını
gocunduruyor, bazılarını da meşakkate düşürüyordu. Ama
Ebuzer, onun bunun rızasını kazanmak için hakkı söylemekten
çekinmezdi.
O, Rebeze'de sürgün olduğu günlerde, üzülerek açık ve
doğru sözlerinin getirdiği kötü sonuçlara bakıp, şöyle
diyordu: "Ben o kadar Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker yaptım ki
hakkı savunmam arkadaşlarımı benim başımdan
dağıttı; şimdi ise yalnız
kalmışım."[22][22]
Halifelik Fitnesiyle
Başlayan Mücadele
Ebu Bekir ve Ömer'in hilafeti döneminde az da olsa Resulullah'ın (s.a.a) sünneti
uygulanıyor ve mal dağılımında kısmi adalet
sağlanıyordu. Osman halifeliğe geldiğinde, toplumsal
adaleti çiğneyerek halkın malını kendi keyfine göre
istediğine bağışlıyordu.
İslam mücahitleri cephelerde şehitler vererek
düşmanları yenip, ganimetler alıyorlar ve Osman'ın
başında bulunduğu İslam devletinin merkezine
gönderiyorlardı. Halife de bunları kayıtsız
şartsız kendi akrabalarına ve yakınlarına
dağıtıyordu. Takvalı, ilimli, faziletli şahıslar
ise çeşitli bahanelerle bu ganimetlerden mahrum
bırakılıyordu. Halifenin İslam dışı
yaptığı bu haksızlıklar o kadar arttı ki büyük
sahabiler dahi onu kınadılar. Bu durum tarihin siuah sayfaları
arasında kayda geçti. Şimdiye kadar tarihçilerin hiç birisi onu
savunmamış ve bugünkü tarihçilerin de hepsi, onun
yaptıklarının Resulullah'ın (s.a.a) sünnetine uygun
olmadığını açıkça belirtmişlerdir.
Osman'ın yaptığı hilaflardan birisi de Beyt-ul
malın büyük bir kısmını, amcası Hakem bin Ebil As'a ve
onun oğlu, kendisinin damadı olan Mervan'a
bağışlamasıdır.
Eğer bu şahıslar salih kimseler olsalardı halifenin
işi normal sayılabilirdi belki. Ancak bu baba ve oğulun
İslam tarihinde çok kötü geçmişleri vardır. Onların
Resulullah'a (s.a.a) açıkça düşmanlık ettikleri herkesçe
malumdur.
Resulullah (s.a.a), Mekke'de davetini açığa vurduğunda
o, Resulullah'a (s.a.a) muhalefet etmişti. Ebu Lehep, Utbe bin Ebi Muayt
ve Ebu Cehil gibi İslam'ın en azılı düşmanlarıyla
beraber Resulullah'a (s.a.a) karşı her türlü düşmanlıklarını
yaptılar.[23][23]
Tanınmış İslam tarihçisi İbn-i Hişam
şöyle diyor: "Resulullah'a (s.a.a) komşu olup ona eziyet edenler
Ebu Leheb , Hakem bin Abi-l As ve Utbe bin Abi Muayt idi." [24] [24]
Hakem bin Abi-l As, cahiliyye devrinde Resulullah'ın (s.a.a)
komşusuydu. İslam'ın ilk zamanlarında o, Allah Resulü'nü
çok eziyet ederdi. O, Resulullah'ın (s.a.a) en kötü
komşularından idi.
Hakem, Mekke'nin fethinden sonra zahiri olarak müslüman oldu ve
Medine'ye geldi. Ama doğru dürüst bir inancı yoktu.
Resulullah (s.a.a) yürüdüğünde o, Hazretin peşi sıra
yürüyüp çeşitli edalar çıkarıp, göz kaş oynatarak,
Hazret'i maskaraya alacak şekilde
hakaret ederdi.
Resulullah (s.a.a) namaz kıldığında O'nun taklidini
yapardı. Bunlara ilaveten Resulullah'ın (s.a.a) özel
yaşantısına burnunu sokardı. Resulullah (s.a.a), bir gün
hanımlarından birisinin evindeyken izinsiz odaya girdi. Resulullah
(s.a.a), onu tanıdı ve elinde bir asayla dışarı
çıkıp şöyle buyurdular: "Beni bu lanetten rahatlatacak kimse yok mu?" Daha sonra
şöyle buyurdular: "Bu adam bu şehirde kalmamalı."
Böylece onları Taif şehrine sürgün etti. Bu iki
şahıs Resulullah'ın (s.a.a) vefatına kadar Taif'de kaldılar. Resulullah'ın (s.a.a)
vefatından sonra Osman, Ebu Bekir'den onları Medine'ye döndürmesini
istedi. Ebu Bekir kabul etmedi ve şöyle dedi: "Resulullah'ın
(s.a.a) sürdüğünü ben geri döndüremem."
Ebu Bekir'den sonra Ömer halifeliğe geldiğinde Osman, yine
aynı şeyi istedi. O da kabul etmeyerek Ebu Bekir'in verdiği
cevabı verdi.
Osman'ın kendisi hilafete geldiğinde onları Medine'ye
döndürdü ve şöyle dedi: "Bunlar için ben, Resulullah (s.a.a) ile
konuşmuştum. Resulullah (s.a.a), onları Medine'ye döndürecekti
ama ecel müsaade etmedi!!" [25][25]
Abdullah bin Amr bin As şöyle diyor: "Resulullah'ın
(s.a.a) huzurundayken hazret şöyle buyurdular: "Şimdi
lanetlenmiş birisi meclise gelecek." Ben, az önce Ömer'in
Resulullah'ın (s.a.a) yanına gelmek için elbisesini giydiğini
görmüştüm. Kalbim Ömer'in geleceği korkusuyla
sıkışıyordu. Aniden Hakem bin Ebi-l As içeri girdi."[26][26]
Hâkim şöyle yazıyor: "Resulullah (s.a.a), Hakem'i ve
çocuklarını lanetledi."
Hakem bin Ebi-l As'ın İslam tarihindeki kötü geçmişi
kimseye gizli değildir. Resulullah'a (s.a.a) kötü davranmasından
dolayı İslam'ın merkezinden sürülmesine ve de Hz. Resulullah
(s.a.a) tarafından lanetlenmesine rağmen Osman, onu Medine'ye döndürerek,
onlara saygınlık kazandırdı.
Hakem oğlu Mervan da babası gibi kötü bir geçmişe
sahipti. Resulullah (s.a.a) tarafından sürülmüştü.
Hâkim Nişâburî kendi Müstedrek kitabında şöyle
naklediyor: "Medine'de yeni doğan çocukları Resulullah'a (s.a.a)
getiriyorlardı. Mervan da dünyaya geldiğinde, onu Resulullah'ın
(s.a.a) huzuruna getirdiler. Hazret, onun hakkında şöyle buyurdular:
"Bu mel'un oğlu mel'undur."[27][27]
Resulullah (s.a.a), bir gün Hakem'i gördü ve şöyle buyurdu:
"Benim ümmetim bu adamın çocuklarından çok işkenceler
görecektir."[28][28]
Ayşe, Mervan'a şöyle diyordu: "Sen babanın
sulbündeyken Resulullah (s.a.a) babanı lanetledi."[29][29]
Osman'ın Beyt-ul Maldan
Başıboş Harcamaları
Bu baba ve oğulun böyle
kötü geçmişi olmasına rağmen
Osman, yalnızca Resulullah'ın (s.a.a) hükmünü çiğneyerek
onları Medine'ye geri getirmekle kalmadı, onları halifelik
makamının en yakınları durumuna getirdi. Hesapsız
olarak halkın malı olan beyt-ul maldan bunlara bağışta
bulunuyordu. Şimdi örnek olarak bunlardan bir kaçına değinmek
istiyoruz:
1-
1-
Osman, Kuzâa kabilesinin
(Yemen'de olan bir kabile) zekatını Hakem'e
bağışladı. Hakem, Taif'ten Medine'ye döndüğünde
üzerinde çok eski bir elbise vardı. Öyle ki bütün Medine'lilerin dikkatini
çekmişti. Halifenin evine girip çıktıktan sonra en pahalı
elbise ve börkü giyinmişti.[30][30]
Abdullah bin Yesâr şöyle diyor: "Osman, Medine
çarşısında Beyt-ul malın haznedarını görüp ona,
Hakem bin Ebi-l As'a bir miktar para versin diye emir verdi. Hazneci
parayı vermedi. Osman, onun vermediğini görünce
sıkıştırdı ve şöyle dedi: "Sen bizim
haznecimizsin; sana verdiğimizi almalı ve emir vermediğmizde ise
susmalısın."
Hazneci şöyle dedi: "Yalan söylüyorsun.
Ben senin ve yakınlarının haznecisi değil,
müslümanların haznecisiyim."
Bu tartışmadan sonra Cuma günü Osman, Cuma hutbesi okurken
hazneci anahtarları getirip şöyle seslendi: "Millet! Osman
zannediyor ki ben onun ve yakınlarının haznecisiyim. Hepiniz
bilmelisiniz ki ben, siz müslümanların haznecisiydim. Şimdi anahtarları getirdim"
diyerek Osman'a doğru fırlattı. Osman, anahtarları alarak
Zeyd bin Sabit'e verdi.[31][31]
Belazuri şöyle yazıyor: "Halkı, Osman'a
karşı isyan ettiren sebeplerden birisi, Hakem bin Ebi-l As'ı,
Kuzâa kabilesinin zekatını toplamakla görevlendirip, toplanan üç yüz
bin dirhemin hepsini ona bağışlamasıydı."[32][32]
Ehl-i Sünnetin diğer bazı alimleri bu konuyu şöyle
yazıyorlar: "Halkın, Osman'a karşı kıyam etmesine
sebep olan şeylerden birisi, Resulullah'ın (s.a.a) sürgün
ettiğini Medine'ye döndürüp, ona yüz bin dirhem
bağışlamasıydı."[33][33]
2- Osman, Afrika'dan gelen ganimetlerin humusu olan beş yüz bin
dinarı damadı Mervan'a bağışladı. [34] [34]
İbn-i Esir şöyle yazıyor: Afrika'nın ganimetinin
humusunu Medine'ye getirdiler. Mervan, onu beş yüz bin dinara satın
aldı; ama Osman onların parasını ondan almadı ve
bedavaya sahihiplenmiş oldu.[35][35]
Buna ilaveten Osman, Mısır'dan gelen humusu da Mervan'a
bağışladı. Allah'ın emrine uyuyorum diyerek
akrabalarına iyilik yapıp, Beyt-ul malı onlara peşkeş
çekiyordu.[36][36]
Bunlar, hesapsız olarak halifenin Mervan'a
bağışladıklarından bir bölümüdür. Bunlara ilaveten
(Hz. Fatıma'nın elinden zorla alınan) Fedek arazisini de
İslâm devletinin halis malı olarak Mervan'a bağışladı.[37][37] Mervan'dan sonra da Fedek,
Mervan'ın çocuklarına miras olarak kaldı. Böylece Resulullah'tan
(s.a.a) kızına yetişen malı, ne miras olarak ne de
babasının bahşişi olarak ona vermediler. Ama Osman, onu
Mervan'a bağışladı ve çocukları onu miras olarak
sahiplendiler. Yetmiş yıldan sonra Ömer bin Abdulaziz, onu Hz.
Fatıma'nın (a.s) evlatlarına geri verdi.[38][38]
Osman'ın beyt-ul mal sofrasından yiyenler sadece Hakem ve
Mervan değildi. Osman'ın diğer yakınları da Beyt-ul
malı dağıtıyorlardı. Bunların bazı
örneklerini de şöyle zikredebiliriz:
3-
3-
Osman, damadı ve amcası
oğlu Mervan'ın kardeşi, Haris bin Hakem'e de yüz bin dirhem
bağışladı.[39][39] Buna ilaveten zekat olarak halifeye
gelen develeri de Haris'e bağışladı.[40][40]
Osman, bunlarla da yetinmeyip Medine'nin çarşısında
Resulullah'ın (s.a.a) müslümanlara vakfettiği yeri de Haris'e verdi. [41] [41]
4- Yine Osman'ın yakınlarından olan Said bin As'a -ki o,
sarhoş ve ayyaşın tekiydi ve İslam tarihinde de iyi bir
geçmişe sahip değidi. Babası da Bedir savaşında Hz.
Ali'nin (a.s) eliyle öldürülmüştü- yüz bin dirhem
bağışladı.
Böylece bu korkunç bahşişlere ancak halifenin
yakını olamakla hak kazanabiliyordu insanlar!!
Bunun üzerine İslam'ın büyüklerinden bir grup halifenin bu
işlerine itiraz ettiler. Halife onlara şöyle cevap veriyordu:
"Onlar benim yakınlarımdır ve yakınlarına iyilik
etmek her müslümanın vazifesidir. Ben de vazifemi yerine getirdim!!" [42] [42]
Halifenin özrü kabahatinde büyüktür. Çünkü İslam'ın
yakınlarına iyilik yapmayı emretmesi doğrudur; fakat
insanın kendi malından bağışlayarak iyilikte
bulunmayı emretmiştir, yoksa başkalarının
malını yakınlara yedirmenin hiçbir sevabı
olmadığı gibi çok büyük bir günahtır da.
5-
5-
Osman, yedi yüz bin dirhem
Abdullah bin Halit bin Useyd'e verdi.[43][43]
Yakubi şöyle yazıyor: "Osman, kızını
Abdullah bin Halit bin Useyd'e verdi ve Basra'nın valisi Abdullah bin
Amir'e Beyt-ul maldan ona, altı yüz bin dirhem vermesini emretti." [44] [44]
6-
6-
İki yüz bin dirhem Ebu
Sufyan'a bağışlamıştır ki tarihte onun
yaptıkları kimseye gizli değildir. [45] [45]
Beyt-ül Malı Taksim
Etmede Hz. Hz. Ali'nin (a.s) Örnek Adaleti
Ali (a.s), kısa müddetli olan halifelik döneminde, Osman'ın
tersine Beyt-ul malı taksim etmede en küçük taviz bile vermiyordu. Hiç
kimseyi diğerine tercih etmiyordu. Valilerden her hangi birisinin bunu
ihlal ettikleri raporunu alır almaz onları sorguluyor ve
şiiddetle cezalandırıyordu.
Emir-ül Mü'minin (a.s), Mekke'nin valisi Kusam bin Abbas'a şöyle
bir mektup yazdı: "Beyt-ul maldan sana gelenleri fakirler ve çoluk
çocuk arasında taksim et. Bu malların sadece fakirlere
dağıtılmasına dikkat et. Eğer artarsa buradaki
fakirleri doyurmak için bize yollamalısın."
Ali (a.s), beyt-u malın müsthak olan yerlerinde
kullanılmasına özen gösteriyor ve kimsenin, ihtiyacı olmadan bir
dinar dahi almasına müsaade etmiyordu.
Emir-ül Mü'minin'nin (a.s) hilafeti döneminde Abdullah bin Zam'a (O
Hazretin yareninden), Hazretin huzuruna varıp bir miktar Beyt-ul mal
istediler. Emir-ül Mü'minin ona şöyle buyurdu: "Bu mallar ne
benimdir, ne de senin. Bütün müslümanların malıdır. İslam
askerlerinin kılıcı sayesinde toplanmıştır.
Eğer sen de mücahitler gibi cephelerde çarpıştınsa
onların aldığı kadar sen de alırsın. Yoksa ben,
onların zahmetinin karşılığını başkasına
veremem."[46][46]
Osman da Ali (a.s) gibi İslami ölçülere göre Beyt-ul malı
taksim etseydi, öldürülmeyecek ve kendisinden sonra müslümanlar arasında
böyle karışıklıklar da yaşanmayacaktı.
Emir-ül Mü'minin (a.s)'nin kendi hükümeti döneminde İsfahan'dan,
bir gün bir miktar Beyt-ul mal geldi. Onun üzerinde bir parça da ekmek
vardı. Ali (a.s) malları yedi kısma böldü. Daha sonra parça
ekmeği de yedi kısma böldü. Her malın üzerine bir parça da ekmek
koydu. Sonra ilk kim alsın diye kura çekti. [47][47]
Emir-ül Mü'minin (a.s), Kur'an-ı ölçü olarak aldığı
için Beyt-ul malın dağıtımında Arap-Acem, siyah-beyaz
vb. ayırımı yapmazdı.
Bir gün, birisi Arap olan ve kölelikten serbest bırakılan iki
kadın Hz. Ali'nin (a.s) yanına gelerek ihtiyaçları olduğunu
dile getirdiler. Hazret, onlara eşit bir şekilde buğday ve de 40
dirhem verilmesini emretti. Arap kadın itiraz ederek şöyle dedi:
"Neden bizi eşit olarak görüyorsun? Ben, ondan üstünüm!"
İmam (a.s) buyurdular: "Allah'ın kitabında İsmail
oğulları İshak oğullarına üstün
kılınmamıştır."
Osman, Beyt-ul maldan sadece yakınlarını
zenginleştirmekle kalmayıp, dünyaperest kimselerin de meşru ve gayri meşru
yoldan zenginleşmelerine sebep olmuştu. Bunlardan
bazılarını aşağıda zikredeceğiz:
1- Halifenin kendisi, zamanının en zenginlerinden idi.
Peşin olarak yüz elli bin ve bir milyon dirhemi ve gayri menkul olarak
bağ-bahçe, deve-koyun gibi yüz bin
dinar değerinde serveti vardı.
2- Abdurrahman bin Avf, Osman'ın yandaşlarından biriydi.
Osman'ın zamanında öldü ve çok sayıda serveti kaldı. O
öldükten sonra, paralarını keseler içerisinde halifenin huzuruna
yığdıklarında, paranın diğer tarafında olan
görünmüyordu. Dört kadını arasında taksim edildiğinde her
birine 80 bin dinar düştü.
3-
3-
Zeyd bin Sabit'in
şaşılacak bir serveti vardı. Öyle ki ölümünden sonra
işlenmemiş altınları baltayla kırılarak,
çocukları arasında paylaştırıldı.
4-
4-
Talha'nın
mirasından biri de yüz öküz derisi altın idi. Osman,
mısırlılar tarafından muhasara altına
alındığında şikayetlenip şöyle dedi: "Ben
ona kaç öküz derisi altın hediye ettim. Ama o benim bu iyiliklerim
karşısında beni öldürmek istiyor." [48] [48]
Bunlar halifenin, müslümanların malından
bağışladıkları ve halifenin göz yummasıyla
meşru ve gayri meşru yollardan elde edilen servetlerden birer
örnekti. Hepsini zikretmeye kalkışacak olursak çok uzun süreceği
malumunuzdur.
Burada aziz okuyucularımıza Emir-ül Mü'minin Hz. Ali'nin
(a.s) 'Şıkşıkiye' hutbesinin bir kısmını
sunmamızda yarar var:
Hazret şöyle buyurmuştur: "Üçüncüsü (Osman), iş
başına geldiğinde, yemekten ve boşalmaktan başka bir
işi yoktu. Sadece kendisi Beyt-ul malı dağıtmıyordu,
yakınları da (Beni Umeyye) baharda yeşil ota saldıran
develer gibi Beyt-ul malı yediler. Ama onun durumu dağıldı
ve kötü ameli ölümünü yaklaştırdı. Müslümanların
malını ona buna dağıtması ve israf etmesi onu
yıktı ve ömrüne son verdirdi."[49][49]
Osman'ın bu tutumu, Hz. Ali'nin (a.s) hilafetinde çok zorluklar
çıkarmıştır. Çünkü Osman'ın zamanında milyoner
olanlar, Hz. Ali'nin (a.s) adil hükümetinde menfaatlerini tehlikede gördüler ve
asayişi bozup adaletin icra olmasına mani oldular. Ali (a.s),
hilafetinin ilk günlerinde Osman'ın bol keseden
dağıttığına işaret ederek şöyle buyurdu: "Osman'ın ona
buna bağışladığı tarlaları ve malları
çok yakında Beyt-ul mal sandığına geri
döndüreceğim."[50][50]
Geçmişte açıkladığımıza göre Ebuzer'in
halifeyle mücadelesinin sebebi belli oldu. Ebuzer, Resulullah'a (s.a.a)
verdiği ahdin hükmü ve de hakkı ve adaleti savunmak için
İslam'ın onun boynunda olan risaleti gereğince, halifenin
yanlış işleri karşısında direnip onu
eleştiriyordu. Ayrıca halifenin bağışlarıyla mal
servet sahibi olanları da, Allah'ın azabından korkutuyordu. O,
gittiği her yerde çarşıda, pazarda, camide, sokakta, para ve mal
stok edenleri kınayıcı şu âyet-i kerimeyi okuyordu:
"Altını, gümüşü biriktirip Allah yolunda harcamayanları
elemli bir azapla müjdele."[51][51] Bu ayeti okumakla Osman'ın
hükümetini baltalayıp, onları ateş ehli olarak
tanıtıyordu.
Osman, Ebuzer'in eleştirilerinden üzüntü duyduğunu ve
bunlardan vazgeçmesini belirten bir mesaj yolladı. Ebuzer ise mesajın
cevabında ona şöyle bir cevap yolladı:
"Osman, beni Allah'ın kitabını okumamdan mı
alıkoymak istiyor? Eğer Osman'ı kızdırmam ile
Allah'ı razı ediyor isem, onu razı edip Allah'ı
gazablandırmamdan daha iyidir."[52][52]
Böyle açık sözlülük, Ebuzer'in ayrımcılık ve
adaletsizlik karşısında yılmadan direnişinin
simgesidir. O, Halifelik makamına eleştirilerinden kesinlikle
vazgeçmeyeceğini bildirdi. Ama teorilerini icra etmeden meydana gelen bir
hadise Ebuzer ile halifenin irtibatını kesti.
Maslahat Üzerine Verilen Bir
Fetva
1- Bir gün Ebuzer'in de aralarında bulunduğu bir
toplantıda halife, Kâ'bul Ahbar'a şöyle bir soru sordu: "Halife,
Beyt-ul maldan borç alıp daha sonra gelen Beyt-ul maldan onu ödeyebilir
mi?"
Kâ'b: "Bir sakıncası
yoktur."
Ebuzer, halifenin hedefini biliyordu. Halife borç yoluyla Beyt-ul
malı harcamak istiyordu. Ebuzer, Kâ'b'a kızarak ona şöyle dedi:
"Yahudi tohumu! Bizim dinimizi bize sen mi öğreteceksin?!"
İslam tarihini bilmeyenlerin aklına şöyle bir soru
gelebilir: Kâ'b-ul Ahbar kimdir ve halifelik
makamında ki rolü ne idi?
Bu soruyu cevaplamak için geriye dönüp Yahudilerin İslam
aleyhindeki icraatlarına
bakmalıyız:
Yahudiler İslam ordusu karşısında yenildikten
sonra, İslam'ı manevi yoldan zayıflatmak için alimleri zahiri
olarak müslüman gibi gözükerek, İslam adına bazı hurafeleri dine
sokup, İslam'a darbe vurmaya karar verdiler.
Üzülerek söylemek gerekir ki, yönetimin yetersizliğinden
yararlanarak, alimlerini müslümanların safına sokup, bir takım
hakikatleri değiştirerek yerine hurafeleri yaymak suretiyle
hedeflerine büyük ölçüde ulaşmış oldular.
Maalesef bazı tarihçi ve hadis alimleri onların sözlerini
incelemeden tefsir ve rivayetlerde yer vererek, kendilerinden sonrakilerin
hakikati anlamalarını zorlaştırdılar.
Kâ'b-ul Ahbar da bu Yahudi dönmelerinden birisiydi. İslam
adına müslümanları arkadan vurmakla görevlendirilmişti. İyi
bir senaryo oynayarak, yalandan İslam'ı temsil ediyormuş gibi
gözüküp, müslümanlar arasında yerini aldı ve muhaddis ve fakih olarak
tanındı. Hatta 3. halife onu İslam'ın en büyük alimi
biliyor, hükümetin siyasi meselelerini ondan soruyordu. Ama Kâ'b gibilerinin
mahiyetleri, Ebuzer gibi uyanık müslümanlara gizli değildi.
İşte bunun için Kâ'b-ul Ahbar o toplantıda halifenin meyline
göre fetva verdiğinde, Ebuzer hiç çekinmeden: "Yahudi tohumu! bizim
dinimizi bize mi öğretiyorsun" demişti.
Şüphesiz halifenin müftüsüne olan saldırı, onun
kendisine idi. Onun için bu hadise Ebuzer ile Osman'ın arasını
daha da açtı.
Hakikati Tahrif Etme
Girişimleri
2-
2-
Halife bir defasında
yine Ebuzer'in ve Kâ'b'ın olduğu bir toplantıda şöyle bir
soru yöneltti: "Bir kimse malının zekatını verirse,
yine başkasının hakkı var mıdır?"
Kâ'b halifenin hedefini bilmeden
hemen cevap verdi: "Hayır"
Halife ikinci soruyu şöyle sordu: "Biz, biraz Beyt-ul maldan
alıp, bir kısmını işçilerimize ve bir
kısmını da size verirsek bir sakıncası var
mı?"
Kâ'b hemen: "Hiç sakıncası yoktur.", dedi.
Yine Ebuzer bir parça ateş kesilerek, asasını
Kâ'b'ın göğsüne dayadı ve ona şöyle dedi: "Yahudi
tohumu! Hangi cesaretle bizim dini hükümlerimizde fikir yürütüyorsun?"
Daha sonra şu ayet-i Kerime'yi okudu: "...Ama iyilik, Allah'a, ahiret
gününe, meleklere, Kitab'a ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen,
onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa,
isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı
dosdoğru kılan, zekatı veren... kimseler (in tutum ve
davranışlarıdır)."[53][53]
Ayet-i Kerime zekatı belirtmekle beraber, başka bir görevi
daha açıklıyor.[54][54]
Bu hâdise halifeyi daha fazla kızdırdı. Çünkü kendisi ve
yandaşları Beyt-ul malı zekatını verdik adıyla
dağıtmışlar ve altın ve gümüş stoku
yapmışlardı.
Halifenin maksadı başta Ebuzer olmak üzere itiraz edenleri
susturmak ve yaptıkları stokun İslamî kurallara aykırı
olmadığını bildirmekti.
Ebuzer, Osman'ın bu soruyu, haram yoluyla elde ettiği
malları meşrulaştırmak maksadıyla sorduğunu
biliyordu.
Ebuzer, Emeviler hükümetinin mahiyetini biliyordu. Eğer
şimdiden bunların önü alınmazsa gelecekte bu servetler
hakkı ve haklıyı yok etmek için kullanılacak ve adil
hükümetin icra edilmesine mani olacaktı.
Zamanın akışı Ebuzer'in görüşünü haklı
çıkardı. Çünkü Cemel ve Sıffın savaşlarının
asıl hedefi, Hz. Ali'nin (a.s) adil hükümetini yıkmaktan başka
bir şey değildi. Ayşe'nin seferinin harcırahını
beni Umeyye'nin zenginleri verdiler. Daha sonraları hadis
uyduranların maaşları bu parayla ödeniyordu. İslam
mücahitlerinin kanıyla ele geçen paralar şimdi İslam'ın
yıkılması ve Resulullah'ın (s.a.a) gerçek sünnetinin
saptırılmasında harcanıyordu.
Evet, Ebuzer bu durumları tahmin ettiğinden, bu gayri
meşru işleri ortadan kaldırmak için zikr olunan ayeti okuyordu.
Bu vesileyle onların, İslam'ın kanunlarıyla asla
bağdaşmayan işlerine mani olmak istiyordu.
Bu olaylar, Ebuzer'in sürülmesine zemin hazırladı. Çünkü
Ebuzer'in Medine'de kalması tahammül edilemezdi. Onun için Şam'a
sürüldü.
Ebuzer, Şam'a vardığında gördü ki orası
Medine'nin benzeridir. Muaviye halifelik hazırlığı
yapıyor; Rum'a yakın olduğu, Rumların gelip gittiği ve
onların karşısında zayıfladığımız
belli olmasın bahanesiyle de kendisine saray yaptırıyordu.
Yüzlerce insanı da bu sarayın yapımında
çalıştırarak mahvolmalarına sebep oluyordu.
Ebuzer, halkın malının dağılmasına ve
hainlik yapılmasına asla dayanamazdı. O bu sefer de Muaviye'nin
fasit işlerine karşı mücadele başlattı.
O, Muaviye'nin Beyt-ul maldan yapılan güzel sarayını
gördüğünde kızarak ona şöyle dedi: "Eğer bu saray
müslümanların Beyt-ul malından yapılmışsa onlara
hiyanettir bu. Yok eğer şahsi malından yapılmışsa
israftır."
Resulullah'ın (s.a.a) yardımcısı bununla
yetinmeyip, Osman'ın hükümetinin aynısı olan Muaviye
hükümdarlığını rezil etmek için şöyle dedi: "Ben
yersiz ameller ve harcamalar görüyorum ki müslümanlar arasında bunlara
asla rastlamadım. Allah'ın Kitabı'nın ve Resulullah'ın
(s.a.a) sünnetinin hilafına işlerdir bunlar. Bunların
hükümetinde hak ayaklar altına alınıp, batıl diriliyor.
Sadıklar yalanlanıyor, bir takım insanlar salâhiyeti
olmadığı halde, müslümanların mallarını
kendilerine ayırıyor, iyiler ve haklı olanlar ise mahrum
bırakılıyorlar."
Bu sözler, Peygamber (s.a.a) ve Hz. Ali'nin (a.s) sözleri gibi
yıkıcıydı. Onların mektebinin öğrencisinin
ağzından çıkıyordu. Bu, Muaviye'nin hükümeti için çok
tehlikeliydi. O, Ebuzer'in sözlerinin ne derece etki
bırakacağını bildiğinden, onu susturmak için üç yüz
dinar yolladı.
Ebuzer, onun hedefini iyi biliyordu. Muaviye'nin temsilcisine
şöyle dedi: "Eğer bu para Beyt-ul maldan bu yıl benim
maldan kesilen paraysa kabul ediyorum,
yok eğer hediye ise benim ona ihtiyacım yoktur", dedi ve
parayı geri çevirdi.[55][55]
O'nun adaletsizlik ve fesat ile öyle bir mücadele şekli vardı
ki halkın duygularında tesir bırakıp, onları
Muaviye'nin aleyhine ateşliyordu. Mesela bazen sabah namazını
Şam surlarının kapısında kılardı. Beyt-ul
mal kervanları şehre geldiklerinde şöyle sesleniyordu: "Bu kervanlar
ateş yüklüdür. İyiliği emredip, kötülükten
sakındırdığı halde, kendisi uymayanlara Allah lanet
etsin!"
O, bazen Muaviye'nin sarayı
önünde durur, onun aleyhine sloganlar atardı.
Muaviye tarafından Kansereyn'e hakim olarak atanan Cellam Gifari
şöyle diyor: "Bir gün rapor sunmak için Muaviye'nin
huzurundaydım. Aniden sarayın önünden bir ses duydum. Şöyle
sesleniyordu: "Bu kervanlar ateş getirdiler. Allah, Emr-i bil Maruf,
nehy-i anil Münker yapıp da kendileri uymayanlara lanet etsin."
Bu sırada Muaviye'nin renginin kaçtığını
gördüm. Bana dönerek dedi ki: "Şu sesin sahibini tanıyor
musun?" Ben: "Hayır", dedim. O: "O, Cundeb bin Cünade
Gıfari'dir. Ve bu iş de onun günlük işlerinden biridir"
dedi ve Ebuzer'i yanına getirmelerini emretti. Az sonra Ebuzer'i çeke çeke
getirdiklerini gördüm. Onun karşısına diktiklerinde Muaviye son
derece kızgınlıkla şöyle dedi: "Ey Allah'ın ve
Peygamber'in düşmanı! Her gün benim aleyhime konuşma
yapıyorsun. Peygamber'in sahabilerini, Osman'dan izin almadan öldürmeye
yetkim olsaydı, seni bir gün bile yaşatmazdım. Ama halifeyi
durumdan haberdar edip talimat isteyeceğim."
Cellam diyor ki: Ben, onu görmeyi çok arzuluyordum. Çünkü o, benim
kabilemden idi. Onu iyice inceledim.
Buğday tenli, az sakallı ve beli biraz bükülmüştü. Muaviye'nin
askerlerinin elinde olmasına rağmen, ona karşı en küçük
saygıyı bile göstermedi. Muaviye'nin cevabında şöyle dedi:
"Ben Allah'ın ve Peygamber'in düşmanı değilim. Sen ve
baban Ebu Sufyan Allah'ın ve Peygamber'in
düşmanlarısınız. Siz küfrünüzü gizleyip, İslam'ı
izhar ettiniz. Sen kendin kaç kez Peygamber (s.a.a) tarafından lanetlenmişsin.
İslam Peygamberi (s.a.a), sana hiç doymaman için lanet etmiştir.
Ben Resulullah'tan (s.a.a) duydum senin hükümetin hakkında:
"İslam hükümeti boğazı açık ve hiç doymak bilmeyen bir
ferdin eline geçerse, müslümanlar uyanmalı ve onun şerrinden dikkatli
olmalılar!" buyurmuşlardı."
Ebuzer, bu sözle hassas yerden darbeyi vurmuş ve Muaviye'nin
çirkef yüzünü Resulullah'ın (s.a.a) diliyle açığa
çıkarmıştı. Bu hadis meşhur hadislerden olduğu
için Muaviye inkar edemedi. Mecburen şöyle dedi: "Resulullah'ın
(s.a.a) maksadı başka birisidir."
Ebuzer: "Yanılıyorsun, bu hadisten maksat sensin. Ben
Resulullah'tan (s.a.a) duydum ki seni şöyle lanetliyordu:
"Allah'ım ona lanet et ve onun doymak bilmeyen gözünü toprakla
doyur."
Ebuzer, daha sonra şunları ilave etti: "Ben,
Resulullah'tan (s.a.a) duydum ki senin öbür dünyadaki halinden şöyle haber
verdiler: "Muaviye ateşte yanacaktır."
O, bu hadislerle Muaviye'yi rezil etti. Ama o da günümüzdeki
siyasetçiler gibi mahkum olduklarında güç kullandı. Yalancı bir
gülümsemeyle Ebuzer'i gözaltına almaları emrini verdi.[56][56]
Değindiğimiz gibi Muaviye, Ebuzer'in
açıklamalarının ne kadar etkili olduğunu biliyordu. Ebuzer,
tebliğine bu şekilde devam edecek olursa çok geçmeden aleyhine
kıyam olacak ve daha sonra Medine'ye kadar yayılacaktı.
İbn-i Battal şöyle diyor: "Muaviye'nin ordusu, Ebuzer'in
sözlerinden etkilenmiş ve ona meyillenmişlerdi. Onun için Ebuzer'in
Şam'da kalmasından korkuyorlardı."[57][57]
Diğer taraftan da Ebuzer gibi Resulullah'ın (s.a.a) büyük
sahabisini tutuklamak genel olarak halkın zihninde kötü sonuçlar
doğuracaktı. Onun için Osman'a mektup yazarak, Ebuzer'in Şam'da
olması, kendi aleyhine kıyama sebep olabilir diye tanıtıp
şöyle rapor etti:
"Halk, Ebuzer'in etrafında toplanıyor. Ebuzer'in
halkı, senin aleyhine kışkırtmasından korkuyorum. Bu
bölgenin halkına ihtiyacın varsa Ebuzer'i buradan
uzaklaştır."
Osman ona, cevabında şöyle yazdı: "Ebuzer'i
zayıf, çıplak ve vahşi deveyle Medine'ye doğru yola
çıkar."
Muaviye hiç beklemeden halifenin emrini icra etti. Ebuzer'e olan kini
yüzünden onu kötü bir halde Medine'ye doğru yola çıkardı.
Mes'udi şöyle yazıyor: "Muaviye, onu yalısı
kuru ağaçtan olan bir deveye bindirdi ve çok vahşi ve
acımasız beş kişiyi de onu Medine'ye götürmeleri için
görevlendirdi. Deveyi çarparak götürdüklerinden Ebuzer, devenin üzerinden
zıplayıp düşüyordu. Öyle ki Medine'ye
vardıklarında Ebuzer'in
paçalarının eti dökülmüştü. Az kalsın bu acıdan
ölecekti."[58][58]
Resulullah'ın (s.a.a),
Emevilerin İğrenç Hükümetinden Haber Vermesi
Ebuzer'i yaralı ve
sızlar bir halde Osman'ın yanına getirdiler. Osman, onu görür
görmez Kur'an'ın ayetinin hilafına -ki müslümana küçümseyerek hitap
edilmemelidir- ona dönerek şöyle dedi: "Ey Cuneydap![59][59] Seni görmekle hiç de gözümüz aydın olmadı."
Ebuzer, tüm azametiyle şöyle dedi:
"Benim adım Cundep'tir, Cuneydap değil ve Resulullah (s.a.a), beni Abdullah diye
çağırırdı. Resulullah'ın (s.a.a) bana verdiği
ismi daha çok seviyorum."
Osman: "Benim hakkımda şöyle dediğini duydum: Ben
diyormuşum ki Allah'ın eli bağlıdır. Allah fakirdir,
biz zenginiz. Ne zaman böyle dedim?"
Ebuzer: "Eğer bundan başka bir mantığa sahip
olsaydın Allah'ın malını zalimce belli kişiler
arasında taksim edip, diğerlerini mahrum etmezdin? Ben
Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu duydum: "As'ın
çocukları otuza ulaşırsa, Allah'ın malını
sahiplenip, birbirlerine peşkeş çekecekler; Allah'ın
kullarını kendilerine kul edinecekler ve Allah'ın kitabını
tahrif ederek tefsir edeceklerdir."
Halife bu hadisten çok incindi.
Ama çaktırmamak için meclise göz
gezdirip: "Böyle bir hadis duymuş musunuz?" dedi. Hepsi birden:
"Hayır" dediler.
Halife şöyle dedi: " Vay haline senin ey Ebuzer,
Resulullah'ın (s.a.a) diline yalan bağlayıp hadis mi
uyduruyorsun?"
Daha sonra şöyle dedi: "Ebuzer'in savunucusu Ali'dir. Onu
getirin." Az sonra Ali (a.s) meclise geldiler. Halife, Ebuzer'e az önce
okuduğun hadisi oku dedi. Ebuzer, hadisi tekrar etti. Osman, Emir-ül
Mü'minin'e (a.s) sordu: "Resulullah'tan (s.a.a) böyle bir hadis duymuş
musun?"
-Ben böyle bir hadis duymamışım. Ama Ebuzer'in sözleri
doğrudur.
-Onun doğruluğunu nereden biliyorsun?
-Çünkü Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduklarını
duydum: "Göğün altında ve yerin üstünde Ebuzer'den daha
doğru konuşan kimse yoktur."
Bu sırada toplantıda olanlar, Hz. Ali'nin (a.s)
zekasının ve cesaretinin etkisinde kalarak şöyle dediler:
"Evet, biz de bu hadisi Resulullah'tan (s.a.a) duyduk."
O anda Ebuzer'in asık suratı açıldı ve şöyle
dedi: "Bir gün hadis uydurmakla suçlanacağımı
aklımın ucunda bile geçirmemiştim. Hayatta kalıp da bu
ithamı Resulullah'ın (s.a.a) ashabından
duyacağımı zannetmezdim!!"
Gerçi Osman, o toplantıda
As oğulları hakkında olan hadisin üstünü kapadı. Ama onun
kapaması hakkın üstünü örtemezdi. Çünkü asırlar geçmesine
rağmen, bazı Sünni alimler dahi bu hadisi nakletmişlerdir.[60][60]
Beyt-ul Maldan Servet Elde
Etmenin Cezası
Ebuzer'i mahveden Şam-Medine seferi, onun beden gücünü elinden
almış ve incitmişti. Ama ne Medine-Şam, ne de
Şam-Medine seferleri onun ruhunu hiç bir şekilde etkileyememişti.
Yine, adaletsizlik ve Beyt-ul malı dağıtanlara karşı
mücadelesinde en küçük taviz bile vermiyordu.
Ebuzer'in Medine'ye geldiği ilk günlerde, Osman'ın
toplantısında hazır bulunduğu bir sırada
Abdurrahman'ın malını, paylaştırmak amacıyla
halifenin yanına getirmişlerdi. Ondan o kadar servet
kalmıştı ki altın ve gümüş keselerini Osman'ın
önüne yığdıklarında, Osman karşısındakini
göremiyordu.
Osman, Abdurrahman'ın ölümüne üzülerek şöyle dedi: "Onun
için ümitliyim. Çünkü misafirperver ve fakir fukaraya yardım eden
birisiydi."
Kâ'b-ul Ahbar devamlı olarak halifenin sözlerini,
kayıtsız şartsız tasdik ediyordu. Bu defa a yine halifenin
sözlerini tasdik etti.
Bu sahne Ebuzer'i üzdü. Son derece yorgun ve bitkin olmasına
rağmen, ayağa kalkıp asasını aldı ve Kâ'b'ın başına vurarak
şöyle dedi: "Yahudi tohumu! Bu kadar mal bırakan birinin
hakkında ümitli olduğunu ve Allah ona her iki dünyanın saadetini
verdi diyorsun ha ..."
Daha sonra şöyle ekledi: Ben Resulullah'ın (s.a.a) şöyle
buyurduğunu duydum: "Ölümümde bir kırat[61][61] dahi mal kalmasını
istemem."
Ebuzer'in
Tabiatının Denenmesi
Osman, Ebuzer'in tabiatını denemek için topluluk içerisinde
onu korkutmak için şöyle dedi:
-Sen neden halkı, benim aleyhime kışkırtarak
asayişi bozuyorsun?
-Ben, seni ve arkadaşını (Muaviye'yi) bilgilendirdim.
Ama benim nasihatlarıma uyacağınıza hile ile geldiniz.
-Yalan söylüyorsun; [62][62]sen asayişi bozuyorsun. Şam
halkını bana karşı kışkırtıyorsun.
O anda Ebuzer, art niyetli olmadığını, kendi
şahsiyetini ve hakikat peşinde olduğunu belirten tarihi bir söz
söyledi: "Ebu Bekir ve Ömer'in yolundan git de sana itiraz etmesinler.
Yani ben maceracı değilim. Eğer böyle olsaydım onların
hilafeti döneminde de onlarla muhalefet ederdim. Çünkü sizin üçünüzün de halifeliği
aynı şekildedir. Ama sen, hak ve adalet sınırını
aşmışsın. Onun için ben, seninle mücadele etmeyi kendime
vazife bildim. Eğer sen, önceki iki halife gibi yapsan seninle de
muhalefet etmem."
Osman, Ebuzer'in mantıklı sözü karşısında mat
olduğu için şöyle dedi: "Senin bunlarla ne işin
var?!!"
Ebuzer, şöyle cevap verdi: "Ben, Emr-i bil maruf ve nehy-i
anil münker yapmakla görevliyim."
Osman, Ebuzer'in karşısında bir şey
yapamıyordu. Mecliste hazır bulunanlara dönüp şöyle dedi:
"Size göre ben bu adama ne yapmalıyım? Acaba ona kırbaç
mı vurdurayım, hapse mi tıkayayım, öldüreyim mi, yoksa
İslam devletinden sürgün mü edeyim? Çünkü o, müslümanların
arasına ihtilaf sokuyor!!"
Bu sırada mecliste hazır bulunanlardan Ali (a.s),
yumuşaklıkla ve mantıkla söze girerek şöyle buyurdular:
"Benim bu konudaki görüşüm Âl-i Fır'avn içerisinde bulunan
Mu'min'in görüşüdür. (Kur'an'da da nakledildiği üzere) O Hz. Musa
hakkında Fır'avn Ve adamlarına şöyle dedi: "Eğer
doğru söylüyorsa kabul edin, yalan söylüyorsa kendisinindir. Yoksa onun
korkuttuğu azaba duçar olursunuz!" (Mu'min, 28)
Emir-ül Mü'mimin (a.s), bu ilahi mantıkla mecliste hazır
bulunanları etkiledi ve bir defa daha Ebuzer'i, Osman'ın hilesinden
alıkoydu.
Osman, Hz. Ali'nin (a.s) sözlerine kızdı ve ikisi
arasında tartışma oldu. Ama sonunda o toplantıdan kendi
faydasına bir netice alamadı. Sadece Ebuzer'le konuşmayı
herkese yasakladı.
Osman bir daha Ebuzer'i çağırıp, yumuşatmaya
çalıştı. Ama ümidi suya düştü. Zira Ebuzer, onu görür
görmez şöyle dedi: "Resulullah (s.a.a), Ebu Bekir ve Ömer'in
nasıl davrandıklarını görmedin mi? Acaba sen onlar gibi mi
davranıyorsun? Sen haşin bir şekilde davranıyor,
işkence ediyorsun."
Bu sözler Ebuzer'in, davasından vazgeçmeyeceğini ifade
ediyordu. Osman'ı her türlü anlaşmadan ümitsiz bıraktı ve
onu, Ebuzer'i sürgün etme kararında sabit kıldı. Onun için
çekinmeden şöyle dedi:
- Medine'den çıkmalısın.
- Ben de senden bıkmışım ve seninle bir
şehirde kalmak istemiyorum. Ama nereye gideyim.
- Nereye istersen gidebilirsin.
- Şam'a döneyim; zira orası Allah'ın
düşmanlarıyla cihat yeridir.
- Ben seni Şam'dan döndürdüm ki orayı ifsat etmeyesin diye.
Bir daha nasıl seni oraya göndereyim?
- Irak'a gideyim mi?
- Hayır, Irak'a gidecek olursan bir toplumun içine gitmiş
olursun ki onlar halifeliği kabul etmiyorlar.
- Mısır'a gideyim mi?
- Hayır.
- Peki nereye gideyim?
- Sahraya gitmelisin ki halk ile ilişkin kesilsin.
- Sahradan, İslam merkezine hicret ettikten sonra yine sahraya
mı döneyim?
- Evet!
- Peki, Necd sahrasına
gidiyorum.
- Hayır, Medine'nin uzak
doğusuna, Rebeze sahrasına gideceksin ve oradan bir tarafa
ayrılmayacaksın![63][63]
Ebuzer, Rebeze'nin ismini
duyunca dedi ki: "Allahu Ekber! Resulullah (s.a.a), doğru haber
vermiştir. Resulullah (s.a.a), önceden başıma gelecek her
şeyden haber vermişti."
- Ne haber vermişti?
- Beni, Mekke ve Medine'de bırakmayacaklarını ve sonunda
Rebeze'de öleceğim haberini vermişti.[64][64]
Burada hamiyet sahibi her müslümanın düşünmesi ve
sorması gerekmez mi k, acaba ilahi bir kimsenin ve Resulullah'ın
(s.a.a) mücahit yarenlerinden olan birisinin mükafatı bu mudur? Necd
sahrasında bile kalmasına izin verilmezken, müslümanların
Beyt-ul malını tarumar eden dünyaperestler halifenin göz
bebeğidir diye hürmet ve hizmete layık görülsün de,
Resulullah'ın (s.a.a) gerçek yarenleri sahraya sürgün edilsin! Acaba
İslam mantığı buna izin veriyor mu? Ebuzer'in doğruyu
söylemek, fesat ve adaletsizlikle mücadele etmekten başka ne suçu vardı
ki?!!
Haşimi'lerin Ebuzer'i
Uğurlaması
Ebuzer'in sürgün hükmü kesinleşti ve halife, Ebuzer'i Rebeze'ye
kadar götürmesi için bir muhafız görevlendirdi.
Osman, halkın ayaklanmasını önlemek için, Ebuzer'le
konuşmayı ve onu uğurlamayı yasakladı. Halk, halifenin
korkusundan onu uğurlamaya cesaret edemediler. Ama Haşimi'ler ve
Ebuzer'in sadık dostları Ali (a.s), Hasaneyn (a.s), Ammar, Akil,
halifenin yasağını çiğneyip, Ebuzer'i uğurlamaya
geldiler.
Bu sırada Hasan bin Ali (a.s), Ebuzer ile konuşmaya
başladı. Halifenin emrini icra etmekle görevlendirilen halifenin
müşaviri ve damadı Mervan, uğurlamaya gelenleri engellemek için
Hasan bin Ali'ye (a.s) şöyle dedi: "Ey Hasan! Bitir artık,
halifenin bu adamla konuşmayı yasakladığını
bilmiyor musun?"
Emir-ül Mü'minin (a.s), Mervan'ın bu küstahlığına
kızarak, onu itti ve atını kamçılayarak şöyle buyurdu:
"Çekil bakalım Allah'ın cehennemliği!" Daha sonra
Ebuzer'e dönerek şöyle buyurdu: "Ey Ebuzer! Sen, Allah için halifeyle
muhalefet ettin. Bu yüzden O'nun lütfunu ummalısın. Onlar,
dünyaları için senden korktular; sen ise dinin için onlardan korkuyordun.
Onların dünyalarını onlara bırak ve dinini onların
tehlikesinden kurtar.
Onlar senin kaçındığın dünyaya ne kadar da
muhtaçtırlar. Halbuki sana yasak ettikleri şeylere senin hiçte
ihtiyacın yoktur.
Kıyamet günü kimin kârlı, kimin zararlı olduğu
belli olacak. Eğer yerler ve gökler bir kulun üzerine kapansa, o kul takva
yolunu seçerse Allah, onu kurtuluşa erdirir ve kapalı
kapıları onun yüzüne açar.
Yalnız hakka sığın ve batıldan kork.
Eğer, onların dünyalarıyla işin olmasaydı, seni
severlerdi; dünya malından kendine bir pay ayırsaydın, senden
emin olurlar, endişeleri olmazdı."
Daha sonra Emir-ül Müminin (a.s), uğurlamaya gelenlere hitap
ederek şöyle buyurdu: "Amcanızla vedalaşın." Ve
Akil'e hitap ederek: "Kardeşinle vedalaş buyurdu."
Akil, ilerleyip şöyle dedi: "Ey Ebuzer! Bu son dakikalarda ne
diyeyim. Biliyorsun ki biz seni çok seviyoruz ve sen de bizi çok seviyorsun.
Allah'tan kork ve sakın. Ondan sakınmak kurtuluş
yoludur. Zorluklara karşı sabırlı ol. Çünkü sabır
ruhun büyüklüğünün alametidir.
Bilmelisin ki hedef yolunda sabır ve istikameti zor saymak,
kudretsizlik ve acizliktir. Kurtuluşun gecikmesinden ve sıkıntıdan yorulmak bir
nevi ümitsizliktir. Buna göre kesinlikle ümitsizlenme."
Hz. Hasan Bin Ali'nin (a.s)
Sözleri
Daha sonra sözü İmam Hasan (a.s) alarak şöyle buyurdu:
"Bunların sana yaptıklarını görüyorsun. Dünya ebedi
olmadığı için unut. Meşakkat ve zorlukların
karşılığını ahirette almak için katlan.
Sabırlı ol ki Resulullah (s.a.a), senden razı olduğu halde
onunla buluşasın."
Hz Hüseyin Bin Ali'nin (a.s)
Sözleri
Hz. Hüseyin (a.s) de söze başlayarak şöyle buyurdu:
"Amcacığım, Allah bu durumu değiştirebilir.
Allah, her gün yaratıp yok edendir. Bunlar dünyalarını
sevdikleri için seni üzdüler ve bu şehirde kalmana izin vermediler. Ama
sen dinin için onları günahtan alıkoymaya çalıştın.
Onların ne kadar da senin kaçındırmak istediğin mala
ihtiyacı vardır. Halbuki sana yasak ettikleri şeyden sen
ganisin.
Allah'tan sabır isteki üzülmeyesin. Allah'a sığın,
çünkü sabır dinin bir bölümü ve
büyüklük alametidir. Ama üzüntü ve dargınlık, ne günü çabuk geçirir
ne de ölümü uzaklaştırır."
Ammar'ın tüm vücudunu sinir almış, titriyordu.
Şöyle dedi Ebuzer'e: "Seni korkutanları, Allah korkutsun.
Allah'a yemin ederim ki eğer sen
onların dünyasıyla uyum sağlasaydın, emanda olacaktın.
Onların işlerini alkışlasaydın, seni seveceklerdi.
Halkı senin aleyhine yönelten şey, onların dünyaya olan
bağlılıkları, ölümden korkmaları ve başta
olanı sevmekti. Bunlar dinlerini halifenin yandaşlarına
bağladılar. Onlar da bunun karşılığında
dünyalarından onlara verdiler. Her iki grup da dünyada ve ahirette hüsrandadır."
Ebuzer, artık yaşlanmış ve yaşı
geçmişti. Ağlayarak şöyle dedi: "Allah'ın rahmeti
üzerinize olsun Ey Resulullah'ın Ehl-i Beyti! Sizi gördüm Peygamber'i
hatırladım. Benim, Medine'de sizden başka kimsem yoktur.
Benim vücudum, Hicaz'da Osman'ı, Şam'da ise Muaviye'yi
sıktı. Osman Medine'de kalmama izin vermediği gibi,
Mısır'a, Basra'ya gitmeme de izin vermedi. Çünkü halkı
onların aleyhine kışkırtacağımdan korkuyordu.
Beni öyle bir yere yolluyor ki orada Allah'tan başka hiç bir
yardımcım yoktur. Ben, Allah'tan başka hiç bir şey istemiyorum.
Allah'ım benimle olduğu müddetçe hiç bir şeyden korkum
yoktur."[65][65]
Diğer taraftan Mervan halifenin yanına gelerek durumu
anlatıp, Hz. Ali'den (a.s) şikayet etti. Osman, Emir-ül Müminin'nin
(a.s), verdiği emre uymamasına kızarak şöyle dedi: "Ey
müslümanlar! Ali benimle muhalefet ediyor. O, benim temsilcimi geri çevirip,
işini yapmasına mani olmuş. Allah'a yemin ederim ki bu
yaptıklarının cezasını vereceğim."
Emir-ül Müminin (a.s), Ebuzer'i uğurlayarak döndüğünde, halk
O'nu karşılamaya giderek, halifeyi
kızdırdığını bildirdiler.
Hazret şöyle buyurdu: "Onun kızması atın
ağzında bulunan gemine kızması gibidir. Onu,
dişleriyle o kadar sıkar ki, sonunda yorulup bırakır. Yani
onun, bana kızması hiç bir şey ifade etmez, sadece kendisini
üzecektir."
Ali (a.s), Osman'la karşılaştığında
Osman, şöyle dedi: "Bana karşı çok cüretkar olmuşsun.
Artık benim temsilcimi geri çeviriyorsun."
- O, benim uğurlamama mani olmak istedi. Ben de onu kovdum. Ama
sana karşı muhalefet etmedim.
- Ben Mervan'a, kimsenin Ebuzer'i uğurlamaması için emir
vermiştim.
- Senin her emir verdiğin şey, hatta hakkın ve
İlahi emrin hilafına olsa bile uymaya mecbur muyuz? Yemin ederim ki
böyle bir emre asla uymayacağız.
- Mervan'ın diyetini vermelisin. Ona küfretmişsin. O da sana
küfredecek ve atını kamçılayacak.
- Atım onun ihtiyarında. Ama bana kötü laflar sarfedecek
olursa, ben de sana yalanı olmayan kötü şeyler söylerim.
- Sen, ona kötü laflar sarfetmişsin, o niye sana söylemesin?
Allah'a yemin ederim ki sen bana Mervan'dan daha iyi değilsin.
Ali (a.s), bu cümleyi duyduğunda çok sinirlendi ve şöyle
buyurdu: "Benimle böyle konuşmakla beni Mervan'la bir mi tutuyorsun?
Allah'a and olsun ki ben senden üstünüm. Babam, senin babandan, annemde senin
annenden üstündür. İşte ben kılıcımı çektim,
sende kendini hazırla."
Osman sinirlenip yüzü kızardı, ama tepki gösteremedi.
Mecburen yerinden kalkıp evine gitti. Ali (a.s) de meclisi terk etti.
Haşimi'ler, Ensar ve Muhacirler, Hz. Ali'nin (a.s) tarafını
tuttular.
Ertesi gün Osman, Hz. Ali'yi (a.s) halka şikayet ederek,
şöyle dedi: "Ali, beni eleştiriyor ve eleştirenlere destek
oluyor."
Sonunda bir grup müslümanın arabuluculuğuyla halife ile, Hz.
Ali'nin (a.s) ihtilafı azaldı. Ali (a.s) şöyle buyurdu:
"Ben, Ebuzer'i uğurlamakla, hakkımı eda etmekten başka
hiç bir kastım yoktu."[66][66]
Halifenin, Ali (a.s) ile tartışmasında, O Hazretin
mukaddes makamına yaptığı hakaret
bağışlanamaz. Halife, kendi damadı Mervan ile Ali (a.s)
arasında hiç bir fark gözetmeyerek ikisini eşit saydı.
Şüphesiz burada halife hevasına
kapılmıştır. Yoksa Ali (a.s) nasıl Mervan ile kıyas olunur? Üstünlüğün ölçüsünü
ne bilirsek bilelim, halifenin mukayesesini düzeltemez.
Nasıl olur da Kur'an-ı Kerim'in, Resulullah'ın (s.a.a)
nefsi olarak tanıttığı Hz. Ali'yi (a.s) iğrenç soydan
gelen Mervan ile aynı kefeye koyar?!
Geçmiş sayfalarda da belirttiğimiz gibi Mervan ve babası
İslam'ın en büyük düşmanlarından idiler ve Resulullah (s.a.a) ile hiç bir muhalefetten
çekinmiyorlardı. Öyle ki Resulullah (s.a.a), onları Taif'e sürdü ve
Osman'ın halifelik dönemine kadar orada kaldılar.
Mervan, sadece Resulullah (s.a.a) zamanında değil, hatta Hz.
Ali'nin (a.s) hilafeti döneminde de, o Hazret ile muhalefet ediyordu. Hatta
Cemel savaşında Talha ve
Zubeyr'in ordusuna katılarak İmam'a karşı
savaştı.
Emir-ül Müminin'nin (a.s) askerleri, Mervan'ı esir
tuttuklarında Hasaneyn'e (a.s) yalvarıp babalarının
yanında kendisine şefaat etmelerini istedi.
Emir-ül Müminin (a.s), Hasaneyn'nin (a.s) şefaatını
kabul ederek onu azad etti. Bazıları arz ettiler: "Ya Emir-ül
Müminin! Mervan, seninle biat edecek mi?"
Hazret buyurdular: "Osman öldükten sonra benimle biat etmedi mi?
Benim, onun biatına ihtiyacım yoktur. O, yahudi sıfatlı ve
hilekardır. Eğer bu gün eliyle bana biat etse, yarın başka
bir uzvuyla bozacaktır."
Daha sonra şöyle buyurdu: "O, çok az bir müddet
hükmedecektir. O dört kuvvetli ve tehlikeli koçların babasıdır.
İslam alemi onların elinden çok çekecektir."
İslam tarihinde Mervan'ın çok kötü bir geçmişine
rağmen Osman'ın onu, Ali (a.s) ile terazinin aynı kefesine koyup
"Sen benim yanımda Mervan'dan daha iyi değilsin" demesini
nereye koyabilirsiniz?!
Osman'ın, İslam'ın zıddına olan işleri
kendi zamanında herkese açık ve belliydi. Resulullah'ın (s.a.a)
yarenlernnden bir grup da onun bu değersiz işlerini devamlı
olarak eleştiriyordu. Daha sonraki asırlarda mutaassıp
muhaddisler ve tarihçiler halifenin, Resulullah'ın (s.a.a) mücahit dostu
Ebuzer'i sürgün etme suçunu örtbas etmek için, nice yalanlar ve yorumlar
nakletmişlerdir.
Gerçi bu yorumlar o kadar esassızdır ki bunların
yalanı hiç bir insaflı ve alim kimseye gizli değildir; ama yine
de konun tekmili ve olaylardan hebersiz kimselere yardımcı olmak için
bunlardan bazılarını zikredip değerlendireceğiz.
İslam tarihinde ilk kez Ehl-i sünnet muhaddis'lerinden 'Muhammed
bin İsmail Buhari', Osman'ı savunup kendi sahihinde şöyle
demiştir: "Ebuzer, sadece 'Kenz' ayetinin içeriği ve tefsiri
hakkında Muaviye ile muhalefet etmiştir; Osman ile hiç bir
ihtilafı yoktu! Ebuzer, halkın kendi aleyhine tahrik olduğunu
görünce kendi isteği ile Medine'yi terk edip Rebeze'ye göçtü!!"
İşte, Buhari'nin kendi yazdıkları:
Zeyd bin Vahap diyor ki: "Ben Rebeze'de Ebuzer ile görüştüm.
Neden orada kaldığını sordum."
Dedi ki: "Şam'da idim. Muaviye ile Kenz ayeti hakkında
ihtilafımız oldu. O, ayetin sadece Ehl-i kitap hakkında
olduğunu; ben de hem Ehl-i kitap, hem de müslümanlar hakkında
olduğunu söylüyordum. O beni, halifeye şikayet etti. Halife, beni
Şam'dan Medine'ye getirtti. Medine'ye vardığımda halk bana
muhalefet etti. Sanki beni tanımıyorlardı. Ben olayı,
Osman'a anlattığımda o, bana dedi ki: "İstersen
Medine'de kal, istersen halkın itirazından kurtulmak için başka
bir yere git!!" Böylece burayı seçtim. Eğer bana siyah bir
köleyi hükümran olarak verse yine ona itaat ederim!!"[67][67]
Buhari bu asılsız hikayeyi nakletmekle, Ebuzer ile hakim
sulta arasında olan büyük ihtilafları ve Ebuzer'in sürülmesine sebep
olan hakikati örtbas edip olayı başka türlü göstermek istiyor. Ancak
tarihin mütevatir metinleri, geçmiş sayfalarda da
açıkladığımız gibi hakikatleri sergileyerek, en küçük
belirsizlik dahi bırakmamıştır.
Buna ilaveten, Buhari'nin naklini doğru bile farz etsek, Ebuzer'in
Rebeze'ye gidişi kendi isteği üzere gerçekleştiyse, peki ya
Şam'a gitmesi nasıl yorumlanacak? Acaba Ebuzer, kendi gönlüyle mi
gitmişti, yoksa halife mi onu Rebeze'den önce oraya sürmüştü?!
Osman, hicretin 30. yılları sırasında Kur'an'ı
toplattırıp, Kufe, Basra, Şam gibi büyük şehirlere birer
nüsha yollayarak, "Bütün Kari'ler bu Kur'an'ın yüzünden
okumalıdır; ta ki lehçe ve diğer ihtilaflar ortadan
kalksın",diye emir yayınladı.
Aynı zamanda ilk kez Kenz ayeti hakkında Osman ile Ubeyy bin
Kâb'ın arasında ihtilaf çıktı. Halife şöyle dedi:
"Ayette 'Atıf Vavı' yoktur. Ayetin ikinci kısmı sadece
Ehl-i kitap hakkında nazil olmuştur." Ama Ubeyy bin Kâb ayette
'Atıf Vavı'nın olduğunda ısrar ediyordu. Buna göre
ayetin manası müslüman ve gayri müslüman herkesi kapsıyordu.
Bunların arasındaki ihtilaf o kadar şiddetlendi ki Ubeyy
bin Ka'b: "(Vav'ı) yerine bırak, yoksa
kılıcımı kılıfından çekerim" dedi.
Osman çaresiz kalıp (Vav'ı) yerine koydu.[68][68]
Burada şunu sormak gerekir: Nasıl oldu da Ubeyy bin
Kâ'b'ın, halife ile olan muhalefeti bu maceraların
yarısını bile doğurmadı da, bu ayet hakkında
Ebuzer'in Muaviye ile olan ihtilafı bu büyük hadiseye yol açtı;
böylece Ebuzer, Şam'dan Medine'ye getirildi; daha sonra da halkın
baskısı altında kalarak Medine'yi terk etti?!
Meşhur tarihçi Belazuri kendi kitabı Ensab-ul Eşraf'da
Ebuzer ile halife hakkında bir takım hakikatleri beyan etmiştir.
Fakat bahsin sonunda asılsız bir hikayeyi de nakletmekle, açıkça
hakikati tahrif etmiştir.
O, Buşr bin Havşeb adlı birisinden o da
babasındanşöyle naklediyor: "Ben Rebeze çölünden geçiyordum.
Yaşlı ve ak sakallı birisinin çadırda
yaşadığını gördüm. Bu kimdir diye sordum.
Dediler ki: "Ebuzer, Resulullah'ın (s.a.a) sahabisi."
Ona dedim ki : "Burası Benî Gifar kabilesinin yeri
değil."
Dedi ki: "Ben buraya zorla gelmişim."
Daha sonra Buşr diyor ki: "Ben bu olayı Said bin
Musayyib'e dedim. O, Ebuzer'i yalanlayarak şöyle dedi: "O, kendi
isteğine göre Medine'yi terk edip Rebeze'ye göçmüştür!!"[69][69]
Belazuri'nin Rivayetinin
Değerlendirmesi
Buşr bin Havşeb'in babasından naklolunan hadisenin son
bölümü bir kaç delile göre yalandır.
1- Ebuzer'i yalanlamak, Resulullah'ı (s.a.a) yalanlamaktır.
Çünkü Resulullah (s.a.a), onun hakkında şöyle buyurmuştur:
"Göğün altında ve yerin üzerinde Ebuzer'den daha doğru
konuşan birisi yoktur."
2- Ebuzer'in sürgün edileceğinin, Resulullah (s.a.a)
tarafından haber verildiğini bütün tarihçiler ve muhaddisler
nakletmiştir. Biz de geçmiş sayfalarda Muruc-uz Zehep'den bu konuyu
nakletmiştik.
3- Nasıl olurda bir şahıs İslam merkezini terk
edipte sahraya göçer? Acaba normal birisi böyle bir şeyi yapar mı?
Kaldı ki Belazuri'nin kendisi Ebuzer'den "Osman, beni sahraya
sürdü" sözünü de nakletmiştir!![70][70]
4- Belazuri'nin kendisi, bu konunun tersini başka bir yerde
şöyle yazıyor: "Ebuzer'in Rebeze'de ölüm haberini duyan Osman,
'Allah rahmet etsin' dedi. Ammar da hazır bulunduğu o toplulukta
şöyle dedi: "Evet Allah, Ebuzer'e rahmet etsin."
Osman, Ammar'ın sözüne kızıp, ona hakaret etti ve daha
sonra şöyle dedi: "Ebuzer'i sürdüğümden pişman
olduğumu mu sanıyorsun?"
Bu sırada Ammar'a kırbaç vurmalarını emretti.
Bununla da yetinmeyerek şöyle dedi: "Sen de Rebeze'ye
gitmelisin!!"
Ammar, Rebeze'ye gitmeye hazırlanmıştı. Benî Mahzum
kabilesi, Ammar ile yıllar önce dostluk ve birbirlerini savunma ahdi
bağlamışlardı. Hz. Ali'nin (a.s) huzuruna vararak O'ndan,
Osman ile konuşup Ammar'ın sürgüne gönderilmesine mani olmasını istediler.
Ali (a.s), Osman'a dedi ki: "Allah'tan kork. Sen salih ve müslüman
birisini sürgün ettin ve sürgün yerinde öldü; şimdi de başka bir
büyük şahsiyeti mi sürmek istiyorsun?!"
Ali (a.s) ile Osman arasında tartışma büyüdü. Osman dedi
ki: "Sen sürgüne daha layıksın!"
Ali (a.s) buyurdular ki: "Olsun. Beni sürecek isen, hadi ne
bekliyorsun?"
Bu esnada Muhacirler toplanıp Osman'a dediler ki: "Seninle
iki kelime konuşmak isteyeni sürmen doğru değildir."
Bu muhalefetler karşısında Osman, Ammar'ı sürgün
etmekten vazgeçti.[71][71]
Bu açık deliller karşısında Belazuri'nin, Said bin
Musayyib'in sözlerine itimat etmesini anlamak mümkün değil!
Bu deliller hakikati belirtmek için yeterli değil mi?
Belazuri'nin, Ebuzer'in hakkında yazdığı ve
naklettiği bu çelişkili sözleri, araştırmacıları
gerçekten hayrete düşürmüştür.
O, bir taraftan Ali (a.s) ve Ammar'ın, Osman ile
tartışmasını naklediyor, diğer taraftan da diyor ki:
Osman'a sordular: "Ebuzer, kendisini senin sürdüğünü söylüyor. Bu
nasıl olur?"
Osman cevaben: "Hayır böyle bir şey yoktur. Ebuzer'in
İslam'daki fazileti benim yanımda sabittir" diyor.[72][72]
Bu çelişkiler nasıl yorumlanabilir?
Ebuzer'in sürgün edilmesini nakledip onun hakkını zayi
edenlerden bir diğer meşhur tarihçi de Ebu Cafer Taberi'dir. O, kendi
tarih kitabında olayı öyle bir şekilde nakletmiştir ki
rivayetin metni ve senedi onun yalan olduğunu açıkça gösteriyor.
Biz onun rivayetini değerlendirmeden önce,
okuyucularımızın, rivayette geçen şu bölüme dikkat
etmelerini istiyoruz:
"...Hicretin 30. yılında Ebuzer, Şam'dan Medine'ye
sürüldü. Bu konuda çok şeyler söylenmiştir. Ben onları söylemek
istemiyorum. Ama bu konuda Muaviye'yi mazur görenler görüşü
"Sürri"nin bana naklettiği şu hikayeye dayanmaktadır:
İbn-i Sevda (Abdullah bin Saba)'nın bu işte eli
vardı. O, Şam'a geldiği gün, Ebuzer'le görüşüp, ona şöyle dedi:
"Ey Ebuzer! Muaviye, müslümanların malını,
Allah'ın malı olarak adlandırıp, bu yoldan
müslümanların malını kendine çekip, onların adını
mahvederek onları mahrum kıldı."
Ebuzer, Muaviye'nin yanına giderek şöyle dedi: "Neden
müslümanların malını, Allah'ın malı diye
adlandırıyorsun?"
Muaviye şöyle cevap verdi: "Allah, sana rahmet etsin ey
Ebuzer! Bizler Allah'ın kulları değil miyiz? Mal Allah'ın
malı, kullar Allah'ın kulları ve emir de Allah'ın emri
değil midir?"
Ebuzer: "Böyle söyleme" dedi.
Muaviye cevap verdi: "Ben demiyorum mal Allah'ın malı
değildir. Ben Müslümanların malıdır diyorum."
Abdullah bin Saba, Ebu Derda ve
Ubade bin Sabit'in peşi sıra gidip, onları da tahrik etmek
istedi. Abu Derda, onu tutuklayıp Muaviye'ye götürerek dedi ki:
"Ebuzer'i senin aleyhine tahrik eden işte budur."
Ebuzer, Şam'da oturuyor ve Tahrim suresinin Kenz ayetini okuyordu.
Zenginleri fakirler ile eşitliğe davet ediyor ve onları tahrik
ediyordu. Zenginler onu, Muaviye'ye şikayet ettiler. O da Osman'dan talimat
istedi. Osman da onun yol harcını verip iyi davranmasını
emretti.
Ebuzer, Medine'ye vardığında Osman: "Şam
halkı neden seni şikayet ettiler?" dedi.
Ebuzer, cevap verdi: "Allah'ın malı dememeliler ve
zenginler de mal biriktirmemelidirler." Böylece bir tartışma
oldu. Daha sonra Ebuzer, Osman'dan Medine'yi terk etmek için izin istedi. Osman
dedi: "Medine'yi daha kötü bir yerle mi değiştiriyorsun?"
Ebuzer: Resulullah (s.a.a) buyurdular ki: "Medine'de Baras
hastalığı yayılırsa orayı terk et!"
Osman: "Peki, Resulullah'ın (s.a.a) emrine uy." dedi.
Ebuzer de Medine'yi terk edip Rebeze'de ikamet ederek, orada bir de
cami yaptı. Osman, bir kaç tane deve, iki tane de köle
bağışlayıp mesaj yolladı. Ve hicretten sonra göçebe
olmasın diye de bazen Medine'ye uğramasını istedi.[73][73]
Taberi'nin rivayeti işte budur. Şimdi bakalım senet
bakımından ne derece itimat edilebilir?
Taberi'nin Rivayetinin
Değerlendirmesi
Taberi'nin rivayetinin ravileri beş şahıstır:
1-Sürrî
2-Şuayb bin İbrahim
3-Atiyye bin Said-il Ufiyy-il Kufî
4-
4-
Seyf bin Ömer
5-
5-
Yezit Fak'âsî
Bu şahısların rivayetleri, hadis alimlerinin
nazarında değersiz ve itibar edilmeyecek niteliktedir. Çünkü Sürrî,
yalancı ve hadis uyduran biridir. Şuayb bin İbrahim de
muhaddisler yanında durumu meçhuldür. Doğru sözlülüğü veya
yalancılığı bilinmeyen biridir.
Seyf bin Ömer de hadis uyduran biridir. Hadis otoriteleri onun
rivayetlerine itibar etmezler.
Yezid bin Fak'asî de meçhul birisidir.
Atiyyet-u Ufî ise tartışmalı birisidir.
Bazıları, onun rivayetini vusuk (itibar edilen), bazıları
da zayıf biliyorlar. Eğer Şia olduğuna ihtimal verilse bile
onun adına uydurmuşlardır. Taberi kendi tarihinin 3-4-5.
ciltlerinde 701. rivayette hicretin 11'inden 37'sine kadar olan olayları
nakletmiştir ve bu dönemin hakikatlerini maalesef ters yüz ederek
vermiştir.
Bu kişilerden sadece 3-4-5. ciltlerde rivayetler nakletmiş.
5. ciltten sonra ise ilginçtir ki diğer ciltlerde, bunlardan hiç bir
rivayete rastlanmıyor.
Acaba Sürrî ve Seyf bin Ömer'in bilgileri, tarihin bu hassas dönemini
mi kapsıyordu? O da öyle bir dönem ki sadece mezhep olaylarına
içeriyordu.
Hayır, onlar bu tür yönlendirici rivayetleri tahrif ederek
gerçeklerin üzerini örtüp gizlemeye çalışmışlardır.
Bu rivayetlere dikkat eden kimse bunların hepsinin sahte
olduğunu ve birileri tarafından maksatlı olarak uydurulduğu
kanaatine varır. Taberi'nin hakikatleri bilmediği
sanılmasın, ama ne var ki taassup insanı böyle yapıyor
işte!
Maalesef bu sahte ve meçhul rivayetleri, Taberi'den sonraki tarihçiler de
-İbn-i Esakir, İbn-i Esir ve İbn-i Haldun gibi- kendi
kitaplarında konuyu incelemeden -gerçekleri yazmıştır-
düşüncesiyle nakletmiş ve maalesef sonraki tarihler de yalanlarla
dolmuş ve birbiri ardınca tarihi rivayet diye nakletmişlerdir.
Ama Tarih-i Taberi müsnet olup
rivayetlerin senedi belli olduğundan yalan rivayetleri ayırt etmek
mümkündür. Önceden de işaret ettiğimiz gibi bu rivayetlerin senedinde
yer alan râvîler muteber kimseler değildir.[74][74]
Buraya kadar Taberi'nin rivayetinin senedini eleştirdik.
Şimdi itibar derecesini tam olarak görmemiz için, bir de
muhtevasını incelememiz gerekir.
Taberi'nin Rivayetinin
Muhtevası
Rivayetin muhtevası
senedinden daha rezil bir durumdadır. Bunu bir kaç açıdan
değerlendirebiliriz:
1-
1-
Bu rivayette Taberi kendi
değişine göre Ebuzer'in sürgünü hakkında çok şeyler
vardır dedikten sonra, maalesef
bunları nakletmekten çekinmiş ve
sadece Muaviye'yi savunmaya geçmiştir. Böyle birtutum sergilemek,
garezden başka bir şey değil de nedir?
2-
2-
Ebuzer'in, Medine'den
Şam'a olan sürgünü es geçilmiş sadece Şam'dan Medine'ye gelmesi
söz konusu edilmiştir. Faraza eğer Ebuzer'in, Muaviye ile olan
muhalefeti Abdullah bin Saba'nın tahrikiyle olmuştu da peki onun
Medine'den Şam'a olan sürgününün sebebi ne idi? Acaba onun, Osman'ın
yanlış Ve İslam dışı uygulamalarıyla
mücadele etmekten başka suçu var mıydı? Şam'da da aynı
mücadeleyi Muaviye'nin aleyhine yapınca tekrar Medine'ye gönderildi.
3-
3-
Bugünkü İslam alimleri,
Abdullah bin Saba diye birisinin asla dünyaya gelmediğini ve yaşamadığını,
böyle bir şahsın, zalim ve hain tarihçiler tarafından,
Osman'ın ve Muaviye'nin cinayetlerini ört bas etmek için
çıkarılmış hayali ve masaldan ibaret bir şahıs
olduğunu ve çıkan muhalefet ve isyan hareketlerinin körükleyicisi
olarak göstermek için uydurulduğunu söylemişlerdir.. Halbuki bu
kıyam ve muhalefetlerin sebebi çok açıktır. Sebep, zamanın
halifelerinin tutum ve ve davranışları, İslamî
esasları açık bir şekilde çiğnemeleriydi. Böylece Abdullah
bin Saba'nın, Ebuzer'i tahrik etme meselesinin hiçbir muteber tarihi
senedi yoktur ve sadece bir masaldan ibarettir.
4-
4-
Geçmiş sayfalarda
Mes'udi'den naklettiğimiz gibi Ebuzer'i Şam'dan Medine'ye intikal
ettirirken, ona çok kötü muamele yapılmasının yanında,
çıplak devenin üzerine bindirip beş tane acımasız vahşiyi de onu, Medine'ye götürmekle
görevlendirdiler. Bu acımasız insanlar deveyi süratlehareket
ettirerek, ona istirahat hakkı vermeden, Medine'ye getirdiler. Medine'ye
geldiklerinde Ebuzer'in paçaları yaralanmış ve duyduğu
acıdan az kalsın ölecek duruma gelmişti.
5-
5-
Ebuzer'in beyt-ul malı,
"Allah'ın malı" olarak adlandırılmasından
hoşlanmadığı meselesini ileride
açıklayacağız inşaallah.
6-
6-
Ebuzer gibi bir
şahsiyetin İslam merkezi ve mukaddes Medine şehrini kendi
isteği ile terk edip, sahraya göçmesi mümkün müdür? Geçmiş sayfalarda
da naklettiğimiz gibi Ebuzer'in, Osman'a olan itirazlarından birisi
de, onu Medine'yi terk edip sahraya gitmeğe mecbur etmesiydi. Buna göre
Ebuzer'in böyle akılsız bir işi yapması nasıl mümkün
olabilir?
7-
7-
Geçmiş sayfalarda
delillerini de getirdiğimiz gibi Osman ile Muaviye, Ebuzer'e
altın-gümüş hediye ederek susturmaya
çalışıyorlardı. Ama Ebuzer, cesurca onları reddedip,
tek dinar dahi onlardan almadı.
Bu hakikatlere nazaran, Osman'ın, Ebuzer'e köle ve develer bağışlamasına
hangi saf ve akılsız inanır?
İbn-i Ebil Hadid Ve
İbn-i Esir'in Hakk'ı Zayi Etmesi
Ebuzer'in sürgün meselesini değiştirip, Osman'ı
günahsız çıkaranlardan dördüncüsü de İzzettin bin Esir'i
Cezrî'dir. O, Taberi'nin mevzu hikayesinin senetlerini keserek
nakletmiştir. O, hicretin 30. yılının hadiselerini beyan
ederken şöyle diyor: "Bu yıl da Ebuzer'in macerası meydana
geldi. "Muaviye, onu Şam'dan Medine'ye yolladı. Bu konuda
çeşitli sebepler zikretmişler. Mesela demişler ki,
"Muaviye'nin ona kötü sözler söyledi ve ölümle tehdit etti; sonra da
Medine'ye kadar çıplak deve ile gönderdi. Ebuzer, Medine'den zorla sürgün
edildi" falan. Ama bu sözler doğru değildir. Eğer
doğru olsa bile Osman, mazur bilinmeli ve bu konuda ona itiraz edilmemeli
ve eleştirilmemeldir; çünkü müslümanların hakimi, ümmeti terbiye
edip, cezalandırmaya yetkilidir."[75][75]
İbn-i Ebil Hadid de bu olayın benzerini beyan edip
Osman'ı, Ebuzer'i sürme işinde suçsuz gösterip, onun bu çirkin
işine yorumlar çıkarmıştır. O, şöyle
yazıyor: "Osman'ın, Ebuzer'i sürmedeki mazereti, müslümanlar arasında fitnenin
yükselmesinden duyduğu korkuydu ve öyle sanıyordu ki Ebuzer'i
sürmekle bu ateş sönecektir. Bunun için İslam camiasının
yüce maslahatı gereği onu sürdü!! Ümmetin fertlerinin, İslam
hakimi tarafından böyle cezalandırılması caiz ve ahlaki
yönden de çok doğrudur."
Daha sonra şunları ekliyor: "Elbette bizim alimlerimiz
bu yorumları, amellerinin makul bir tevili ve yorumu olan kimse
hakkında yaparlar; ama Muaviye gibi işi iyiye yorumlanmayacak kimsenin
yaptıklarını tevil etmezler."[76][76]
İslam'da hakimin bir takım yetkileri olduğu
doğrudur ve ihtiyaç olduğunda bazılarını ıslah
edebilir. Ancak bu şahıslar İslam'ın aleyhine
çalışıp hak sözü inkar ettiklerinde. Ama herhangi bir
müslüman halifeyi, İslamî esaslara
riayet etmeğe ve Resulullah'ın (s.a.a) ve halifelerin yolundan
gitmeğe davet ederse, acaba halifenin böyle birisini de
cezalandırması ve onu bu davetinden dolayı sürmesi mi gerekir,
yoksa böyle bir halife zalim olup, müslümanların onu hilafetten almaları mı?
Ebuzer asla halifeyi, Allah'ın kitabından ve
Resulullah'ın (s.a.a) sünnetinden başka bir şeye davet etmedi.
Onu, hesapsız kitapsız bağışlarda bulunmaktan ve
haksız yere çirkef Emevileri
savunmaktan alıkoymaya çalışıyordu. Şimdi bu ikisinden
hangisi sürgüne ve ıslaha daha
layıktır, Ebuzer mi yoksa halife mi?!
Osman, Suçluları
Cezalandırmaktan Çekiniyordu
Eğer Osman, gerçekten suçluları cezalandırmak istiyor
idiyse, fitnelerin baş müsebbi olarak lanse edilmeğe çalışılan
Abdullah bin Saba'yı neden cezalandırmadı? Ne Muaviye, ondan şikayetçiydi ne de halife
onun elinden bıkmıştı. Muaviye ve halife, nedense
silahlarını sadece hilafette olan fesat ve adaletsizlik ve tavizle
mücadele eden Ebuzer gibilerin üzerine çevirmişlerdi!!
Eğer halifenin bu tip icraatı(iddiaedildiği gibi)
gerçekten toplumdaki düzeni koruma amaçlı yapılıyorduysa, o
zaman neden Hürmüzan ve Ebu Lû'lu'nun kızı Cufeyne'yi öldüren
Ubeydullah bin Ömer'i cezalandırmadı? Halifenin de tasdik
ettiğine göre bunların ikisi de günahsız idiler. Sadece
suçları İranlı veya katil ailesinden olmalarıydı.
Evet, Ömer'in oğlu Ubeydullah, günün ortasında
acımasızca iki günahsızın kanını döktü. Halife
onu serbest bıraktı ve
İslam'ın hükmünü ona uygulamadı. Ali (a.s), onun katlini
istediğinde halife: "Ömer'in ailesi acı çekmişlerdir. Bu
acılarına birde biz acı katmayalım" diyerek özür
getirdi!!!
Halifenin kendisi Ubeydullah'ı idam ile
cezalandırmadığına mazeret üreterek, İbn-i Esir ve
İbn-i Ebil Hadid gibilerin tevil zahmetini azaltmıştır! Ama
halifenin getirdiği mazeret, İbn-i Esir'in mazereti gibi, İlahi
ölçüler karşısında mantıksız ve esassızdır.
Buna göre de Ali (a.s) ve diğer hür müslümanların itirazlarına
maruz kalmıştır.
Osman, hilafete geldiğinde kürsüye çıkıp şöyle
dedi: "Allah'ın mukadderatı böyleydi ki Ubeydullah,
Hürmüzan'ı öldürsün!! Fakat Hürmüzan, müslüman idi ve müslümanlardan
başka da varisi yoktur. Ben de müslümanların halifesi olarak Ubeydullah'ı
affediyorum. Siz de affediyor musunuz?"
Bir grup "Evet", dediler.
Ama Emir-ül Müminin (a.s) şöyle buyurdular: "Bu
fasığı cezalandır, çünkü o, büyük bir günah
işlemiş ve suçsuz yere bir
müslümanı öldürmüştür."
Daha sonra Ubeydullah'a yönelip şöyle buyurdu: "Ey
Fasık! Eğer bir gün seni ele geçirirsem, kendim seni katl cürmüne
göre öldüreceğim."[77][77]
Mikdat kalkarak şöyle dedi: "Ey Halife! Hürmüzan'ı Allah
ve Resul'ü âzâd etmişti. Sen, Allah ve Resulünün hakkını
bağışlayamazsın."[78][78]
Halife suçluları cezalandırmakla, toplumun emniyetini mi sağlamalı,
yoksa kendi ünvanından istifade edip mütecaviz ve cinayetkarların kan
dökmesini serbest mi bırakmalıdır?
Ali (a.s) ve bazı müslümanların ısrar etmesine
rağmen halifenin müslümanlardan, Ubeydullah'ı affetmelerini istemesi
Allah'ın hükmünü değiştirir mi?!
Eğer halife gerçekten ümmetin ıslahını ve
suçluları cezalandırmayı istiyor idiyse, neden Velit bin Ukbe bin Ebi Muayt, Kufe mescidinde
sarhoş olarak sabah namazını dört rekat kıldı ve
mihraba kusarak(!!), aşk şiirleri okudu? Kufeli'lerin, bu durumu
toplu halde halifeye bildirmelerine, Ammar'ın da onun yüzüğünü
parmağından çıkarıp, halifeye göndermesine ve de Muhacir ve
Ensar'ın baskısına rağmen, şarap içme haddini onun
hakkında icra etmedi!![79][79]
Evet, Velit, halifenin üvey kardeşi olduğu için şarap
içme suçundan yargılanıp, cezalandırılamazdı. Onun
yerine şâhitler kırbaçlandılar![80][80]
Hem biz hem de iki koca tarihçi (İbn-i Esir ve İbn-i Ebil
Hadid) biliyoruz ki Ebuzer, asayişi bozmuyor ve kıyam etmiyordu.
Ancak yağmacılar, sömürgeciler ve Beyt-ul malı kendi
hesabına yatırıp mal mülk sahibi olanlar ıslah olmuyor ve
adalete uymuyorlardı.
Bu iki meşhur alim nasıl olur da Ebuzer'in hakkını
çiğneyip, Osman'ın yaptığı cinayetleri örtbas
edebiliyorlar?!
İbn-i Esir, Osman'a olan itiraz ve eleştirileri gizleyip,
Taberi'ye uyarak şöyle diyor: "Onları nakletmekten
çekiniyorum!" Ama hakikatin onun gibileri tarafından
gizlenemeyeceğini bilemeyecek kadar gafildi. O, hakikatleri gizledi.
Diğer tarihçiler, muhaddisler hakkı batıldan ayırt edip,
onun asıl niyyetinin ortayaçıkmasına vesile oldular. Elbette
İbn-i Esir'in hakikati bilmediği söylenemez. Ancak tassup hakikatleri
böyle yok ediyor işte!
İmadüddin Bin Kesir'in
Kin Ve Garezi
İbn-i Kesir Dimişki de Ebuzer'in sürgünüyle ilgili
rivayetleri daha değişik şekilde tahrif etmiş ve
münasebetsiz bir şekilde süslemiştir olayı. O Ebuzer'in,
Osman'ın ve Muaviye'nin hatalarına itiraz etmesinin sebebini
belirtmeden şöyle diyor: "Ebuzer, mal ve servet toplamaya muhalif
idi. Zaruri ihtiyaçtan fazla mal olmamasına inanıyordu. O, zaruretten
fazlasının fakirlere verilmesi gerektiğini söylüyor ve Kenz
ayet-i kerimesine istinat ediyordu. Muaviye ise ona, bu sözleri yaymaktan
sakınmasını istedi. Ama o, dinlemedi. Muaviye, Osman'ın
yanına haberci yollayıp, onu şikayet etti.
Osman, Ebuzer'i Medine'ye getirtti. Ebuzer, Medine'ye
vardığında Osman, onu kınayıp tekrar Şam'a
dönmesini istedi. Ebuzer kabul etmedi. Osman da Rebeze'ye gitmesini
emretti."
İbn-i Kesir şöyle devam ediyor: "Rebeze'ye gitmek için
onun kendisinin, Osman'dan izin istediğini söylüyorlar. Çünkü diyordu ki
Resulullah (s.a.a) bana şöyle buyurdu: "Medine'nin genişleyip,
sınırlarının Sal' denen yere
ulaştığını gördüğünde, Medine'yi terk et." Şimdi
Medine büyüyüp Sal'a ulaşmıştır. Böylece Resulullah'ın
(s.a.a) emrine uyarak Medine'yi terk etmeliyim."
Osman, onun bu talebini kabul etti. Hicretten sonra göçebe olmasın
diye de ara sıra Medine'ye uğramasını emretti. Böylece
Ebuzer, ölümüne kadar Rebeze'de ikamet etti ve hicretin 32. yılında
vefat etti.[81][81]
İbn-i Kesir' in
Sözlerinin Değerlendirilmesi
İbn-i Kesir' in naklettiği konular bir kaç yönden
tartışmalıdır:
1-
1-
Ebuzer'in, mal toplamaya
muhalif olma iftirası, yeni bir iftira değildir. Çok eskiden beri bu
iftira ona yapılıyordu. Bazı muasır Sünni yazarlar,
işin boyutunu, bu Allah ve Resül dostunu bir Sosyalist olarak tanıtma
küstahlığına kadar götürmüşlerdir ki bir kaç sayfa sonra bu konudan
bahsedeceğiz.
2-
2-
Ebuzer'in kendi
isteğiyle Rebeze'ye gitme meselesi önceden de değindiğimiz gibi
küllüyyem asılsız ve yalandır. Osman'ın cinayetini ört bas
etmek için çıkarılmıştır. Geçmiş sayfalarda da
naklettiğimiz gibi tarihi belgeler Osman'ın, Ebuzer'i zorla Rebeze'ye
sürdüğüne şahitliketmektedir. Çünkü Ebuzer'in sürgün olayında
Ali (a.s) kaç kişiyle beraber onu uğurladılar. Bu durum Osman'a
ağır gelmiş ve Hz. Ali'yi (a.s) de sürgün ile tehdit
etmiştir.
Buna ilaveten Ebuzer gibi birisinin İslam merkezini terk edip
sahrada ikamet etmeyi seçmesi nasıl kabul edilebilir.? Aksine Ebuzer,
kendisini hicretten sonra sahraya sürmesinden dolayı Osman'ı
şikayet ediyordu.
3- İbni-i Kesir'in Ebuzer'in diliyle Resulullah'tan (s.a.a)
naklettiği "Medine büyüyüp Sal'a bölgesine kadar
genişlediğinde o şehri terk et"rivayeti, Taberi'nin
rivayetidir. Onun da ravilerinin güvenilir olmadıklarını
geçmiş sayfalarda belirtmiştik. Artık böyle bir rivayetin
değerini ne olduğunu açıklamaya bile gerek yoktur.[82][82]
4-
4-
Hepsinden daha gülünç
olanı da Osman'ın, Ebuzer'e bazen Medine'ye uğramasını
ve göçebe olmamasını tavsiye etmesidir!
Bu cümle de Sal' konusuna değinen rivayetin bir parçası
olarak nakledilmiştir. Onun da itibarsızlığını
söylemiştik zaten. Açıktır ki bu söz, Ebuzer'in sözünün etkisini
yok etmek için söylenmiştir. Ebuzer şöyle demişti: "Osman,
beni hicretten sonra göçebe yaptı."
Buna ilaveten Ebuzer'in, hicretin 30. yılında sürüldükten
sonra vefat yılı olan 32. yıla kadar Osman'ın emrine uyarak
Medine'ye uğradığını hiç bir tarihçi
nakletmemiştir!
Resulullah'ın (s.a.a) mücahit sahabesine yapılan iftiralardan
birisi de onun sosyalist düşünceler
taşıdığıdır. Bu iftira da yeni bir şey
değildir. Eskiden beri Osman'ın yandaşları, onu savunmak
için Ebuzer'e bu iftiraları atmışlardır. Bazı
tarihçiler de bu konuya değindikleri için bunu biraz açmamız uygun
olur. Bu lekeyi Ebuzer'e sürenler
tarihten bir kaç delil getirmişlerdir. İşte onların
delilleri ve cevaplarını zikrediyoruz:
1-
1-
Ebuzer'e bu lekeyi süren ilk
kimse Ebu Cafer Taberi'dir. Daha sonra İbn-i Kesir Dimeşki de bu
konuyu Taberi'den alıp bir şeyler eklemiştir. Taberi'nin
naklinin özeti şöyledir:
Ebuzer, Medine ve Rebeze arasında göçebe olmaması için git
gel yapıyordu. Bir gün Osman'ın toplantısına varıp ona
şöyle dedi: "Zenginlerin fakirleri ezmesine karşı
çıkmakla yetinmeyip, fakirlere bizzat yardım ve iyilik yapmanız
gerekir. Sonra zekat veren kimseler de iyidir ki sadece bununla yetinmeyip,
komşulara ve mu'min kardeşlerine de iyilik yapsınlar."
Kâ'b-ul Ahbâr dedi ki: "Zekatını veren kimsenin
malında artık kimsenin hakkı kalmaz."
Ebuzer, Kâ'b'ın cevabına çok kızıp, asasıyla
başına vurarak, onun başını kırdı.
Sosyalizm mi Yoksa Allah
Yolunda İnfak Mı ?
Bu konu senet ve metin yönünden kabullenilemez. Çünkü bunun râvileri
itimat edilmez beş kişidir ki geçmiş sayfalarda onların
hakkında bahsetmiştik. Bu rivâyetin muhtevası da Ebuzer'in
sosyalist bir düşünce taşıdığına delil
gösterilemez. Çünkü onun zekattan sonra infaka davet etmesi, sünnet bir
şeye davet etmekti. Nitekim "İyidir" kelimesiyle beyan
edip, "farz" tabiri kullanmaması bunu açıkça göstermektedir.
Bu tabir de onun bir sosyalist düşündüğünü kesinlikle göstermez.
Bu kitabın geçmiş sayfalarında "El-Emval"
kitabından naklettiğimiz rivayet Ebuzer'in görüşünü tasdik
etmektedir. Şüphesiz müslümanların malında farz
kılınan hukuka ilaveten, komşularına,
yakınlarına, din kardeşlerine yardım yapması
sünnettir. Bu, sünnete uyan kimsenin, eşitlik istediğine delil olmaz.
Taberi ve İbn-i Kesir'e göre Ebuzer'in, ihtiyaçtan fazla malı olana
karşı oluşu,[83][83]onların bu olaydan
çıkardıkları şahsi bir görüştür.[84][84]
2- Ebuzer'e sosyalist diyenlerin diğer delilleri de şu
hadisedir.
Bir gün Osman etrafındakilere sordu: "Malının
zekatını verdikten sonra, yine de başkalarının
hakkı var mıdır?"
Kâb'ul Ahbar : "Hayır" dedi.
Ebuzer, asayı onun göğsüne vurarak, Bakara suresinin 177.
ayetini okudu.
Bu olay da Ebuzer'in sosyalist olarak düşündüğünü göstermez.
Çünkü istinat edilen ayette bir takım insani ve hukuki haklar
zikredilmektedir ki Sosyalistler onları kesinlikle kabul etmemektedirler.
Ayet-i kerimede beyan olunan malî hakları verebilmek için
insanın onlara sahip olması gerekir. Ama malik olma ve sahiplenme
olmadıktan sonra fakir ve fukaralara zekat vermenin bir anlamı
kalmaz, oysa sosyalist düşüncede olanlar malikiyet olayına inanmamaktadırlar.
Öte yandan ayetin tefsirinde gelen bir çok hadis, zekata ilaveten
müslümanların mallarında bir takım müstehap hakların da
bulunduğunu ortaya koymaktadır. Buna göre Ebuzer'in görüşü
Kur'ân, Sünnet ve sahabenin naklettiği hadislere mütabık bir
görüştür, başka bir şey değildir.
3-
3-
Bunların üçüncü
delilleri de Ebuzer ile Kâ'b'ın arasında geçen
tartışmadır. Abdurrahman bin Af öldüğünde geride korkunç
bir servet bırakmıştı. Kâ'b, onun hakkında olumlu
konuşup "Allah ona dünya ve âhiret hayrını
vermiştir" deyince, Ebuzer, ona şöyle dedi: "Ey Yahudi
tohumu! Bu kadar mal ve servet miras bırakan birisini rahmetle anıyor
ve Allah'ın ona, dünya ve ahiret saadeti vereceğini mi
sanıyorsun ki onun için bu kadar ümitleniyorsun?"
Şüphesiz Ebuzer'in itirazı Abdurrahman ve onun gibi hiçbir
şeye sahip olmazken onca mal mülkü nasıl
topladıklarınaydı; öyle ki öldükten sonra külçe
altınları baltayla parçalayıp, varislerin arasında taksim
etmekten baltacıların elleri kabarmıştı! Servetinin
sekizde biri dört hanımı arasında taksim edildiğinde, her
birine seksen bin dinar düştü!
O, bu serveti ticaret, ziraat veya fabrikalarından elde
etmemişti. Müslümanların Beyt-ul malından alınan, halife
tarafından bağışlanan mallar idi bunlar.
Buna göre Ebuzer'in itirazı böyle servetler içindi. Bu, bütün mal
sahipleri hakkında aynı görüşü benimsediğine delil
teşkil etmez
Böyle büyük bir şahsiyet nasıl Sosyalist olabilir? O,
Allahın Resulü'yle onca yıl beraber olup gece gündüz O'ndan fezy
aldığı halde, zekatın hangi mala geldiğini ve zekat
vermek için en azından nisab haddi kadar mal sahibi olmak gerektiğini
bilmiyor muydu?!
O, halifeyi Allah'ın kitabına uymaya davet ediyor ve
"Onların malından zekat al" ayetini okuyordu.
O, devamlı Osman'ı, Resulullah (s.a.a) ve iki halifeye
uymasını hatırlatıyordu. Resulullah'ın (s.a.a), Ebu
Bekir ve Ömer'in uygulamaları sosyalist düşüncelere mi
dayanıyordu ki Ebuzer'inki de öyle olsun? Ebuzer bu sözleriyle,
Osman'ı, Beyt-ul malı taksim etmede Resulullah'a (s.a.a) uymasını
ve bu adaletsizlik ve ölçüsüzlükleri terk etmesini istiyordu.
4-
4-
Ebuzer'i sosyalist
bilenlerin diğer bir delilleri de daha önceki sayfalarda belirtip
değerlendirdiğimiz Kenz ayeti üzerinde Muaviye ile olan
tartışmasıdır. Ama Buhari'den naklolunan bu
tartışma da buna delil olamaz. Çünkü bu ikisinin ihtilafı ayetin
muhtevası üzerinde değildi. Zira her ikisi de ayetten malların
bir miktarının fakirlere verilmesi gerektiği husunda
hemfikirlerdi. İhtilaf bunun kapsamındaydı. Müslümanları da
kapsıyor mu, yoksa sadece Ehl-i kitaba mı mahsustur? Muaviye
altın ve gümüşü yığmanın Ehl-i kitaba haram
olduğunu savunuyordu. Ebuzer ise, bu konuda müslüman veya gayri müslüman
olanlar arasında bir fark olmadığını ve her ikisini de
kapsadığını iddia ediyordu.
5-
5-
Diğer bir delilleri ise
Ebuzer'in, müslümanların malını, Allah'ın malı
bilmesidir.
Bu sözün cevabı şöyledir:
1-
1-
Ebuzer, sadece Beyt-ul
malı "Malullah" biliyordu ve şahsi mülkiyetleri kabul
ediyordu. Muaviye, yeşil sarayı
yaptırdığında Ebuzer
ona şöyle dedi: "Bu saray eğer Beyt-ul maldan
yapılmışsa, müslümanlara hiyânet etmişsin ve eğer
kendi şahsi malından yaptırmış isen israf
etmişsin." O, bu sözüyle malı açıkça ikiye
ayırmıştır ve de hiyanet ve israftan men etmiştir;
asıl tasarruf hakkından değil. Halbuki eğer Ebuzer,
sosyalist olsaydı, asıl tasarrufundan men ederdi.
Buna ilaveten, Muaviye ona üç yüz dinar yolladığında
şöyle dedi: "Eğer bu para bu yıl benim Beyt-ul maldan
kesilen hakkım ise kabul ediyorum. Yok eğer hediye ise benim ona
ihtiyacım yoktur."
Böylece o, malı iki kısma bölerek, bir kısmının
Beyt-ul mal olduğunu ve emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker
yaptığı için kesmişlerdi. Diğer bir kısım da
şahsi malıdır ki başkalarına hediye verilebilir.
İnsanın kendi malı olmayan bir malı
başkalarına nasıl hediye verebilir? Bunun için sosyalist düzende
hediye ve bağış yoktur. Çünkü kimse mal sahibi değildir.
Ancak herkes çalıştığı iş
karşılığında veya ihtiyacı kadar devletten
maaş alabilir.
2-
2-
Ebuzer'in Beyt-ul mala
"Allah'ın malı" demesi Resulullah'a (s.a.a)
uyduğundandır. Öyle ki Resulullah da şöyle buyurmuştur:
"As'ın çocukları otuz tane olduğunda Allah'ın
malını kendilerine çekip, birbirlerine devredecekler."
Ömer bin Hattap da Beyt-ul
malı Allah'ın malı diye adlandırıyordu. Ebu Hureyre,
Bahreyn valiliğinden ayrılıp, aşırı servetle
Medine'ye geldiğinde Ömer, ona şöyle dedi: "Ey Allah'ın ve
kitabının düşmanı, Allah'ın malını
çaldın değil mi?"[85][85]
Emir-ül Müminin Ali (a.s) da defalarca hutbelerinde Beyt-ul malı,
Allah'ın malı diye adlandırmıştır.
Örneğin Nehc-ü Belağa'nın
"Şıkşıkıye" hutbesi diye meşhur
hutbesinde şöyle buyuruyor: "...Osmanın yakınları
elele vererek bahar otları yiyen develer gibi Allah'ın
malını yediler."[86][86]
Diğer bir hutbede de şöyle buyurmuştur: "Eğer
Beyt-ul mal benim şahsi malım olsaydı, onu müslümanların
arasında eşit bir şekilde taksim ederdim ve kimseyi birbirinden
ayırt etmezdim, kaldı ki bu mal, Allah'ın malıdır.[87][87]
Yine diğer bir hutbede şöyle buyuruyor: "...Ama beni
üzen şudur ki bu ümmetin yönetiminin akılsız ve fasit
insanların eline düşüp Allah'ın malını kendilerine
alıp elden ele dolaştırmalarından korkuyorum..."[88][88]
İşte görüldüğü gibi Beyt-ul mala "Allah'ın
malı" denmesi yeni ve sadece ebuzerin icadı olan bir şey
değildi ve bizzat Allah Resulü'nün zamanından beri İslam
toplumunda yaygın bir tabirdi.
Hicret'in 9. yılının Recep ayıydı. Resulullah (s.a.a) Müslümanlara, İslam sınırlarına tecavüz eden ve İslam'ı yok etme talaşında olan Rumlarla savaşmak için hazırlanmalarını emretti. Müslümanlar zor günler yaşıyordu ve havaların en sıcak ve yakıcı günleriydi. Müslümanlardan bazıları çeşitli bahanelerle savaşa katılmakatan çekindiler. Resulullah (s.a.a) ve vefalı yareni Medine'den hareket ettiler. İslam ordusu ilerledikçe, sıkıntılarda artıyordu. Birisi ordudan geri kaldığında kaldığında müslümanlar Resulullah'a gelerek bunu haber veriyor, Allah Resulü de cevaplarında şöyle buyuruyordu: "Bırakın onu; eğer onda bir hayır olursa, Allah çok geçmeden onu size ulaştırır. Eğer onda bir hayır yoksa, Allah sizi ondan kurtarmıştır."
Bir ara ordunun arkasından bakanlar Ebuzer'i de görmediler ve şöyle söylenmeğe başladılar: Ebuzer-i Gıfâri de geri kaldı. Galiba geri dönmek niyetinde. Resulullah'a gelerek durumu haber verince Allah Resulü bu sefer de aynı soğukkanlılıkla sözünü tekrarladı: "Bırakın onu; eğer onda bir hayır olursa, Allah çok geçmeden onu size ulaştırır. Eğer onda bir hayır yoksa, Allah sizi ondan kurtarmıştır."
Ebuzer'in zayıf ve yaşlı devesi, güçlükle yürüyebiliyordu. O başkalarından geri kalmamak istiyordu, ama bu mümkün olmuyordu. Ve bilahare deve artık tamamiyle durmuş, hareket edemiyordu. Ebuzer her ne pahasına olursa olsun deveyi yerinden kaldırmaya ve yürütmeğe çalıştıysa da buna muvaffak olamadı. Çbalarının faydasız olduğunu görünce, mecburen deveden indi ve yükünü omuzlarına alarak yola düştü. Ordu epeyce uzaklaşmıştı. Ebuzer hızlı adımlarla ilerlemeğe çalışıyordu; ama başaramıyordu; yorgundu; susuzluk ve sıcaktan bitkin düşmüştü. Omuzundaki ağır yükü de bir başka problemdi. Zaman geçtikçe Ebuzer ile ordu arasındaki mesafe de açılıyordu. Bir süre sonra ordu artık görünmez oldu. Görünen tek bir şey vardı, o da uçsuz bucaksız kurak bir çöldü. Çevresine bakındı; epey ötede bir dağ ve dağın üzerinde birkaç parça siyah bulut vardı. Ebuzer dağa ulaşıp bulutların gölgesinde biraz dinlenmek için ve belki orada biraz su da bulma ümidiyle oraya doğru hareket etti.
Dağa vardığında yerin yaş olduğunu gördü. Evet yanılmıyordu. Biraz önce yağmur yağmıştı. Biraz su bulabilmek için gezinmeğe başladı; ancak görünürlerde su diye bir şey yoktu. Tan umudunu kesmek üzereydi ki, büyük bir taşın üzerindeki çukurlukta, yağmur suyunun biriktiğini gördü. Su çok temiz ve berraktı.
Ebuzer'in gözlerinde şimşekler çaktı. Üzerindeki yükü bir kenara bırakarak, yere diz çöktü ve bir avuç su içti. Su Ebuzer'e ferahlık vermişti. Her iki avucuyla bir daha içmek istedi; fakat bir anda Resulullah'ı (s.a.a) ve İslam ordusunu düşündü. Kendi kendine söylenmeğe başladı: "Otuz bin müslüman benim gibi susuzdur. Habibib Resulullah da kesin susuzdur ve içmeye su bulamıyordur. Hayır, ben bu susyu içmeyeceğim ve Peygamber'e götüreceğim. O içmediği müddetçe ben de bu sudan içmeyeceğim."
Ebuzer vakit kaybetmeksizin yanındaki su kabını doldurarak yola koyuldu. Susuzluktan yanıyordu; ama o gitmeğe karalıydı. O suratle ilerliyor, ama bir türlü orduya ulaşamıyordu.
Güneş batmak üzereydi. Ebuzer, artık orduya ulaşamıyacağını sandığı bir sırada, uzakta bir karartı gözüktü gözüne. Adımlarını sıklaştırdı; epeyce ilerledikten sonra O karatının İslam ordusu olduğunu farketti. Ebuzer sevincinden ne yapacağını bilemiyordu. Ordudan da bazıları uzaktan bir karatının kendilerine doğru ilerlediğini farketmişti. Ama mesafe uzak olduğu için, onun Ebuzer olup olmadığı belli değildi. Bunu görenlerden biri Resulullah2ın yanına koşarak: "Ya Resulallah, orduya doğru bir karartı gelmektedir; yaya birisi olsa gerek" dedi.
Allah Resulü (s.a.a) karartıya biraz baktıktan sonra "Bu gelen Ebuzer olsa, ne iyi olur!" buyurdu.
Biraz sonra Resulullah'ın yanındaki birisi sevinçle haykırdı: "Allah'a and olsun ki tâ kendisidir; Ebuzer'dir bu!"
Resul-i ekrem (s.a.a) gelenin Ebuzer olduğunu görünce şöyle buyurdu: "Allah-u Teâlâ Ebuzer'i bağışlasın. O yalnız yaşıyor; yalnız ölecek ve mahşer günü de yalnız kalkacaktır!"
Ebuzer Resulullah'ı görünce bütün yorgunluk ve susuzluğunu unutmuştu; koşar adımlarla ilerlemeye başladı; Allah Resulü'ne ulaştığı sırada susuzluk ve bitkinlikten bayılıp yere yığıldı. Resul-i Ekrem (s.a.a) onun üzerindeki yükü açarak bir kenara bıraktı. Ebuzer'in susuzluktan dudaklarının çatladığını görünce, etrafındakilerden su getirmelerini istedi.
Ebuzer güçlükle gözlerini açarak, çok ince ve zayıf bir sesle "Kendi su kabımda su var ya Resulallah" dedi!
Resulullah hayretle sordu: "Peki suyun vardı da neden içmedin?
Ebuzer güçlükle konuşmaya başladı: "Aman babam sana feda olsun; yolda gelirken biraz su buldum. Sizin de susuz olabileceğinizi düşünerek, onu imeyip size getirdim. Siz içtikten sonra ben de içerim diye düşündüm!!"
İşte Peygamber aşığı Ebuzer ve Peygamber'den sonra ona reva görülenler!
O Yalnız Yaşar; Yalnız Ölür Ve Yalnız...
Allah Resulü'nün Tebûk gazvesinde Ebuzer hakkında söylediği bu söz, tam 23 üç yıl sonra gerçekleşmiş oldu. Tek suçu hak ve hakikati söylemek ve adalete davet etmek olan Ebuzer, bu suçundan (!!) dolayı sürgünde bulunduğu Rebeze çölünde, günden güne bedenî gücünü kaybederek yatağa düştü. O, artık iniş-yokuşlarla dolu ömrünün son saatlerini geçiriyordu. Vefalı eşi bir taraftan onun nurlu ama çilekeş simasına bakarak ağlıyor; bir taraftan da kocasının alnından akan ter damlalarını siliyordu. Ebuzer sordu: "Neden ağlıyorsun?"
-Çünkü sen ölürsen şimdi, seni kefenleyecek bir elbise bile yoktur yanımda!
Güneşin ufuktaki batışı gibi hüzün dolu bir tebessüm sardı dudaklarını ve şöyle dedi vefalı eşine:
-Sakin ol; ağlama. Ben bir gün bir grup sahabiyle birlikte Allah Resulü'nün (s.a.a) huzurundaydım. Resulullah yüzünü bize çevirerek şöyle buyurdu: "Sizden birisi, bir çölün düzünde, insanlardan uzak bir şekilde ölecek ve bir grup mu'min (gelerek) onu defnedeceklerdir." O gün o toplantıda bulunanların hepsi, insanların bulunduğu ve yaşadığı yerlerde dünyadan göçmüşlerdir. Onlardan henüz yaşayan bir tek ben kalmışım; bu yüzden Allah Resulü'nün haber verdiği kimse, hiç şüphesiz benim. Ben öldükten sonra, Irak hacılarının yolu üzerinde otur; çok geçmeden mu'minlerden bir grup gelecektir; benim ölümümü onlara heber verirsin.
Eşi "Artık kervanların geçme zamanı sona ermiştir" deyince, şu cavabı verdi Ebuzer: "Sen yolu gözetle; Allah'a and olsun ki ne ben yalan söylüyorum, ne de bana heber veren kimse yalan söylemiştir." İşte bu Ebuzer'in son cümlesiydi; bunu söyledikten sonra, aziz ruhu melekut âlemine göçüp gitti.[89][89]
Evet, Ebuzer'in söylediği gibi, çok geçmeden, Abdullah bin Mes'ud, Hucr bin Adiyy ve Mâlik-i Eşter gibi büyük şahsiyetlerin de içinde bulunduğu bir kafile uzaktan belirdi. Onlar yaklaştıklarında, ilginç bir manzarayla karşılaştılar. Abdullah dikkatle baktığında, cansız bir bedenin yerde yattığını ve yanında da yalnız bir kadın ve çocuğun ağladığını gördü.
Abdullah binitinin yularını onlara doğru çevirdi; kafile de onu takip etmeğe başladı. Abdullah yakından cansız bedeni görünce şaşırıp kaldı; bu dostu ve İslam'daki kardeşi Ebuzer'di!
Gözlerinin yaşarmasına engel olamadı. O pak bedenin baş ucunda durdu. Aniden Resulullah'ın Tebûk seferinde onun hakkında buyurduğu sözü hatırladı ve şöyle dedi: "Evet, Allah Resulü doğru söylemiştir; sen yalnız yaşar, yalnız ölür ve yalnız dirilirsin mezarından!"
Daha sonra Abdullah, onun mutahhar bedenine namaz kıldı ve beraberce defnettiler Ebuzer'i. Defin işlemlerinin ardından, Mâlik-i Eşter onun mezarının başında durup şöyle dedi: "Allah'ım, bu, Resulullah'ın dostu, arkadaşı Ebuzer'dir. O ömür boyu sana ibadet etti. Senin yolunda müşriklerle cihad etti ve hak yolunu takip etmede asla şaşmadı. Ancak dili ve kalbiyle fesat ve münkerle mücadele ettiği için, zülme, haksızlığa, mahrumiyet ve tahkire uğradı. Sürgün edildi ve bilahare gurbet ve yalnızlık diyarında can verdi!"[90][90]
Allah'ın selamı, rahmet ve berekatı ona ve hak ve hakikat yolunun bütün sâdık yolcularına olsun. Amin!
[1][1]- Hilyet- ul Evliya, C.1, S.157; Tabakât-ı
İbn-i Sa'd, C.4, S.220
[2][2]- Tabakât-ı İbn-i Sa'd, C.4, S.224-225, Az
bir farkla El-İsabe, C.4, S.63-64 ve El-İstiab, C.4, S.62- 63' de
naklolunmuştur.
[3][3]- Tabakât-ı İbn-i Sa'd, C.4, S.223
[4][4]- Tabakât-ı İbn-i sa'd, C.4, S.224; Üsd-ül
Gabe, C.1, S.30, El-İsabe, C.4, S.64; El-İstiab, C.4, S.62
[5][5]- Vakı-a / 10-11
[6][6]- Hadid/ 10
[7][7]- Hilyet-ül Evliyâ, C.1, S.158-159; Tabakât-ı
İbn-i Sa'd, C.4, S.225; El-İstiâb, C.4, S.63 ; El-İsâbe, C.4,
S.64; Ed-Derecâr-ür Rafia, S.228
[8][8]- Tabakât-ı İbn-i Sa'd, C.4, S.223
[9][9]- Ed-Derecâr-ür Rafia, S.237
[10][10]- İhticac-i Tabersî, C.1, S.830 ve az bir farkla Kâmus-ur
Ricâl, C.2, S.448'de naklolunmuştur.
[11][11]- Tarih-i Yakubî, C.2, S.161
[12][12]- Tabakât-ı İbn-i Sa'd, C.4, S.228 ; Üsd-ül
Gabe, C.1, S.301; Ricâl-î
Keşşî, S.28; Ed-Derecâr-ür Rafia, S.231
[13][13]- Ed-Derecâr-ür Rafia, S.236; Kâmus-ur Ricâl, C.2,
S.454
[14][14]- Tabakât-ı İbn-i Sa'd, C.4, S.228;
Ed-Derecâr-ür Rafia, S.231
[15][15]- Hilyet-ül Evliyâ, C.1, S.162; Tabakât-ı
İbn-i Sa'd, C.4, S.229
[16][16]- Ricâl-î Keşşî, S.30; Kâmus-ur Ricâl, C.2,
S.448; Ed-Derecât-ur Rafia, S.241
[17][17]- Kâmus-ur Ricâl, C.4, S.446; Ed-Derecât-ur Rafia,
S.235; Usul-ül Kâfî, C.S.587
[18][18]- Tabakât-ı İbn-i Sa'd, C.4, S.235
[19][19]- Tabakât-ı İbn-i Sa'd, C.4, S.229;
Hilyet-ül Evliyâ, C.1, S.160
[20][20]- Tabakât-ı İbn-i Sa'd, C.4, S.230
[21][21]- Hilyet-ül Evliyâ, C.1, S.160
[22][22]- Tabakât-ı İbn-i sa'd, C.4, S.236
[23][23]- Tabakât-ı İbn-i Sa'd, C.1, S.186
[24][24]- Sire-i İbn-i Hişam, C.2, S.57
[25][25]- Ensâb-ül Eşrâf, C.5, S.27; El-İstiab, C.1,
S.316; Üsd-ül Gabe, C.1, S.34
[26][26]- El-İstiab, C.1, S.317
[27][27]- Müstedrek-i Hakim, C.4, S.479
[28][28]- El-İsabe, C.1, S.345; Üsd-ül Gabe, C.1, S.34
[29][29] Üsd-ül Gabe, C.2, S.34; El-İsabe, C.1, S.317
[30][30] Tarih-i Yakubi, C.2, S.154
[31][31] Tarih-i Yakubi, C.2, S.158
[32][32] Ensâb-ül Eşrâf, C.5, S.28
[33][33] El-Maarif, S.64; İkd-ü Ferid, S.64; Şerh-i
Nehc-ül Belağa İbn-i Ebil Hadid, C.1, S.198
[34][34] Maarif, S.64; Ensab-ul Eşraf' Belâzurî, C.5,
S.28
[35][35] El-Kamil-u Fi'ttarih, C.3, S.38
[36][36] Tarih-i Yakubi, C.3, S.50
[37][37]- 'El-Mearif' İbn-i Kuteybe, S.64; İkd-ül
Ferid, C.4, S.65; 'Şerh-i Nehc-ül Belağa' İbn-i Ebil Hadid, C.1,
S.198
[38][38]- Tarih-i Yakubi, C.3, S.50; İkd-ül Ferid, C.4,
S.65; 'Şerh-i Nehc-ül Belağa' İbn-i Ebil Hadid, C.1, S.198
[39][39]- 'Şerh-i Nehc-ül Belağa' İbn-i Ebil
Hadid, C.1, S.199
[40][40]- Ensab-ul Eşrab, C.5, S.28
[41][41]- 'El-Mearif' İbn-i Kuteybe, S.64; İkd-ül
Ferid, C.4, S.65; 'Şerh-i Nehc-ül Belağa' İbn-i Ebil Hadid, C.1,
S.198
[42][42]- Ensab-ul Eşraf, C.5, S.28
[43][43]- 'El-İkd-ül Ferid', C.4, S.65; 'El-Maarif' İbn-i Kuteybe, S.64; 'Şerh-i
Nehc-ül Belağa' İbn-i Ebil Hadid, C.2, S.158
[44][44]- Tarih-i Yakubi, C.2, S.158
[45][45]- 'Şerh-i Nehc-ül Belağa' İbn-i Ebil
Hadid, C.1, S.199
[46][46]- Nehc-ül Belağa, 67. Mektup
[47][47]- Sünen-i Beyhaki, C.6, S.348
[48][48]- Rahmetli Allame Emini bu servetlerin tarihi
kaynaklarını değerli kitabı El-Gadir, C.8, S.293'te
nakletmiştir.
[49][49]- Nehc-ül Belağa, 3. Hutbe
[50][50]- 'Şerh-i Nehc-ül Belağa' İbn-i Ebil
Hadid, C.1, S.269
[51][51]- Tevbe/34
[52][52]- Ed-Derecâr-ür Rafia, S.242 'Şerh-i Nehc-ül
Belağa' İbn-i Ebil Hadid, C.3, S.54
[53][53]- Bakara /177
[54][54]- Muruc-uz Zeheb, C.2, S.345
[55][55]- Ed-Derecât-ür Rafia, S.243; 'Şerh-i Nehc-ül
Belağa' İbn-i Ebil Hadid, C.3, S.54
[56][56]- Umdet-ul Kari, C.4, S.291; El -Gadir, C.8, S.333' ün
nakline göre.
[57][57]- Ed-Derecâr-ür Rafia, S.243; 'Şerh-i Nehc-ül
Belağa' İbn-i Ebil Hadid, C.8, S.257- 258
[58][58]- 'Muruc-uz Zeheb', C.2, S.349; 'Şerh-i Nehc-ül
Belağa' İbn-i Ebil Hadid, C.8, S.358; Ed- Derecat-ul-Rafia, S.244
[59][59]- Cundeb kelimesinin musağğarıdır.
Arap dilinde karşıdakini tahkir etmede kullanılır.
[60][60]- Ed-Derecat-ul Rafia, S.244- 'Şerh-i Nehc-ül
Belağa' İbn-i Ebil Hadid, C.8, S.258
[61][61]- 2- kg
[62] [62]- Resulullah'ın "Gökyüzü altında ve
yeryüzü üzerinde Ebuzer'den daha doğru konuşan birisi yoktur"
sözüyle halifenin onun hakkında söylediğini bir mükayese edin ve
ortaya çıkan vahim tabloya bakın!!...
[63][63] Ed-Derecat-ür Rafia, S.245; Şerh-i Nehc-ül
Belağa (İbn-i Ebil Hadid),
C.8, S.260
[64][64] Muruc-üz Zeheb, C.2, S.350
[65][65]- "Şerh-i Nehc-ül Belağa"
İbn-i Ebil Hadid, C.8, S.252; Ed-Derecâr-ür Rafia, S.248
[66][66]- Muruc-üz Zeheb, C.2, S.350; Ed-Derecat-ul Rafia,,
S.249
[67][67]- Sahih-i Buhari, C.1, S.107, Zekat babı,
Mısır baskısı.
[68][68]- El-Kamil, İbn-i Esir, C.3, S.56; 'El İtkan
Fi Ulum-il Kur'an'da Kur'an'ın toplanmasını hicretin 25.
yılı olarak yazmıştır.
[69][69]- Ensab-ul Eşraf, C.5, S.55
[70][70]- Ensab-ul Eşraf, C.5, S.54
[71][71]- Ensab-ul Eşraf, C.5, S.54; Yakubi de bu
olayı az bir farkla kendi kitabında, C.2, S.163'te nakletmiştir.
[72][72]- Ensab-ul Eşraf, C.5, S.54
[73][73]- Tarih-i Taberi,, C.4, S.283, Mısır
baskısı.
[74][74]- El-Gadir,, C.8,, S.335-336
[75][75]- El-Kamil-u Fit-Tarih, C.3, S.55
[76][76]- Şerh-i Nehc-ül Belağa, C.8, S.262
[77][77]- Ensab-ul Eşrab,, C.5,, S.24
[78][78]- Tarih-i Yakubi,, C.2,, S.153
[79][79]- Tarih-i Yakubi,, C.2,, S.163; Kamil-i İbn-i
Esir,, C.3,, S.43; Tarih-i Hulefa, S.155
[80][80]- El-Gadir, C.8,, S.123
[81][81]- El-Bidayet-u ve-Nihaye,, C.7,, S.155-165
[82][82]- El-Gadir, C.8, S.341
[83][83]- Taberi,, C.4, S.284; El Bidayet-i ve Nihaye,, C.7,,
S.155
[84][84]- İbn-i Hacer kendi kitabı 'Feth-ul Bari',
C.3, S.218'de bu olayı naklettikten sonra şöyle diyor:
"Doğru olan şudur ki,
Ebuzer o hükümdar ve halifeyle muhalefet
ediyordu ki, kendileri için mal ve servet
topluyor, sonra da onu gerekli ve uygun yerlerde harcamıyorlardı."
[85][85]- El-Emval-u Ebi Ubeyd, S.269
[86][86]- Nehc-ül Belağa 3. Hutbe
[87][87]- Aynı kitap 126. Hutbe
[88] [88]- Nehc-ül Belağa, 62. Mektup
[89] [89]- Üsd-ül Gâbe, C.1, S.302, Tabakat-ı İbn-i Sa'd, C.4. S.233, Hilyet-ül Evliyâ, C.1, S.302.
[90] [90]- Ed-Derecât-ür Rafia, S.252.