الصفحة الماضیة

   
 İKİNCİ BÖLÜM
ONDÖRT MASUM (A.S)’IN
ASRINDA YAŞAYANLAR

(Nükteler ve Sözler)

next


1- ABBASİ HALİFELERİNİN CİNAYETLERİNDEN BİR ÖRNEK
2-GÖREVİMDE KUSUR ETMEKTEN KORKMASAYDIM NAMAZIMI KISA KESMEZDİM
3- KABİR VE BERZAH ALEMİNDEN BİR RAPOR
4-EBU LEHEB’İN ÖLÜMÜ, İBRET AYNASI
5- MİLLETLERİN ÇÖKÜŞ SEBEBİ
6- BEN Mİ ÜZGÜN OLMAYA DAHA LAYIĞIM YOKSA SEN Mİ?
7- BOYNUZLU YALAN
8- LÂYIK BİR EŞ ARAMAK
9-  AİŞE’NİN KENDİSİNİ KINAYANLARA KARŞI CEVABI 




1- ABBASİ HALİFELERİNİN CİNAYETLERİNDEN BİR ÖRNEK

Mensur Devanikî, Bağdat binalarını yaptırdığında, Hz. Ali (a.s)’ın evlatlarından kimi bulurlarsa yakalayıp duvarlar arasına bırakmalarını emretti.

Bir gün İmam Hasan-ı Mücteba (a.s)’ın evlatlarından bir oğlan çocuğunu yakalayıp, duvarın arasına bırakması için onu ustaya teslim ettiler. Ustanın bu çocuğu duvarın arasına bırakıp bırakmayacağını kontrol etmeleri için de güvendikleri birkaç kişiyi ona gözetleyici kıldılar. Usta da canının tehlikeye düşeceği korkusundan çocuğu duvarın arasına bırakıp üzerini kapattı. Ama ona acıdığından dolayı çocuğun hava alabilmesi için duvarda bir gedik bıraktı ve ona yavaşça şöyle dedi:

“Rahatsız olma! Sabret! Gece olunca ben gelip seni bu duvarın arasından çıkaracağım.”

Gece karanlık basınca usta gelerek Peygamber torunu olan o çocuğu, duvarın arasından çıkararak şöyle dedi:

“Seni bu ölümden kurtardım, her nasıl olursa olsun kaç saklan, benim ve benimle çalışan işçilerin kanını korumaya çalış, sakın bizi ölüme verme! Seni bu karanlık gecede duvarın arasından çıkarmamın sebebi, kıyamet günü ceddin Resulullah’ın yanında mahcup olmamam ve O’nun beni Allah’ın huzurunda mahkemeye çekmemesi içindir.”

Daha sonra elindeki aletle o çocuğun saçından, annesine göstermek için biraz kesti. Yine ona: “Kendini sakla, annenin yanına asla dönme” diye te’kitte bulundu.

Çocuk da şöyle dedi: “Annemin yanına gidemeyeceğime göre, o halde annemin fazla üzülmemesi ve ağlamaması için ölümden kurtulmuş olduğumu ve firar ettiğimi anneme bildir.”

Çocuk bu sözleri söyledikten sonra kaçmaya başladı, ama nereye gideceğini bilmiyordu, sonunda bir yola koyularak kaçıp gitti, nereye gittiği ise belli olmadı. O kaçmadan önce evlerinin adresini ustaya verdi.

Usta şöyle diyor: “Ben o çocuğun verdiği adrese doğru hareket ettim, evlerinin yanına vardığımda, ağlama ve inilti sesi duydum. Bu sesin, o çocuğun annesinin ağlama sesi olduğunu anladım. Onun yanına giderek oğlunun olayını ona anlattım ve oğlunun saçını ona verip evime geri döndüm.” [1]

 

2-GÖREVİMDE KUSUR ETMEKTEN KORKMASAYDIM NAMAZIMI KISA KESMEZDİM

Resulullah (s.a.a), İslam ordusuyla birlikte, müşriklerden olan bir grup düşmanla savaşmak için hareket etti. Bu savaşta kocası yolculukta olan yeni bir gelin de Müslümanlara esir düştü. Yolculukta olan şahıs seferden döndüğünde hanımının esir düştüğünü ona haber verdiler. O, İslam ordusunu takip etmek için yola koyuldu.

Peygamber-i Ekrem (s.a.a), bir bölgede konaklayıp Ammar b. Yasır’la Abbad b. Bişr’in bekçilik yapmalarını emretti.

Bu iki asker, geceyi ikiye böldüler; gecenin ilk saatlerinde Abbad’ın, son saatlerinde ise Ammar’ın korumacılık yapması kararlaştırıldı.

Ammar uyudu, Abbad ise fırsattan yararlanarak, gecenin karanlığında Rabbine yalvarıp yakarmak için namaza durdu. O esnada, o gelinin kocası oraya yetişti. Orada bir karartının ayakta durmuş olduğunu fark etti ama onun insan mı yoksa başka bir şey mi olduğunu anlayamadı. Bundan dolayı ona doğru bir ok attı. Ok Abbad’ın bedenine isabet etti. Ama Abbad namazını bozmayıp devam etti. Daha sonra yine bir ok attı, o ok da onun bedenine isabet etti.

Abbad, tehlikenin büyük olduğunu hissedince, namazını kısa keserek rüku, secde, teşehhüd ve selamı yerine getirip namazı bitirdi. Sonra Ammar’ı kaldırdı ve onu düşmanın gelişinden haberdar etti.

Ammar onu, birkaç ok bedenine isabet etmiş halde görünce; “Neden ilk ok atılınca beni kaldırmadın?” diyerek kınadı.

Abbad ise cevabında şöyle dedi: “Oklar bana doğru atıldığında ben namazda idim, Kehf suresini okumakla meşguldüm, o sureyi yarıda bırakmak istemedim. Oklar peş peşe gelince, hemen rüku ve secdeye giderek selam verip namazı bitirdim ve seni uyandırdım. Eğer düşmanın bana yetişip Peygamber (s.a.a)’e darbe vuracağından ve üzerime bırakılan nöbetçilik görevinde kusur yapmaktan korkmasaydım, öldürülsem de namazı kısa kesmezdim.”

Düşman, Müslümanların onun gelişinden haberdar olduklarını anlayınca kaçıp gitti. [2]


3- KABİR VE BERZAH ALEMİNDEN BİR RAPOR

Emir’ul-Muminin Ali (a.s)’ın seçkin yarenlerinden olan Esbeğ b. Nebate şöyle diyor:

Selman, Hz. Ali (a.s)’ın Medain valisi idi, ben de sürekli onunla birlikte idim. Selman hastalanınca ben onun ziyaretine gittim. Ömrünün son günlerini yaşıyordu. Bana şöyle dedi: “Ey Esbeğ! Resulullah (s.a.a) bana bildirmiştir ki, ölümüm yaklaştığında ölüler benimle konuşacaktır. Birkaç kişiyle birlikte, ölümümün yetişip yetişmediğini öğrenmem için beni bir tabuta bırakarak mezarlığa götürünüz.”

Selman’ın emrine itaat ettik, onu mezarlığa götürdük, kıbleye doğru yere bıraktık. Selman yüksek bir sesle ölülere hitaben şöyle dedi:

“Selam olsun size ey topraktan evde oturanlar, ey dünyaya gözlerini kapayanlar!”

Bir cevap gelmedi, tekrar şöyle seslendi: “Selam size ey örtüleri toprak olanlar; selam size ey dünyadaki amelleriyle karşılaşanlar; selam size ey kıyamet gününü bekleyenler! Allah ve Peygamber aşkına, sizlerden biri benim cevabımı versin, ben Resulullah (s.a.a)’in kölesi Selman’ım! Peygamber (s.a.a) bana haber vermiştir ki, ölümüm yaklaştığında bir ölü benim cevabımı verecektir, ölümümün yaklaşıp yaklaşmadığını öğrenmek istiyorum.”

Sonra Selman biraz sustu, aniden kabrin içerisinden şöyle bir ses geldi:

“es-Selam-u aleyke ve rahmetullahi ve berekatuh. Ey bina ve fena ehli ve dünya işleriyle meşgul olanlar! Sesini duyuyoruz ve cevap vermeye hazırız, Allah sana rahmet etsin, istediğin şeyi sorabilirsin.”

Selman: “Ey ses sahibi! Sen cennet ehlinden misin yoksa cehennem ehlinden mi?”

Ölü: “Ben, Allah’ın, kendisine bağış ve lütufta bulunduğu ve rahmetiyle (Berzah) cennetine bıraktığı kimselerdenim.”

Selman: “Ey Allah’ın kulu! Ölümü bana tarif et; ölüm aşamasını nasıl geçtin, ne gördün ve sana ne yaptılar?”

Ölü: “Ey Selman! Allah’a andolsun ki, eğer makasla doğransaydım veya penseyle bedenimin etleri koparılmış olsaydı, benim için ölüm zorluğundan daha kolay olurdu. Bil ki ben dünyada, Allah’ın lütfüyle hayır işler yapardım, farzları yerine getirirdim, Kur’an okurdum, anne ve babamın hizmetinde bulunmaya gayret gösterirdim, haramlardan sakınırdım, kimseye zulüm etmezdim, gece gündüz, sorgulanmak ve durdurulmaktan korktuğum için helal rızk peşinde koşardım, en güzel şekilde mutluluk ve refah içerisinde yaşıyordum. Aniden hastalandım, birkaç gün geçtikten sonra ölüm yatağına düştüm, bu sırada büyük cüsseli ve korkunç simalı bir şahıs karşımda belirdi. Ne göğe yükselebiliyordum, ne de yere girebiliyordum. O, gözüme işaret etti kör oldum, kulağına işaret etti sağır oldum, dilime işaret etti lal (dilsiz) oldum. Artık bedenim ne görüyor, ne de duyuyordu. Bu esnada ailem ve dostlarım ağlamaya başladılar, ölüm haberi her tarafa yayıldı.

Berzah Kapısında Dehşet

Bu sırada iki güzel simalı şahıs yanıma geldiler; biri sağımda, diğeri ise solumda oturdular, bana selam verdikten sonra şöyle dediler: “Amel defterini getirmişiz, al oku! Biz, sürekli senin yanında bulunan ve amellerini yazan iki meleğiz.”

İyi işlerimle ilgili defteri okuduğumda güldüm ve çok sevindim. Bu defter Rakib’in elinde idi. Ama Atid’in elindeki günahlarımla ilgili defteri okuduğumda, gördüğüm şeyler beni çok üzdü ve ağlattı. Bu esnada o iki melek şöyle dediler: “Seni müjdeliyoruz, hayırla karşılaşacaksın.”

Daha sonra ilk şahıs (Azrail) bana yaklaşarak ruhumu çekip çıkardı. Bu esnada yapılan ve söylenen her şeyi görüp duyuyordum. Akrabaların ağlaması ve çığlıkları şiddetlenince, ölüm meleği öfkeyle onlara bakarak şöyle dedi: “Ey cemaat! Neden ağlıyorsunuz? Allah’a andolsun ki ben ona zulüm ve haksızlık yapmadım. O halde neden bağırıp çığlık atıyorsunuz? Hepimiz Allah katında eşitiz. Eğer siz bizim hakkımızda, bizim sizin hakkınızda emrolunduğunuz gibi emrolunmuş olsaydınız, bizim yaptığımız işi siz de yapacaktınız. Allah’a andolsun ki onun rızkı bitmedikçe ve süresi dolmadıkça biz onun canını almadık. O, Kerim olan Rabbine döndü; O da onun hakkında istediği hükmü verecektir. O her şeye kadirdir. Sabrederseniz mükafatlanırsınız, sabırsızlık yaparsanız günah işlemiş olursunuz. Ben çocuklarınızın, anne ve babalarınızın ruhlarını almak için size çok uğrayacağım.”

Sonra benden vazgeçti, ama ruh onunla birlikte idi. Bu esnada onun yanına diğer bir melek geldi, sonra ruhumu ondan alarak beni kendisiyle götürüp Rabbimin karşısına bıraktı. Rabbimin karşısında yer alınca, büyük-küçük her şey hakkında soru sordular; namaz, oruç, hac, Kur’an, zekat, sadakalar, geçirmiş olduğum vakit ve günler, anne ve babaya itaat, haksız yere adam öldürmek, yetim malını yemek, geceleri ibadetle meşgul olmak ve diğer birçok şeylerden soru sordular.

Daha sonra Allah’ın izniyle bir melek ruhumu yeryüzüne geri çevirdi. Bu sırada bir şahıs bedenimin yanına gelerek gusül vermek için elbiselerimi çıkardı ve beni yıkamaya başladı. Bu esnada ruhum şöyle dedi: “Ey Allah’ın kulu! Bu güçsüz bedene merhamet et, Allah’a andolsun ki kendisinden çıktığım bütün damarlar kopmuş, bütün organlar kırılmıştır.”

Allah’a andolsun ki, eğer gusül veren şahıs bu sözü duysaydı, kesinlikle ölüye gusül vermezdi. Gusül ve kefenleme işlerinden sonra ailemi ve komşuları benimle vedalaşmaya çağırdılar, vedalaştıktan sonra beni bir tahtanın üzerine bıraktılar, ruhum bu esnada yüzümle kefenim arasında idi. Sonra bana cenaze namazı kıldılar. Namazdan sonra beni götürüp kabre bıraktılar. Derken büyük bir dehşete kapıldım.

Ey Selman! Bil ki kabre koyulunca adeta gökten yere düştüm. Üzerime toprak döktüler, Bu esnada ruh, dilime, kalbime ve kulağıma döndü. Mezarlıktan eve dönmek için seslendiklerinde, çok pişman oldum, keşke ben de dönenlerden olsaydım dedim. Bu esnada kabir tarafından birisi şöyle cevap verdi: “Bu, boş bir arzudur, kıyamet gününe kadar bir berzah vardır (artık dönüş mümkün değildir).”

O cevap verene: “Sen kimsin?” diye sordum.

Cevaben şöyle dedi: “Ben, münebbih (uyandırıcı) isminde bir meleğim, Allah tarafından insanların yapmış oldukları bütün amelleri, ölümlerinden sonra onlara haber vermekle görevliyim.”

Sonra beni çekerek oturttu ve şöyle dedi: “Amellerini yaz.”

Dedim ki: “Ben onları sayamam.”

Melek: “Rabbinin şu sözünü duymamış mısın?:

“Allah, onları saymıştır; onlar ise onu unutmuşlardır.” [3]

Sonra şöyle dedi: “Yaz, ben sana söyleyeceğim.”

Dedim ki: “Kâğıt yoktur.”

Melek kefenimin bir köşesinden tutarak: “İşte kâğıt, yaz!” dedi.

Dedim ki: “Kalem yoktur.”

Melek: “İşaret parmağın senin kalemindir” dedi.

Dedim ki: “Mürekkebim yoktur.”

Melek: “Ağzının suyu mürekkeptir” dedi.

Sonra o, dünyada yapmış olduğum küçük ve büyük bütün amelleri bana yazdırdı…

Daha sonra amel defterimi mühürleyerek dürdü ve boynuma astı. O kadar ağırdı ki sanki dünya dağlarını boynuma bırakmışlardı.

Nihayet Münebbih melek gitti ve çok korkunç olan Münker adında bir melek geldi.

Bana: “Rabbin kimdir? Dinin nedir? Peygamberin kimdir? Ne inanç üzeresin? Dünyadaki sözün nedir?” diye sordu. Onun korkusundan dilim tutuldu, şaşkınlığa uğradım, ne diyeceğimi bilemedim, korkudan vücudumdaki bütün organlar birbirinden ayrıldı. Derken Rabbimden taraf bir rahmet bana geldi, kalbimi sakinleştirdi, dilimi açtı. Bunun üzerine Münker’in cevabında şöyle dedim:

“Ey Allah’ın kulu! Neden beni korkutuyorsun?! Ben bunların cevabını biliyorum. Ben tanıklık ediyorum ki Allah’tan başka bir ilah yoktur, Muhammed (s.a.a) O’nun elçisidir, Allah Rabbimdir, Muhammed (s.a.a) Peygamberimdir, İslam dinimdir, Kur’an kitabımdır, Ka’be kıblemdir, Ali imamımdır, müminler kardeşimdir.

Yine şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur, o tektir, ortağı yoktur, Muhammed (s.a.a) O’nun kulu ve resulüdür. Bu benim sözüm ve inancımdır ve Rabbimi bu inanç üzere mülakat edeceğim.”

Bu esnada “Münker” şöyle dedi: “Ey Allah’ın kulu şimdi seni esenlikle müjdeliyorum, şüphesiz kurtuldun.”

Bu sözlerden sonra benden ayrıldı. Bu esnada Nekir isminde diğer bir melek geldi, korkunç bir ses çıkardı, ilk sesten daha korkunçtu. Parmaklar birbirine geçtiği gibi azalarım birbirine geçti. Sonra bana şöyle dedi: “Ey Allah’ın kulu! Şimdi amelini bana getir.”

Şaşkınlık içerisinde kaldım, nasıl cevap vereceğimi düşünüyordum. Bu esnada Allah-u Teâla o korku ve dehşeti benden giderdi, hüccetimi (delilimi) bana ilham etti, güzel yakin ve tevfik verdi. Derken onun cevabında da şöyle dedim:

“Ey Allah’ın kulu! Bana karşı yumuşak davran. Ben dünyadan şu inanç üzere ayrıldım: Ben, Allah’dan başka bir ilahın olmadığına, O’nun tek ve ortağının olmadığına şehadet ediyorum. Yine şehadet ediyorum ki, Muhammed (s.a.a) O’nun kulu ve elçisidir; Şüphesiz cennet haktır; cehennem haktır; sırat (köprü) haktır; mizan (terazi) haktır; hesap haktır; Münker ve Nekir’in sorgu ve suali haktır; öldükten sonra dirilmek haktır; cennet ve Allah’ın vaat ettiği ondaki nimetler haktır; ateş ve Allah’ın kendisiyle korkuttuğu ondaki azap haktır; kıyamet gelecektir, onda bir şüphe yoktur; şüphesiz Allah-u Teâla kabirde olanları diriltecektir.”

Nekir sonra şöyle dedi: “Ey Allah’ın kulu! Daimi olan nimet ve sürekli olan bir hayırla seni müjdeliyorum.”

Daha sonra o beni sağ kolum üzerine yatırtarak şöyle dedi: “Gelinin yattığı gibi (rahat) yat.”

Daha sonra o (Münker melek), benim için başımın yanından cennete, ayak tarafından da cehenneme bir kapı açtı. Sonra şöyle dedi: “Ey Allah’ın kulu! Kendisine doğru gideceğin cennet ve nimetlerine ve de kendisinden kurtulduğun yakıp kavurucu cehennem ateşine bir bak.”

Daha sonra ayak tarafından açılmış olan kapıyı kapattı ama baş tarafından cennete açılmış olan kapı öylece açık kaldı. Cennetin ravh ve nimetinden bana getirdi, kabrimi göz alabildiği kadar genişletti ve sonra benden ayrıldı.

İşte bu benim durumum, sözüm ve karşılaştığın şeylerdi. Ben, Allah’tan başka bir ilahın olmadığına, O’nun tek ve ortaksız olduğuna, Muhammed (s.a.a)’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ediyorum. Ey benden soru soran! Seni sorgulayacak olan meleklerin sorgu suali korkusundan ve dehşetinden dolayı sürekli Allah’ı göz önünde bulundur.”

Esbeğ sözünün devamında şöyle diyor: “Bu esnada, konuşan ölünün sesi kesildi. Selman şöyle dedi: “Allah size merhamet etsin beni yere bırakın.”

Selman’ı yere bıraktığımızda: “Beni bir şeye dayayın” dedi. Onu dayadığımızda göğe bakarak şöyle dedi: “Ey her şeyin varlığı elinde bulunan ve kendisine dönülecek olan! Sana iman ettim, Peygamberine tabi oldum, kitabını tasdik ettim ve vaat ettiğin bana geldi; beni kendi rahmetine götür ve keramet evine yerleştir. Ben şehadet ediyorum ki Allah’tan başka ilah yoktur; O tektir ve ortağı yoktur. Yine şehadet ediyorum ki Muhammed (s.a.a) Allah’ın kulu ve elçisidir.”

Selman’ın şehadeteyni kamil olduğunda, ölümü yetişti ve canını Allah’a teslim etti…” [4]

 

4-EBU LEHEB’İN ÖLÜMÜ, İBRET AYNASI

Kafirler Bedir savaşında yenilgiye uğradıktan sonra Ebu Süfyan Mekke’ye döndü. Ebu Leheb ondan: “Ordunun Bedir savaşında yenilgiye uğramasının sebebi ne idi?” diye sordu.

Ebu Süfyan cevabında: “Yerle gök arasında beyaz tenli bir takım şahıslar gördüm ki, kimse onların karşısında dayanamazdı” dedi.

Ebu Rafi’ (Abbas’ın kölesi), Abbas’ın hanımı Ümmü Fazl’a: “Onlar, Peygambere yardım için Allah tarafından gönderilmiş olan meleklerdi” dedi.

Ebu Leheb, onun bu sözünü duyunca, çok sinirlendiğinden onu dövmeye başladı. Ümmü Fazl da çadırın direğini getirerek onu Ebu Leheb’in başına vurarak başını kırdı.

Ebu Leheb o günden sonra yedi gün yaşadı. Allah-u Teâla onu abraş hastalığına duçar etmişti. Hastalığı bulaşıcı olduğundan dolayı herkes hatta kendi çocukları bile onu terk ettiler. Evinde yalnız kaldığı halde öldü ve cenazesini üç gün defneden olmadı, üç günden sonra onu çekip Mekke’nin dışarısında bir duvarın kenarına attılar ve cenazesinin üzeri kapanıncaya kadar üzerine taş döktüler. [5]

İşte böylece hor ve hakir bir şekilde ölüp, normal bir defin bile kendisine nasip olmadı.


5- MİLLETLERİN ÇÖKÜŞ SEBEBİ

Mensur Devaniki’nin zamanında, babasının veliahdı olan (Mervan Himar’ın oğlu) Muhammed b. Mervan hapse düştü. Bir gün Mensur’a şöyle dediler: Muhammed b. Mervan senin zindanındadır. Onu çağırtıp da ondan, onunla Nuvbe [6] padişahı arasında geçen olayı sorursan iyi olur.

Mensur, Muhammed b. Mervan zindandan çıkartılıp yanına getirildiğinde ona şöyle dedi: “Muhammed! Seninle Nuvbe padişahı arasında geçen konuşmayı bizzat senden duymak istiyorum.”

Muhammed şöyle dedi: Hükümetimizin sonlarında (Beni Abbas tarafından) yenilgiye uğradığımızda, buradan firar edip Nuvbe adasına sığındık. Orada bir takım çadırların dikilmesini emrettim. Çadırlar dikildiğinde Nuvbe halkı onları görmekle şaşırıyorlardı. Bir gün, uzun boylu ve tas olan Nuvbe padişahı yalın ayakla bizi görmeye geldi ve selam verdikten sonra geçip kuru yerde oturdu. Ona: “Neden halı üzerinde oturmuyorsun?” dedim.

Cevaben şöyle dedi: “Ben bir padişahım, Allah, bir kimseyi yücelttiğinde O’na karşı tevazu etmesi gerekir.”

Sonra şöyle dedi: “Duyduğuma göre sizler halkın ziraatını hayvanların ayağı altına alıyorsunuz. Oysa bozgunculuk sizin kitabınızda haram kılınmıştır. Müslümanların yeryüzünde bozgunculuk yapması doğru değildir.

Dedim ki: “Kölelerimiz cehaletliklerinden böyle yapmışlardır.”

Nuvbe padişahı: “Neden şarap içiyorsunuz; oysa şarap sizin dininizde haram kılınmıştır? Müslümanın şarap içmemesi gerekir” dedi.

Cevabında dedim ki: “Dostlarımızdan bazıları cahilliklerinden bu işi yapıyorlar.”

Nuvbe padişahı: “Neden ipek elbiseler giyiyorsunuz ve altınlarla süsleniyorsunuz, oysa bunlar Peygamberinizin sözüyle haram kılınmıştır?

Dedim ki: Bizim Arap olmayan hizmetçilerimiz bu işleri yapıyorlar, biz onların isteğine aykırı davranmak istemiyoruz.”

Bu sözü deyince durup benim yüzüme baktı ve alaya alırcasına benim mazeretlerimi (dediğim sözleri) tekrarlayıp duruyordu.

Sonra şöyle dedi: Ey Mervan’ın oğlu! Durum dediğin gibi değildir, işin gerçeği şudur ki, sizler makama ulaştığınızda elinizin altındakilere zulüm yaptınız, dinî emirlerinizi çiğnediniz, Allah da amellerinizin cezasını sizlere tattırdı. Allah’ın sizlerin hakkındaki intikamı sona ermemiştir, devamı vardır, onun zamanı da ulaşacaktır. Ama korkum, bizim toprağımızda olduğunuz bir sırada azabın sizlere gelip çatması ve böylece bizi de sizinle yakalamasıdır. O halde en çabuk bir zamanda buradan uzaklaş.”

Biz de onun bu sözü üzerine Nuvbe şehrinden çıktık. [7]

Evet, bir milletin çöküşünün en büyük nedeni, halkın, özellikle yöneticilerin zulüm ve bozgunculuk yapmalarıdır.


6- BEN Mİ ÜZGÜN OLMAYA DAHA LAYIĞIM YOKSA SEN Mİ?

Bir adam Ebu Amr b. Ala’dan bir istekte bulundu. Ebu Amr da isteğini karşılayacağını vaat etti. Ama bazı nedenlerden dolayı vaadine vefa gösteremedi.

İstekte bulunan şahıs, Ebu Amr’ı görünce şöyle dedi: “Ebu Amr! Sen bana vaatte bulundun ama vaadine vefa etmedin!”

Ebu Amr cevabında şöyle dedi: “Doğrudur! Ama söyle bakalım, sen mi üzgün ve rahatsız olmalısın yoksa ben mi?”

İstekte bulunan şahıs: “Elbette ben! Çünkü isteğim karşılanmamıştır.”

Ebu Amr: “Hayır! Öyle değildir. Ben senden daha rahatsız ve üzgünüm.”

İstekte bulunan şahıs: “Neden?”

Ebu Amr: Çünkü ben senin ihtiyacını karşılamak için söz verdim; bundan dolayı sen geceyi huzur ve sevinç içerisinde geçirdin, ama ben geceyi, sana söz verdiğimden ve onu nasıl yerine getireceğimi düşündüğümden dolayı üzüntü ve rahatsızlık içerisinde geçirdim. Kaza ve kader de onu karşılamaya engel olunca, seninle karşılaşır karşılaşmaz sen beni hor ve hakir gördün, ben ise seni büyük ve yüce. Gerçekten ben üzgün ve rahatsız olmaya senden daha layığım.” [8]


7- BOYNUZLU YALAN

Bir gün Muaviye, Sa’d b. Ebî Vakkas’a şöyle dedi:

“Neden mazlum imamın (Osman’ın) kanını talep etmek için bana yardımda bulunmadın? Bu konuda bana yardım etseydin iyi olurdu.”

Sa’d cevabında şöyle dedi: “Kendin de biliyorsun ki ben seninle beraber Ali’ye karşı savaşıyordum. Ama İslam Peygamberi’nin Ali’ye şöyle buyurduğunu duydum: “Ya Ali! Senin bana olan nisbetin, Harun’un Musa’ya olan nisbeti gibidir.”

Muaviye: “Sen bu sözü bizzat Resulullah’ın kendisinden mi duydun?”

Sa’d: “Evet! Eğer duymamışsam bu kulaklarım sağır olsun.”

Muaviye: “Bize yardım etmeme hususundaki özrün makbuldür.”

Sonra şöyle dedi: “Allah’a andolsun ki, eğer ben de böyle bir sözü Peygamber’den duymuş olsaydım, kesinlikle Ali’yle savaşmazdım!”

Muaviye’nin bu sözleri kesinlikle kabul edilemez. Zira Muaviye’nin kendisi, Hz. Ali (a.s) hakkında, Hz. Peygamber (s.a.a)’den buna benzer pek çok sözler duymuştur. Bunlara rağmen Hz. Ali (a.s) vefat ettiğinde, Muaviye O’na lanet ve küfrediyordu. Muaviye, Hz. Ali’ye lanet etmek ve O Hazrete sövmekle, saltanat ve hükümetinin sağlamlaşacağını zannediyordu. Sa’d’a söylediği sözden maksadı da kendi özrünün kabul olması içindi… [9]

 

8- LÂYIK BİR EŞ ARAMAK

Arapların en zeki ve akıllılarından Şin isminde bir adam vardı. Bir gün şöyle dedi: “Allah’a andolsun ki, kendim gibi zeki ve akıllı bir kadın bulup onunla evlene dek durmadan dünyayı gezip dolaşacağım.”

Şin bu düşünceyle seyahate çıktı. Seferlerinin birinde bir adama: “Nere gidiyorsun?” diye sordu.

O adam da cevabında: “Falan köye” dedi.

Şin, o adamın da kendisinin gideceği köye gitmek istediğini öğrenince onunla yol arkadaşı oldu. Şin, yolda giderlerken yol arkadaşına şöyle dedi: “Sen mi beni taşıyacaksın yoksa ben mi seni taşıyacağım?”

Yol arkadaşı: “Ey cahil! Her ikimizin de bineği vardır, nasıl birbirimizi taşıyalım?”

Şin susup bir şey söylemedi. Kendi yollarına devam edip o köye yaklaştıklarında, Şin, biçilmek üzere olan bir ziraat görünce şöyle dedi: “Bu tarlanın sahibi o ziraatı yemiş mi yoksa yememiş mi?”

Yol arkadaşı: “Ey cahil! Görüyorsun ki bu ziraatın biçilme zamanı yeni yetişmiştir, bununla birlikte tarla sahibinin onu yiyip yemediğini mi soruyorsun?”

Şin yine susup bir şey söylemedi. Nihayet köye vardılar. Köye girince bir cenazeyle karşılaştılar.

Şin: “Bu cenaze diri midir yoksa ölü müdür?”

Yol arkadaşı: “Ben şimdiye kadar senin gibi cahil ve aptal bir kimse görmedim. Zira cenazeyi gördüğün halde yine onun ölüp ölmediğini soruyorsun!”

Şin bu defa da susup bir şey söylemedi. Yol arkadaşından ayrılmak istediğinde, yol arkadaşı onun ayrılmasına mani olarak onu ısrarla kendisiyle birlikte evine görürdü.

Bu adamın Tabaka isminde bir kızı vardı. Bu kız, babasından misafirin kim olduğunu sordu.

Babası cevabında şöyle dedi:

“Onunla yolda tanışıp arkadaş oldum, çok cahil ve bilgisiz birisidir.”

Daha sonra onunla kendi arasında geçen sözleri kızına anlattı.

Kızı şöyle dedi: “Onun; “Sen mi beni taşıyacaksın yoksa ben mi seni taşıyacağım” sözünden maksadı şudur ki, acaba sen mi bana öykü söyleyeceksin, yoksa ben mi sana öykü söyleyeyim?

Onun; “Tarla sahibi bu ziraatı yemiş mi yoksa yememiş mi?” sözünden maksadı da şudur ki; acaba tarla sahibi o ziraatı satıp parasını yemiş mi yoksa satmamış mı?

Onun cenaze hakkındaki sözünden maksadı da şudur ki; acaba o ölen şahısın çocuğu var mı ki onun hatırına onun ismi anılsın, yoksa böyle bir evladı yok mu?

Babası kızının yanından ayrılıp yol arkadaşı olan Şin’in yanına geldiğinde, onunla biraz konuştuktan sonra şöyle dedi: “Aziz konuk! Yolda bana sorduğun şeyleri sana açıklayayım mı?”

Şin: “Evet” dedi.

Yol arkadaşı, onun sorduğu soruları güzel bir şekilde izah etti.

Şin onun bu izahını görünce şöyle dedi: “Bu sözler senin sözün ve senin düşüncenin ürünü değildir. Söyle bakalım, bu sözleri kim sana öğretti?”

Yol arkadaşı: “Doğrusu, kızım bunları bana öğretti” dedi.

Şin, onun akıllı ve zeki bir kızı olduğunu anlayınca, onu babasından istedi. Kızın babası da muvafakat ederek kızı Tabaka’yı ona nikahladı. Şin, kendi eşiyle birlikte akrabalarının yanına döndüğünde, akrabaları onu eşiyle birlikte görünce; “Vafaka Şin Tabaka” (Şin Tabaka’ya rast geldi) dediler. Bu cümle Araplar arasında yaygın bir misal oldu. Kim biriyle denk ve uyum içerisinde olsaydı, bu söz söylenirdi. [10]

Nükte:

Evlilik çok hassas ve önemli bir meseledir. Eş seçiminde gerçekten çok dikkatli olmak gerekir. Eğer uygun ve imanlı bir eş seçilmezse, insan, hayatı boyunca çeşitli zorluk ve sıkıntılarla karşılaşabilir, ömür sermayesi tamamıyla yanıp kül olabilir.


9-  AİŞE’NİN KENDİSİNİ KINAYANLARA KARŞI CEVABI

Kim Aişe’yi; “Neden Cemel savaşını çıkardın?” diye kınadığında şöyle derdi:

“Kaza ve kader kendi işini yaptı, kalemler yazmaktan alı kaldı ve bunlar bir alın yazısı idi. Allah’a andolsun ki, eğer benim Peygamber’den, Abdurrahman b. Haris gibi yirmi oğlum olsaydı, ölüm veya katledilme vesilesiyle onların musibetini görmüş olsaydım, benim için, Ali b. Ebi Talib’e karşı ayaklanmaktan ve O’nun hakkındaki onca yaptığım düşmanlıklardan daha kolay olurdu. Bu konuda derdimi Allah’tan başka kimseye söylemeyeceğim.” [11]

 

 

[1] - Bihar, c. 47, s.306

[2] - Bihar, c. 20, s. 117; c. 22, s. 116; az bir farklılıkla.

[3] - Mücadele / 6

[4] - Bihar, c. 22, s. 374

[5] - Bihar, c. 18, s. 63

[6] - Mısır’ın güneyinde yer alan büyük bir şehir.

[7] - Bihar, c. 47, s. 186

[8] - Bihar, c. 75, s. 95

[9] - Bihar, c. 44, s. 35

[10] - Bihar, c. 23, s. 227

[11] - Bihar, c 44, s. 34

index