İKİNCİ BÖLÜM
ONDÖRT MASUM (A.S)’IN
ASIRLARINDA YAŞAYANLAR

 
 

75- Selman-i Farsî’nin İslam’a Yönelişi
            Selman Hıristiyan Oskoflarının Mektebinde
            Selman Medine’ye Hareket Ediyor
            Selman Hz. Peygamber (s.a.a)’i Tanımak Peşinde
 

76- Neden Ölümden Korkuyoruz?

77- Tıbbî Kanunlar

78- Ruşeyd-i Heceri’nin Halktan Saklanması

79- Amr Bin Cumuh’un İlginç Duası
     80- Ömrümün Kısa Olmasından Pervam Yok
     81- İki Hilekarın Konuşması

     82- Ömer Bin Sa’d’ın Kesik Başı

83- Düşmanın İtirafı

84- Kesek Atanın Cezası Taştır

85- Uygun Bir Cevap

86- Layık Anne ve Değerli Oğul
     87- İyiler Kötülerin Ateşinde
     88- Sabırlı Kadın

89- Hz. Peygamber (s.a.a)’in Damadı Esarette



------------------------

75- Selman-i Farsî’nin İslam’a Yönelişi

İmam Musa bin Cafer (a.s)’dan Selman-i Farsi’nin nasıl müslüman olduğu sorulunca şöyle buyurdular: “Emir’ul- Muminin Ali (a.s), Selman-i Farsi, Ebuzer-i Gifari ve Kureyş’ten bir grup cemaat Peygamber (s.a.a)’in kabrinin yanında toplandıkları bir sırada Hz. Ali (a.s) Selman’a: “Ya Eba Abdillah, nereden gelip nasıl müslüman olduğunu bize anlatır mısın?” dediğinde, Selman-i Farsî şöyle dedi:

“Ya Emir’el- Muminin! Eğer senden başkası böyle bir istekte bulunmuş olsaydı, ona anlatmazdım. Ben İsfahan’ın[1] “Cîy” köyündenim ve babam çiftçi birisi idi. Beni haddinden fazla seviyordu ve bundan dolayı evden dışarıya çıkmama izin vermiyordu. Ben çocukluğum sebebiyle Mecus dininden başka inançlardan haberdar değildim.

Babamın bir tarlası vardı. Bir gün tarlaya gidip orada çalışanlara bir şeyler söylememi emretti. Tarlaya gitmek için evden dışarı çıktım ve yolda Hıristiyan’ların kilisesine uğradım. Orada bir grup cemaatın namaz ve duayla meşgul olduğunu gördüm. Daha fazla bilgi edinmek için kiliseye girdim girdim. Oradaki insanların Allah’a yalvarıp yakarışları beni kendilerine cezp etti. Oradakilerin dininin benim babalarımın dininden daha iyi olduğunu anladım. Akşam olunca eve döndüm. Babam: “Nerede idin, neden geç geldin?” diye sordu.

Cevaben: “Hıristiyanların kilisesine gitmiştim; onların dinî merasim, namaz ve ibadetleri benim ilgimi çekti; onların dininin babalarımın dininden daha üstün olduğunun farkına vardım” dedim.

Babam: “Senin babalarının dini daha üstündür” dedi.

Ben: “Hayır, onların dini daha üstündür. Onlar Allah’a tapıyorlar; O’na ibadet ve kulluk ediyorlar. Ama siz, kendi elinizle yaktığınız ateşe tapıyorsunuz; el çektiğinizde ise o sönüyor” dedim.

Babam, bu sözlerimden dolayı sinirlenerek beni hapsetti ve ayağıma kelepçe vurdu.

Birisi vasıtasıyla Hıristiyanlara bir mesaj göndererek onların dinini kabul ettiğimi ve onların dini merkezinin nerede olduğunu sordum.

Cevaben: “Şam’dadır” dediler.

Yine onlara bir mesaj göndererek: “Şam’dan bir kervan gelirse, döndüğü zaman onlarla beraber Şam’a gitmem için bana haber verin” dedim. Bir ticaret kervanı Şam’dan gelir gelmez, ayağımdaki zinciri açıp onlarla birlikte Şam’a gittim.

 

Selman Hıristiyan Oskoflarının Mektebinde

Şam’a ulaştığımda: “Hıristiyan dininin en büyük alimi kimdir?” diye sordum. “Kilisenin reisi oskoftur” dediler. Onun yanına vararak dedim ki: “Sizin hizmetinizde olmak istiyorum, beni eğitin.” O da ricamı kabul etti.

Bir müddet onun yanında ilim tahsil ettim. O dünya seven birisi idi, onu fazla sevmiyordum... Nihayet bu dünyadan göçtü. Onun yerine geçen şahıs, zahit ve takvalı birisi idi. Bir süre istek ve rağbetle yanında kaldım. Ama çok geçmeksizin o da dünyayla vedalaştı.

O vefat etmeden önce, ondan: “Sizden sonra kimin yanına gideyim, kimi tavsiye ediyorsunuz?” diye bana yardımcı olmasını istedim.

Cevaben: “Evladım, ben Musil’de takvalı bir alim tanıyorum; vefatımdan sonra onun yanına git” dedi.

Ben Musil’e giderek o alimin yanına gittim ve: “Filan oskof beni size gönderdi” dedim. Bir müddet de onun yanında kaldım. Nihayet onun da ölümü yetişti. Son anlarında ona: “Artık siz dünyadan ayrılıyorsunuz; bana kimin yanına gitmemi tavsiye ediyorsunuz?” diye sordum.

Cevaben: “Oğlum! Nasibin’de çok değerli bir alim vardır; onun yanına git. Ben ondan daha iyi birini tanımıyorum” dedi.

Onun ölümünden sonra Nasibin’e giderek o alimin huzuruna vardım; o değerli birisi idi. Bir müddet de onun yanında kaldım ve sonunda onun da ölüm zamanı yetişti. Ölüm zamanı o, Amuriye’de (Şam şehirlerinden biri) bulunan bir alimin yanına gitmemi tavsiye etti. Ben Amuriye’ye giderek onun tavsiye ettiği Hıristiyan aliminin yanına gittim. O da iyi birisi idi, bir müddet de onun yanında ilim tahsil etmekle meşgul oldum... Onun da eceli yetişti. Ona: “Kimin yanına gitmemi tavsiye ediyorsunuz?” dedim.

Cevaben şöyle dedi: “Kendim gibi birini tanımıyorum. Ama çok yakın bir zamanda Arap memleketinde bir peygamber meb’us olacaktır. O peygamber kendi doğduğu yerden (Mekke’den) çok hurmalıklı ve iki taşlı çölün arasında yer alan bölgeye (Medine’ye) hicret edecektir. O peygamberin özellikleri şunlardır:

1-    Onun iki omzu arasında nübüvvet damgası vardır.

2-    Hediyeyi kabul eder ve ondan yer.

3-    Sadakayı kabul etmez.

Bu nişanelerle onu iyice tanıyabilirsin. Kendinizi ona ulaştırmanız gerekir.

 

Selman Medine’ye Hareket Ediyor

O alimin vefatından sonra, ticaret için Arabistan’a hareket etmek isteyen bir kervana: “Tüm sermayemi size verirsem, beni de kendinizle birlikte götürür müsünüz?” diye öneride bulundum. Onlar da kabul ettiler. Ama yolun yarısında bana hıyanet ederek bir köle adıyla Yahudilerden birisine sattılar. Beni alan adam, beni evinin bulunduğu hurmalıklı bir yere götürdü. Ben orası vaat edilen bölge olduğu ümidiyle onların yanında yaşıyordum. Ama sonradan anladım ki orası vaat edilen bölge değilmiş. Nihayet Benikurayza Yahudilerinden biri beni o Yahudi’den alarak kendisiyle birlikte Medine’ye götürdü.

Medine’yi gördüğümde duymuş olduğum nişanelerle oranın, Peygamber (s.a.a)’in hicret edeceği yer olduğunu anlamış oldum ve onun bahçesinde sevinçle çalışmakla meşgul oldum. Hz. Muhammed (s.a.a)’in zuhurunu beklediğim bir sırada O Hazretin Mekke’de zuhur ettiğini öğrenmiş oldum.

Köle olduğumdan dolayı fazla araştırma yapamıyordum. Nihayet Peygamber (s.a.a) birkaç ashabıyla birlikte Medine’ye hicret ederek “Kuba” isminde bir yere geldiler.

 

Selman Hz. Peygamber (s.a.a)’i Tanımak Peşinde

Ben geceleyin kendimle biraz yiyecek götürüp efendimin evinden gizlice dışarı çıktım. Kuba’da Peygamber (s.a.a)’in yanına vardığımda dedim ki: Duyduğuma göre siz salih bir insansınız ve bir grup insanlar da size uymuşlardır. Ben kendimle fakirlere mahsus olan bir miktar sadaka getirmişim; siz de fakir olduğunuz için bunu benden kabul ediniz.

Peygamber (s.a.a) ashabına: “Onun getirdiği yiyecekten yiyiniz” buyurdu. Ama kendisi yemedi. Ben kendi kendime: “Onun, sadaka olan maldan bir şey yememesi, bana söylenilen peygamberlik özelliklerinden biridir” dedim.

Daha sonra bulunduğum eve döndüm. Hz. Peygamber (s.a.a)’de Medine’ye geldi. Ben yine kendimle bir miktar yiyecek Peygamber (s.a.a)’in yanına götürerek: “Sizin sadaka olan maldan bir şey yemediğinizi gördüğümden dolayı bunu hediye olarak size getirdim” dedim. Hz. Peygamber ve ashabı hep birlikte o yiyecekten yediler. Kendi kendime dedim ki: “Hediyeyi kabul etmesi de peygamberlik özelliklerinden ikincisidir.”

Daha sonra büyük bir sevinçle eve döndüm. Üçüncü özellik peşinde idim. Tekrar Peygamber (s.a.a)’in yanına gittim. Hazret ashabıyla birlikte cenaze merasimine katılıp bir cenazeyi teşyi ediyorlardı. Üzerinde iki aba vardı; onlardan birini giyip diğerini ise, omzuna atmıştı. Peygamberlik nişanesi olan damgayı görmek için Peygamber (s.a.a)’in etrafında dolaşıyordum. Benim ne için dolaştığımın farkına vardığında abayı omzundan kaldırdı. Peygamberlik damgası ve nişanesini bana söyledikleri gibi gördüm. Kendimi O’nun ayağına atarak öpüp ağladım. Beni kendi yanına çağırdı, ben de gidip O’nun kenarında oturdum.

Peygamber (s.a.a) başımdan geçen olayları ashaba anlatmamı istedi. Ben de başımdan geçen macerayı evvelden sonuna kadar anlattım. İşte o zamandan itibaren İslam’ı kabul edip müslüman oldum.

Köle olduğumdan dolayı İslam programlarından serbestçe yararlanamıyordum. İşte bundan dolayı İslam Peygamber’inin önerisi üzerine beni alan efendimle, beni aldığı parayı ona yavaş yavaş ödeyerek hür olmam için bir antlaşma yaptık. Müslümanların yardımı ve Allah’ın lütfüyle özgürlüğe kavuştum. Şimdi bir müslüman olarak özgürce yaşıyorum. Gerçi köle olduğumdan dolayı Resulullah (s.a.a)’in kenarında Bedir ve Uhud savaşlarına katılamadım. Ama Hendek ve diğer savaşlara katıldım.”[2]

 

76- Neden Ölümden Korkuyoruz?

Bir adam Ebuzer’e: “Neden ölümden hoşlanmıyoruz?” diye sordu.

Ebuzer cevabında şöyle dedi: “Çünkü siz, dünyayı imar, ahireti ise viran etmişsiniz. Bu yüzden imar edilmiş yerden viraneye gitmek istemiyorsunuz.”

“Bizim Allah’ın huzuruna çıkacağımızı nasıl görüyorsun?” dediklerinde de şöyle dedi:

“İyi iş yapanlar, kendi ailelerine dönen bir misafir gibidir; kötü iş yapanlar ise, efendisinin yanına döndürülen firar etmiş bir köle gibidir.”

“O halde bizim Allah katındaki durumumuzu nasıl görüyorsun?” dediklerinde de şöyle dedi:

“Amellerinizi Allah’ın kitabına sunun (onunla ölçün). Allah-u Teala buyuruyor ki: “Hiç şüphesiz iyi iş yapanlar nimetler(le donanmış cennetler) içindedirler; facir (kötü) olanlar da elbette çılgınca yanan ateşin içindedirler.”[3]

“O zaman Allah’ın rahmeti nerededir?” dediklerinde ise şu ayeti okudu: “Doğrusu Allah’ın rahmeti iyilik yapanlara pek yakındır.”[4]

Şüphesiz, insanın, Allah’ın lütfünden  yararlanması için O’nun rahmetine layık olması gerekir.

 

77- Tıbbî Kanunlar

Harun Raşid’in Hıristiyanlı mütehassıs bir doktoru vardı. Bir gün Ali bin Hüseyin bin Vakidi’ye şöyle dedi: Sizin kitabınızda tıp ilmiyle ilgili bir şey yoktur! Oysa ilim iki kısımdır: Dinlerle ilgili ilimler ve Bedenlerle ilgili ilimler.

Ali bin Hüseyin (din alimi) cevaben şöyle dedi: Allah-u Teala tıp ilmini bir ayetin yarısında toplayarak şöyle buyurmuştur: “Yiyin için ve israf etmeyin.”[5]

Peygamberimiz de tıp ilmini bir cümlede toplayarak şöyle buyurmuştur: “Mide dertler merkezidir; perhiz ise, ilaçların en iyisidir. Ama cismin ihtiyaçlarını unutmamak gerekir.”

Hıristiyanlı doktor bu sözleri duyunca şöyle dedi: “Kur’ân ve sizin Peygamberiniz, Calinus (Yunan hekimi)’un tıbbından bir şey bırakmayarak hepsini beyan etmiştir.”[6]

 

78- Ruşeyd-i Heceri’nin Halktan Saklanması

Muaviye Irak halkının çoğunun Hz. Ali (a.s)’ın Şialarından olduğunu bildiğinden dolayı Ziyad bin Ubeydullah’ı Irak’ın valisi yaptı ve Hz. Ali (a.s)’ın yaranlarını yakalayarak işkenceyle öldürmesi için onun yanına göndermesini de ona emretti.

Bir gün -Hz. Ali’nin seçkin şia ve talebelerinden olan- Ruşeyd-i Heceri’yi yakalayıp onun yanına gönderilmesini emretti.

Ruşeyd, Muaviye tarafından böyle bir emrin çıktığını duyunca hemen saklandı.

Ebu Erake bir gün dostlarıyla bahçede oturup muhabbet ettikleri birvakitte Ruşeyd-i Heceri’nin gelerek onun evine girdiğini gördü.

Ebu Erake bu durumdan dolayı çok korktu ve hemen kalkarak onun peşinden eve gidip şöyle dedi: “Vay olsun sana! Neden beni ölüme verdin; çocuklarımı yetim bıraktın; hepimizi helak ettin.”

Ruşeyd: “Neden?” diye sordu.

Ebu Erake: “Çünkü sen aranıyorsun. Ziyad’ın memurları seni arıyorlar. Gelerek benim evime girdin; benim yanımda oturanlar şüphesiz seni gördüler ve onlar seni ihbar edebilirler” dedi.

Ruşeyd: “Rahatsız olma; onlardan hiç kimse beni görmedi” dedi.

Ebu Erake onun bu cevabından dolayı öfkelenerek: “Benimle alay mı ediyorsun?” diyerek hemen onu tutup sıkıca kollarını bağladı ve onu bir odaya atarak kapıyı üzerine kilitledi. Daha sonra arkadaşlarının yanına gelerek: “Sanıyorum şimdi yaşlı bir adam benim evime girdi” dedi.

Arkadaşları: “Biz kimseyi görmedik” dediler.

Ebu Erake sözünü tekrarladı. Onlar yine: “Biz hiç kimsenin sizin eve girdiğini görmedik” dediler.

Ebu Erake artık susup bir şey söylemedi. Ama başkalarının onu görmüş olabileceklerinden korktu. Bundan dolayı Ruşeyd’in onun evinde olduğunu bilip bilmediklerini tecessüs etmek ve bilmiş oldukları takdirde ise, onu onlara teslim etmek amacıyla Ziyad’ın meclisine doğru hareket etti. Ziyad’ın meclisine girdiğinde selam verdi ve geçip oturarak sohbetle meşgul oldu.

Biraz geçtikten sonra Ruşeyd, Ebu Erake’nin merkebine bindiği halde Ziyad’ın meclisine doğru geldi. Ebu Erake onu görür görmez yüzünün rengi değişti ve elinde bulunan şey yere düştü. Artık ölümüne yakin etmiş oldu.

Ruşeyd merkepten inerek Ziyad’a doğru gidip selam verdi. Ziyad da ayağa kalkarak onu bağrına bastı ve boynunu kucaklayarak onu öptü. Daha sonra ona: “Ne zaman geldin; akraba ve dostların durumları nasıldır; yolculuk nasıl geçti?” diye sordu. Ruşeyd ise, elini sakalına çekip biraz oturduktan sonra kalkıp gitti.

Ebu Erake Ziyad’a: “Allah emiri ıslah etsin; bu yaşlı adam kimdi?” diye sordu.

Ziyad cevaben: “Bu Şam’daki kardeşlerimizden biridir, bizi ziyaret etmek için gelmiştir” dedi.

Ebu Erake, Ziyad’ın meclisinden dışarı çıkıp evine geldi. Evine girince Ruşeyd’i, terk ettiği aynı halde, yani elleri bağlı olduğu halde gördü. Bu yüzden ona: “ Sende gördüğüm bu ilimden dolayı, artık istediğin her şeyi yapabilirsin; istediğin zaman istediğin şekilde evimize gelebilirsin” dedi.[7]

 

79- Amr Bin Cumuh’un İlginç Duası

Müslümanlar grup grup Uhud savaşı cephesine doğru koşuyorlardı. Ayağından sakat olan Amr bin Cumuh’un aslan gibi dört yiğit oğlu da Resulullah (s.a.a)’in kenarında yer alarak cepheye gitmek istiyorlardı. Amr bin Cumuh halkın savaş cephesine doğru akın yaptığını görünce heyecanlanarak savaşa katılmaya karar verdi. Bu yüzden savaş elbisesi giyerek Uhud’a doğru hareket etmeye başladı ve “Allah’ım, beni aileme geri döndürme!” dedi.

Onun akrabalarından bazıları ona yetişerek onu aldığı karardan vazgeçirmeye çalışarak şöyle dediler: Sen bu yaşlılığın ve bu sakat ayağınla iyice savaşamazsın; Allah cihadı sana farz kılmamıştır. En iyisi Medine’de kalmandır. Savaş alanına dört yiğit çocuğunu göndermen senin için yeterlidir.

Amr onların sözlerine cevaben şöyle dedi: Müslümanlar cihat meydanına giderek cenneti kazanmaları ve benim de sizin yanınızda oturarak o feyizden mahrum kalmam doğru mudur?”

Her ne yaptılarsa, bu ilahî şahsı aldığı karardan vazgeçiremediler. Nihayet Peygamber (s.a.a)’in huzuruna vararak O’nun bu konudaki görüşünü almayı kararlaştırdılar.

Resulullah (s.a.a)’in huzuruna geldiklerinde Amr şöyle dedi: “Ya Resulellah! Ben müslümanlarla birlikte savaşa katılmak ve şahadet feyzine erişmek istiyorum. Ama akrabalarım bana engel oluyorlar. Oysa ben bu sakat ayağımla cennete gitmek istiyorum.”

Peygamber (s.a.a) ona: “Sen özürlüsün; bundan dolayı cihat sana farz değildir” buyurdular.

Sonra onun akrabalarına dönerek şöyle buyurdular:

“Gerçi cihat ona farz değildir. Ama siz onu cihattan alıkoymayınız ve onu kendi haline bırakınız. Allah Teala şahadet nimetini ona nasip edebilir.”

Amr sevinerek Peygamber (s.a.a)’in huzurundan dışarı çıktı. Evine gelip bütün akrabalarıyla vedalaştı. Cepheye doğru hareket etmek istediğinde ellerini göğe kaldırarak: “Allah’ım, beni bu eve geri döndürme!” diye dua etti.

Amr savaş alanına doğru hareket ederek orada bir oğluyla beraber şehit oldu.

Savaş sona erdikten sonra Amr’ın hanımı “Hind” savaş alanına gelerek kocasının, Hallad ismindeki oğlunun ve Abdullah ismindeki kardeşinin cenazelerini bularak onları bir devenin üzerine bırakıp Baki mezarlığında defnetmek için Medine’ye doğru hareket etti. “Harre” denen yerin bitimine ulaştığında deve çökerek Medine’ye doğru hareket etmedi. Fakat Uhud’a doğru yöneldiğinde deve süratle hareket ediyordu. Bu olay birkaç defa tekrarlandı.

Sonunda Amr’ın hanımı Hind, Resulullah (s.a.a)’in yanına dönerek durumu O’na anlattı.

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular:

“Deve memurdur! Kocan Uhud’a doğru giderken bir şey dedi mi; dua etti mi?”

Kadın: “Evet”, “Uhud’a doğru hareket etmek istediğinde kıbleye dönerek şöyle dua etti: “Allah’ım, beni aileme geri çevirme, şahadet nimetini bana nasip et” dedi.

Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: “Allah Teala onun duasını kabul etmiştir. İşte bundan dolayı deve onun cenazesini Medine’ye doğru taşımıyor.”

Sonra Resulullah (s.a.a) ashabına dönerek şöyle buyurdular:

“Sizin aranızda öyle şahıslar vardır ki, eğer Allah’a yemin ederlerse, Allah Teala mutlaka onlara lütufta bulunur ve Amr bin Cumuh da onlardan birisidir.”

Daha sonra Resulullah (s.a.a) o üç şehidin kabirlerinde biraz durarak: “Ey Hind! Kocan, oğlun ve kardeşin cennette de böyle beraber olacaklardır” buyurdular.

Hind de: “Ya Resulellah! Allah Teala’nın Beni de onlarla beraber haşretmesi için dua ediniz” dedi. Peygamber (s.a.a) de onun hakkında dua ettiler.[8]

 

80- Ömrümün Kısa Olmasından Pervam Yok

Mütevekkil, Beni Abbas halifelerinin en kötülerinden idi. O, halifeler içerisinde Hz. Fatıma (a.s)’a hakaret eden birisiydi ve onun öldürülme sebebi de bundan dolayıdır.

Muntasır, babası Mütevekkil’in Hz. Fatıma’ya küfrettiğini duyunca, bir alimin yanına giderek: “Hz. Fatıma (a.s)’a küfreden bir kimsenin cezası nedir?” diye sordu.

O alim cevap olarak şöyle dedi: “Böyle bir kimsenin öldürülmesi farzdır. Ama kim babasını öldürürse, onun ömrünün kısa olduğunu bilmen gerekir.”

Muntasır: “Benim Allah’ın itaati yolunda ömrümün kısa olmasından pervam yoktur” dedi.

Muntasır, bu hükmü o alimden öğrendikten sonra babasını öldürdü. Onu öldürdükten sonra yedi aydan fazla yaşamadı.[9]

 

81- İki Hilekarın Konuşması

Muaviye bir gün Amr bin As’a: “Ey Amr As! Bizim hangimiz daha siyasetçi ve daha zekiyiz?” diye sordu.

Amr As: “Ben zekiyim; sen ise, düşünceli ve tedbirli birisin” dedi.

Muaviye: “Benim yararıma konuştun. Ama zekilikte de ben senden daha zekiyim.”

Amr As: “Senin bu zekiliğin Kur’ân’lar mızrakların başına takıldığında nerede idi?”

Muaviye: “Sen o gün hilenle bana galip oldun ve zekiliğini ortaya koydun. Ama o gün artık geçmiştir. Şimdi doğru cevap vermen şartıyla sana bir soru sormak istiyorum.”

Amr As: “Yalan konuşmak çirkindir. Allah’a and olsun ki, doğru söyleyeceğim. İstediğin meseleyi sorabilirsin, kesinlikle yalan cevap vermeyeceğim.”

Muaviye: “Benimle beraber olduğun günden beri bana hile yapmış mısın?”

Amr As: “Kesinlikle!”

Muaviye: “Her yerde değil ama bir savaşta bana hile yaptın.”

Amr As: “Hangi savaşta.”

Muaviye: “Ali bin Ebu Talib beni savaş alanına çağırdığında ben seninle istişare ettim. Ey Amr As! Senin bu konuda görüşün nedir; savaş için Ali’nin karşısına çıkayım mı, çıkmayayım mı?” diye sordum. Sen: “O, yüce bir şahsiyettir” dedin. Ali’nin karşısına çıkmamı söyledin; oysa sen onu çok iyi tanıyorsun; işte orada bana hile yaptın.”

Amr As: “Ey Muaviye! Yüce makamlı bir şahsiyet seni savaşmaya çağırmıştı. İki güzellikten biri sana nasip olacaktı. Ya onu öldürecektin; bu durumda ünlü kahramanlardan birini öldürmüş olacaktın. Böylece makam ve şerefin yükselecek ve kahramanlar arasında rakipsiz olacaktın. Ama eğer o seni öldürecek olsaydı, o zaman da şehit ve salihlerden olacaktın.”

Muaviye: “Amr As! Senin bu hilen öncekinden daha kötüdür. Çünkü biliyordum ki, Ali’yi öldürmüş olsaydım, cehenneme gidecektim; o beni öldürmüş olsaydı, yine cehenneme gidecektim.”

Amr As: “Öyleyse onun karşısına çıkıp onunla savaşmamana ne sebep oldu?”

Muaviye: Saltanat kısır ve sevilen bir şeydir. Birkaç gün daha hükümet yapmak için Ali’nin karşısına çıkmadım ve böylece ölümden kurtulmuş oldum.”

Daha sonra şöyle dedi: “Ey Amr As! Bu sözü ikimizden başka kimse bilmesin.”[10]

 

82- Ömer Bin Sa’d’ın Kesik Başı

Muhtar Kufe’ye musallat olduğunda, Ömer bin Sa’d’ı yakaladıktan sonra Kufe’den çıkmaması şartıyla ona güvence verdi...

Bir gün Ömer bin Sa’d’ın oğlu Hafs, Muhtar’ın yanına gelerek: Babam diyor ki: “Bizim aramızdaki taahhüt ve güvence nerede kaldı?” dedi.

Muhtar ona: “Otur!” dedi.

Daha sonra Ebu Umre’yi yanına çağırarak gizli bir şekilde: “Git Ömer bin Sa’d’ı evinde öldür” diye emretti. Çok geçmeksizin zırhla kuşanmış olan Ebu Umre, Ömer bin Sa’d’ın uğursuz başını elinde getirdi.

Muhtar Hafs’a: “Bunu tanıyor musun?” diye sorduğunda, Hafs: “İnna lillah ve inna ileyhi raciun” dedi.

Muhtar, Ebu Umre’yi çağırarak: “Ey Eba Umre! Onu babasına kavuştur” dedi. O da onu öldürdü.

Sonra Muhtar şöyle dedi: “Ömer bin Sa’d, Hz. Hüseyin (a.s)’ın karşısında, Hafs da Ali Ekber’in karşısında; ama Allah’a and olsun ki bunlar eşit değillerdir.”[11]

 

83- Düşmanın İtirafı

İmam Hüseyin (a.s) şehit edildiğinde Ömer’in oğlu Abdullah, Yezid bin Muaviye’ye şöyle bir mektup yazdı:

“Amma ba’d. Gerçekten büyük bir musibet ve İslam’da vuku bulan büyük bir olaydı. Hiçbir gün Hüseyin bin Ali’nin günü (Aşura günü) gibi olmayacaktır!”

Yezid, Abdullah’ın cevabında şöyle yazdı:

“Amma ba’d. Ey ahmak! Biz süslenmiş evlere, serilmiş halılara ve dizilmiş yastıklara doğru geldik ve bunlardan dolayı savaştık. Eğer hak başkalarıyla olursa, o zaman baban Ömer bu sünneti koyan (böyle bir iş yapan) ve başkalarının hakkını gasp eden ilk şahıstır.”[12]

 

84- Kesek Atanın Cezası Taştır

Bir gün Ebu Hanife, İmam Sadık (a.s)’ın muhlis ashabından olan Mümin-i Tak ile görüşerek: “Siz (Şiiler) ric’ate[13] inanıp onun kesin olduğuna mı inanıyorsunuz?” diye sordu.

Mümin-i Tak: “Evet!” dedi.

Ebu Hanife: “O halde bin dirhem (gümüş) bana borç olarak ver, tekrar bu dünyaya döndüğümde bin dinar (altın) sana vereyim” dedi.

Mümin-i Tak: “Bu dünyaya döndüğünde domuz şeklinde değil de insan şeklinde döneceğine dair kesin bir garanti vermiş olur isen, ben de borç veririm!”[14]

 

85- Uygun Bir Cevap

İmam Cafer Sadık (a.s) vefat ettiği zaman Ebu Hanife, Mümin-i Tak’ı görür görmez: “Şematet (hiciv) edercesine İmamın öldü!” dedi.

Mümin-i Tak da cevaben: “Evet, ama senin imamın (yani şeytan) kıyamete kadar diri kalacaktır” dedi.[15]

 

86- Layık Anne ve Değerli Oğul

Ebu Ubeyde (Muhtar-i Sakafi’nin babası) layık bir kadınla evlenmek istiyordu ve bu hususta çok ihtiyatlı davranıyordu. Kabilesinin kadınlarından bir kaçını ona önerdiler, ama o hiçbirini kabul etmedi. Nihayet bir şahıs Ebu Ubeyde’nin uykusuna gelerek: “Devmet’ul-Hüsna ile evlen. Bu konuda asla pişman olmayıp kınanmayacaksın” dedi.

Ebu Ubeyde uykusunu akrabalarına anlatınca şöyle dediler: “Şimdi görevlendin. O halde Veheb bin Ömer’in kızı “Devme” ile evlen.”

Devme Muhtara gebe kaldığında şöyle dedi: Bir adam uykuda bana şöyle diyordu:

 

Ebşirî bil-veled

Eşbehu şey’in bil-esed

İzerricalu fi kebed

Tukatilu ala beled

Kane lehu hazz’ul-eşedd

 

Bir oğlu sana müjdeliyorum,

O, her şeyden daha çok aslana benzemektedir.

Kişiler zorluk ve meşakkatte olduklarında,

O, şehir için savaşır;

Onun için büyük bir pay vardır.

 

Muhtar dünyaya geldiği zaman o şahıs yine uykusuna gelerek şöyle dedi: “Bu çocuk büyüyüp ışık saçmadan korkusu az, takipçisi ise çok olacaktır.”[16]

Evet, layık annenin önemi işte budur.

 

87- İyiler Kötülerin Ateşinde

Caferi isminde bir şahıs şöyle diyor:

Hz. Ebu’l- Hasan (a.s) bana buyurdular ki:

“Neden seni Abdurrahman’ın yanında görüyorum?”

Arz ettim ki: “O benim dayımdır.”

İmam (a.s) buyurdu ki:

“O, Allah Teala hakkında yanlış sözler söylüyor ve Allah’ın cisim olduğuna inanıyor. Binaenaleyh ya onunla beraber ol ve bizi terk et veya bizimle beraber ol, ondan uzaklaş. Zira hem bizimle olman ve hem de onunla olman doğru değildir. Çünkü o bozuk bir akideye sahiptir.”

Arz ettim ki: Ben onun sözlerine inanmadıktan sonra o ne derse desin, bende herhangi bir etki yarpmaz.

İmam (a.s) buyurdu ki:

“Acaba, ona bir azabın nazil olmasından ve her ikinizi bir arada yakalamasından korkmuyor musun?”

İmam (a.s) daha sonra, kendisi Hz. Musa (a.s)’ın takipçilerinden ama babası Firavun’un adamlarından olan bir gencin hikayesini anlattı. Buyurdu ki:

“Firavun’un ordusu (Nil ırmağının kenarında) Hz. Musa (a.s)’a ve onun yaranlarına ulaştığında o genç Hz. Musa (a.s)’ın ordusundan ayrılarak Faravun’un ordusunda olan babasına nasihat etmek için onlara doğru ilerledi. Babasının yanına gidip ona oldukça nasihat etti ve doğru yolu ona gösterdi. Ama onun bu sözleri babasında hiçbir etki bırakmadı. Sahile yaklaştıklarında babayla oğul birlikte Firavun ordusuyla beraber boğuldular.

Olayı Hz. Musa (a.s)’a anlattılar. Orada bulunanlar o genç hakkında Hz. Musa (a.s)’a: “Acaba o genç rahmet ehli midir, yoksa azap ehli mi?” diye sordular.

Hz. Musa (a.s) şöyle buyurdu:

“Genç, babasının inancını taşımadığından dolayı Allah’ın rahmeti kapsamındadır. Ama azap nazil olduğunda, günahkarların akrabaları da o azaba duçar oluyorlar ve kötülerin ateşi, iyileri de yakmaktadır.”[17]

 

88- Sabırlı Kadın

Onlardan (Muslim bin Yesar veya Eban bin Teğlib’den) birisi şöyle dedi:

Ben arkadaşımla birlikte çöle gittim. Derken yolu kaybettik. Bu haldeyken Hicaz’ın o yakıcı çölünde yolun sağ tarafında bir çadır gördük. O çadıra doğru ilerledik. Çadıra ulaştığımızda selam verdik. Bir kadın çadırdan dışarı çıkarak selamımızın cevabını aldı ve: “Siz kimsiniz?” diye sordu.

Biz de cevaben: “Biz yolcuyuz ve yolumuzu kaybettik. Uzaktan çadırınızı gördüğümüzden dolayı yardım almak için size doğru geldik” dedik.

Takvalı göçebe kadın sözümüzü dinledikten sonra: “O halde sizi ağırlamak ve beni görmemeniz için yüzünüzü başka bir tarafa çevirin!” dedi.

Biz de onun dediğini yaptık. Bu esnada bir palas (kilim) getirerek yere serip: “Oğlum gelinceye kadar bunun üzerinde oturun” dedi.

Kadının oğlunun gelmesi gecikti. Kadın çadırın örtüsünü bir kenara iterek çocuğunun gelip gelmediğini öğrenmesi için çöle bakıyordu. Son bakışında şöyle dedi: “Allah’tan, bu gelen şahısın berekete sebep olmasını istiyorum. Bu şahısın devesi oğlumun devesidir ama ona binen benim oğlum değildir.”

O deveye binen şahıs gelerek çadırın önünde durup: “Ey Ümm-ü Akil! Allah Teala, oğlun Akil’in ölümünden dolayı sana büyük mükafat versin” dedi.

Kadın: “Vay haline, oğlum ölmüş mü?” diye sordu.

O şahıs: “Develer su içmek için izdiham edip onu kuyuya attılar!”

Kadın kendisini kontrol ederek: “Deveden aşağı in de misafirlerimizi ağırla” dedi. Daha sonra ona bir koç vererek: “Bunu kes” dedi. O da onu kesip hazırladı ve onun etinden yemek yaparak bize getirdiler. Biz yemek yerken o kadının sabrına hayret ediyorduk.

Semek yedikten sonra bizim yanımıza gelerek: “Kur’ân’dan bir şeyler biliyor musunuz?” diye sordu.

Cevaben: “Evet” dedim.

“Bana teselli verecek bazı ayetler oku” dedi.

Ben de, Allah Teala şöyle buyuruyor dedim:

“Ve beşşir’is- sabirin ellezine iza esabethum musibetun kalu inna lillahi ve inna ileyhi raciun. Ulâike aleyhim salavatun min rabbihim ve rahmetun ve ulâike hum’ul-muhtedun.”

“Sabır gösterenleri müjdele. Onlara bir musibet isabet ittiğinde, derler ki: “Biz Allah’a ait (kullar)ız ve şüphesiz O’na dönücüleriz.”[18]

Kadın bu ayeti duyunca heyecanlanarak: “Allah aşkına! Bu okuduğun ayet, Kur’ân’da böyle midir?” diye sordu.

Ben de: “Allah’a and olsun ki, Kur’ân’da böyledir” dedim.

Kadın: “Selam ve rahmet sizin üzerinize olsun” dedi.

Daha sonra namaza durup birkaç rekat namaz kıldı. Sonra elini Allah’ın dergahına kaldırarak: “Allah’ım, emrettiğin şeyi yaptım (oğlumun ölümünde sabrettim), sen de benim hakkımda vaat ettiğin şeye vefa et!” dedi.

 Sonra şöyle dedi: “Eğer bir kimse bir kimseye kalacak olsaydı...”

O bu sözü derken ben kendi kendime: “Oğlum bana kalırdı” diyeceğini düşündüm. Ama sözünün devamında: “Muhammed (s.a.a) kendi ümmeti için kalırdı” dedi.

Ben o kadının çadırından çıkarken kendi kendime şöyle diyordum: “Ben bu kadından daha kamil ve daha azametli bir kadın görmedim; Rabbini en kamil ve en güzel sıfatıyla yad etti. Ölümden kurtulmaya bir çare olmadığını, bağırıp çağırmanın ve ağlayıp sızıldanmanın bir faydası olmadığını bildiğinden dolayı güzelce sabrederek oğlunu ihtiyaç ve sıkıntı günü için Allah katında bir hazine saydı.”[19]

 

89- Hz. Peygamber (s.a.a)’in Damadı Esarette

Hz. Hatice (a.s)’ın kız kardeşinin oğlu Rebiy’ oğlu Ebu’l- As, Mekke’nin eşraf ve zenginlerindendi. Bir gün Resulullah (s.a.a)’in kızı Zeyneb’i istedi. Hz. Hatice (a.s) da Resulullah (s.a.a)’in bu evliliğe razı olarak Zeyneb’i onunla evlendirmesini rica etti. Peygamber (s.a.a) de Hatice (a.s)’la muhalefet etmiyordu. Bu nedenle kızını onunla evlendirdi.

Bu olay vahyin Resulullah (s.a.a)’a inişinden önceki bir zamanda gerçekleşti. Vayih nazil olarak Peygamber (s.a.a) risalet makamına ulaşınca Hatice (a.s) ve Resulullah (s.a.a)’in bütün kızları Resulullah (s.a.a)’i tasdik ederek O’nun getirdiğine iman ettiler. Ama Ebu’l- As iman etmeyip müşrikliğinde baki kaldı.

Peygamber (s.a.a) nübüvvet makamına ulaşarak ona vahiy nazil olduğu zaman kendi kavmini Allah’ın emrine davet edince, Resulullah (s.a.a)’den uzaklaşmaya başlayıp birbirlerine: “Siz Muhammed’in (s.a.a) kızlarını alarak onun fikrini onlardan taraf rahatlattınız; fikri onlarla meşgul olması için kızlarını ona geri çeviriniz” dediler.

Bundan dolayı ilk önce Ebu’l- As’ın yanına gelerek: “Sen Muhammed’in (s.a.a) kızına talak ver, biz Kureyş kızlarından hangisini istesen seni onunla evlendiririz” dediler.

Ebu’l- As cevaben: “Kesinlikle ben eşimden ayrılıp Kureyş kadınlarını onun yerine eş kabul etmem” dedi.

İşte bundan dolayı Resulullah (s.a.a): “Ebu’l- As iyi bir damat idi” buyuruyordu.

Daha sonra fasık Ebu Leheb’in oğlu Utbe’nin yanına giderek: “Sen Muhammed’in (s.a.a) kızına talak ver, biz Kureyş kızlarından hangisini istersen seni onunla evlendiririz” dediler.

Utbe cevaben: “Eğer beni Eban bin Said bin As veya Said bin As’ın kızıyla evlendirirseniz, ben ondan ayrılırım” dedi.

Onlar Utbe’yi, Said bin As’ın kızıyla evlendirdiklerinde o da Peygamber (s.a.a)’in kızından düğünleri olmadan önce ayrıldı. Daha sonra bu hanımefendi Osman bin Affan’la evlendi.

Peygamber (s.a.a) Mekke’de olduğu müddetçe helal ve haramı açıklamaya ve onları uygulamaya gücü yoktu. Oysa İslam, Zeynep’le Ebu’l- As’ı birbirinden ayırmıştı. Resulullah (s.a.a) Mekke’de bunları birbirinden ayırmaya kadir değildi. Bu yüzden Zeynep iman etmesine rağmen müşrik olan Ebu’l- As’ın yanında kalmak zorunda kaldı. Resulullah (s.a.a) Medine’ye hicret ettiğinde de Zeynep öylece Mekke’de Ebu’l- As’la beraber kaldı.

Kureyş, Resulullah (s.a.a)’le savaşmak için Bedir’e geldiğinde Ebu’l- As da onlarla birlikte geldi. Bedir kuyusunun kenarında Müslüman ve kureyş kafirleri arasında şiddetli bir savaş başlayınca kafirlerden bazıları ölüp bazıları da esir düştüler. Ebu’l- As da bu esirler arasında idi. Onu da diğer esirlerle birlikte Resulullah (s.a.a)’in yanına getirdiler.

Mekke halkı esirlerini serbest bırakmak için bir takım mallar gönderdiklerinde, Zeynep de bir miktar mal gönderdi. Gönderdiği şeylerden biri ise, annesi Hz. Hatice (a.s)’ın düğün gecesi ona vermiş olduğu bir gerdanlık idi.

Peygamber (s.a.a) o gerdanlığı görüce, Zeyneb’in haline çok acıdı. Bundan dolayı Müslümanlara: “Eğer uygun görüyorsanız, Zeyneb’in esirini serbest bırakınız ve kocası için göndermiş olduğu malları da ona geri çeviriniz” buyurdular.

Müslümanlar: “Ya Resulellah! Biz canımızı ve malımızı sana feda ederiz” deyip Zeyneb’in göndermiş olduğu şeyi ona geri çevirdiler; Ebu’l- As’ı da onun hatırı için hiçbir fidye almaksızın serbest bıraktılar.[20]

 




[1] - Başka bir nakle göre Şiraz’lıymış.

[2] - Bihar, C. 22, S. 355 ve 362. İki rivayetten yani 2 ile 5. rivayetlerden yararlanılmıştır.

[3] - İnfitâr/ 13.

[4] - A’râf/ 56.

[5] - A’râf/ 31.

[6] - Bihar, C. 65, S. 123.

[7] - Bihar, C. 42, S. 140.

[8] - Bihar, C. 20, S. 130.

[9] - Bihar, C. 45, S. 396.

[10] - Bihar, C. 33, S. 49.

[11] - Bihar, C. 45, S. 336.

Daha sonra Muhtar (r.a) İmam Hüseyin (a.s)’ın ve onunla birlikte Kerbela’da şehit olanların katillerini ve onun öldürülmesine yardımcı olanları yakalatarak onları şiddetli bir şekilde cezalandırdı ve onların uğursuz kesik başlarını Medine’de ikamet etmekte olan İmam Zeyn’ul - Abidin (a.s)’ın yanına gönderdi. (Çev.)

[12] - Bihar, C. 45, S. 328. Allame Meclisi (r.a) daha sonra şöyle bir açıklamada bulunmuştur: Delail’ul- İmamet’ten tahriç ettiğim uzun bir rivayette Said bin Museyyib’den şöyle nakledilmiştir: İmam Hüseyin (a.s)’ın ailesinden 18, ashabından ise 53 kişinin kendisiyle birlikte öldürülme haberi Medine’ye ulaştığında, Ömer’in oğlu Abdullah, Yezid’in yaptığı işe karşı çıkmak amacıyla Şam’a giderek Yezid’le görüştü ve ona ağır laflar söyledi, Yezid onu boş bir odaya götürerek babasının (ömer’in) Muaviye’ye yazdığı uzun bir tomar şeklindeki mektubu çıkarıp ona okudu. Onda şöyle yazmıştı: “Ben babalarımın dini üzereyim; Muhammed bir sahirdi ve sihriyle halka galip oldu. Zahirde O’nun Ehl-i Beyti’ne ikramda bulun. Ama onların ellerini dünya malından kesmeye çalış ve onlardan hiç kimseyi herhangi bir şeye yetki sahibi kılma...”

Abdullah bin Ömer bu yazıları okuyunca, onun yaptığı işe razı olarak geri döndü. Halka da, Yezid’in yaptığı işte haklı ve mazur olmasıyla ilgili bir açıklamada bulunda. Bu sözü söyleyen ne de güzel söylemiştir: “Hüseyin (a.s) Aşura günü öldürülmedi; Hüseyin (a.s) gerçekte Sakife günü öldürüldü.”

Allah-u Teala, Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’ine zulüm temelini atana lanet etsin.” (Çev.)

[13] - Ric’at, kıyamet gününden önce bazı halis müminlerle katı münafıkların dünyaya dönüşüne denmektedir.

[14] - Bihar, C. 47, S. 399.

[15] - Bihar, C. 47, S. 400.

Bir gün Ebu Hanife, Mümin-i Tak’la birlikte Kufe’nin sokaklarından birinde dolaşıyorlardı. Bu esnada bir adam yüksek sesle: “Kim beni sapık bir çocuğa kılavuzluk eder (onu bana gösterebilir)?” dedi. Mümin-i Tak hemen: “Ben sapık bir çocuk görmedim; ama sapık bir şeyh (yaşlı adam) istiyorsan, o zaman bunu (yani Ebu Hanife’yi) tut” dedi. (Bihar, C. 47, S. 399. Çev.)

[16] - Bihar, C. 45, S. 350.

[17] - Bihar, C. 74, S. 200.

[18] - Bakara/156.

[19] - Bihar, C. 82, S. 152.

[20] - Bihar, C. 19, S. 348.

index