Back Index Next

 

İşte bu nedenle Müslümanların tüm merhalelerde İslamî kardeşliklerini koruyup usul-i dinden olmayan konularda farklı görüşlere sahip olmayı, birbirleriyle kavga edip, birbirlerini fısk ve küfürle suçlama kaynağı yapmamaları gerekir; fikrî ve akidevî ihtilaflarda da birbirleri hakkında bilimsel müzakerelerle yetinip mantıksız taassuplar yürütmekten, iftira ve tahrif etmekten sakınmaları gerekir.

122. İlke:

Dünya Müslümanları usul-i dinde[149] görüş birliği içerisindedirler; bir grup, bazı esas veya ayrıntılarda farklı bir görüşe sahip olması nedeniyle diğerlerini tekfir etmemelidirler; çünkü ihtilaf konularından bir çoğu, Müslümanlar arasında daha sonra çıkan şeylerdir ve her grubun o konuda kendisine göre bir delili vardır. Dolayısıyla, bu konularda ihtilafa düşmek, Müslümanların birbirini tekfir etme veya fıskla suçlama vesilesi olup İslamî vahdet ve birliği bozamaz; ihtilafları halletmenin en iyi yolu, boş ve mantıksız taassuplardan uzak olarak bilimsel müzakereler yapmaktır.

Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Ey inananlar, Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayın, dinleyin, size selam verene (ve kendisini sizinle aynı dinden bilene), dünya hayatının geçici menfaatini gözeterek: Sen mü'min değildin! demeyin." (Nisâ, 94)

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a), İslam'ın temellerini beyan ederek bir Müslüman'ın, başka bir Müslüman'ı günah işlemesinden dolayı tekfir etmeye veya onu müşrik olarak addetmeye hakkı olmadığını vurgulamaktadır.[150]

123. İlke: BİD'AT

"Bid'at", lügatte, failinin bir nevi kemalini gösteren, geçmişi olmayan yeni bir iştir; nitekim Allah Teala'nın sıfatlarından biri "Bedi"dir: "(O,) göklerin ve yerin yaratıcısıdır" (Bakara, 117). "Bid'at"in ıstılahî anlamı ise insanın, dinde olmayan bir şeyi dine nispet vermesidir; bid'atin en kısa tanımı, "dinde olmayan bir şeyi dine sokmak"tır.

Dinde bid'at yaratmak büyük günahlardan olup haram olduğunda hiçbir şüphe yoktur. Hz. Resulullah (s.a.a), "Her yeni şey bid'attir, her bid'at delalettir ve her delalet de ateştedir"[151] buyurmuştur. Bid'at konusunda dikkat edilmesi gereken önemli nokta, bid'atin diğer şeylerle ayırtedilmesi için biat kavramının, kapsamlı ve bu kavramın içine girmeyen diğer şeyleri engelleyecek bir şekilde tanımının yapılmasıdır. Bid'at kavramını iyi bir şekilde anlayabilmek için iki noktaya dikkat edilmesi gerekir:

1- Bid'at, dinde bir şeyi artırarak veya eksilterek onda bir nevi tasarruf etmektir. Dolayısıyla, dinle bir ilgisi olmayan, aksine, normal ve örfî bir şey olarak yapılan bir yenilik (her ne kadar meşru oluşu dinimiz bakımından haram ve yasak olmamasına bağlıysa da) bid'at değildir. Örneğin, insanoğlu ev, giyim ve diğer geçim vesileleri bakımından sürekli yeniliklere başvurmaktadır; özellikle asrımızda, normal yaşamın vesile ve metotlarından bir çoğu değişmiş, mesela yeni sporlar ve eğlenceler çıkmıştır. Açıktır ki bunların tümü bir çeşit bid'at (yenilik)tir; fakat bunların dinde bid'atle bir ilişkisi yoktur. Sadece, dediğimiz gibi, onların helal oluşları ve onlardan yararlanmak İslam dininin hüküm ve ölçülerine aykırı olmamasına bağlıdır. Örneğin, batının ahlaksız kültürlerinden olan meclis ve toplantılarda kadınlarla erkeklerin hicapsız bir vaziyette birbirlerine karışması haram olmasına rağmen bid'at değildir; çünkü bu gibi toplantılara katılanlar bu ameli, İslam'ın tasvip ettiği meşru bir amel olarak yapmamaktadırlar; aksine çoğu zaman dinî hükümlere aykırı bir iş olduğu inancıyla gaflet ederek ve düşünmeden yapmaktadırlar. Dolayısıyla bazen kendilerine gelerek ciddi bir şekilde bir daha o toplantılara katılmamaya karar vermektedirler.

Daha açık birdeyişle, eğer bir millet bir veya birkaç gün bir araya toplanıp eğlenmek için belirler, ama bunu şeraitin iznine mal etmezlerse, böyle bir iş, (helal ve haram oluşu diğer açılardan incelenmesi gerekse de) bid'at değildir.

Buradan, sanat, spor, sanayi ve diğer alanlardaki bir çok yeniliklerin burada kastettiğimiz bid'at mefhumunun dışında olduğu, onlar hakkında söz konusu olan şeyin, kendine has ölçüsü olan diğer açılardan helal ve haram oluşları olduğu anlaşılmaktadır.

2- Dinde bid'atin aslı, dinde meşruiyetini onaylayacak bir kanun ve kural olmayan bir şeyi, dinin yapılmasını emrettiği şerî bir şey olarak yapmaktır; ancak insanın dinî bir amel olarak yaptığı bir şeyin meşruiyeti için şerî bir delil (özel, umumî ve kulli) olursa, o iş bid'at değildir. İşte bu nedenle büyük Şiâ alimi Allame Meclisî diyor ki: "Dinde bid'at, Hz. Resulullah (s.a.a)'ten sonra dinin bir parçası olarak çıkarılan, hakkında özel bir delil olmayan ve genel kuralların kapsamına da girmeyen şeylerdir."[152]

Meşhur Ehl-i Beyt alimi İbn-i Hacer-i Askelanî de şöyle diyor: "Bid'at, dinde aslı olmadığı halde çıkarılan bir şeydir; ancak şeraitin delalet ettiği dinde aslı olan bir şey bid'at değildir."[153]

Evet, bu açıklama, bazı kişilerin eline ayağına dolaşan bir çok asılsız şüpheleri de çözmektedir. Örneğin, dünya Müslümanlarından büyük bir bölümü Hz. Resulullah (s.a.a)'in veladet gününü kutlamakta ve şenlikler düzenlemektedirler; fakat bir grup bunu bid'at saymaktadır! Oysa, dediğimiz gibi, bu amel kesinlikle bid'at ölçülerini taşımamaktadır. Çünkü bu saygı ve sevgi belirtilerinin dinimizde farz olmadığını kabul etsek bile, Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) ve onun sevgili Ehl-i Beyt'ine (a.s) saygı ve sevgi göstermek İslam dininin kesin ilkelerinden biridir; bu gibi dinî toplantılar ve şenlikler de o genel kuralın bir cilvesidir. Nitekim Hz. Resulullah (s.a.a), "Sizden hiç biriniz, beni malından, çocuklarından ve bütün insanlardan daha aziz bilmezse mü'min olamaz"[154] buyurmaktadır.

Açıktır ki, Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ehl-i Beyt'inin (a.s) veladet günlerinde sevinçli olup bu amaçla şenlikler düzenleyen kimseler, bu günlerde şenlikler düzenlemenin nassla belirtildiğini ve günümüzdeki şekliyle şenlikler düzenlemenin farz olduğunu kastetmemektedirler; aksine, onlar Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ehl-i Beyt'ine (a.s) sevgi beslemenin, çeşitli tabirlerle Kitab ve sünnette vurgulanan genel bir ilke olduğu inancındadırlar.

Kur'an-ı Kerim, "De ki: Ben buna (risaletimi ulaştırmaya) karşılık sizden, yakınları(mı) sevmekten başka bir ücret istemiyorum" buyurmaktadır (Şura, 23); bu ilke, Müslümanların kişisel ve toplumsal hayatlarının çeşitli boyutlarında tezahür bulabilir. Veladet günlerinde şenlikler düzenlemenin, o günlerde Allah'ın rahmet ve bereketinin inişini hatırlayıp Allah'a şükretme yönü vardır ve bu konu (rahmet indiği günde şenlik düzenlemek), önceki dinlerde de vardı; nitekim Kur'an-ı Kerim, apaçık bir şekilde, Hz. İsa (a.s)'ın kendisine ve bütün arkadaşlarına gökte bir sofra indirmesini ve böylece gökten sofranın inişine kendisinin ve arkadaşlarının -nesilden nesle- bayram tutmalarını istediğini bildirmektedir:

"Allah'ım, Rabb'imiz, bizim üzerimize gökten bir sofra indir ki bizim için, önce ve sonra gelenlerimiz için )o gün) bir bayram olsun ve (o olay), senden bir mucize olsun..." (Mâide, 114)

Dediğimiz gibi, bid'at, şeriatte (özel veya genel olarak) doğru bir kaynağı olmayan tasarruflardır ve şuna da dikkat edilmesi gerekir ki, Ehl-i Beyt İmamlarının (a.s) rivayetleri, "Sekaleyn" hadisi gereğince şeriatin kaynaklarından ve din hükümlerinin delillerinden sayılmaktadır. Dolayısıyla, Masum Ehl-i Beyt İmamları (a.s) bir şeyin câiz veya haram olduğunu söylediklerinde, onların buyruklarına itaat etmek dine uymak olup dinde bid'at çıkarma dairesinin kapsamına girmez.

Son olarak şunu da hatırlatalım ki, izinsiz olarak tasarruf anlamında bid'at çıkarmak, tarih boyunca sürekli çirkin ve haram kabul edilmiş olup Kur'an-ı Kerim onu, "Allah mı size böyle izin verdi?!" (Yunus, 59) şeklinde anmaktadır. Bu durumda, bid'ati (bu anlamda) çirkin, güzel, haram ve câiz olarak kısımlara ayırmak da doğru değildir.

Evet, "bid'at"in genel lügat anlamında, dine nispet vermeden yaşam gereçlerinde yenilik yapmak anlamında çeşitli şekilleri olup dinde yer alan beş hükümden (farz, haram, mekruh, müstehap ve mubah) birinin kapsamına girebilir.

124. İlke: TAKİYYE

Kur'an-ı Kerim'in öğretilerinden biri de, Müslüman bir kişinin inancını belirtmesi sonucu can, mal ve ırzının tehlikeye düşeceği durumlarda inancını gizleme serbestisine sahip olmasıdır. Şeriat ıstılahında bu işe "takiyye" denilmektedir. Takiyyenin caizliğinin şerî kaynağına ilaveten akıl da hassas şartlarda onun gerekliliğine tanıklık etmektedir. Çünkü bir taraftan can, mal ve haysiyeti korumak farzken, diğer taraftan da insanın kendi inancına göre davranması dinî bir vazifedir. Fakat insanın inancını belirtmesi onun can, mal ve haysiyetini tehlikeye düşürürse ve bu iki vazife birlikte çelişirlerse, doğal olarak akıl, daha önemli olanı diğerinden öne geçirmeye hükmeder. Gerçekte, takiyye güçlü ve merhametsiz kişiler karşısında zayıfların silahıdır ve açıktır ki eğer tehdit söz konusu olmazsa, insan ne inancını gizler ve ne de inancının aksine davranma gereği hisseder.

Kur'an-ı Kerim, Ammar Yasir (ve kafirlerin eline esir düşüp, kalplerindeki sağlam imana rağmen görünüşte onların elinden kurtulmak için küfür sözünü söyleyen kimseler) hakkında şöyle buyurmaktadır: “İnandıktan sonra Allah'a nankörlük eden (bu amelinin cezasını görecektir), kalbi imanla yatışmış olduğu halde (inkara) zorlanan değil.” (Nahl, 106)

Başka bir ayette ise şöyle buyuruyor: “Müminler, inananları bırakıp, kafirleri dost edinmesin. Kim böyle yaparsa Allah ile bir dostluğu kalmaz. Ancak onlardan (gelebilecek bir tehlikeden) korunmanız başka (şerlerinden korunmak için dost görünebilirsiniz). Allah sizi kendisinin (emirlerine karşı gelmekten) sakındırır. Dönüş Allah'adır.” (Âl-i İmrân, 28)

İslam müfessirleri, bu iki ayetin açıklamasında, takiyye ilkesini meşru bir ilke görmüşlerdir.[155]

Esasen, tefsir ve İslam fıkhı hakkında biraz araştırması olan herkes, takiyye ilkesinin İslamî ilkelerden biri olduğunu bilir ve yukarıda zikri geçen ayetleri ve Firavun oğullarından iman edenlerin, imanlarını gizleyip aksini sergilediklerini (Mü'min, 28) görmezden gelip takiyyeyi tamamen reddedemez.

Ayrıca, şunu da hatırlatmamız gerekir ki, her ne kadar takiyye ayetleri, kafirler karşısında takiyye yapmak hususunda nazil olmuşsa da, hassas ve uygun olmayan şartlarda Müslümanların can, ırz ve mallarını korumaktan ibaret olan takiyye, sadece kafirlere has bir durum değildir ve eğer insanın Müslüman biri karşısında inancını belirtmesi veya inancına göre hareket etmesi de can ve malını tehlikeye düşürürse, bu konuda da takiyye, kafire karşı takiyye hükmünü taşır. Bu, diğerlerinin de tasrih ettiği bir sözdür. Razî şöyle diyor: Şafiî mezhebine göre, eğer Müslümanların kendi aralarındaki durumu, Müslümanların (Dar’ul harpte) -harbi- kafirler arasındaki durumu gibi olursa, canlarını korumak için takiyye yapmaları caizdir. Yine takiyye sadece canî zarara has değildir; hatta malî zarar da takiyye için bir ruhsattır; Müslüman'ın kanı gibi saygın olan ve uğrunda öldürülen kişinin şehid sayıldığı malî zararda da takiyye yapılır.[156]

Ebu Hureyre şöyle diyor: “Ben Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'den iki türlü talimat ve emirler aldım. Bazılarını halk arasında yaydım; fakat diğer bazısını yaymaktan sakındım, çünkü eğer onları da yayacak olsaydım öldürülürdüm.”[157]

Emevî ve Abbasî halifelerinin yaşam karneleri zulüm ve işkence ile doludur. O dönemde, inançlarını açığa vurmaları nedeniyle sadece Şiiler inzivaya çekilmiyorlardı; Me'mun döneminde, hatta Ehl-i Sünnet muhaddisleri de “Kur'an-ı Kerim'in sonradan yaratılmış olduğu” konusunda genellikle takiyye yolunu tutmuş ve Me'mun'un Kur'an'ın yaratılmış olduğu doğrultusundaki genelgesi yayınlandıktan sonra biri dışında tümü inançlarının aksine onu onaylamışlardır; bu olay tarih kitaplarında ayrıntılı bir şekilde kaydedilmiştir.[158]

125. İlke: TAKİYYE

Şiâ'nın mantığına göre, takiyye, bazı durumlarda farz ve bazı durumlarda ise haramdır ve insan bu durumlarda can ve malının tehlikeye düşeceği bahanesiyle takiyye yapmamalıdır. Bazıları, Şiâ'nın mutlak suratle takiyyeyi farz bildiğini sanmaktadırlar; oysa bu düşünce tamamen yanlıştır ve Şiilerin önderlerinin metodu kesinlikle böyle değildi. Çünkü onlar şartları göz önünde bulundurup, yarar ve zararları gözden geçirerek her zamanda özel ve uygun bir yol seçiyorlardı; dolayısıyla, bazen takiyye yapmayarak, inançlarını açığa vurmak uğrunda can ve mallarını feda ediyorlardı.

Esasen Şiâ'nın masum önderleri genellikle kılıçla veya düşmanlar tarafından zehirlenerek şehid edilmişlerdir; oysa eğer zamanın hakimlerine güler yüz ve tatlı dil gösterselerdi, kesinlikle hakim güçlerin en büyük makamları bile onlara bırakırlardı; fakat onlar takiyyenin (örneğin Yezid karşısında) din ve mektebin yok olmasına neden olacağını çok iyi biliyorlardı.

Günümüzdeki şartlarda da Müslümanların dinî liderleri için iki yol söz konusudur: Bazı şartlarda takiyye yolunu tutmalı ve İslam'ın esasının tehlikede olduğu bazı şartlarda da başlarını koltuklarına alıp ölüme doğru yürümelidirler.

Son olarak şunu da hatırlatalım ki, takiyye, zorba düşmanlar karşısında takiyye yapmadıklarında hem canları tehlikeye düşen ve hem de öldürülmelerinin bir etkisi olmayan zayıf ve güçsüz kişi veya kişilerin durumuna bağlı kişisel bir konudur; fakat din öğretileri ve hükümlerinin talim ve açıklanmasında takiyyenin bir yeri yoktur; örneğin, bir alimin takiyye üzerine bir kitap yazıp, sapık ve aykırı inançları, Şiâ inancı diye toplumda yayması gibi! İşte bu nedenledir ki Şiâ tarihi boyunca hiçbir zaman takiyye üzerine akaid ve ahkam alanında bir kitap yazılmamış, Şiâ uleması en zor şartlarda bile kendi hak inancını izhar etmişlerdir. Elbette onlar arasında bir ilke veya özel bir mesele hakkında görüş farklılığı olabilir; fakat tarih boyunca Şiâ uleması hatta bir kez olsun, -takiyye bahanesiyle- bu mektebin görüş ve inancına aykırı bir kitap veya makale yazmamış ve tabiri caizse, zahirde başka bir şey ve gizlide ise daha farklı bir şey söylememişlerdir; böyle yapmış olan birisi varsa İmamiyye Şiâsı dairesinin dışındadır.

Burada, takiyyeyi anlamaları ve hazmetmeleri zor olanlara, tekitle Emevi ve Abbasiler döneminde, hatta Osmanlılar döneminde Türkiye, Suriye ve Irak'daki (şamat) Şiilerin tarihini okuyup bu ekolün mensuplarının, inançlarını koruyarak Ehl-i Beyt'e uymak için ne kadar büyük bir paha ödediklerini, nice kurbanlar verdiklerini ve nice acılar çektiklerini, evlerinden barklarından kaçıp dağlara sığındıklarını incelemelerini tavsiye ediyoruz. Şiiler, takiyye yaptıkları halde durumları buydu; kim bilir eğer takiyye yapmayacak olsalardı başlarına neler gelirdi?! Gerçekten, bu durumda dünyada Şiâ'dan bir eser kalır mıydı acaba?!

Esasen dikkat edilmesi gerekir ki, eğer takiyyede kınanma varsa, gerçekte bu kınanma ona sebep olanlara yöneliktir. İslamî adalet ve merhameti icra edeceklerine Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in itretinin izleyicilerine en zor ve en öldürücü siyasi ve mezhebî bağnazlıkları tahmil edenlerin kınanması gerekir, çaresizlik yüzünden can, mal ve namuslarını korumak için takiyyeye yönelenler değil! Şaşırtıcı olan ise şudur: Bazı kimseler, takiyyeye sebebiyet verenleri, yani zalimleri kınayacaklarına, takiyye yapanları, yani zulme uğrayanları kınayarak nifakla suçlamaktadırlar! Oysa “nifak”la “takiyye” arasında yerden göğe kadar fark vardır. Münafık, küfrünü kalbinde gizleyerek kendini mümin göstermeye çalışır; oysa Müslüman, takiyye yaparken imanla dolu bir kalbe sahiptir ve sırf zalimin dayanılmaz eziyetinden endişelenerek inancına aykırı davranmaktadır.

126. İlke: TEVESSÜL

İnsanoğlunun hayatı, her birinin kendine has etkileri olan tabii araç ve gereçlerden yararlanmak üzerine kurulmuştur. Hepimiz susayınca su içer ve acıkınca yemek yeriz. Çünkü etkilemede bağımsız olduklarını kabul etmediğimiz takdirde tabii gereçler vasıtasıyla ihtiyaçları gidermek tevhidin özüdür. Kur'an-ı Kerim, Zulkarneyn'in sed yapmak için halktan yardım istediğini vurgulamaktadır: “Siz bana (insan) güc(üy)le yardım edin de sizinle onlar (Yecuc ve Mecuc) arasında sağlam bir engel yapayım.” (Kehf, 95)

Şirki, “Allah'tan başkasına tevessül etmek” anlamında tefsir edenlerin görüşleri, mevcut araç ve vasıtaların kendilerinden bir asalet ve istiklalleri olduğuna inanmamız durumunda doğrudur; oysa biz onları, Allah'ın izin ve iradesiyle bizi hedefe götürecek vesileler bildiğimiz durumda tevhid çizgisinden çıkmış olmayız ve esasen insan oğlunun hayatı ilk günden beri bu esas, yani mevcut araç ve gereçlerden yararlanma üzerine kurulmuş, bilim ve sanayi de bu doğrultuda ilerlemiş ve ilerlemektedir.

Zahiren tabii vasıtalara tevessül etmek konusunda şüphe yoktur; asıl bahis konusu, insanoğlunun vahiy dışında tanıması mümkün olmayan gayrî tabii vasıtalardır. Kitab ve sünnette vesile olarak tanıtılan bir şeye tevessül etmek, tabii şeylere tevessül etmek hükmündedir. Dolayısıyla, biz gayr-i tabii vesilelere ancak iki şeyi göz önünde bulundurarak dinî amaçla sarılabiliriz:

1- Kitab ve sünnet kanalıyla onun dünyevî veya uhrevî amaçlara ulaşmak için bir vasıta olduğu ispatlanınca;

2- Bu araç ve vasıtaların kendilerinden hiçbir asalet ve istiklale sahip olduklarına inanmayıp onların Allah'ın izni ve iradesiyle etkilediklerini kabul edince.

Kur'an-ı Kerim, bizleri manevi şeylerden yararlanmaya davet ederek şöyle buyuruyor: “Ey inananlar, Allah'tan korkun, O'na (yaklaşmağa) yol arayın ve O'nun yolunda cihadedin ki, kurtuluşa eresiniz.” (Mâide, 35)

Dikkat edilmesi gerekir ki, vesilenin yaklaşma anlamında değil, aksine, Allah'a yaklaşma nedenidir ve bunlardan biri de ayette geçen Allah yolunda cihaddır; aynı zamanda diğer şeyler de Allah'a yaklaşma vesilesi olabilirler.[159]

127. İlke: TEVESSÜL

Bir önceki ilkede, tabii ve gayri tabii sebeplere tevessül etmenin (etkilemenin bunlara bir müstakil görünüm verilmemek şartıyla) tevhidin bizzat kendisi olduğu ispatlandı. Şüphesiz farz ve müstehap ameller ve yine Allah için namaz, oruç, zekat, cihad vs. amelleri yapmak, bunların tümü insanı Allah Teala'ya yaklaşmaktan ibaret olan hedefe ulaştıracak manevî vesilelerdir. İnsan bu amellerin sayesinde, kulluğun hakikatini bularak Allah'a yaklaşır. Fakat şuna da dikkat edilmesi gerekir ki, gayri tabii vesileler, ibadetlerle sınırlı değildir, aksine Kitab ve sünnette, kendilerine tevessül edilmesi duanın kabul olmasına neden olduğu belirtilen bir takım vesileler tanıtılmıştır; onlardan bazıları şöyledir:

1- Allah Teala'nın Kitab ve sünnette geçen en güzel isim ve sıfatlarına tevessül etmek; nitekim şöyle buyuruyor: “En güzel isimler Allah'ındır…” (A'raf, 180) Esma-i hüsna (en güzel isimler) Allah'a hastır; o halde onları vasıta kılarak Allah'a yakarın. Dualarda, Allah'ın isim ve sıfatlarına tevessül edilmesi emredilmiştir.

2- Allah'ın salih kullarının duasına tevessül etmek; bunun en üstünü, insan hakkında Allah Teala'ya dua etmeleri için Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) ve Allah'ın has kullarına tevessül etmektir.

Kur'an-ı Kerim, kendilerine zulmeden kimselere (günahkarlara) Hz. Resulullah (s.a.a)'in huzuruna giderek, orada hem kendilerinin mağfiret dilemelerini ve hem de Peygamber (s.a.a)'in onlar için Allah'tan bağışlanma dilemesini emretmektedir ve bu durumda Allah'ı tövbeyi kabul eden ve şefkatli bulacaklarını müjdeliyor; Nitekim şöyle buyurmaktadır: “Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler. Allah'tan, günahlarını bağışlamasını isteseler ve Elçi de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah'ı affedici, merhametli bulurlardı.” (Nisâ, 64) Başka bir ayette, “neden Allah'tan kendilerine bağışlanma dilemesi için Hz. Resulullah (s.a.a)'a gitmeleri söylendiği zaman itaat etmiyorlar” diye münafıkları kınamaktadır; Nitekim şöyle buyuruyor: “Onlara: Gelin, Allah'ı Resulü sizin için mağfiret dilesin, dendiği zaman başlarını çevirirle ve onların, büyüklük taslayarak yüz çevirdiklerini görürsün.” (Münafikun, 5)

Bazı ayetlerden geçmiş ümmetlerde de böyle bir gidişatın olduğu anlaşılıyor; Örneğin, Kur'an-ı Kerim açık bir şekilde, Yakuboğullarının babalarından, günahları hakkında Allah'tan kendileri için bağışlanma dilemesini istediklerini ve Yakub (a.s)'ın da onların bu isteğini kabul edip mağfiret dileyeceği vaadını verdiğini bildirmektedir: “(Oğulları): Ey babamız, bizim günahlarımızın bağışlanmasını dile. Gerçekten biz günah işledik, dediler. (Babaları) Sizin için Rabb'ime istiğfar edeceğim, dedi. Şüphesiz O, bağışlayandır, esirgeyendir.” (Yusuf, 97-98)

Burada şöyle bir eleştiriyle karşılaşabiliriz: Allah'ın salih kullarının duasına tevessül etmek, ancak kendisine tevessül edilen kişinin hayatta olması durumunda tevhidin özü (veya en azından etkili) sayılır; fakat peygamberler ve Allah'ın velilerinin hayatta olmadığı günümüzde onlara tevessül etmek nasıl etkili ve tevhidin özü olabilir?

Bu sorunun cevabında iki noktayı hatırlatmamız gerekiyor:

A- Hatta peygamber ve Allah'ın velilerine tevessül edebilmek için onların hayatta olmaları gerektiğini kabul edecek olsa bile, bu durumda Allah'ın peygamberlerine ve velilerine ölümlerinden sonra tevessül etmek şirk değil, sadece faydasız bir iş olacaktır; bu noktadan genellikle gaflet edilmekte, ölüm ve yaşamın tevhid ve şirkin sınırı olduğu sanılmaktadır! Oysa böyle bir şartın (insanların tevessül ettikleri peygamber ve velilerin hayatta olmalarının gerekliliği) kabul edilmesi durumunda peygamber ve velinin hayatta olması, amelin tevhid ve şirke yönelik oluşunun değil, tevessülün faydalı ve faydasız oluşunun ölçüsüdür.

B- Tevessülün etkili ve yararlı olmasının iki şartı var:

1- Kendisine tevessül edilen kişinin ilim, şuur, güç ve kudret sahibi olması;

2- Tevessül edenlerle onun arasında ilişki ve bağlantı olması; dünya aleminden göçen peygamberler ve Allah'ın velilerine yapılan tevessülde apaçık aklî ve naklî delillerle bu şartların her ikisi de (idrak ve şuur, onlarla aramızda ilişkinin olması) vardır.

Berzah hayatının varlığı, delillerine 105 ve 106. ilkede değindiğimiz ve de Kur'an-ı Kerim ayetleri ve hadislerle onaylanan kesin konulardan biridir. Kur'an-ı Kerim, apaçık bir şekilde Allah yolunda şehid olanların hayat ve yaşam hakkına sahip olduklarını vurgulamaktadır; o halde bir çokları şehid de olan peygamberler ve Allah'ın has velileri kesinlikle daha üstün ve daha yüce bir hayata sahiptirler.

Allah'ın velileriyle aramızda ilişki olduğuna dair bir çok deliller vardır; onlardan bazıları şöyledir:

1- Bütün Müslümanlar namazlarının sonunda Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'e hitaben, “es-Selamu aleyke eyyuhennebiy'yu ve rahmetullahi ve berekatuh = selam olsun sana ey peygamber; Allah'ın rahmet ve bereketleri senin üzerine olsun” demekteler; acaba Müslümanlar bu hareketleriyle “boş” ve “yararsız” bir şey mi yapıyorlar ve Hz. Resulullah (s.a.a) gerçekten onları duymuyor ve selamlarını almıyor mu?!

2- Bedir savaşında, Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in emriyle müşriklerin cesetlerini bir kuyuya döktüler. Sonra o hazret onlarla konuşmaya başladı. Ashaptan birinin, “ölülerle mi konuşuyorsun?” diye sorması üzerine, “siz onlardan daha iyi duymuyorsunuz” buyurdu.[160]

3- Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) sürekli Baki mezarlığına giderek oradaki ölülerin ruhlarına hitaben şöyle buyururdu: “Selam olsun bu diyardaki mümin erkek ve kadınlara.” Ve bir rivayete göre de: “Selam olsun size ey müminlerin yurdu” buyuruyordu.[161]

4- Buharî’nin Sahih kitabında şöyle yer almaktadır: Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) vefat ettiği gün, Ebubekir, Aişe'nin evine gitti. Sonra Hz. Resulullah (s.a.a)'in cenazesine yaklaşarak yüzündeki bez parçasını kaldırarak o hazreti öpüp şöyle dedi: “Babam sana feda olsun ey Allah'ın Resulü! Allah senin için iki ölüm yazmamıştır; sana yazılmış olan ölüm gerçekleşti.”[162]

Eğer peygamber efendimiz berzah hayatında değildiyse ve onunla aramızda hiçbir şekilde bağlantı yoksa, o halde Ebubekir, nasıl “Ey Allah'ın Resulü!” diye o hazrete hitap etmiştir?!

5- Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s), Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'e gusül verince o hazrete hitaben şöyle dedi: “Babam anam fedâ olsun sana; ya Hz. Resulullah! senden başkasının vefâtıyla kesilmeyecek olan şey, peygamberlik, din haberleri, gökten gelen hükümler, senin vefâtınla kesildi-gitti… Babam, anam fedâ olsun sana, Rabbinin katında bizi an; şefaat kanadını üzerimize ger.” [163]

Son olarak, peygamberler ve Allah'ın velilerine tevessül etmenin, akaid kitaplarında detaylı bir şekilde açıklanan çeşitli şekilleri olduğunu hatırlatmakta da yarar vardır.

128. İlke: BEDÂ

Allah Teala'nın insan hakkında iki türlü takdiri vardır:

1- Hiçbir şekilde değişmeyecek kesin takdiri;

2- Bazı şartlar olmayınca değişen ve yerini başka bir takdire bırakan muallak takdir.

Yukarıdaki kesin ilkeyi göz önünde bulundurarak, her ne kadar bazı İslam fırkaları “bedâ” terimini kullanmaktan sakınsalar da, “bedâ” inancı tüm Müslümanların icmalen kabul ettiği temel inançlardan biri olduğunu söylememiz gerekiyor. Ancak “bedâ” terimini kullanmaktan sakınmanın da bu konuya bir zararı olmaz. Çünkü amaç isim değil, içeriği açıklamaktır.

Bedâ gerçeği iki ilkeye dayanmaktadır:

A- Allah Teala varlık alemi üzerinde mutlak güç ve sulta sahibidir ve istediğinde bir takdiri değiştirip yerine başka bir şeyi takdir edebilir; her iki takdire de daha önceden ilmi vardır ve O'nun ilminde hiçbir değişiklik olmaz. Çünkü ilk takdir, Allah'ın güç ve kudretini sınırlandırıp onu değiştirme gücünü O'ndan almaz. Allah Teala, “Allah'ın eli bağlıdır” diyen Yahudilerin inancının tam aksine kapsamlı güç sahibidir ve Kur'an-ı Kerim'in tabiriyle onun eli açıktır: “Allah'ın iki eli de açıktır.”[164]

Başka bir tabirle, Allah Teala'nın yaratıcılığı ve güç uygulaması süreklidir ve “O, her gün yeni bir iştedir”[165] hükmü gereğince O, yaratıcılık işini bitirmiş değil, yaratıcılığı sürekli devam etmektedir.

İmam Sadık (a.s) “Yahudiler, Allah'ın eli bağlıdır dediler” ayetinin tefsirinde şöyle buyuruyor: Yahudiler, “Allah yaratıcılık işini bitirmiştir; artık artma ve eksilme (rızık, ömür vs.de) söz konusu olmaz”, diyorlardı. Allah Teala onları yalanlayarak şöyle buyuruyordu: “Kendi elleri bağlandı ve söylediklerinden ötürü lanetlendiler. Hayır, Allah'ın iki eli de açıktır; dilediği gibi verir” daha sonra İmam Sadık (a.s) şöyle ekliyor:

“Allah Teala'nın, “Allah dilediğini yok eder, (dilediğini) bırakır. (Bütün) kitab(ların) anası -Levh-i mahfuz- o'nun yanındadır”[166] buyurduğunu duymadın mı?”

Bundan şu sonucu elde etmekteyiz: İslam inancına göre Allah Teala'nın kapsamlı gücü, mutlak sultası, sürekli ve ebedi yaratıcılığı vardır ve Allah Teala istediğinde insanın ister ömründe olsun, ister rızkında ve ister diğer konularda değişiklikler yapıp bir kısmını diğer bir kısmının yerine geçirebilir ve bu iki takdirin her biri de daha önce levh-i mahfuzda kaydedilmiştir.

B- Allah Teala'nın güç ve sulta uygulayıp bir takdiri diğerini yerine geçirmesi kesinlikle bir hikmet ve maslahat gereğidir ve olayın bir bölümü insanın amellerine bağlıdır; insan kendi iradesiyle, iyi veya kötü bir hayatı seçimiyle kaderinin değişimi için ortam hazırlar.

Bir insanın, Allah göstermesin, ebeveyninin ve akraba haklarını gözetmediğini farzedin. Doğal olarak bu çirkin amel onun yaşamında etki bırakacaktır. Şimdi eğer hayatının yarısından sonra bu amelinden pişman olur da artık vazifelerini yerine getirmeye önem verirse; bu durumda kaderini değiştirme zeminini hazırlamış olur ve “Allah dilediğini yok eder, (dilediğini) bırakır” ayetinin kapsamına girer. Bu durum olayın aksi için de geçerlidir.

Bu hususta oldukça fazla ayet ve rivayetler vardır; onlardan bazıları şöyledir:

1- “Bir millet kendi durumlarını (refahtan zorluğa doğru) değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez.” (Ra'd, 11)

2- “(O) ülkenin halkı inanıp (kötülüklerden) korunsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bolluklar açardık; fakat (ne yazık ki) yalanladılar, biz de onları kazandıklarıyla yakaladık.” (A'raf, 96)

3- Siyutî kendi tefsirinde şöyle naklediyor: Müminlerin Emiri Ali (a.s), Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'den “Allah dilediğini yok eder” ayetini sorunca o hazret şöyle buyurdu: “Ben bu ayetin tefsiriyle seni ve ümmetimi aydınlatıyorum: Allah yolunda sadaka, anne babaya iyilik, iyi işlerde bulunmak bedbahtlığı saadet ve mutluluğa dönüştürür, ömrün uzamasına neden olur ve kötü ölümleri önler.”[167]

4- İmam Muhammed Bâkır (a.s) şöyle buyurmaktadır: “Sıla-i rahim amelleri temizler ve malları bereketli kılar. Yine belayı defeder, hesabı kolaylaştırır ve -muallak- eceli erteler.”[168]

Bu iki ilkeyi göz önünde bulundurduğumuzda bedâ inancının özel tabir ve ıstılahını görmezlikten gelirsek, anlamının, bütün İslam mezhep ve fırkaları tarafından kabul edilen kesin bir İslam inancı olduğu açıklık kazanır.

Son olarak, bu inancı hakkında neden “bedâllah” tabirinin kullanıldığını aydınlığa kavuşturmak için iki noktaya değiniyoruz:

a- Bu kelimenin kullanılışında Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) izlenilmiştir. Buharî kendi Sahih'inde o hazretin, abraş ve uyuz hastalığına tutulan ve yine kör olan üç kişi hakkında “Onları müptela etmek Allah'a beda/âşikâr oldu” buyurdu. Sonra onların başından geçenleri sonuna kadar anlattı ve Allah'ın, onların ikisinden nimete nankörlük etmelerinden dolayı nasıl sağlığını alıp atalarının hastalığına müptela ettiğini gösterdi.[169]

b- Bu gibi kullanımlar, bir kavme onların kendi diliyle konuşmak türündendir. Halk arasında, normalde bir kişi karar değiştirdiğinde “bana bedâ hasıl oldu” der. Din önderleri de bir kavme, onların kendi diliyle konuşmak ve konuyu muhataplara anlatmak için Allah Teala hakkında bu tabiri kullanmışlardır. Bu hususta şunu da hatırlatmakta yarar var, defalarca Allah Teala'ya “hile”, “düzen” ve “tuzak kurma” isnad edilmiştir. Oysa kesinlikle Allah Teala'nın kutlu zatı (halk arasında yaygın olan anlamda) bu gibi şeyleri işlemekten münezzehtir. Kur'an-ı Kerim'de Allah Teala'nın kutlu zatına hile, düzen ve tuzak kurma sıfatları şu şekilde isnad edilmiştir:

1- “Onlar bit tuzak kuruyorlar. Ben de (onları yakalamak için) bir tuzak kuruyorum.” (Tarık, 15-16)

2- “Böyle bir tuzak kurdular, biz de onlar hiç fakında olmadan onlara bir tuzak kurduk.” (Neml, 50)

3- “Münafıklar Allah'ı (güya) aldatmaya çalışırlar. Oysa, O, onları aldatır.” (Nisâ, 142)

4- “Allah'ı unuttular, O da onları unuttu.” (Tevbe, 67)

Herhalukârda, Şiâ araştırmacılarının, Allah Teala'nın ilminde değişim olmasının imkansız oluşunu göz önünde bulundurarak, bedâ teriminin kullanımı hususunda, bu kitabımızda değinmeye fırsatımız olmayan büyük araştırmaları vardır; bu konuda ayrıntılı bilgi isteyenler, dipnotta kaydettiğimiz kitaplara müracaat edebilirler.[170]

129. İlke:

“Ric'at” lügatte “dönüş” anlamındadır ve Şiâ inancında bundan maksat, Hz. Mehdi (a.f) zuhur ettikten sonra ve kıyametten önce İslam ümmetinden bir grubunun dünyaya dönmesidir. Ric'atin varlığı hakkında en açık delil her şeyden önce Kur'an-ı Kerim'dir; Neml suresinin 83. ayetinde: “O gün her ümmet içinden ayetlerimizi yalanlayanlardan bir grubu haşrederiz.” Ve 87. ayetinde ise şöyle buyuruyor: “Sûr'a üflendiği gün göklerde ve yerde bulunan kimseler, hep korku içinde kalır. Yalnız Allah'ın diledikleri (korkmazlar). (Korkunun şiddetinden hepsi can verir ve sonra dirilip) hepsi boyun bükerek O'na gelirler.”

Gördüğünüz gibi, bu ayetlerde iki günden bahsedilmiş, ikinci “yevm=gün” birinci “yavm”e atfedilmiştir.

Ayrıca, birinci günde, sadece belli bir grubun dirileceğinden bahsedilmiş, fakat ikinci günde bütün insanların dirileceği vurgulanmıştır. Burada, birinci günün kıyamet günü olmadığı ve bu ikisinin birbirinden farklı oldukları anlaşılmaktadır.

Yine, önce belli bir grubun dirileceğinden bahsediliyor ve böyle bir günün de kıyamet günü olamayacağı açıktır; çünkü kıyamet günü sûr'a üfürüldükten sonra bütün insanlar dirileceklerdir; nitekim Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: “Gökte ve yerde bulunan herkes Rahman'ın kulu olarak gelecektir... Onların hepsi, kıyamet günü O'na tek başına gelecektir.” (Meryem, 93-95) Ve yine başka bir ayette kıyamet gününü şöyle anlatmaktadır:

“Onları haşrederiz, hiç birini bırakmayız.” (Kehf, 47)

Sonuç olarak, Neml suresinin iki ayetini karşılaştırıp onların farklı anlamları taşıdıklarını göz önünde bulundurarak dünyanın iki günü beklediğini, birinde sadece insanlardan bazılarının ve diğerinde ise bütün insanların haşrolacaklarını söylememiz gerekir. Şiâ rivayetleri, birinci günün Hz. Mehdi (a.f)'in zuhurundan sonra ve kıyamet gününden önce gerçekleşeceğini vurgulamaktadırlar.

Kıyametten önce salihlerden veya zalimlerden bir grubunun dünyaya dönmesi şaşırılacak bir durum değildir; çünkü geçmiş ümmetlerde de bir grup öldükten sonra tekrar dirilmiş ve bir süre sonra bir daha ölmüşlerdir.[171]

Bir grubun bu dünyaya dönüşü ne aklın hükmüyle çelişiyor ve ne de Kur'an-ı Kerim ayetleri ve hadislerle çelişiyor; çünkü değindiğimiz gibi Kur'an-ı Kerim apaçık bir şekilde geçmiş ümmetlerde böyle bir şeyin gerçekleştiğini vurguluyor ve bunun kendisi de dünyaya dönüşün mümkün oluşu için en iyi tanıktır. Bazıları, ric'atin tenasühle/reenkarnasyonla aynı şeyler olduğunu sanmışlardır; bu da tamamen temelsiz bir sanıdır; çünkü tenasüh, ruhun öldükten sonra tekrar nutfenden yeni bir hayata başlaması veya başka bir bedene taalluk etmesidir. Oysa ric'atte bu iki batıl şeyden hiç biri söz konusu değildir. Ric'at bu açından aynen geçmiş ümmetlerde ölülerin dirilmesi ve kıyametteki fiziksel diriliş gibidir ve gerçekte tıpkı istisnasız ütün insanların dirileceği kıyamet gününün küçük bir örneğidir.

Ric'at konusu ve ayrıntıları Şiâ'nın tefsir, hadis ve kelam kitaplarında genişçe açıklanmıştır. Şiâ rivayetleri bu konuda tevatür haddine varmış, otuzun üzerinde mühaddis ellinin üzerinde kitapta onu nakletmişlerdir.[172]

130. İlke: SAHABENİN ADALETİ

Hz. Resul-i Ekrem (a.s)'in döneminde o hazrete iman eden ve onun huzurunda marifet edinen sahabesi biz Şiilerin yanında özel bir saygınlığa sahiptirler; ister Bedir, Uhud, Ahzab ve Huneyn savaşlarında şahadet şerbetini içenler ve ister Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in vefatından sonra yaşayanlar olsun, onların tümü Hz. Resulullah (s.a.a)'e iman etmiş olmaları ve o hazretin yanında yer almaları bakımından saygındırlar ve dünyada Hz. Resulullah (s.a.a)'in sahabesi hakkında (o hazretin sahabesi olması bakımından) kötü sözler söyleyen ve onlardan sevgisini esirgeyen hiç kimse yoktur; eğer Müslümanlardan bir grubunu böyle bir isnatta bulunurlarsa tamamen yersiz ve temelsiz bir isnattır.

Fakat bu arada, her türlü taassup veya sevgi ve düşmanlığa yer vermeden incelenmesi gereken başka bir konu daha var: Acaba ashabın tümü adil, takvalı ve her türlü günahtan arınmış mıydı? Yoksa bu bakımdan sahabe de tümünün adil ve günahtan arınmış olması mümkün olmayan “tabiin”in hükmünde midir?

Açıktır ki, Hz. Peygamberi (s.a.a) görmek ve onun beraberinde olmak her ne kadar kendisiyle övünülmesi gereken bir durumsa da, bu konu hiç kimseye günahtan korunmuşluk kazandırmaz; dolayısıyla sahabenin tümüne aynı gözle bakılıp hepsini adil, takvalı ve günahtan arınmış olduğu kabul edilemez; çünkü onlar Kur'an-ı Kerim'in tanıklığıyla, “sahabe olmak” iftiharına sahip olmakla birlikte -Allah ve Resulü karşısında iman ve nifak, itaat ve isyan bakımından- çeşitli kısımlara ayrılmışlardır; bu taksimi göz önünde bulundurarak hepsine bir gözle bakıp tümünü adil ve takvalı bilemeyiz.

Şüphesiz Kur'an-ı Kerim Hz. Resulullah (s.a.a)'in ashabını çeşitli zamanlarda övmüştür.[173] Örneğin Hudeybiyye anlaşmasında Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'e biat edenlerden hoşnutluğunu bildirerek şöyle buyuruyor: “Allah şu müminlerden razı olmuştur ki onlar, ağacın altında sana biat ediyorlardı.” (Fetih, 18) Fakat bu övgü, biat ederken Allah'ın onlardan razı olduğunu beyan etmektedir; ama hayatlarının sonuna kadar onların saadet ve kurtuluş üzere olduklarını garanti etmemektedir. Dolayısıyla, onlardan biri veya bir kaçı daha sonra yanlış bir yola sapacak olursa, kesinlikle Allah Teala'nın önceki rızası onların sürekli saadete ermiş ve takvalı olduklarına tanıklık etmez; çünkü Allah'ın rızasını kazanan bu grubun makam ve mevkisi Hz. Resulullah (s.a.a)'in makam ve mevkisinden daha yüksek değildir; Kur'an-ı Kerim Hz. Resulullah (s.a.a) hakkında şöyle buyuruyor: “Andolsun, eğer (Allah'a) ortak koşarsan amelin boşa çıkar ve ziyana uğrayanlardan olursun!” (Zümer, 65)

Bu gibi ayetler, bu kişilerin o durumda elde ettikleri kemali açıklamaktadır; elbette eğer ömürlerinin sonuna kadar o kemali koruyacak olurlarsa, saadete erişirler.

Dolayısıyla, eğer Kur'an-ı Kerim, sünnet ve tarihi delillerle bir kişi veya bir grubun saptığı kesin bir şekilde ispatlanacak olursa, bu gibi övgülere dayanarak bu delilleri reddedemeyiz.

Örnek olarak, Kur'an-ı Kerim bazı sahabileri “fasık” diye anmaktadır: “Size fasık bir adam bir haber getirirse…” (Hucurat, 6) Başka bir ayette de onun hakkında şöyle buyuruyor: “Hiç inanan kimse, fasık gibi olur mu? Elbette bunlar bir olmazlar.” (Secde, 18) Bu sahabi, kesin tarihî belgelere göre, “Velid b. Ukbe”dir. Hz. Resulullah (s.a.a) bu sahabisi, sahabi olma ve hicret etme faziletlerini kazandığı halde itibarını koruyamamıştır ve Benî Mustalik hakkında yalan oydurması nedeniyle Allah Teala onu “fasık” olarak tanıtmıştır.[174]

Bu ve benzeri ayetleri[175] ve yine hadis kitaplarında bazı sahabilerin kınandığını[176] göz önünde bulundurduğumuzda ve yine onlardan bazılarının hayatını incelediğimizde, sayıları yüz binin üzerinde olan sahabenin tümünün adil olduğunu kabul edemeyiz.

Burada incelemek istediğimiz şey sahabeye sebbetmek değil, “sahabenin tümünün adaleti” konusudur. Ne yazık ki bazıları bu ikisi arasında fark gözetmeyerek birinci konuya karşı olanları bu ikincisiyle suçlamışlardır.

Son olarak bir kez daha İmamiye Şiâsı'nın Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in sahabesine saygı duymanın o hazretin bazı sahabilerinin davranışlarını yargılamak için bir engel görmediğini ve sırf Peygamber ile beraberinde olmanın tek başına kişinin hayatının sonuna kadar günahtan masun olmasına neden olamayacağına indığını önemle belirtmek istiyoruz. Bu konuda Şiâ'nın eleştirisinin kaynağını Kur'an-ı Kerim ayetleri, sahih hadisler, kesin tarih ve akıl teşkil etmektedir.

131. İlke:

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'i ve Ehl-i Beytini (a.s) sevmek, Kur'an-ı Kerim ve sünnetin vurguladığı İslam'ın temel ilkelerinden biridir. Kur'an-ı Kerim bu hususta şöyle buyuruyor: “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, düşmesinden korktuğunuz ticaret(iniz), hoşlandığınız meskenler, size Allah'tan elçisinden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimliyse o halde Allah emrini getirinceye kadar gözetleyin. Allah, yoldan çıkmış topluluğu (doğru) yola iletmez.” (Tevbe, 24)

Başka bir ayette ise şöyle buyuruyor: “O'na inanan, destekleyerek O'na saygı gösteren, O'na yardım eden ve O'nunla beraber indirilen nura uyanlar, işte felaha erenler onlardır.” (A'raf, 157)

Allah Teala bu ayette saadete erenler için dört özellik sıralamaktadır:

1- Peygambere iman etmek: “O'na inanan”.

2- Ona saygı göstermek: “ O'na saygı gösteren”.

3- Ona yardım etmek: “ O'na yardım eden”.

4- İnen nûra (Kur'an'a) uymak: “O'nunla beraber indirilen nura uyanlar”.

Peygambere yardım etmenin üçüncü özellikte geçtiğini göz önünde bulundurarak, kesinlikle ikinci özellikte geçen “azzeruhu” kelimesinden maksat Hz. Resulullah (s.a.a)'a saygı göstermek ve onun karşısında tazimde bulunmaktır ve kesinlikle Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'e saygı göstermek sadece onun hayatı dönemine has değildir; nitekim ayette geçen ona imanın da böyle bir sınırı yoktur.

Hz. Resulullah (s.a.a)'in Ehl-i Beytini (a.s) sevmek konusunda, Kur'an-ı Kerim onu risaletin mükafatı (elbette gerçek mükafat değil, bir mükafat şeklinde) olarak anıp şöyle buyuruyor: “De ki: ben buna (risaletime) karşılık sizden yakınlarımı sevmekten başka bir mükafat istemiyorum.” (Şurâ, 23)

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'e saygı ve sevgi sadece Kur'an-ı Kerim'de değil, hadislerde de önemle vurgulanmıştır; örnek olarak bunlardan ikisi şöyledir:

1- Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Bir kimse beni kendisinden ve bütün insanlardan çok sevmedikçe (gerçek) iman etmiş sayılmaz. “[177]

2- Başka bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Kim şu üç şeye sahip olursa gerçek imanı tatmış olur: Gözünde Allah ve Resulünden daha sevimli bir şey olmazsa, gözünde ateşte yanmak dinden çıkmaktan daha sevimli olursa, Allah için sever ve Allah için düşman olursa.”[178]

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Ehl-i Beyt'ini (a.s) sevmek de hadislerde önemle vurgulanan konulardandır; onlardan bazıları şöyledir:

1- Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmaktadır: “Her kimin gözünde ben kendisinden daha sevimli olmazsam, Ehl-i Beyt'im Ehl-i Beytinden saha sevimli olmazsa ve ailem de ailesinden daha sevimli olmazsa -gerçekten- iman etmiş olmaz.”[179]

“Kim onları severse Allah'ı sevmiş olur ve kim de onlara düşmanlık ederse Allah'a düşmanlık yapmış olur.”[180]

Buraya kadar bu ilkenin -Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ehl-i Beyt'ini (a.s) sevmenin- delilleriyle tanıştık; şimdi şöyle bir soruyla karşılaşmaktayız:

1- Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ehl-i Beyt'ini (a.s) sevmenin ümmete ne yararı var?!

2- Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ehl-i Beyt'ini (a.s) sevmenin yolu nedir?!

İlk soru hakkında hatırlatmak gerekir ki fazilet ve kemal sahibi bir kişiyi sevmek, bizzat kemale doğru çıkmak için bir merdivendir; insan birini can-ı gönülden ve samimi olarak severse kendisini ona benzetmeye, onun sevdiği şeyleri yapmaya ve onu rahatsız eden şeylerden kaçınmaya çalışır.

İnsanın böyle bir ruha sahip olması değişim kaynağı olup sürekli itaat yolunu izlemesine ve günahtan sakınmasına neden olur. Dilde sevgisini belirtip amelde sevgililerine karşı gelenler gerçek sevgiye sahip değillerdir. Nitekim İmam Sadık (a.s)'a isnad edilen iki beyitte bu noktaya işaret edilmiştir; (bu beyitlerin tercümesi şöyledir):

“Seviyorum diyorsun, oysa isyan ediyorsun Allah'a,

Hayret vericidir bu iş, andolsun öz canıma

Sevgin gerçekse eğer, itaat edersin O'na

Çünkü seven bir er, itaat eder cânanına.[181]

Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ehl-i Beyt'ine (a.s) sevgi beslemenin bazı semereleri anlaşıldıktan sonra, şimdi sevgiyi nasıl ortaya koymak gerekir ona bakalım: Kesinlikle maksat amele hiçbir yansıması olmayan kalbî bir sevgi değildir; aksine maksat, insanın söz ve davranışlarında uygun bir yansıması olan bir sevgidir.

Şüphesiz Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ehl-i Beyt'ini (a.s) sevmenin yansımalarından biri, yukarıda değindiğimiz gibi amelde onları izlemektir; ancak asıl bahis konusu bu derunî haletin diğer yansımalarındadır ve o da özetle şudur: Halkın gözünde sevgi belirtisi ve kişilere değer verilme vesilesi sayılan her türlü söz ve davranış, bu kuralın içine girer; ancak saygının haram vesilelerle değil, meşru şeylerle olması şarttır.

Dolayısıyla, Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ehl-i Beyt'ini (a.s) her zaman -özellikle doğum veya vefat yıl dönümlerinde- anmak, onlara sevgi göstermenin, makam ve mevkilerini yüceltmenin yollarından biridir. Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ehl-i Beyt'inin (a.s) doğum günlerinde etrafı süslemek, ışıklandırma yapmak, bayrak asmak ve onların faziletlerini anlatmak için toplantılar düzenlemek onları sevmenin belirtisi ve kişinin onlara karşı beslediği muhabbetin nişanesini açığa vurması sayılır; işte bu nedenle Hz. Resulullah (s.a.a)'i doğum gününde anmak Müslümanlar arasında süreklibir sünnet (gelenek) halindedir.

Diyarbekrî “Tarih-ul Hamis” adlı kitabında şöyle yazıyor: Müslümanlar sürekli Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in doğum gününü bir bayram olarak kutluyor, ihsanda bulunarak insanları yediriyor, sadaka veriyorlar; sevinç ve mutluluklarını belirterek o hazretin nasıl dünyaya geldiğini anlatıyorlar ve bazen bir takım kerametlerle karşılaşıyorlar.

Bunun bir benzerini de İbn-i Hacer-i Askalanî adında bir alim kendi kitabında kaydetmiştir.[182]

132. İlke:

Yukarıda söylediklerimizde din önderleri için matem merasimleri düzenlemenin felsefesi de anlaşılmış oldu; çünkü onların musibetlerini ve yaşadıkları sorunları anlatmak için her türlü toplantı düzenlemek bir nevi sevgi ve muhabbetin belirtisidir; eğer Hz. Yakub (a.s), gönlünün meyvesi Hz. Yusuf'un (a.s) hicranından dolayı uzun yıllar boyu ağlayıp göz yaşı dökmüşse,[183] bu onun evladına karşı kalbî sevgisinden kaynaklanıyordu. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Ehl-i Beyt'ini (a.s) sevenler de onlara karşı besledikleri sevgilerinden dolayı, o hazretlerin vefat yıldönümlerinde ağlayıp göz yaşı döküyorlarsa, gerçekte Hz. Yakub (a.s)'ı izlemektedirler.

Esasen insanın değer verdiklerini kaybetmesi nedeniyle yas meclisleri düzenlemesi, Hz. Resulullah (s.a.a)'in temelini Uhud savaşında attığı bir iştir; ensar kadınlarının Uhud şehidleri için ağladıklarını öğrenince, değerli amcası Hamza'yı hatırlayarak şöyle buyurdu: “Ama Hamza'ya ağlayan kimse yok.”[184] Müslümanlar Hz. Resulullah (s.a.a)'in, amcası Hamza için yas merasimi düzenlenmesini istediğini hissedince, kadınlarına, bir meclis düzenleyerek Hz. Resulullah (s.a.a)'in amcasına matem tutmalarını söylediler. Bunun üzerine -şehitler efendisi Hamza için- matem merasimi düzenlediler; Peygamber efendimiz (s.a.a) bu duyarlılıklarından dolayı onlara teşekkür ederek haklarında dua edip, “Allah ensara merhamet etsin” buyurdular. Daha sonra ensarın ileri gelenlerine, kadınlarına evlerine dönmelerini söylemelerini buyurdu.[185]

Allah yolu şehidleri için matem tutmanın bunun dışında başka bir felsefesi daha var ve o da onları anmanın, onların ekolünün korunmasına neden oluşudur; öyle bir mektep ki onun temelini din yolunda fedakârlık, zillete ve alçaklığa boyun eğmemek oluşturmaktadır. Onların mantığında, “kanlı ölüm zilletle ölümden daha iyidir.” Ve her Hüseynî Aşura'da bu mantık ihya olmakta ve milletler onun kıyamından ders almaktadır.

133. İlke:

Dünyadaki akıl sahipleri atalarının eserlerini korumaya çalışır, “tarihi eser” diye beklenmedik olaylar karşısında muhafaza eder ve masraflara girişerek milli eserler veya ataların övünç kaynağı diye onları korurlar; çünkü tarihî eserler geçmişle günümüzü birbirine bağlayan bir halka olup ilerleme ve yükseliş seyrinde milletlerin hareketlerini açıkça gözler önünde canlandırmaktadır. Eğer tarihî eser peygamberler ve Allah'ın velileriyle ilgili olursa, bu özelliği dışında halkın onlara karşı iman ve itikatlarını korumada da önemli bir etkisi vardır ve bu tarihî eserlerin bir süre sonra yok olması onların izleyicilerinde şek ve şüphe ruhu oluşturur ve asıl konuyu tartışmaya açar.

Örneğin Batılılar her açıdan batılı olup batı adap ve ananelerine sahiptirler; fakat din konusunda ellerini doğuya uzatıp Hıristiyanlık dinini kabul etmişlerdir; uzun bir süre onlara bu din hakimdi. Fakat durumların değişimi ve batılı gençlerde merak hissi güçlenince yavaş yavaş Hz. İsa (a.s)'ın varlığında şüpheye düştüler ve Hz. İsa (a.s)'dan hissedilebilir bir eser olmadığından onu tarihî bir efsane saydılar.

Oysa bu konuda Müslümanların alnı açık, başları diktir; tarih boyu Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) ve evlatlarından kalan eserleri olaylar karşısında korumuşlar ve ilahî bir kişinin yaklaşık on dört asrı aşkın bir zaman önce peygamberliğe gönderilip çok ileri ve medeni bir programla toplumu ıslah etmeye çalıştığını, dünya insanlarının bugün kendisinden yararlanmakta oldukları derin bir değişim yaptığını iddia etmektedirler. Ve böyle ıslah edici bir kişinin varlığında ve inkılabında hiçbir şüphe yoktur; çünkü onun doğum yeri, dua ve ibadet ettiği yer, peygamberliğe seçildiği nokta, konuşma yaptığı yerler, savunma yaptığı bölgeler, o günün dünyasının ileri gelen kişilerine yazmış olduğu mektuplar ve onun yüzlerce diğer eserleri tümü el sürülmemiş ve belirgin bir şekilde korunmuş, dünya insanları tarafından görülür ve hissedilir bir şekilde kalmıştır.

Buradan toplumsal düşünce bakımından tarihî eserleri korumanın önemi açıklık kazanmakta, Kur'an-ı Kerim nasları ve Müslümanların sireti de onu onaylamaktadır; Kur'an-ı Kerim bazı ayetlerinde içinde sabah-akşam Allah’ın tesbih edildiği evlerin yükseltilmesine izin verdiği belirtilmiş ve şöyle buyurulmuştur: “(Bu kandil) bir takım evlerdedir ki, Allah (o evlerin) yücelmesine ve içlerinde isminin anılmasına izin vermiştir. Orada sabah akşam O’nu (öyle kimseler) tesbih eder ki; Kendilerini ne ticaretin, ne de alışverişin Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekat vermekten alıkoymadığı insanlardır. (Onlar), yüreklerin ve gözlerin (dehşetten) ters döneceği günden korkarlar.” (Nûr, 36-37)

Kesinlikle ayette geçen “buyut=evler”den maksat, camiler değildir; çünkü Kur'an-ı Kerim'de evler camiler karşısında yer almıştır. “Mescid-ul Haram”ın “Beytullah-il Haram”dan farklı oluşu bunun en açık delilidir. Rivayetlere göre “evler”den maksat, peygamberlerin evleri, özellikle Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in ve onun tertemiz Ehl-i Beyt'inin (a.s) evleridir. Siyutî Ebubekir'den şöyle nakleder: Hz. Resulullah (s.a.a)'e bu ayet nazil olunca, hepimiz mesciddeydik; adamın biri kalkarak, o evler kimlerindir? diye sordu. O hazret, “Onlar peygamberlerin evleridir” buyurdu. Bunun üzerine ben kalkarak, acaba Ali ve Zehra'nın evleri de bu evlerden midir? diye sordum. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) soruma, “Evet; onların en üstünüdür” cevabını verdi.[186]

Şimdi, yukarıdaki ayette geçen “buyut=evler” kelimesinden maksadın ne olduğu anlaşıldıktan sonra “evlerin yükseltilmesi”nden neyin kastedildiğine bakalım. Bu konuda iki ihtimal vardır:

1- Yükseltme: Evleri yapmak ve yükseltmek; nitekim başka bir ayette de yükseltme bu anlamda kullanılmıştır: “İbrahim, İsmail'le beraber Ev'in temellerini yükseltirken…” (Bakara, 127)

2- Yükseltme: Saygı gösterme ve koruma.

Birinci anlama göre, peygamberlerin evleri daha önce yapılmış olduğu için, burada maksat evler değil, onları yıkılmaktan ve tahrip olmaktan korumaktır. Ama ikinci anlama göre maksat, tahrip olmaktan korumak dışında onları saygınlıklarıyla çelişen her türlü çirkinlikten de korumaktır.

Dolayısıyla, Müslümanların, Hz. Resulullah (s.a.a)'e isnadedilen evleri korumaları ve onlara saygı duymaları ve onları Allah'a yaklaşmak için bir vesile olarak kabul etmeleri gerekir.

Ashab-ı Kehf'le ilgili ayetten, Ashab-ı Kehf'in saklandığı yer keşfedildikten sonra onlara karşı nasıl saygı gösterilmesi konusunda iki grubun ihtilafa düştükleri anlaşılmaktadır.

Bir grup, onlara saygı göstermek için mezarlarının üzerine anıt yapılmalı diyor, diğer bir grup ise mezarlarının üzerine bir mescid yapılması gerektiğini vurguluyordu. Kur'an-ı Kerim her iki görüşü de kabul ediyormuşçasına nakletmektedir; eğer bu iki görüş İslam inancına aykırı olsaydı daha farklı bir şekilde nakleder veya onu eleştirirdi; nitekim şöyle buyuruyor: “(Ashab-ı Kehf'in defnedildiği yeri bulanlar) o sırada kendi aralarında onların durumlarını (onlara nasıl saygı gösterilmesini) tartışıyorlardı: Onların üstüne bir bina yapın! dediler. Rab'leri onları daha iyi bilir. Onların işine galip gelenler (putperestlere galip gelen Hıristiyanlar), “Mutlaka onların üstüne bir mescid yapacağız” dediler.” (Kehf, 21)

Bu iki ayet (Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in asrından günümüze kadar bu tarihi eserleri korumaya çalışan, Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ehl-i Beyt'inin (a.s) evlerini muhafaza eden Müslümanların sürüp gelen siretini dikkate alarak), bu ilkenin İslamî bir inanç olduğunun en açık delildir; dolayısıyla, peygamberlerin mezarlarını, Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) ve tertemiz Ehl-i Beyt'inin (a.s) binalarını onarmak ve onların mezarlarının üzerine veya yanına mescid yapmak bu İslamî inanca dayanmaktadır.

134. İlke:

Müminlerin, özellikle akrabaların ve yakınların mezarlarını ziyaret etmek, yapıcı etkisi olan İslamî inançlardan biridir; çünkü insanların hayat lambalarının söndüğü ıssız mezarlık vadisini görmek insanın kalbini ve ruhunu sarsmakta, ibret alan kişilere ibret dersi vermektedir. O sahneyi görenler içlerinden, “sonu yığınlarca toprağın altına gömülmek olan bu geçici hayat, yakışmaz işlere girişmeye değmez” der ve nihayet hayat programlarını yeniden gözden geçirmeleri sonucu ruhlarında bir değişim meydana gelir. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) bir hadiste bu noktaya değinerek şöyle buyuruyor: “Mezarları ziyaret edin; çünkü mezarları ziyaret etmek insanlara ahiret yurdunu hatırlatır.”[187]

Ayrıca din önderlerini ziyaret etmek, bir nevi dini ve manevî makamları yaymakta ve halkın din önderlerinin türbelerine yönelişi, bu yönelişlerin kaynağının onların maneviyatı olduğu düşüncesini güçlendirmektedir; yoksa toprak altında güç ve kudret sahibi, ama maneviyetten yoksu kişiler de yattıkları halde kimse onlara itina etmiyor.

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a), hayatının son günlerinde Bâki mezarlığına gidip mezarlıktaki ölüler hakkında bağışlanma talebinde bulunarak, “Allah Teala, Bâki mezarlığına gelerek onlar için bağışlanma dilememi emretti” ve daha sonra, “Onları ziyarete gelince şöyle söyleyin: Selam olsun bu vadideki (kabir evindeki) müminlere ve Müslümanlara. Allah bizden önce gelip geçenlere ve bizden sonra geleceklere rahmet etsin; biz de Allah'ın izniyle size kavuşacağız”[188] buyurdu.

Hadis kitaplarında, Allah velilerinin ve din önderlerinin mezarlarını ziyaret etmek müekket bir müstehap olarak geçmiştir. Ehl-i Beyt İmamları (a.s) sürekli Hz. Resulullah (s.a.a)'in ve kendilerinden önceki diğer imamların ziyaretlerine gider ve izleyicilerine de böyle yapmalarını tavsiye ederlerdi.

135. İlke:

“Guluv” lügatte haddini aşmak anlamındadır; Kur'an-ı Kerim, kitap ehline hitaben şöyle buyurmaktadır: “Ey kitab ehli (maksat Hıristiyanlardır), dininizde taşkınlık etmeyin ve Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri söylemeyin!” (Nisâ, 171) Onları, Hz. İsa (a.s) hakkında hadlerini aşıp onu Allah veya Allah'ın oğlu bilmelerinden dolayı aşırılıktan sakındırmaktadır.

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in vefatından sonra bir grup o hazret ve masum din önderleri hakkında haddi aşmış, onlar için Allah'a ait olan bir takım makam ve mevkilere inanmışlardır. İşte bu haddi aşmaları nedeniyle de onlara “gâlî = aşırılık yapan” veya “gulat = aşırılık yapanlar” denilmiştir.

Şeyh Mufid şöyle diyor: “Gulat”, Müslüman görünen, fakat Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) ve onun evlatlarından olan din önderlerinin ilâhlığına inanan ve onları gerçek olmayan sıfatlarla tanıtanlardır.[189]

Allame Meclisî ise şöyle diyor: Peygamber ve din önderleri hakkında “guluv”, onları Allah olarak adlandırmak veya ibadet ve tapınmada onları Allah'ın şerik ve ortağı bilmek ya da onların yaratıp ve rızık verdiğine inanmak veya Allah'ın onlara hulul ettiğini kabul etmek veya onların Allah'tan ilham almaksızın gaybı bildiklerini söylemek veya imamları peygamber sanmak ya da onları tanımanın üzerimizden mükellefiyeti düşürdüğüne ve artık Allah'a ibadet etmeye gerek olmadığına inanmaktır.[190]

Müminlerin emiri Hz. Ali (a.s) ve onun tertemiz evlatları (a.s) sürekli guluv ehlinden uzak durmuş ve onlara lanet etmişlerdir. Burada bu hususta bir hadis nakletmekle yetiniyoruz; İmam Sadık (a.s), izleyicilerine şöyle buyurmuştur: “Gençlerinizi guluv=aşırıcılık yapanlardan sakındırın; sakın onların -dinî- inançlarını bozmasınlar; gerçekten guluvcular insanların en kötüleridirler; onlar Allah'ın azamet ve yüceliğini düşürüp kullar için ilahlık iddiası ederler.”[191]

İşte bu nedenle onların Müslüman olduklarını söylemeleri değerini yitirmekte ve İslam dininin ileri gelenleri onları kafir saymaktadırlar; şunu da hatırlatmamız gerekir ki, guluv ve aşırıcılıktan kaçınmakla birlikte, peygamberler ve Allah'ın velileri hakkında inanç ve düşüncelerin tümünün guluv olduğunu da sanmamak, her yerde olduğu gibi ihtiyatı kaybetmemek ve inançları doğru bir ölçü ile ölçmek gerekir.

 

Onuncu Bölüm

HADİS, İÇTİHAD VE FIKIH



 

 

 

 

136. İlke:

İmamiyye Şiâsı, akaid ve ahkamda, ister Şiâ'nın hadis kitaplarında olsun ve ister Ehl-i Sünnet'in, güvenilir ve emin kişiler tarafından Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'den nakledilen hadislere uymaktadırlar. İşte bu nedenle Şiâ'nın fıkıh kitaplarında bazen Ehl-i Sünnet kanalıyla nakledilen rivayetlere de istinad edilmiştir (Şiâ'nın dirayet ilminde, hadisler dört kısma ayrılırken böyle hadislere “müvessak” denilmektedir). Dolayısıyla, bazı garazlı kişilerin Şiâ'ya istinad ettiği şey tamamen asılsızdır.

Şiâ'nın fıkıh temelini Kitab, sünnet, akıl ve icmâ teşkil etmektedir ve sünnet ise başlarında Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) olan masum kişilerin söz, amel ve takrir=onaylarından ibarettir. Dolayısıyla, müvassak=güvenilir bir kişi tarafından Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'den bir hadis nakledilir de o hazretin söz, amel ve takririni içerirse, Şiâ açısından bu hadis muteber bir hadistir. Şiâ'nın fıkıh kitaplarının içerikleri bunun en açık delilidir; ve bu bölümde Şiâ'yla Ehl-i Sünnet'in hadis kitapları arasında bir fark olmadığını ve eğer bir tartışma varsa, onun da güvenilir kişinin teşhisinde ve ravinin itibar derecesinde olduğunu söylemek gerekir.

137. İlke:

Sahih senetlerle Şiâ'nın masum din önderlerinden nakledilen hadis ve rivayetler şerî bakımdan hüccettir; onların içeriğine göre davranılması ve onlara uygun fetva verilmesi gerekir. Ehl-i Beyt İmamları (a.s) -halk arasında yaygın olduğu anlamda- müçtehid ve müftü değillerdi ve onların naklettikleri şeyler, aşağıdaki çeşitli kanallarla elde ettikleri gerçeklerdir:

A- Hz. Resulullah (s.a.a)'tan Nakletmeleri

Masum Ehl-i Beyt İmamları (a.s) hadisleri (vasıtasız olarak direkt veya değerli babaları kanalıyla) Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'den alıp diğerlerine nakletmektedirler. Her imamın bir önceki imamdan alarak Hz. Resulullah (s.a.a)'ten naklettikleri bu gibi rivayetlerin sayısı İmamiyye Şiâsı'nın hadislerinde oldukça fazladır. Senet bakımından Hz. Resulullah (s.a.a)'e dayanan ve o hazrete ulaşan bu gibi Ehl-i Beyt (a.s) hadisleri bir araya toplanacak olursa, İslam mühaddisleri ve fakihler için çok büyük bir hazine olabilecek büyük bir müsnet mecmuasını oluşturur. Çünkü hadis dünyasında böyle sağlam bir senede sahip olan rivayetlerin benzeri yoktur. Bir nüshasının, Silsile-i Zeheb hadisi olarak teberrüken edebiyat sever ve kültürperver “Samaniler”in silsile hazinesinde tutulduğu söylenen bu hadislerden biri örnek olarak şöyledir:

Şeyh Saduk, “Tevhid” adlı kitabında iki kişi kanalıyla Ebaselt-i Herevî'den şöyle nakleder: Ali b. Musa er-Rıza (a.s)'ın beraberinde Nişabur şehrinden geçiyorduk. O sırada Muhammed b. Rafi', Ahmed b. Harb, Yahya b. Yahya, İshak b. Raheviye gibi Nişabur mühaddislerinden ve ilimseverlerden bir grubu o hazretin merkebinin yularını tutarak, “Tertemiz ve pâk babalarının hakkı için bize babandan duyduğun bir hadis söyle” dediler. İmam (a.s) bunun üzerine başını tahtırevandan dışarı çıkarıp şöyle buyurdu: “Allah'ın salih kulu babam Musa b. Cafer (a.s) bana, insanların en doğru konuşanı babası Cafer b. Muhammed (a.s)'ın, ona da peygamberlerin ilmini yaran babası Ebu Cafer Muhamed b. Ali (a.s)'ın, ona da ibadet edenlerin efendisi babası Ali b. Hüseyin (a.s)'ın, ona da cennet gençlerinin efendisi babası Hüseyin b. Ali (a.s)'ın, ona da babası Ali b. Ebutalib (a.s)'ın Hz. Resulullah (s.a.a)'ten, onun da Cebrail'den ve onun da Allah Teala'dan şöyle duyduğunu rivayet etmiştir: La ilahe illellah kelimesi benim sağlam kalemdir; kim benim sağlam kaleme girerse azabımdan emanda olur.” İmam (s.a.a) hareket edince “(ama) bunun şartları vardır; ben onun şartlarındanım.” [192]

B- Hz. Ali (a.s)'ın Kitabından Nakletmeleri

Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s), Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in biset dönemi boyunca o hazretin yanında yer almış ve bu nedenle bir kitapta o hazretten bir çok hadisler toplamış (gerçekte Hz. Resulullah (s.a.a) dikte ettirmiş ve Ali (a.s) da yazmıştır). İmam Ali (a.s)'ın şehadetinden sonra evlatlarına geçen bu kitabın özellikleri, Ehl-i Beyt İmamları (a.s)'ın hadislerinde beyan edilmiştir. İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: “Bu kitabın uzunluğu yetmiş zıra (yaklaşık otuz beş metre) olup Hz. Resulullah (s.a.a)'in dikte ettirerek ve Ali b. Ebutalib'in hattıyla yazılmış ve halkın ihtiyaç duyduğu şeyler onda açıklanmıştır.”[193]

Bu kitap sürekli Hz. Ali (a.s)'ın evlatlarının arasında elden ele gezmiş, İmam Muhammed Bâkır (a.s) ve İmam Sadık (a.s) defalarca ondan hadis nakletmiş ve bu kitabı kendi dostlarına göstermişlerdir. Günümüzde de bu kitabın hadislerinden bir bölümü Şiâ'nın hadis kaynaklarında ve özellikle “Vesail-uş Şiâ”da çeşitli bablarda mevcuttur.

C- İlahi İlhamlar

Ehl-i Beyt İmamları (a.s)'ın ilimlerinin “ilham” diye adlandırabileceğimiz başka bir kaynağı vardır. İlham peygamberlere has değildir ve tarih boyunca büyük ilahî kişilerden bir grubu ondan yararlanmışlardır. Tarih, peygamber olmadıkları halde kendilerine gayb aleminden bir takım sırlar ilham olan kişilerden haber vermekte ve Kur'an-ı Kerim onlardan bazılarına işaret etmektedir. Nitekim Hz. Musa (a.s)'ın yol arkadaşı (Hızır) birkaç gün ona eğitim vermiştir; bu konuda şöyle buyuruyor: “Biz ona katımızdan bir rahmet vermiştik ve ona katımızdan bir ilim öğretmiştik.” (Kehf, 66)

Ve yine Hz. Süleyman (a.s)'ın memurlarından biri (Asif b. Berhiya) hakkında buyuruyor ki: “Yanında Kitap'tan bir ilim bulunan kimse şöyle dedi” (Neml, 40)

Bu kişiler ilimlerini normal yolla öğrenmemiş, Kur'an-ı Kerim'in tabiriyle “ilm-i ledûnni”ye sahiplerdi: “Ona katımızdan bir ilim (ilm-i ledûnni) öğretmiştik.”

Dolayısıyla, peygamber olmamak, bazı yüce insanların Allah'tan ilham almalarına engel olmaz. Şiâ ve Sünni kanalıyla nakledilen hadislerde bu kişilere “muhaddes”, yani peygamber olmaksızın meleklerin kendileriyle konuştuğu kimseler denilmektedir.

Buharî kendi Sahih'inde Hz. Resulullah (s.a.a)'ten şöyle nakletmektedir: “Sizden önce İsrailoğulları arasında peygamber olmaksızın kendileriyle (meleklerin) konuştuğu kimseler vardı…”[194]

Buna göre, ilahî maarifleri ve din hükümlerini açıklamada halkın mercii olan Ehl-i Beyt İmamları (a.s) da cevabı Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in ve Hz. Ali (a.s)'ın hadislerinde olmayan bazı soruları ilham alma ve gaybî eğitim kanalıyla cevaplamaktaydılar.[195]

138. İlke:

Hz. Resulullah (s.a.a)'in hadisleri Kur'an-ı Kerim ayetleri gibi özel bir itibara sahiptir ve Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in sünneti Allah'ın Kitabı gibi Müslümanların itikadi ve fıkhi kaynaklarından sayılmaktadır. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in vefatından sonra Müslümanlardan bir grubu hakim sınıfın baskısı nedeniyle nebevî hadisleri yazmaktan sakındılar; ama ne mutlu ki Ehl-i Beyt İmamları (a.s)'ın izleyicileri bir an bile hadisleri yazmaktan gaflet etmeyip o hazretin vefatından sonra hadisleri kaydettiler. Bir önceki ilkede Ehl-i Beyt İmamları (a.s)'ın hadislerinin bir bölümünün Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in kendisinden alındığına değinmiştik.

Tarih boyunca, Ehl-i Beyt (a.s) mektebinde eğitim alanlar, rical kitaplarında adı geçen büyük hadis mecmuaları yazmışlardır. Özellikle hicretin dördüncü ve beşinci asrında, Ehl-i Beyt İmamları (a.s)'ın kendi dönemlerinde, onların öğrencileri tarafından yazılan kitaplardan yararlanarak günümüzde Şiâ inancı ve ahkamının kaynağı sayılan çok kapsamlı hadis kitapları yazılmıştır; aşağıda bu kitapların isimlerine ve yazarlarına değineceğiz:

1- Kâfi; Muhammed b. Yakub-i Kuleynî'nin (ö: 329) eseri olan bu kitap sekiz cilttir.

2- Men Lâ Yehzuruh'ul Fakih; Şeyh Saduk diye meşhur olan Muhammed b. Ali b. Babeveyh'in (306-381) eseri olan bu kitap dört cilttir.

3- Tehzib; Şeyh Tusî diye meşhur olan Muhammed b. Hasan b. Tusî'nin (385-460) eseri olan bu kitap on cilttir.

4- İstibsâr; Tehzib kitabının yazarının eseri olan bu kitap dört cilttir.

Bunlar, Şiâ'nın dördüncü ve beşinci asra kadar parlak tarihi boyunca yazmış olduğu ikinci hadis mecmuası serisidir ve değindiğimiz gibi Ehl-i Beyt İmamları (a.s)'ın kendi dönemlerinde, yani ikinci ve üçüncü asırda, “dört yüz ilke”yle birlikte birinci hadis mecmuası diye bir hadis mecmuası yazılmış ve bunların içeriği ikinci hadis mecmuasına intikal etmiştir.

Şiâ sürekli hadis ilmine ilgi duyduğu için on birinci ve on ikinci asırlarda da diğer hadis mecmuaları düzenlenip yazıldı; bunların arasında en meşhur olanı Bihar-ul Envar (Muhammed Bâkır Meclisî'nin eseri), Vesail-uş Şiâ (Muhammed Hasan Hürr-i Amilî'nin eseri) ve Vâfî'dir (Muhammed Muhsin Feyz-i Kaşanî'nin eseridir).

Açıktır ki Şiâ her hadise uymaz ve bu mektepte akaid alanında haber-i vahid veya kesin sünnet ve Kur'an-ı Kerim'e aykırı olan hadisler hüccet değildir. Yine, bir rivayetin hadis kitaplarında yer alması, o kitabın yazarının onu kabul ettiğini göstermez; aksine Şiâ ulemasına göre hadisler her birinin kendine has hüküm ve itibarları olan sahih, hasen, muvassak ve zayıf olmak üzere çeşitli kısımlara ayrılmaktadır; dirayet ilminde bu alanda ayrıntılı bilgi verilmiştir.

139. İlke:

Bir önceki bölümde (Kitab, sünnet, akıl ve icmâdan ibaret olan) Şiâ fıkhının kaynaklarına değindik. Bu delillerle, usul ilminde açıklanan özel şartlarıyla şeriat hükümlerinin istinbatına içtihad denilmektedir.

İslam şeriatı, son ilahî şeriat olması nedeniyle ve ondan sonra artık bir şeriatın gelmeyeceği için insanoğlunun toplumsal ve kişisel alanlardaki tüm ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in asrının Müslümanları da İslam'ın bu mükemmellik ve kapsamlılığını göz önünde bulundurarak Hz. Resulullah (s.a.a)'in siretini kılavuz edinip yaşamlarının tüm boyutlarında gözlerini Allah ve Resulü'nün emir ve nehiylerine diktiler.

Diğer taraftan olay ve vakaların sadece Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in döneminde olanlarla sınırlı olmadığı ve zamanın değişimlerinin, sürekli, doğal olarak her biri kendisi için özel bir şerî hükmü gerektiren yeni olaylar yarattığı da ortadadır.

Bu iki konuyu dikkate alarak, tarih boyunca içtihad kapısının fakihlerin üzerine açık olması zarurî bir konum kazanmaktadır. İslam'ın, Allah'ın bu geniş ve kapsamlı dininin, yeni meydana gelen olaylar karşısında sessiz kalması ve insanoğlunu tarihin yepyeni ve keskin virajlarında başı boş ve şaşkın bırakmış olduğu düşünülebilir mi?!

Hepimiz biliyoruz ki usul ilmi uleması, içtihadı “mutlak içtihad” ve “özel bir mezhepte içtihad” olmak üzere iki kısma ayırmaktadırlar. Örneğin eğer bir kişi Ebu Hanife'nin fıkhî gidişatı çerçevesinde içtihad yapacak olursa, yani bir mesele konusunda onun görüşünü elde etmek isterse, onun bu ameline “mezhepte içtihad” deniliyor; fakat eğer müçtehid fıkıhta belli bir kişinin gidişatına bağlı olmayıp (ister bir gidişatla uyumlu olsun ve ister olmasın) şerî delillerle Allah'ın hükmünü anlamaya çalışırsa, bu içtihada da “mutlak içtihad” denir.

Ne yazık ki hicretin 665 yılından itibaren mutlak içtihad kapısı Ehl-i Sünnet ulemasının üzerine kapanmış[196] ve içtihad belli fıkıh mezheplerinin çerçevesinde sınırlı kalmıştır; ve bu ise Allah'ın hükümlerini serbest bir şekilde istinbat etmenin ve hakikate ulaşmanın el ve ayaklarına vurulmuş bir nevi kayıt ve bağdır.

Şiâ fakihleri, Kitab, sünnet, akıl ve icmâya dayanarak içtihad yaparlar ve din hakikat ve maariflerini anlamak için çabalarının şerî delilleri izlemekten başka bir kaydı yoktur. İşte bu nedenledir ki bu mektebin uleması bu zinde ve sürekli içtihad sayesinde kapsamlı ve insanoğlunun çeşitli ve sürekli değişken ihtiyaçlarıyla bağdaşan bir fıkıh oluşturmuş ve çok büyük bir ilmi hazine hazırlamışlardır. Şiâ'nın canlı ve üretici fıkhına yardım eden -en önemli- şey, bu mektebin, insanın diriyken hiç taklit etmediği ölü müçtehidi taklid etmesini yasaklaması, toplum ve zamanın nabzını elinde bulunduran diri müçtehide taklid etmesini gerekli kılmasıdır.

Şiâ fıkhı bir çok meselede diğer mezheplerin fakihlerinin görüşleriyle uyum içerisindedir; Şeyh Tusî'nin “el-Hilaf” kitabı bunun en açık delilidir; çünkü Şiâ fıkhının, Ehl-i Sünnet'in dört fakihinden veya onlardan önceki fakihlerinin birinin görüşüyle uyumlu olmadığı çok az teferruat var. Buna rağmen bu mektebin bir takım füuatta kendine has görüşü vardır; onlardan bazılarına aşağıdaki birkaç ilkede değineceğiz. Çünkü bazen bu özel füruatın meşru bir delili olmadığı veya Kitab ve sünnete aykırı olduğu sanılmaktadır; oysa hiç de böyle değildir.

140. İlke:

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in sünneti o hazretin ashabından bir grubu tarafından gelecek nesiller için kaydedilip nakledilmiştir ve o hazretin sözleri davranış ve takriri (onayı) gibi hüccettir ve ona uyulması gerekir. Dolayısıyla, eğer bir sahabe Hz. Resulullah (s.a.a)'in sünnetini naklederse, hücciyet şartlarına sahip olduğu durumda herkes onu kabul edip ona uygun hareket eder.

Ve yine bir sahabe bir Kur'an lügatini mana ederse veya Hz. Resul (s.a.a)'in asrıyla ilgili olayları ya da başka bir şeyi naklederse, onun da sözü yukarıda değindiğimiz şartla kabul edilir.

Ancak eğer bir sahabe ayet veya sünnetten çıkardığı kendi görüş ve istinbatını söyler veya ondan Hz. Resulullah (s.a.a)'in sünneti mi, yoksa onun kendi içtihad ve görüşü mü olduğu belli olmayan bir söz nakledilirse, bu durumda o söz hüccet olmaz; çünkü müçtehidin görüşü diğer müçtehidler için hüccet değildir. İşte bu nedenle sahabenin sözüne uymada onun görüş ve içtihadıyla Hz. Resulullah (s.a.a)'in sünnetini nakletmesi arasında fark gözetmek gerekir. İmamiye Şiâsı, sahabenin sözüne, ancak Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in sünnetini naklederse uyar.

141. İlke:

Her Müslüman'ın, inanılması gereken bütün meselelerde kesin bilgi edinmesi gerekir. Bu konuda, kendisi kesin bilgi edinmeden diğerlerine uyması câiz değildir. Usul ve itikadi meselelerin külliyatı sınırlı olup akıl bakımından her birinin açık bir delili olduğundan, herkesin akait ilkeleri hakkında kesin bilgi edinmesi kolaydır; oysa fıkhî ahkam ve füruatın dairesi geniş olup onlar hakkında kesin bilgi edinmek için bir çok ön bilgilere gerek olduğundan insanların çoğu onu elde edemezler; işte bu nedenle fıtratın hükmü ve akıl sahiplerinin gidişatıyla, şeriat hükümlerinde ulema ve müçtehidlere müracaat ederek bu vasıtayla dini mükellefiyetlerini yerine getirmelidirler.

Esasen insan, bilimsel bir fail olup işlerini bilime dayandırmaktadır; eğer kendisi bilgi elde edinirse, ona uyar; aksi durumda diğerlerinin bilgisinden yardım alır.

Burada, gerekli tüm şartlara sahip olan müçtehidi taklid etmenin, bir nevi uzman ve bilir kişiye müracaat etmek olduğuna ve bunun milli, kavmi vb. taassuplardan kaynaklanan temelsiz taklitlerle hiçbir ilgisinin olmadığına dikkat etmek gerekir.

Bazı Fıkhî İhtilaf Konuları

İslam dini “inanç” ve “şeriat”ten (veya “varlık alemini tanıma” ve “yapılması ve yapılmaması gerekenler”den) oluşan bir bileşimdir; buna usul-i din ve füru-i din de denir. Önceki konularda, bir takım ilkeler altında Şiâ inançlarını delilleriyle tanıdık. Yine Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ehl-i Beytinin (a.s) hadisleri konusunda Şiâ'nın görüşünü açıkladık. Şimdi kısaca Şiâ'nın fıkhî metoduna değinip bu mektebin, hakkında özel bir görüşe sahip olduğu bazı fıkhî meselelere de işaret etmemiz gerekiyor.

142. İlke:

Abdestin, namazın ön hazırlıklarından biri olduğunu hepimiz biliyoruz. Mâide suresinde şöyle yer almaktadır: “Ey inananlar, namaza dur(mak iste)diğiniz zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın; başınızı meshedin ve topuklara kadar ayaklarınızı da.” (Mâide, 6)

Bu ayetin birinci cümlesinde, “yüzlerinizi ve dirseğe kadar ellerinizi yıkayın” “yed=el” kelimesinin çoğulu olan “eydi=eller” kelimesi kullanılmıştır ve Arapça'da “yed” kelimesi çeşitli şekillerde kullanıldığı, bazen sadece parmaklara söylendiği, bazen parmaklardan bileğe kadar, bazen parmaklardan dirseğe kadar ve nihayet bazen de parmaklardan omuza kadar el ve kolun tamamına söylendiği ve ayrıca abdest alırken yıkanması farz olan miktar da dirsekle parmak uçlarının arasına kadarki bölüm olduğu için Kur'an-ı Kerim “ile'l merafik” tabirini kullanarak eli yıkama şeklini (örneğin yukarıdan aşağıya mı, yoksa aşağıdan yukarıya mı) değil, yıkanması gereken miktarı beyan etmiştir. Yıkama şekli, normalde temizlik yaparken yukarıdan aşağı yıkayan halkın örf ve adetlerine bağlıdır. Örneğin, eğer doktor hastanın ayağının dize kadar yıkanmasını söylerse, onun ayağını yukarıdan aşağıya doğru yıkarlar, aşağıdan yukarıya doğru değil. İşte bu nedenle İmamiyye Şiâsı, abdest alırken yüz ve ellerin yukarıdan aşağıya doğru yıkanması gerektiğine ve aksinin doğru olmadığına inanıyor.

Diğer bir konu da abdestte ayağı meshetmektir. Şiâ fıkhı ayakların yıkanmamasını, aksine sadece meshedilmesi gerektiğini vurguluyor. Bunun delili ise kısaca şudur: Mâide suresinin altıncı ayetinin zahiri, namaz kılan kişinin abdest alırken iki vazifesi olduğunu bildiriyor: Biri yıkamak (yüz ve eller) ve diğeri ise meshetmek (baş ve ayaklar). Aşağıdaki iki cümleyi karşılaştırdığımızda da bu konuyu apaçık bir şekilde anlayabiliriz:

1- “Feğsilu vucuhekum ve eydiyekum ile'l merafik”;

(Yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın);

2- “Vemsehu bi ruusikum ve erculekum ile'l ka'beyn”

(Başınızı meshedin ve topuklara kadar ayaklarınızı da.)

Bu iki cümleyi, daha önce zihninde belli bir fıkhî gidişat olmayan dili Arapça olan bir kişiye verecek olursak, şüphesiz, bu ayete göre, yüz ve eller konusunda vazifemizin yıkamak, baş ve ayaklar konusunda ise meshetmek olduğunu söyler.

Arap edebiyatına göre “ercul” kelimesi “ruus” kelimesine atfedilmelidir ve bundan da ayakların meshedilmesi sonucu çıkar; ve onu daha önce geçen “eydi” kelimesine atfederek ayakları yıkamak sonucu çıkarılamaz. Aksi durumda atfedilenle (erculekum) kendisine atfedilen (eydiyekum) arasında muterize cümlesi (femsehu bi ruusikum) yer alır; bu ise Arap edebiyatı bakımından doğru olmayıp maksadın yanlış anlaşılmasına neden olur.

Ayrıca, bu bölümde (ayağı meshetme) kelimeyi esreli okumakla üstünlü okumak arasında da bir fark yoktur ve her iki kıraata göre “erculekum” kelimesi “ruusekum” kelimesine atıftır; bu aradaki tek fark, onun zahirine atfedildiğinde esreli ve onun yerine atfedildiğinde ise üstünlü okunmasıdır.

Ehl-i Beyt İmaların (a.s)'dan mütevatir olarak nakledilen rivayetler abdestin, iki yıkama ve iki meshetme olmak üzere iki şeyde oluştuğunu bildirmektedirler. İmam Muhammed Bâkır (a.s) bir hadiste Hz. Resulullah (s.a.a)'in abdestini anlatırken o hazretin ayağını meshettiğini buyurmaktadır.

Şunu da hatırlatmamız gerekir ki, namazda ayağını mesheden sadece Ehl-i Beyt İmamları (a.s) değil, sahabe ve tabiinden bir kısmı da bu görüşe sahiplerdi; fakat daha sonraları genişçe açıklaması fıkıh kitaplarında geçen bazı nedenlerden dolayı meshetme sünneti yıkamaya dönüştürüldü.

143. İlke:

Şiâ, namazda, yere veya yerden biten (yiyecek ve giyecek türünden olmaması şartıyla) bir şeyin üzerine secde edilmesi gerektiğine ve insanın kendi iradesiyle bu ikisinin dışında bir şeyin üzerine secde etmesinin doğru olmadığına inanıyor. Hz. Resulullah (s.a.a)'den rivayet edilen ve Ehl-i Sünnet'in de naklettiği bir hadiste bu konuya şöyle açıklık getirilmiştir: “Yeryüzü benim için secde yeri ve temiz (ve temizleyici) kılınmıştır.”[197] Hadisin Arapça'sında geçen ve teyemmüme işaret eden “tahur” kelimesi, “arz=yer”den maksadın taş, toprak ve benzerlerinden olan tabii yer olduğunu gösteriyor.

İmam Sadık (a.s) da şöyle buyurmaktadır: “Secde, yiyecek ve giyecek olmaması şartıyla yer ve yerden biten bir şeyin üzerine secde etmek câiz değildir.”[198]

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in döneminde Müslümanlar çakıl taşlarıyla döşenen mescidin zeminine secde ediyorlardı. Onlar hava sıcak olunca kızgın taşların üzerine secde etmeleri zor olduğundan namazda üzerine secde etmek amacıyla çakıl taşlarının soğuması için ellerinde tutuyorlardı. Cabir b. Abdullah-i Ensarî şöyle diyor: Ben sabah namazını Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'le birlikte kılıyordum; namazda üzerine secde etmek için elime bir miktar çakıl alıyor, soğuması için onu elden ele gezdiriyordum.[199]

Hz. Resulullah (s.a.a), alnının toprak olmasından çekinen ashabından birine, “yüzünü toprağa bırak” buyurdu.[200] Yine bazı kişiler sarıklarının bir köşesine secde edecek olsalardı, Hz. Resulullah (s.a.a) onu onların başının altından çekerdi.[201]

Bu hadislerin tümü, Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in döneminde Müslümanların ilk önce vazifelerinin taş ve toprağın üzerine secde etmek olduğunu ve onların kilim, elbise ve sarıklarının bir köşesine secde etmediklerini göstermektedir. Fakat vahiy gelerek hasır üzerine de secde edilebileceğini bildirdi; Hz. Resulullah (s.a.a)'in hasır üzerine secde ettiğini bildiren çok sayıda rivayet de vardır elimizde.[202]

Elbette mazeret durumunda bazen ashaptan bazıları elbiselerinin üzerine secde ediyorlardı; nitekim Enes b. Malik şöyle diyor: Biz Hz. Resulullah (s.a.a)'le birlikte namaz kılıyorduk; aramızdan birisi alnını yere bırakmaktan mazur olsaydı sarığının bir köşesine veya elbisesine secde ederdi.[203]

Bunun üzerine, İmamiyye Şiâsı sürekli bu ilkeye bağlı olup sadece yere ve yine hasır ve benzeri yerden bitip yiyecek ve giyecek olmayan şeylerin üzerine secde etmektedir; eğer mümkün oldukça toprağa, taşa veya hasıra ve benzeri şeylerin üzerine secde etmek hususunda ısrar ediyorsa, bu delillere dayanıyor. Ayrıca, Müslüman ülkelerde mescidlerin bütün mezheplerin izleyicilerinin kendi vazifelerini yerine getirebilecekleri bir şekilde olması daha iyidir.

Son olarak şu nükteyi de açıklamam gerekiyor ki, taş ve torağa değil, taş ve toprağın üzerine secde edilmektedir. Bazen kişiler yanılarak Şiâ'nın taşa secde ettiklerini sanıyorlar! Oysa tüm Müslümanlar gibi Şiiler de sadece Allah'a secde etmekte ve O'nun huzurunda huzu ve huşularını belirtmek için alınlarını toprağa dayayıp kalplerinden: “Toprak nerde, alemlerin Rabbi nerde?!” diyorlar.

144. İlke:

Her Müslüman'ın bir gün boyunca, şerî vakitleri Kur'an-ı Kerim'de ve Hz. Resulullah (s.a.a)'in sünnetinde belirtilen beş defa namaz kılması gerekir: Öğleden güneş batıncaya kadar öğle ve ikindi namazının, akşamın başından gece yarısına kadar akşam ve yatsı namazının ve şafak söktüğü andan güneş doğuncaya kadar da sabah namazının vaktidir.

Şiâ, öğleden güneş batıncaya kadar öğle ve ikindi namazının ortak vakti olduğuna, bu vaktin başından dört rekaatlık bir namaz kılınacak kadar sürenin öğle namazının özel vakti ve sonundan da dört rekatlık bir namaz kılınacak kadar sürenin de ikindi namazının özel vakti olduğuna inanıyor. Dolayısıyla, eğer insan namazları fazilet vaktinde kılmak istemezse, bu süre içinde, her iki namazı özel vakitleri dışında ne zaman isterse kılabilir; ancak bu ikisini birbirinden ayırıp her birini ileride açıklayacağımız fazilet vaktinde kılmak daha iyidir.[204]

İmam Muhammed Bâkır (a.s) şöyle buyuruyor: “Güneş başın tepesinden batıya doğru kayınca öğle ve ikindi namazının vakti girer ve güneş batınca da akşamla yatsı namazını vakti girer.”[205]

İmam Sadık (a.s) da şöyle buyurmuştur: “Güneş başın tepesinden batıya doğru kayınca öğle ve ikindi namazının vakti girer; ancak öğle namazı ikindi namazından öncedir; sonra sen güneş batıncaya kadar o ikisini istediğin zaman kılmakta serbestsin.”[206]

İmam Muhammed Bâkır (a.s), Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in hiçbir mazereti ve nedeni olmaksızın öğle ve ikindi namazını birleştirerek kıldığını rivayet eder.[207]

Esasen bazı durumlarda iki namazın birleştirilebileceği konusunda bütün İslam fakihleri ittifak içerisindedirler. Arafe ve Müzdelife'de bütün fakihler öğleyle ikindi namazının veya akşamla yatsı namazının birleştirilmesini caiz bilmektedirler. Nitekim Ehl-i Sünnet ulemasından büyük bir grubu seferde iki namazı birleştirmeyi caiz bilmektedirler. Şiâ'yla diğerlerinin farkı, daha ileri giderek, yukarıdaki delillere dayanarak (namazların fazilet vakitlerinde kılınmasının daha faziletli olduğunu kabul etmemize rağmen) iki namazın birleştirilmesini mutlak surette caiz bilmesidir; bunun felsefesi ise hadislerde açıklandığı gibi işin Müslümanlara kolaylaşmasıdır; Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) bizzat bir çok yerde bir mazereti olmaksızın (seferde olması ve hasta olması gibi) isteyen namazları birleştirsin ve isteyen de her birini ayrı ayrı (fazilet vaktinde) kılsın diye ümmete kolaylık olması için iki namazı birleştiriyordu.

Müslim kendi Sahih'inde şöyle naklediyor: “Hz. Resulullah (s.a.a) korku durumu olmadığı ve seferde de olmadığı halde öğleyle ikindiyi ve akşamla yatsıyı birleştirerek kıldı.”[208]

Bazı rivayetlerde bu işin felsefesine değinilmiştir; Nitekim bir rivayette şöyle geçmektedir: Hz. Resulullah (s.a.a) öğleyle ikindiyi ve akşamla yatsıyı birleştirerek kıldı. Kendisine neden böyle yaptığı sorulunca, “Ümmetim zorluk ve sıkıntıya düşmesin diye böyle yaptım” buyurdu.[209]

Sihah ve Müsnedlerde Hz. Resulullah (s.a.a)'in iki namazı birleştirerek kıldığını bildiren rivayetlerin sayısı yirmi birin üzerindedir; bunlardan bir kısmı sefer halinde ve bir kısmı da yolculuk, hastalık ve havanın yağmurlu olması dışındadır. Bu rivayetlerin bazısında, Müslümanlara kolaylık olmasından ibaret olan namazın birleştirilmesinin felsefesine değinilmiştir; Şiâ fakihleri de bu kolaylıktan yararlanarak iki namazın birleştirilmesini mutlak suretle caiz bilmişlerdir. Birleştirme şekli ise, bütün Müslümanların Arafe ve Müzdelife'de ve seferde birleştirdikleri gibidir.

Bazen namazları birleştirmekten maksadın, örneğin öğle namazını (fazilet) vaktinin sonunda (örneğin, yere dikilen bir çubuğun gölgesi kendisi kadar olunca) ve ikindi namazını da ikindinin ilk vaktinde kılınması olduğunu, böylece birinin son vaktinde ve diğerinin ise ilk vaktinde kılınarak, her iki namazın gerçekte kendi vaktinde kılınması olduğunu sanmışlardır.

Bu sanı rivayetlerin zahiriyle çelişmektedir. Çünkü dediğimiz gibi, namazların birleştirilme şekli bütün Müslümanların Arafe ve Müzdelife'de yaptığı gibidir; Müslümanlar Arafe'de her iki namazı öğlenin vaktinde ve Müzdelife'de ise her iki namazı yatsının vaktinde kılarlar. Dolayısıyla, Hz. Resulullah (s.a.a)'in buyurduğu birleştirme bu şekilde olmalıdır, namazlardan birini son vaktinde ve diğerini ise ilk vaktinde kılmak şeklinde değil.

Ayrıca, bazı rivayetlerde iki namazın birleştirilmesinin felsefesi, ümmete kolaylık olması, diğer bazılarında sıkıntı ve zorluğun giderilmesi olarak tanıtılmıştır; bu ise ancak kişinin namazları birleştirmede daha geniş bir ruhsata sahip olmasıyla, yani öğleyle ikindi ve akşamla yatsı namazlarını zorluk ve sıkıntı olmaması için (geniş bir vakit çerçevesinde) istediği zamanda kılma imkanına sahip olmasıyla gerçekleşir. Ayrıca, namazları birleştirmeyi böyle açıklayacak olursak Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) yeni bir şey getirmiş olmaz; çünkü bu şekilde birleştirme Hz. Resulullah (s.a.a)'in bu amelinden önce de caizdi zaten ve her Müslüman öğle namazını son vaktinde ve ikindi namazını da onun ilk vaktinde kılabilme imkanına sahipti.

Şiâ fakihleri iki namazın birleştirilmesi ve delilleri hakkında geniş yazılar yazmışlardır; isteyenler oraya müracaat edebilirler.

145. İlke:

Şiâ fıkhı Kitab ve sünnetin kılavuzluklarıyla iki türlü evliliğin doğruluğuna inanmaktadırlar: Biri açıklamaya gerek olmayan “daimi evlilik” ve diğeri ise aşağıda açıklayacağımız “geçici evlilik” veya “mut'a nikahı”.

Evlenmeleri için hiçbir engel (soydan veya süt kardeşler olma gibi) olmayan bir kadın ve erkek, mehri belirledikten sonra belli bir süre için evlenip belirlenen süre bitince de talak akdi okumadan birbirinden ayrılırlar. Onlardan bir çocuk dünyaya gelecek olursa o ikisinin şerî çocukları olup ikisinden de miras alır. Kadın da süre bittikten sonra şer'an belirlenen miktarda iddet gözetmelidir ve eğer hamile olursa bebeğini dünyaya getirinceye kadar beklemeli ve başka biriyle evlenmekten sakınmalıdır.

Geçici evlilik tıpkı daimî evlilik gibidir ve daimi evliliğin tüm hükümleri geçici evlilikte de geçerlidir; bu ikisi arasındaki en önemli fark iki şeyde özetlenmektedir:

1- Geçici evlilikte sürenin belirtilmesi;

2- Geçici evlilikte nafaka ödemenin farz olmayışı.

Bu ikisi dışında diğer farklar, bu ikisi arasında ayrılık düşürmeyecek kadar küçüktür.

İslam, son ve kapsamlı bir din olduğu için cinsel sorunları halletmek için buna ruhsat vermiştir. Yurtdışında okuyan veya çalışan ve daimî evliliğe de gücü yetmeyen bir genci düşünün. Ne yapsın bu genç? Açıktır ki böyle bir gencin şu üç yoldan başka bir seçeneği yoktur:

a- Sakınıp kendisini cinsel faydalardan mahrum etmesi;

2- Kötü ve hasta kadınlarla gayr-i meşru bir ilişkiye girmesi;

3- Temiz ve namuslu bir kadınla, belli şartlar altında geçici olarak evlenerek masrafa girmeden sorununu gidermesi.

Açıktır ki yukarıdaki örnekte, bu gencin baş vurabileceği dördüncü bir yol yoktur (elbette bu, geçici evliliğin bu şartlara has olduğu anlamına gelmez; fakat bu ve benzeri durumlar bu hükmün yasama felsefesi olabilirler).

Ayrıca dikkat edilmesi gerekir ki, diğer mezheplerin fakihleri de gerçekte geçici evlilik olan bir daimî evlilik çeşidine izin vermekteler; şöyle ki: Eğer kadın ve erkek daimî olarak evlenir de her ikisi veya onlardan biri bir süre sonra talakla birbirlerinden ayrılacaklarını bilirse, böyle bir evlilik caizdir. Bu evliliğin geçici evlilikle hiçbir farkı yoktur, sadece isimleri farklıdır.

Allah'ın Kitabı ve Hz. Resulullah (s.a.a)'in sünneti geçici evliliğin (mut'a nikahının) meşru olduğunu vurgulamaktadır. Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: “O halde onlarla (kadınlarla) mut'a yaparsanız, ona karşılık kesilen ücretlerini bir hak olarak verin.” (Nisâ, 24) Müfessirlerin hemen hemen hepsi, bu ayetin geçici evlilik hakkında nazil olduğunu kabul etmişlerdir. Esasen, İslam'da böyle bir şeyin yasandığı konusunda hiçbir şüpheye yer yoktur; eğer şüphe varsa o da bu hükmün neshedilip edilmediği (kaldırılıp kaldırılmadığı) konusundadır. Her iki mektebin rivayetleri bu hükmün neshedilmediğini, sadece bazı nedenlerle ikinci halifenin döneminde uygulanmasının engellendiğini bildirmektedir. Tesadüfen ikinci halifenin sözü de mut'anın caiz olup Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in döneminde uygulandığını bildirmekte ve bu yasaklamanın kendisinin kişisel görüşünden başka bir kaynağı olmadığını anlatmaktadır; ikinci halife şöyle demiştir: “Ey insanlar! Hz. Resulullah'ın döneminde üç şey vardı ki sizleri onlardan sakındırıyorum ve onları yasaklıyorum; kim onları yaparsa onu cezalandırırım. O üç şey şunlardan ibarettir: Kadınları mut'a etmek, haccı temettu ve -namazda hayye ala hayr-il amel demek.”

Şaşırılacak olan şu ki, ikinci halifenin birinci ve üçüncü konudaki yasağının günümüze kadar devam ettiği halde ikinci konu haccı temettu, -ikinci halifenin yasaklamasına rağmen- bütün Müslümanlar tarafından yapılmaktadır! (Haccı temettudan maksat, hacının umreyle hac amelleri arasında ihramdan çıkması ve ihramla kendisine haram olan şeylerin helal olmasıdır).

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in mut'ayı yasaklamadığının apaçık delili şudur: Buharî, İmran b. Hasin'den şöyle naklediyor: “Mut'a ayeti nazil oldu ve biz de Hz. Resulullah (s.a.a)'le birlikte bu ayete uyduk. Hiçbir zaman bunu yasaklayan bir ayet nazil olmadı ve Hz. Resulullah (s.a.a) da vefat edinceye dek bundan sakındırmadı. Sonra bir kişi kendi reyiyle onun hakkında konuştu (maksat, mut'a nikahının ikinci halife tarafından yasaklanmasıdır).[210]

146. İlke:

İmamiyye fıkhında eli bağlı namaz kılmak bid'at ve haramdır. Müminleri Emiri Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Namaz kılan kimse Allah'ın huzurunda dururken, kafir olan Mecusiler gibi ellerini bağlamasın.”[211]

Hz. Resulullah (s.a.a)'in büyük sahabelerinden Ebu Hamid Saidî, aralarında Ebu Hüreyre-i Dusî, Sehl-i Saidî, Ebu Esid-i Saidî, Ebu Kutade, Haris b. Rabiî ve Muhammed b. Muslime’nin de bulunduğu bir grup sahabeye Hz. Resulullah (s.a.a)'in nasıl namaz kıldığını anlattı ve onun küçüklü büyüklü müstehap amellerini açıkladı; fakat böyle bir amelden (namazda elleri bağlamaktan) bahsetmedi.[212] Açıktır ki eğer Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) hatta bazı vakitler bile böyle yapmış olsaydı, o buna değinir veya orada olanlar onu uyarırlardı. Hadis kitaplarımızda, Saidî'nin rivayetinin bir benzeri de Hemmad b. İsa kanalıyla İmam Sadık (a.s)'dan nakledilmiştir.[213]

Sehl b. Sa'd'ın rivayetinden eli bağlı namaz kılmanın Hz. Resulullah (s.a.a)'ten sonra meydana geldiği anlaşılmaktadır; çünkü diyor ki: “halka -böyle yapmalarını- emrediyorlardı.” Eğer bu amel Hz. Resulullah (s.a.a)'in emri olsaydı onu bizzat kendisine isnad ederdi..[214]

147. İlke:

“Teravih” namazı Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in yerine getirdiği müekket müstehaplardandır. Şiâ fıkhında şöyle geçer: Ramazan ayının gecelerinde bin rek'at namaz kılmak müstehaptır. Fakat bu namazların cemaatle kılınması bid'attır; dolayısıyla bu namazların ferdi olarak camide ve daha çok evlerde kılınması gerekir. Çünkü Zeyd b. Sabit Hz. Resulullah (s.a.a)'ten şöyle rivayet etmektedir: “Kişinin farz namazlar dışında -diğer namazları- evde namaz kılması camide namaz kılmasından daha üstündür; fakat farz namazları camide kılması müstehaptır.”[215]

İmam Muhammed Bâkır (a.s) şöyle buyurmaktadır: “Müstehap namazlar cemaatle kılınmaz ve dinde her türlü bid'at sapmaya neden olur ve onun da sonucu cehennem ateşidir.”[216]

İmam Rıza (a.s) da Müslüman bir kişinin itikat ve amelleri hakkında yazmış olduğu kendi risalesinde, müstehap namazın cemaatle kılınamayacağını ve bu işin bid'at olduğunu vurgulamıştır.[217]

Teravih namazının Ehl-i Sünnet'te yaygın olduğu şekilde cemaatle kılınışının tarihini incelediğimizde, bu ameli, kişisel reye göre yapılan içtihadın meşru kıldığını ve bu bid'at-i hasene (güzel bid'at) diye adlandırdığını görmekteyiz. İsteyenler bu konuda dipnotta kaydettiğimiz kaynaklara müracaat edebilirler.[218]

148. İlke:

Bütün İslam fakihleri savaş ganimetlerinin, Kur'an-ı Kerim'de belirtilen belli başlı bir takım yerlerde harcanması gereken beşte biri dışında diğer kısmının mücahitler arasında bölüştürülmesi gerektiğine inanmaktadırlar; nitekim bu konuda şöyle buyuruluyor: “Bilin ki aldığınız ganimetlerin beşte biri, Allah'a, Elçisine ve -onun- akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve -yolda kalmış- yolculara aittir.” (Enfal, 41)

Şiâ fakihleriyle diğer fakihler arasındaki farkı şudur: Diğer fakihler “humusu” sadece savaş ganimetleriyle sınırlandırmakta, bunun dışında “humusun” farz oluşunu kabul etmemekte ve buna delil olarak ayetin savaş ganimetleri hakkında nazil olduğunu göstermektedirler.

Fakat bu görüş iki açıdan doğru değildir:

A- Arapça'da insanın elde ettiği, kazandığı her şeye ganimet denir ve bu savaş ganimetine has bir şey değildir; nitekim İbn-i Menzur'da bu konuda şöyle diyor: “Ganimet, bir şeyi zorluğa girmeden elde etmektir.”[219]

Ayrıca, Kur'an-ı Kerim’de de bu, cennet nimetleri olarak kullanılmıştır: “Allah'ın yanında çok ganimetler var.” (Nisâ, 94)

Esasen “ganimet”, “garamet” kelimesinin karşısında yer almıştır; insan bir şeyden yararlanmadan bir meblağ ödemeye mahkum edilirse buna “garamet” denir; bir yarar sağladığında ise ona “ganimet” denir.

Dolayısıyla, ayetin savaş gânimetlerine has kılınması için herhangi bir neden yoktur ve ayetin “Bedir” savaşı hakkında nazil olmuş olması, onun savaş gânimetlerine has olduğunu göstermez; gelirlerin humsunu=beşte birini verme kanunu, genel bir kanundur ve ayetin “Bedir” savaşı gânimetleri hakkında nazil olmuş olması bu genel kanunu savaş ganimetlerine tahsis etmez.

B- Bazı rivayetlerde, Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in her gelirin beşte birini (humsunu) vermeyi farz kıldığı geçer. Abdulkays kabilesinden bir grup Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in huzuruna gelerek, “Müşrikler sizinle aramızda engel teşkil etmektedir ve biz sadece -emniyetin hakim olduğu- haram aylarda sizin huzurunuza gelebiliriz; uyarak cennete gireceğimiz ve diğerlerini de davet edeceğimiz öğütlerde bulun” demeleri üzerine Hz. Resulullah (s.a.a), “Size imanlı olmayı öğütlüyorum” buyurdu ve sonra imanı şöyle açıkladı: “Allah'tan başka ilah olmadığına tanıklık edip namaz kılmak, zekat vermek ve kazançlarınızın beşte birini (humsunu) ödemenizdir.”[220]

 

Back Index Next