ADALET GÜNEŞİ İMAM MEHDİ (AF)

İTHAF

Bu kitabı Hz. Bakiyyetullah İmam-ı Zaman’a (a.s),

İslam İnkılabın’ın  Rehberi İmam Humeyni’ye (r.a),

İmam-ı Zaman’ın gerçek dost ve takipçilerine,

Ve İslam şehitlerinin ithaf ediyorum.

 
TAKDİM

Bismillahirrahmanirrahim

Dünyanın üzücü ve karmaşık hali sıcak-soğuk savaşlar, silahlanma yarışması ve korkunç buhranlar günümüzde insanların huzurunu bozmuş, ruhunu yıpratmıştır. Savaş silahlarının üretim ve çoğaltımı insan neslini yoklukla tehdit etmektedir. Büyük yağmacıların tuğyan ve başına buyrukluğu insanları, hayati  ihtiyaçlarından  bile mahrum bırakmıştır. Zayıf sınıfların günden güne artan mahrumiyeti, açlıktan ölen insanların feryadı fakirlik ve işsizliğin korkunç boyutlara varması, uyanık vicdanları  perişan etmiştir. Ahlakı değerlerin unutulması, dine karşı artan rağbetsizlik, ilahi kanunlardan yüzçevirmek, maddecilik,  sanayıleşmede  makul ölçülerı görmezlikten gelmek ve fuhuş ile şehvetperestliğin yaygınlığı dünyanın aydın ve vicdanı uyanık insanlarını tedirgin etmektedir.

Bu ve benzeri yüzlerce mesele, ileri görüşlü insanları şaşkınlığa düşürmüştür. İnsanlığın çöktüğünü ilan eden tehlike çanlarının sesi dünyanın her yanında duyulmaktadır. Nitekim kimi düşünürler de insanlığın geleceği hususunda kötümserliğe kapılarak bu sorunların halledilmesinin mümkün olmayacağını ileri sürerler. Bazıları da ileri giderek  beşeriyetin terakkisini bütünüyle görmezlikten gelip ilim ve sanatı eleştirmekteler; halbuki bunlar ilim ve sanatın olumsuz hiçbir etkisinin olmadığını, aksine, bu büyük nimetlerden suistifade eden ve onu doğru yoldan saptırıp fesada bulaştıranların bencil ve isyankâr insanlar olduğunu itiraf etmektedirler. (Bu muhtelif ideolji ve mekteplere bağlı olan düşünürlerin içinde bülunduğu bir çıkmazdır.)

Şiâ'ya Göre Dünyanın Geleceği

 Ehl-i Beyt mektebine bağlı olanlarise, asla ümitsizliğe kapılmamışlardır. Beşeriyetin akibeti hususunda iyimserdirler. Dünyada liyakat sahibi ve iyi insanların başarılı olacağına inanırlar; lakin, dünyanın ıslah ve idaresi için beşerî hüküm ve kanunların yeterli olmadığını kabul ederek şöyle derler: "Mühtelif ideolojiler ve insanoğlunun uydurduğu kandırıcı ekoller insanı, hiç bir zaman sefalet girdabından kurtaramaz ve insanlığın içinde bulunduğu tehlike ve buhranları ortadan kaldıramaz. Sadece vahiy kaynağından kaynaklanan İslam’ın güçlü ve kapsamlı kanunları beşerin saadetini temin edebilir."

Ehl-i Beyt mektebine bağlı olanlar, altın bir çağın beklentisi içindedirler. O zaman dünyanın idaresi her çeşit hata, yanlışlık, bencillik ve düşmanlıktan münezzeh olan masum bir İmamın elinde olacaktır. Genel olarak Ehl-i Beyt Şiası büyük bir ümit ve iyimserlik nimetine sahiptir. Bu karanlık çağda bile tevhid hükümetinin altın çağını zihinlerinde yaşatmakta ve böyle bir dönemı bekleyerek kendilerini böyle bir evrensel inkılâba hazırlamaktadırlar.

Kurtuluş Beklentisi Ve Geri Kalmışlığın Sebebi

Şia'ya dil uzatmak için söz konusu edilen mevzulardan biri de bu mektebe inanların kurtuluş beklentisi içinde olmaları ve Mehdi’ye (a.s) inanmalardır. Bazıları "Şia'nin geri kalmışlığının sebeplerinden biri gaybî bir kurtarıcıya  iman etmeleridir. Bu inanç şiileri pasıfleştirerek, sosyal girişimlerden alıkoymuştur.  Çünkü onlar sosyal işlerin ıslahını Mehdi’den bekliyorlar." diye şia'yı eliştiriyorlar.

Bu kısa inceleme de müslümanların ve Şia'nın geri kalmışlığının sebeplerini araştırmaya fırsatımız yoktur ama özet olarak şöyle diyebiliriz: Müslümanların gerikalmışlığının sebebi, İslamî inanç ve hükümler değildir elbette. İslam alemini sefalete düşüren şey, dış etkenlerdir. Kesin olarak diyebiliriz ki semâvî dinlerden hiçbirisi İslâm kadar sosyal ilerlemeyi ve insanlığın terakki ve azametini üstelememiştir. İslâm fesat ve zulümle savaşmayı ve kötülükten alıkoymayı, müslümanların kesin vazifelerinden biri olarak kabul etmiş ve sosyal ıslahatı, adaletseverliği ve iyiliği emretmeyi dinî farzların başında saymıştır. İyiliği emretme ve kötülükten sakındırmaya o kadar önem vermiştir ki bu iş için bir grubu hazırlamayı ve techiz etmeyi tüm müslümanlara farz kılmıştır.

Allah-u Teala Al-i İmran suresinin 104. ayetinde şöyle buyurmaktadır: "Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun, kurtuluşa erenler işte bunlardır."

Kur’ân-ı Kerim bu büyük görevi müslümanların üstünlük ölçüşü olarak kabul etmekte ve Al-i İmran suresinin 110. ayetinde şöyle buyurmaktadır: "Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah’a iman edersiniz."

İslâm Peygamber’i (s.a.a) de müslümanların işlerinin ıslahı için çalışmayı, İslâm’ın rükünlerinden biri saymış ve şöyle buyurmuştur: "Herkim İslâm dünyasının sosyal işlerinde ilgisiz olur, önemsemez ve çalışmazsa müslüman değildir."

Kur’an-ı Kerim müslümanlara, düşman karşısında donanmış ve hazırlıklı olmayı emrederek Enfâl suresinin 60. ayetinde şöyle buyurmaktadır: "Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın."

Bu çeşit ayet ve yüzlerce hadise rağmen İslâm’ın müslümanlara, dünyadaki bunca tekniksel ve ilmî gelişmeleri görmezlikten gelmeleri, İslâm dünyasını tehdit eden tehlikeleri küçümsemeleri, İslâm ve müslümanlara seyirci kalarak sırf vadedilmiş Mehdi’yi beklemeleri için izin verdiği söylenilebilir mi? Müslümanlar, İslâm dünyasına vurulan darbeler karşısında susup "Allah’ım, Mehdi’nin zuhurunu yakın kıl!" diyerek sırf duayla ağır sorumluluklarından kaçabilirler mi? Biz bu kitapta kurtuluşu beklemenin bu kitapta sosyal soanların üstesinden gelmek toplumda ve adaletı yaygınlaştırmak için itici bir güç olarak çok olumlu bir olduğunu açıkladık; biri kalplerinde ümit ışığı sönenler asla başarı ve saadet çaba göstermezler, oysa başarı beklentisi içinde olanlarsa ellerinden geldiğince çalışır, hedefe ulaşmak için tüm yolları deneyerek malum bir doğrultusunda kendilerini hazırlarlar.

Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "Al-i Muhammed’in hükümeti kesinlikle kurulacaktır. O halde Kâim’imizin (Mehdi’nin) ashab ve dostlarından olmak isteyenler dikkatli olmalı, sakınmalı, iyi ahlak ile ahlaklanmalı ve Al-i Muhammed’in Kâim’inden kurtuluş beklemelidir. Kâim’imizin zuhuru için böyle bir hazırlık gören ve beklenti içinde olan ama tevfik elde edemeyen ve Onun zuhurundan önce ölen kimseler Onun dostlarının sevabına nâil olacaklardır." İmam (a.s) daha sonra şöyle buyuruyor: "Ciddi bir şekilde çalışınız. Başarı ve kurtuluş hususunda ümitli olunuz. Ey Allah’ın teveccüh ettiği kimseler! Başarı ve zafer sizlere kutlu olsun!"[1]

İslam, müslümanların savaş mucadele ve fedakarlığa  hazırlık olması meselesine o kadar önem vermiştir ki İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "Bir tek ok saklamakla olsa da Mehdi’nin (a.s) zuhuru için hazırlanın".[2]
 

Allah Tealâ dünyanın karışık durumunu, müslümanlar vasıtasıyla ıslah etmeyi, zulüm sistemini ortadan kaldırmayı, küfür ve maddeciliği yoketmeyi ve mukaddes İslam dinini yaymayı irade etmiştir. Şüphe yok ki böyle büyük ve evrensel bir inkılâp, salahiyyet ve liyakâtı gerektirmekte olup, ön hazırlık görülmeksizin gerçekleşmeyecektir.

Kur’an-ı Kerim de bu meseleyi tastik etmekte ve yeryüzünde bu kudreti elde etmek için ön şartların varlığını gerekli bilmektedir. Allah Tealâ Enbiyâ suresinin 105. ayetinde şöyle buyurmaktadır: "Andolsun biz Zikir’den (Tevrat), sonra Zebur’da da "Hiç şüphesiz yer yüzüne salih kullarım varisçi olacaktır" diye yazdık." Bütün bu zikredilenler ışığında büyük inkılâbın öncüleri olan msülümanların bu hususta hazırlıklı olmaları bağlamında hiçbir sorumluluklarının olmadığı söylenebilir mi? Bunun mantıktan uzak olduğu apaçık ortadadır.

Müslümanlara Bir Mesaj

Ey müslümanlar! Gaflet dönemi sona ermiştir! Gaflet uykusundan uyanınız! İhtilaflardan kaçınınız! Hep birlikte güçlü tevhid bayrağı altında toplanınız! Doğu ve Batıya teslim olmayınız! Heryerde medeniyet kervanının öncüsü siz olunuz! Azamet, istiklâl ve medeniyetinizi güçlü İslâm temelleri üzerine bina ediniz! Kur’ân-ı Kerim’in ruhundan ilham alınız! İslâm’ın izzetli yolunda yürüyünüz! Batıdan islam beldelerine sızan tehlikeli ekol ve fikirleri kurutmağa çalınız! Beşeri medeniyet kafilesine, siz kendi şahsiyet, yücelik ve hürriyetinizi elde etmeye çalışınız! Cehalet, dogmatizm ve hurafelerle savaşınız, sömürgecilerin ümitsizliğe kapılması ve sizlerden kaçması için gençlerinizi İslâmî gerçeklerle tanıştırınız!

Ey aziz Müslümanlar! İzzet, büyüklük ve iktidar, liyakatli ve salahiyetli insanlara özgüdür. Sizler liyakatinizi ispatlayınız! Kur’an’dan ahlâkî, iktisadî ve sosyal ilimlerinin değerli kaynaklarını çıkarınız. İslam’ın güçlü ve kurtarıcı programlarını tüm dünyaya takdim ediniz. Onlara İslam’ın inziva dini olmadığını amelen gösteriniz! İslâm beşerin ilerleme ve saadeti için gelmiştir. Sizler dünyanın hayır severlerini ümitvar ediniz! Onları bu mukaddes savaşa çağırınız! İnsanlık dünyasının hayırseverlik ve medeniyet kafilesine öncülük ediniz.

Ey yiğit İslâm gençleri! Sizler bu mukaddes savaş daha büyük bir pay ve sorumluluk taşıyorsunuz! Bu yüzden, ziyadesiyle çalışmak, İslam’ın azameti, müslümanların ilerlemesi ve İmam-ı Zaman’ın mukaddes hedeflerinin tahakkuku için ciddiyet göstermek zorundasınız! Sizler dünyayı adaletle dolduracak olan Mehdi’nin (a.s) yâr ve ashabından olmalısınız! Nitekim Emir-el Müminin Ali

 (a.s) şöyle buyurmuştur: "Vâ’dedilmiş Mehdi’nin yâr ve ashabının tümü gençlerdir. Onlar arasında yaşlılar çok az bulunur."[3]  



Tevfik sadece Allah’tandır.

İbrahim  Emini

Kum İlmiye Havzesi

1967

MEHDİ İNANCININ TARİHİ

Mehdi inancı ne zaman ve nasıl ortaya çıktı? Rasulullah zamanında da Mehdi’den söz ediliyor muydu? Yoksa Resulullah’ın vefatından sonra mı müslümanlar arasına bu inanç girdi? Bazı şüpheciler diyor ki bu inanç İslam’ın ilk zuhurunda yoktu; birinci yüzyılın ikinci yarısında müslümanlar arasında ortaya çıktı. Bazıları Muhammed b. Hanefiye’yi Mehdi olarak adlandırdılar. Onun vasıtasıyla İslam için parlak bir gelecek va’dettiler. Öldüğü zaman da "ölmemiştir "Radva" dağında yaşıyor ve bir gün dışarı çıkacaktır" dediler.
 

Gerçek şu ki Mehdi inancı müslümanlar arasında İslam’ın ilk zuhurundan beri yaygın idi. Resul-i Ekrem (s.a.a) bir defa değil defalarca Hz. Mehdi'nin geleceğinden haber vermiştir; Mehdi’nin (a.s) devleti, alametleri, eserleri, ismi ve künyesi hakkında açıklamalarda bulunmuştur. Resulullah’tan (s.a.a) bu hususta Şia ve Ehl-i sünnet kanalıyla nakledilen hadisler tevatür haddini bile aşmaktadır. Örnek olarak bu hadislerden bir kaçını burada zikrediyoruz:
 

Abdullah b. Mes’ud Peygamber’in (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Ehl-i Beyt’imden adı Mehdi olan birisi ümmetime hüküm etmedikçe dünyanın sonu gelmez."[4] 
 

Ebu’l Hicaf da Peygamber’in (s.a.a) üç defa şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Mehdi hususunda müjdeler olsun sizlere.

 Halkın dağıldığı ve zorlukların baş gösterdiği zaman Mehdi zuhur edecektir. Zulüm ve sitemle dolan yeryüzünü adaletle dolduracaktır. Onun yolundan gidenlerin kalbini ibadetle dolduracak ve adaleti herkesi kaplayacaktır."[5] 
 

Diğer bir hadisde de Peygamber'in (s.a.a) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Bizden olan hak uzere Kâim kıyam etmedikçe asla

 kıyamet kopmaz. Bu da Allah’ın izin verdiği bir zamanda olacaktır. Ona uyan kurtulur, ondan geri kalan ise helak olur. Ey Allah’ın

 kulları, Allah’tan korkun; Mehdi zuhur edince, herşeyi bırakıp mümkün olan her vesileyle ona doğru koşunuz. Zira o Allah’ın

 halifesi ve benim vasimdir."[6] 


Hakeza Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Evlatlarımdan olan Mehdi’yi inkar eden beni inkar etmiştir."[7] 
 

Ve yine Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Hüseyin’in evlatlarından olan birisi ümmetimin işlerini ele geçirmedikçe dünya

 sona ermez. O, zulüm ve sitem ile dolan yeryüzünü adaletle dolduracaktır."[8] 
 

PEYGAMBER’İN EHL-İ BEYT’İNDEN OLAN MEHDİ

Bu konuda hadisler oldukça fazladır. Bütün bunlardan da  Mehdi inancının Resulullah'ın (s.a.a) döneminde de   kesin bir konu olarak telakki edilildiği anlaşılmaktadır. Müslümanlar Hz. Mehdi konusunu Pegamber'den defalarca duydukları için artık duyarken yadıgamıyorlardı Bazı hadisler de Peygamber (s.a.a) Hz. Mehdi'nin nişanelerinden bile haber vermiş ve şöyle buyurmuştu:

"Mehdi ve va’dedilen Kâim, benim Ehl-i Beyt’imdendir."
 

Hz. Ali (a.s) şöyle buyurur: "Resulullah’a şöyle dedim: "Acaba va’dedilen Mehdi bizden midir, yoksa başkasından mı?" Resulullah

 şöyle buyurdu: "Bizden olacaktır. Allah Tealâ bu dini Mehdi vasıtasıyla sona erdirecektir. Nitekim bu dinin ortaya çıkışı da bizimle

 oldu. Bizim vasıtamızla şirkten kurtuldukları gibi bizimle de fitnelerden kurtulacaklardır. Allah Tealâ bizim bereketimizle şirk ve

 putperestlik döneminin düşmanlıklarından sonra, kalplerini birleştirip onları dinde kardeş kıldığı gibi, fitne döneminin

 düşmanlıklarını da kalplerinden silecektir."[9] 
 

Ebu Said-i Hudri de Peygamber’in (s.a.a) minber üzerinde şöyle buyurduğunu nakleder: "Ehl-i Beyt’imden olan va’dedilmiş Mehdi

 âhir zamanda zuhur edecektir. Gök ona yağmurunu yağdıracak ve yer ona bitkilerini bitirecektir. İnsanlar yeryüzünü zulümle

 doldurduktan sonra o yeryüzünü adaletle dolduracaktır."[10] 
 

Ümm-ü Seleme (r.a) ise Peygamber’den (s.a.a) şöyle nekletmiştir: "Mehdi benim Ehl-i Beyt’imden ve Fatıma’nın (s.a)

evlatlarındandır."[11] 
 

Hakeza Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Kâim, (kıyam edecek olan Mehdi) benim evlatlarımdandır. Adı; benim adım,

 künyesi; benim künyem, huyu; benim huyum ve davranışları da benim davranışlarım olacaktır. İnsanları benim dinime çağıracak,

Allah’ın kitabına davet edecektir. Ona itaat eden, bana itaat eder. Ona isyan eden bana isyan eder. Gaybetinde onu inkar eden beni


inkar etmiştir. Onu tekzib eden beni tekzib etmiştir. Onu tasdik eden, beni tasdik etmiştir. Onu tekzib edenleri, onun hakkındaki

 sözlerimi inkar edenleri ve ümmetimi sapıtanları Allah nezdinde şikayet edeceğim. Zalimler yakında işlerinin sonucunu

göreceklerdir."[12]
 

Ebu Eyyub-i Ensari ise Resulullah’ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu naklediyor: "Ben peygamberlerin efendisi ve büyüğüyüm. Ali de

 vasilerin efendisidir (Hasan ve Hüseyin). İki torunum evlatların en iyisidir. Masum imamlar bizden ve Hüseyin’in neslindendir. Bu

 ümmetin Mehdi’si de bizdendir."

 

Peygamber'ın (s.a.a) huzurun da olan bedevilerden biri kalkarak şöyle dedi: "Ya Resulallah, sizden sonraki imamlar kaç kişidir?"

 Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:

"Esbat (Ya’kub’un evlatları), İsa’nın havarileri ve Beni İsrail’in nakibleri sayısınca olacaklardır."[13]  (Yani oniki kişidirler.)

 

Hüzeyfe Resulullah’tan (s.a.a) şöyle nakleder: "Benden sonraki imamlar Beni İsrail’in nakibleri sayısıncadır. Bunların dokuzu

 Hüseyin’in soyundan gelecektir. Bu ümmetin Mehdi’si de bizdendir. Bilin ki, onlar hak ile ve hak da onlar iledir. Benden sonra onlara nasıl davranacağınızı dikkat ediniz."[14] 

 

Said b. Musayyib, Osman ve Ömer’den şöyle rivayet eder: "Biz Resulullah’ın şöyle buyurduğunu duyduk:



"Benden sonraki imamlar oniki kişidir. Bunların dokuzu Hüseyin’dendir. Bu ümmetin Mehdi’si de bizdendir. Benden sonra onlara

 sarılan, şüphesiz ki Allah’ın kopmaz ipine sarılmıştır. Onları terkeden ise Allah’ı terketmiş sayılır."[15]

 

Bu hususta daha birçok hadis mevcuttur. Daha fazla inceleme yapmak isteyenler ilgili hadis kitaplarına müracaat edebilirler.

 EHL-İ SÜNNET KİTAPLARINDA MEHDİ İLE İLGİLİ HADİSLER

Biri kakişta ben bir sünni olarak "şia'ya ait hadis kaynaklarında yeralan bu mevzuyla ilgili hadislerde tereddüt ediyorum" diye bilir ve bu hadislerin Şia'ya özgü aldığunu ve Ehl-i Sünnet'in müteber kaynaklarında yer almadığını söyleyebilir..[16]
 

Böyle düşünen bir kardeşimize cevabımız ise şöylerdir: "Gerçi Ümeyye oğullarıyla Abbasiler döneminin zor şartları, o dönemin siyasetçilerinin baskısı ve şiddetli mezheb taassubları velayet, imamet ve Ehli Beyt hakkındaki hadislerin müzakere edilmesine ve kitaplarda yazılmasına izin vermiyordu. Ama yine de Ehl-i Sünnetin hadis kitaplarını Mehdi ile ilgili  hadislerle doludur. Örneğin:

Abdullah, Peygamber’in (s.a.a) şöyle buyurduğunu naklediyor: "Ehl-i Beyt’imden adı da benim adım olan birisi araplara hükümet

 etmedikçe dünya son bulmaz."[17]

 

Tirmizi kendi Sahihinde bu hadisi nakletmiş ve "Bu hadis sahihtir" demiştir. Sonra Mehdi hakkında Hz. Ali (a.s), Ebu Said, Ümm-ü

 Seleme ve Ebu Hüreyre den de bir takım hadisler nakledildiğini keydetmiştir.[18]



Hz. Ali b. Ebi Talib (a.s) Peygamber’in (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Eğer (dünyanın sonuna) bir gün kalsa bile

 zulümle dolan dünyayı adaletle doldurması için benim Ehl-i Beyt’imden olan birisi mutlaka gönderilecektir."[19] 

 

Ümm-ü Seleme de Peygamber’den (s.a.a) şu hadisi duyduğunu nakleder: "Va’dedilmiş Mehdi benim Ehl-i Beyt’imden ve Fatıma’nın

 (a.s) evlatlarındandır."[20]

 

Ebu Said duyduğunu Peygamber’den (s.a.a) şöyle işittiğini nakleder: "Bizim Mehdi’miz çıkık alınlı ve ince burunludur. Zulümle

 dolduktan sonra yeryüzünü adalet ile dolduracaktır. O, yeryüzünde tam yedi yıl hükümet edecektir."[21]

 

Hz. Ali (a.s) da Peygamber’in (s.a.a) şöyle buyurduğunu naklediyor: "Va’dedilmiş Mehdi benim Ehl-i Beyt’imdendir. Allah-u Tealâ

 onun için gerekli şartları bir gecede hazırlar."[22] 

 

Ebu Said ise Peygamber’in (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakleder: "Yeryüzü zulümle dolacaktır. Daha sonra Ehl-i Beyt’imden olan

 birisi zuhur edecek yedi veya dokuz yıl hüküm sürecek  ve yeryüzünü adaletle dolduracaktır."[23] 

 

Ebu Said Peygamber’in (s.a.a) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "Ahir zamanda sultan(ları) tarafından ümmetime şiddetli bir bela gelecektir. Öyle bir bela ki ondan daha şiddetlisi duyulmamıştır. Öyle ki geniş yeryüzü onlara daralacak ve zulümle dolacaktır. Müminler bu zulümden kurtulmak için bir sığınak ve bir kurtarıcı bulamamacaklar. Daha sonra Allah-u Teala Ehl-i Beyt’imden birini zulümle dolan yeryüzünü adaletle doldurması için gönderecektir. Gökyüzü ve yeryüzünün sakinleri ondan razı olacaklar. Yeryüzü bütün bitkilerini onlara yeşertecek ve gökyüzü sürekli onlara yağmur yağdıracaktır, yedi veya dokuz yıl halk arasında yaşayacaktır

 ve Allah-u Teala’nın yeryüzüne indirdiği bunca hayır sebebiyle ölüler yeniden yaşamayı arzulayacaklardır."[24]

 

Böyle hadisler Ehl-i Sünnet kitaplarında da oldukça çoktur. Ama bu bir kaç hadis iddiamızın ispatı için yeterli olduğunu sanıyorum.

BİR YAZARlN İTİRAZl

Mısırda basılmış olan El-Mehdiyye Fil-İslam adlı bir kitabın yazarı şöyle diyor: "Muhammed b. İsmail Buhari ve Müslim b. Haccac Nişaburi, Mehdi ile ilgili hadisleri mu’teber sihahtan sayılan ve rivayetleri dikkat ve ihtiyat ile yazılmış olan kitaplarında nakletmemişlerdir. O hadisler Sünen-i Ebi Davud, İbn-i Mace, Tirmizi, Nesai, ve Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i gibi nakillerinde dikkat edilmemiş olan kitaplarda mevcuttur. Hadis alimleri ve bu cümleden İbn-i Haldun o hadisleri zayıf saymış ve reddetmiştir."[25]

İBN-İ HALDUN VE MEHDİ İLE İLGİLİ HADİSLER

Konunun açıklığa kavuşması için İbn-i Haldun’un sözlerini kısaca nakletmek istiyorum. Haldun, Mukaddime adlı kitabında şöyle yazmıştır: "Bütün müslümanlar arasında meşhur olduğu üzere ahir zamanda Peygamber’in Ehl-i Beyt’inden olan birisi zuhur edecek, dini güçlendirecek, adaleti yayacak ve tüm İslam ülkelerine hakim olacaktır." Bunların kaynak ve dayanağı ise Tirmizi, Ebu Davud, İbn-i Mace, Hakim, Taberani ve Musullu Ebu Ya’la gibi bilginlerin kitaplarında yer alan bir takım hadislerdir. Ama Mehdi’yi inkâr edenler bu hadisleri muhkem saymazlar. O halde biz Fatıma’nın soyundan olan Mehdi ile ilgili hadisleri ve inkâr edenlerin itirazını zikretmeliyiz ki hakikat açıklığa kavuşsun. Ama önceden şunu bildirmek gerekir ki o hadislerin ravilerinin adil ve güvenilir olmadıklarını söyleyenler olsa ve öte yandan onların adil ve güvenilir olduğunu söyleyenler de bulunsa o hadisler itibardan düşer. Zira adil ve güvenilir olmadığı iddiası, adil ve güvenilir olduğu iddiasından daha önceliklidir. Bazıları bizlere "Bu sakınca Sahih-i Müslim ve Buhari hadislerinin ravileri için de sözkonusudur. Zira onların adil ve güvenilir olmadıklarını söyleyenler de vardır." derse biz şöyle cevab veririz: "Bu iki kitaptaki hadislerle amel etmek alimlerin, üzerinde icma ve ittifak ettikleri bir şeydir. Bu makbuliyet ve ittifak onların zayıflığını telafi etmektedir. Lâkin diğer kitaplar o iki kitabın derece ve mesabesinde değildir."[26]

 

İbn-i Haldun’un sözlerinin özeti buydu. Daha sonra da o hadislerin ravilerinden bazısını ele almış ve haklarındaki "cerh" ve "ta'dil"leriyle ilgili iddiaları nakletmiştir.

 

HADİSLERİN MÜTEVATİR OLMASl

Biz cevab olarak şöyle diyoruz: "Ehl-i Sünnet alimlerinden çoğu Mehdi ile ilgili hadisleri mütevatir olarak kabul etmişlerdir. Veya en azından mütevatir oluşunu tenkit konusu yapmadan başkalarından nakletmişlerdir. Örneğin İbn-i Hacer-i Haysemi "Es-Sevaik-ül Muhrika" kitabında, Şeblenci "Nur-ül Ebsar" kitabında, İbn-i Sabbağ "El-Fusul-ül Muhimme", Muhammed Es-Sabban "İs’af-ür Rağibin, Genci-i Şafiî El-Beyan kitabında, Şeyh Mansur Ali "Ğayet-ul Me’mul" ’da, Suveydi "Sebaik-uz Zeheb" adlı kitapta Hz. Mehdi ile ilgi hadislerin mütevatir olduğunu yazmışlerdır. Tevatür ise bazı hadislerde var olan senet zayıflığını telafi etmektedir.

 

Askalani şöyle yazar: "Mütevatir haberler yakin ifade eder; binaenaleyh onlarla amel etmek için tartışmaya gerek yoktur."[27]



Şafii müftüsu ve şeyh-ül islam Seyyid Ahmed şöyle diyor: "Mehdi hakkındaki hadisler sayı yönünden çok ve mütevatir hadislerdir. Bu hadislerden bazısı sahih, bazısı hasen ve bazısı da zayıftır. Bu hadislerden dir çoğu senet yönünden zayıftır; ama sayı yönünden çok olması ve ravi ve kaydedenlerinin fazla oluşu o hadislerin birbirini güçlendirmesine ve neticede yakın ifade etmesine

 yetmektedir."[28] 

 

Velhasıl Resulullah’ın (s.a.a) ashabından olan çok sayıda kişi Hz. Mehdi (s.a) ile ilgili hadisleri rivayet etmişlerdir. Örneğin Abdurrahman b. Avf, Ebu Said El-Hudri, Kays b. Cabir, İbn-i Abbas, Cabir, İbn-i Mes’ud, Ali b. Ebi Talib (a.s), Ebu Hüreyre, Sevban, Selman-i Farisi, Ebu Emame, Hüzeyfe, Enes b. Malik Ümm-ü Seleme …

Bu hadisleri Ehl-i Sünnet muhaddis ve alimleri kendi kitablarında yazmışlardır. Örneğin: Ebu Davud, Ahmed, Tirmizi, İbn-i Mace, Hakim, Nesai, Taberani, Ravyani, Ebu Nuaym-i İsfahanî, Deylemi, Beyhaki, Sa’lebi, Hameveyni, Menavi, İbn-i Meğazili, İbn-i Cevzi, Muhammed-us Sabban, Maverdi, Genci-i Şafii, Sem’âni, Harezmi, Şa’rani, Darakutni, İbn-i Sebbağ-i Maliki, Şeblenci, Muhibbuddin Taberi, İbn-i Hacer-i Haysemi, Şeyh Mansur Ali Nasıf, Muhammed b. Talha, Celaluddin Siyuti, Şeyh Süleyman-i Hanefi, Kurtubi, Bağavi vb…

HER YERDE TAZ’İF ÖNCELİK TAŞIMAZ

Hakkında cerh ve taz'if (ravinin güvenilir olmadığı  iddiası) olan İbn-i Haldun’un da zikrettiği ravilerin bir çoğunun tevsiki (güvenilir olduğu iddiası) de vardır. Nitekim İbn-i Haldun da bunlardan bazısını zikretmiştir. Her yerde ve mutlak cerh'in ta’dil ve tevsike nisbeten mukaddem ve öncelikli olduğu söylemek de doğru değildir. Zira belli bir sıfat taz’if ve cerh edenler nezdinde zaaf sebebi sayılsa bile başkaları nezdinde zaaf sebebi olarak kabul görmeyebilir. O halde sadece cerh eden kimsenin, cerh sebebini beyan ettiği taktirde sözüne itina gösterilir.

Askalani "Lisan-ul Mizan" kitabının önsözünde şöyle yazar: "Sadece sebebi sabit ve tayin edildiği taktirde taz’if, ta’dil ve tevsike mukaddemdir. Aksi taktirde cerh edenin sözüne itibar edilmez."

Ebu Bekir Ahmed b. Ali b. Sabit-i Bağdadi şöyle demiştir: "Ravileri hakkında bir takım ta’n ve taz’iflerin vaki olduğu bazı hadislere Buhari, Müslim ve Ebu Davud temessük ve ihticac etmişlerdir. Bu da gösteriyor ki; onların nezdinde bu ta’n ve taz’ifin

 sebebi malum olmadığı için bunlara itina göstermemişlerdir."[29] 

 

Hatib ise şöyle yazıyor: "Ta’dil ve taz’if eşit olurlarsa, taz’if mukaddem ve önceliklidir. Ama eğer taz’if, ta’dilden daha az olursa bu hususta görüşler farklıdır. En iyi söz şudur ki tafsile kail olup şöyle diyelim: Eğer taz’ifin sebebi zikredilmiş ve bize göre de yeterli

 sebebler ise o zaman taz'if mukaddemdir. Ama eğer sebebi zikredilmemişse ta’dil mukaddemdir."[30] 

 

Velhasıl mutlak ve küllî olarak "Taz’if her yerde ta’dile öncelik taşır." demek doğru değildir. Eğer tüm taz’iflere itina edecek olursak elimizde şüphe götürmez çok az hadis kalır. Bu hususta hak sınırını aşamamak açıklığa kavuşması için daha dikkatli olmak gerekir.

Şİİ OLMAK ZAAF SEBEBİ OLABİLİR Mİ?

Zaaf sebeblerinden birinin de "şii olmak" olduğunu söyleyenler oluyor. Örneğin İbn-i Haldun Mehdi ile ilgili hadislerin ravilerinden biri olan Kutn b. Halife’yi sırf şii olduğu hasebiyle reddetmiş ve hakkında şöyle yazmıştır:

"Acelî, "hadis açısından Kutn’un iyi olduğunu ama biraz Şia’ya temayülü bulunduğunu" söylüyor.

Ahmed b. Abdullah b. Yunus ise şöyle diyor: "Kutn ile karşılaşıyordum ama onu bir köpek gibi terkediyordum." Ebu Bekr b. Ayyaş ise şöyle diyor: Kutn b. Halife’nin hadislerini sırf şii olduğu için terkettim. Ama Ahmed, Yahya b. Kuttan, İbn-i Muin, Nesai ve

 diğerleri onu güvenilir bulmuş ve tevsik etmişlerdir."[31] 

 

Hakeza İbn-i Haldun bu hadis ricallerinden biri olan Harun hakkında da şöyle yazmaktadır: "Harun, şiilerin çocuklarındandır."[32] 

 

Bazıları o hadislerin ricallerinden biri olan Yezid b. Ebi Ziyad’ı icmalen taz’if etmişlerdir. Ama bazıları taz’ifin sebebini de beyan etmişlerdir. Muhammed b. Fuzeyl, şöyle diyor: "Yezid b. Ebi Ziyad şia’nin önde gelenlerinden idi." İbn-i Adiyy ise şöyle der: "Yezid

 b. Ebi Ziyad Kufe’nin Şiilerindendi."[33] 

 

İbn-i Haldun Ammar-ı Zehebi hakkında şöyle yazar: Gerçi Ahmed, İbn-i Muin, Ebu Hatem, Nesai ve diğerleri Ammar’ı güvenilir

 olarak kabul etmişlerdir. Ama Bişr b. Mervan ona şiilik nisbetini vermekle şah damarını kesmiştir."[34] 

 

İbn-i Haldun, Abdurrazzak b. Hemmam hakkında şöyle der: Ehl-i Beyt’in faziletleri hakkında bazı hadisler nakletmiştir ve şii

 olduğu meşhurdur."[35] 
 

İNANÇ AYRlLlĞl

Bazen ravi için taz’if sebebi olarak görüş ve inanç ayrılığı öne sürülüyor. Bu sebeple güvenilir ve doğru konuşan insanlara iftira ediliyor ve naklettiği rivayetler reddediliyordu. Örneğin o zamanlar çok hassas olan konulardan biri Kur’ân’ın mahluk olup olmadığı mevzusu idi. Bazıları Kur’ân’ın mahluk olmadığını ve kadim; bazıları ise Kur’ân’ın mahluk ve hadis olduğunu söylüyorlardı. Bu iki grup arasında tartışmalar, sürtüşmeler ve hatta tekfirler vuku buldu. Ravilerden çoğu Kur’ân’ın mahluk olduğuna inanıyordu. Veya en azından bu hususta şüpheleri vardı. Bu yüzden bunları taz’if ve hatta tekfir ettiler.

"Ezva-un Ala-s Sünnet-il Muhammediye" kitabının yazarı diyor: Alimler Ebu Lehia gibi bazı ravileri tekfir ettiler. Bunların tek suçu Kur’ân’ın yaratılmış olduğuna inanmalarıydı. Bundan da öte, rivayet edildiği üzere Muhasibi babasının mirasını reddederek şöyle demişti: İki ayrı dinden olanlar birbirine varis olamayacakları için ben de babamın, mirasını istemiyorum." Bu zatın babası Vakıfi yani

 Kur’ân’ın mahluk olup olmadığı mevzuunda hiçbir görüş belirtemeyenlerdendi.[36] 

 

Bu tür mezhebî bağnazlık ve körkörüne taasub bazılarının güvenilir olma ve sadakatinin tümüyle görmezlikten gelinmesine sebeb oluyor; onun naklettiği rivayet ve hadisler tümüyle reddediliyordu. Öte yandan bu bağnazlık bazı insanların cinayet ve kötülüklerinin tümüyle unutulmasına ve dolayısıyla da tevsik ve ta’dil edilmelerine sebeb oluyordu. Örneğin Aceli, Ömer b. Sa’d hakkında şöyle diyor: "Ömer b. Sa’d tabiinden güvenilir bir insan ve de kendisinden rivayet edilen bir ravidir."

Halbuki Ömer b. Sa’d, cennet ehlinin efendisi ve Resulullah’ın (s.a.a) ciğerparesi olan Hz. Hüseyin’i (a.s) öldüren bir

 cinayetkârdan başkası değildir.[37]

 

Keza Muaviye tarafından binlerce günahsız insanı öldürmekle görevlendirilen ve Hz. Peygamber’in (s.a.a) halifesi Ali b. Ebi

 Talib’e (a.s) açıkça söven Busr b. Artat’ı da mazur görmekte ve müctehid saymaktadırlar."[38]

 

Yahya b. Muin, Utbe b. Said hakkında şöyle der: "O güvenilir bir insandır. Nesai, Ebu Davud, ve Darekutni de onu tevsik etmişlerdir." Halbuki Utbe b. Said, bilindiği üzere, Haccac b. Yusuf’un yakın dostlarından idi.

Buhari de Mervan b. Hakem’in hadislerini kitaplarında yazmış ve onlara itimad etmiştir. Halbuki Cemel savaşının gerçek

 müsebbibi Mervan idi. Talha’yı Ali ile savaşmaya teşvik ve tahrik ediyordu. Savaş esnasında da Talha’yı bu adam öldürmüştür!"[39]

 

Bu örneklerden raviler hakkında görüş belirtenlerin, hüküm verme tarzı ve sevgi, nefret, dostluk ve düşmanlığın nerelere kadar vardığı belli oluyor.

"Ezva" kitabının yazarı şöyle diyor: Bu alimlerin yaptıklarına dikkatlice bir bakın Hz. Ali’nin (a.s) öldürülmesine razı olan, Talha’yı öldüren ve Hz. Hüseyin’i (a.s) şehid edenlerin elebaşı olan kimseleri nasıl da güvenilir kabul ettiklerini ve buna karşılık Buhari ve Müslim gibi kimselerin ümmetin alim ve hafızları olan Hammad b. Müslime’yle yine alim ve zahid olan Mekhul’un hadislerini nasıl

 da reddettiğini görünüz.[40] 

 

Velhasıl eğer birisi Ehl-i Beyt ve Ali b. Ebi Talib’in (a.s) faziletlerini nakleder veya Şia akaidine uyan bazı hadisler rivayet ederse Hülefa mektebine bağlı bazı dimseler bunu büyük bir suç sayar ve sözkonusu müslümanların naklettiği hadislerin sıhhatinden şüphelendiklerini söyler ya da resmen reddederlerdi ! Hele bir de mezkur müslüman şahısın şii olması kesinlik kazanmışsa; işte o zaman anlaşılması güç bir düşmanlık ve garazla, onun naklettiği hadisleri kesinlikle tardederlerdi! Bazı meşhur kimselerin bu üzücü tavrı Cerir’in ifadelerinde açıkça bellidir: Cerir şöyle diyor: "Cabir-i Cu’fi ile karşılaştım ama ondan hiç bir hadis yazmadım. Zira

 ric’ate inanıyordu."[41]  

YERSİZ BAĞNAZLlK

Bağnazlık, kin, dogmacılık ve düşmanlık, araştırma ve inceleme ruhuyla asla bağdaşmaz. Hakikatleri anlamak ve araştırma yapmak isteyen kimse, her şeyden önce yersiz bağnazlık, şartlandırıcı sevgi ve düşmanlıklardan uzak olmalı, daha sonra da tam bir tarafsızlıkla inceleme ve araştırmaya koyulmalıdır. Şahıs, eğer hadis yoluyla ispat edilecek olan bir mev[cd1] zuyu araştırmak istiyorsa, önce o hadislerin ravilerinin güvenilir olup olmadığına bakmalı ve eğer güvenilir ise rivayetlerine itimad etmelidir. Bu kimselerin sünni veya şii olması, araştırıcının tavrını etkilememelidir. Güvenilir ve emin insanların rivayetlerini sırf şii olduğu iddiasıyla reddetmek, müslüman bir araştırmacıya yakışmayan ve insafa aykırı düşen bir davranıştır. Nitekim Ehl-i Sünnet’ten insaf sahibi kimseler de buna teveccüh etmişlerdir.

Askalani şöyle yazar: "Taz’if edenin sözünün iyice incelenmesi ve üzerinde durulması gereken yerlerden biri de taz’if eden ile taz’if edilen kimsenin arasında inanç ayrılığı, ve düşmanlığın olduğu durumlardır. Örneğin Ebu İshak-i Cevzecani, "Nasibi" (Ehl-i Beyt düşmanı ve onlara söven kimselerin) mezhebinden olduğu için şii mezhebinden olan Kufe ehlini taz’if eder ve haklarında kötü laflar kullanarak onların güvenilir olmadığını iddia eder. Hatta bu adam A’meş, Ebi Nuaym ve Abdullah b. Musa gibi tanınmış hadis ravilerine bile dil uzatmış ve onların güvenilir olmadığını söylemiştir. Kuşeyri şöyle yazar: "İnsanların düşmanlıkları tıpkı ateşten çukurlardır. O halde bu gibi hususlarda bir ravi hakkında tevsik varid olmuşsa taz’iften önceliklidir."[42]

Muhammed b. Osman-ı Zehebi, Eban b. Tağlib’in hal tercümesini yazdıktan açıkladıktan sonra şöyle der. "Eğer bizlere "Eban bid’at ehlidir, niçin onu tevsik ediyorsunuz?" diye soracak olurlarsa şöyle cevap veririz: "Bid’at iki çeşittir. Birincisi küçük bid’attır; şiilikte aşırı gitmek veya sadece şii olmak gibi. Elbette bu bid’at çeşidi tabiinde ve onlara tabi olanların çoğunda mevcuttu. Ama buna rağmen onlar din, takva ve doğruluk ehli idiler. Eğer böyle insanların hadisleri reddedilecek olursa Nebevi hadislerin çoğu elden gider ve bu da büyük bir zarara yol açar. İkinci kısım bid’at ise büyük bid’attır, tam rafiziliktir; rafizilikte aşırı gitmek gibi… Elbette ki bunların hadis ve sözleri bütünüyle reddedilmelidir.[43] 

Velhasıl araştırarak hakikatleri anlamak isteyen bir insan bu gibi bağnazlıklara elbette ki itina etmemeli, ravilerin taz’if ve tevsik sebeplerini bulmak için mutlaka konuyu araştırmalıdır.

SAHİH-İ MÜSLİM, BUHARİ VE HZ. MEHDİ (A.S) İLE İLGİLİ HADİSLER

Bu noktada demek gerekir ki Müslim ve Buhari’nin Sahih’inde bir hadisin olmaması o hadisin zayıflığının delili değildir. Zira mezkur kitapların yazarları elbette ki tüm hadisleri yazmak niyetinde değillerdi.

Darekutni şöyle diyor: "Bazı hadisleri Müslim ve Buhari kendi kitaplarında yazmamışlardır. Halbuki bu yazmadıkları hadislerin senedi de tıpkı yazdıkları hadislerin senedi gibidir."

Beyhaki ise şöyle diyor: "Müslim ve Buhari tüm hadisleri toplamak niyetinde değillerdi. Bunun açık delili ise şudur ki Sahih-i Buhari’de yer alan hadislerden bazıları Sahih-i Müslim’de yer almamış ve Sahih-i Müslim’de yer alan bazı hadisler de Sahih-i Buhari’de yer almamıştır!"[44] 

Müslim sadece sahih olan hadisleri yazdığını iddia etmiştir. Halbuki Ebu Davud da aynı iddiada bulunmaktadır.

Ebu Bekir b. Dase şöyle der: "Ebu Davud’un şöyle dediğini duydum: Ben kitabımda tam dort bin sekiz yüz hadis yazdım ki hepsi de sahih veya sahihe benzer hadislerdir."

Ebu-s Sabah ise Ebu Davud’dan şöyle nakledildiğini yazar: "Ben Sünenimde dort bin sekiz yüz sahih veya sahihe benzer hadisi yazdım. Bazı hadisler zayıf ise de onların zayıflığını da zikrettim. O halde hakkında sustuğum her hadis mu’teber sayılmalıdır."

Hattabi şöyle diyor: "Sünen-i Ebi Davud, eşi yazılmamış değerli bir eserdir. Bütün müslümanlarca kabul edilmektedir. Bu kitap lrak, Mısır, Cezayir ve diğer beldelerdeki İslam alimlerince makbul görülmüştür."[45] 

Velhasıl Sahih-i Müslim ve Buhari’nin hadisleri de diğer kitaplardaki hadisler gibi ravileri incelenmeli, sahih veya zayıf oldukları araştırılmalıdır.

Ve yine demek gerekir ki doğruluk ve sıhhatini itiraf ettiğiniz Sahih-i Müslim ve Buhari’de de Hz. Mehdi (a.s) ile ilgili hadisler vardır. Gerçi bu hadislerde Mehdi lafzı yoktur, ama Mehdi hakkında olduğu kesindir. Örneğin: Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "İmamınız kendinizden olduğu halde İsa b. Meryem nazil olduğunda sizler yapacaksınız."[46]

Mezkur iki kitapta bu hadisin benzeri diğer bir takım hadisler de vardır.

GEREKLİ HATlRLATMA

Unutmamak gerekir ki İbn-i Haldun’un Mehdi ile ilgili hadisleri tümden red veya kabul ettiği söylenemez. Zira daha önce de belirttiğimiz üzere bu tanınmış araştırmacı, mezkür eserinde şöyle yazmıştır: Bütün müslümanlar arasında Hz. Peygamber’in (s.a.a) Ehl-i Beyt’inden birinin ahir zamanda kıyam edeceği ve alemi adaletle dolduracağı meselesi meşhurdur. Görüldüğü gibi İbn-i Haldun Mehdi inancının müslümanlar arasında meşhur olduğunu kabul etmektedir. Nitekim, ravileri tevsik veya taz’if ettikten sonra şöyle yazıyor:

"Mehdi ile ilgili hadislerin durumu işte budur. Onlardan çok azı dışında tümü şüpheli ve zayıftır."[47] 

Burada da hadisleri tümden reddetmemiş ve onlardan az bir bölümünün sıhhatini itiraf etmiştir.

Keza, Mehdi ile ilgili hadisler İbn-i Haldun’un mukaddemesinde tevsik veya taz’if edilen hadislerden ibaret değildir. Sünni ve şii kitaplarında mütevatir ve yakin ifade eden bir çok başka hadisler de vardır. Bu yüzden, denilebilirki eğer İbn-i Haldun da bu hadisleri görmüş olsaydı Mehdi inancının derin dini kökleri olan ve vahy kaynağından kaynaklanan bir inanç olduğunda bir zerre olsun şüphe etmezdi. O halde bazılarının İbn-i Haldun’un Mehdi ile ilgili hadisleri reddettiği veya çürüttüğü iddiası doğru değildir.

İBN-İ HALDUN’UN BİR BAŞKA İFADESİ

İbn-i Haldun bu bahsin sonunda şöyle diyor: "Daha önce de dediğim gibi bir hareket başlatmak, insanları etrafına toplamak, güç elde etmek ve hükümet kurmak isteyen bir insan bu hedefine ancak mutaassıp ve çok sayıda akraba ve yakınları olduğu taktirde ulaşabilir. Bu yakınları da onu ciddi bir şekilde savunan, hedefine ulaşma yolunda ona yardımcı olan ve kavmi bağnazlıkları sebebiyle ona taraftarlık eden kimseler olmalıdır. Aksi taktirde başarı ve zafer elde edemez. Mehdi inancı için de bu problem vardır. Zira Fatımiler, hatta Kureyş taifesi dağılmış ve kavmi tutuculuk ve bağnazlıkları da kalmamıştır. Kavmi tutuculuğun yerini başka tutuculuk ve bağnazlıklar almıştır. Evet Hz. Hasan ve Hüseyin’in bir grub evladı sadece Hicaz’da kalmıştır. Onların gücü ve nüfuzu yok değil; ama bedevidirler ve çeşitli bölgelere dağılmışlardır. Aralarında tam bir birlik ve dayanışma yoktur. Ama Mehdi mevzuunu kabul edecek olursak şöyle demek gerekir: Mehdi onların arasından zuhur edecek ve onlar da birleşip hedefe ulaşma ve kudret ve şevket elde etme yolunda ona yardımcı olacaktırlar. Vaadedilmiş Mehdi’yi böylelikle tasavvur edebiliriz, bunun dışında tasavvur edilemez.[48]

CEVAP

İbn-i Haldun’un bu sözüne cevaben şöyle diyoruz: "Evet gerçekten de, eğer birisi kıyam etmek, kudret elde etmek ve devlet kurmak istiyorsa sadece onu savunan, kendisine taraftarlık eden ve hedefine ulaşmasında ona yardımcı olan bir grup insanla zafere ulaşabilir. Vaadedilmiş Mehdi ve onun evrensel inkılabı hakkında da bu geçerlidir. Ama onun taraftarlarının sadece Ali (a.s)’ın soyundan olan seyyidler ile Kureyş kabilesinden olduğunu söylemek doğru değildir. Elbette ki devlet ve idarecilik eğer bir kavim veya  kabileye ait olursa onun taraftar ve hamileri de kavimî ve kabileni bağları taşıyanlarla sınırlı olacaktır. Nitekim beylik ve kabilecilik döneminde devletler böyle kuruluyordu. Genel olarak belli sınırlar dahilinde ve özel bir ünvanla kurulan bir hükümetin savunucuları da o sınırlar içinde olan ve o özel bağı taşıyan kimselerdir. Bunun belli bir kabile, yurt veya sınırlı bir hedef için kurulan bir devlet olması hiç bir şeyi değiştirmez.

Ama bir devlet kapsamlı bir mektep ve program üzere tesis olacak olursa o mektep, program ve mesleğin mutlaka taraftarları olmalı belli bir grup o mektebi tanımalı, onun hakimiyyetini gönülden istemeli bu hedefe ulaşma ve önderlerini destekleme yolunda fedakarlıkta bulunmalıdır. Va’dedilmiş Mehdi’nin evrensel ve inkılapçı hükümeti de işte bu türdendir. Onun mektebi kapsamlı ve cıhanşumul bir mekteptir. Bu mektep bütün gücüyle maddeciliğe yönelen ve ilahi kanunlardan yüz çeviren insanoğlunu ilahi hüküm ve programlara yöneltmek istemekte, bu dakik ve ince programları icra etmekle onların sorunlarını halletmek istemektedir. bu mektebın hedefı bir çok ihtilaf ve sürtüşmelerin kaynağı olan hayali sınırları beşerin zihninden silecek ve hepsini güçlü tevhid bayrağı altında toplamaktan İslam dini ve Allah inancını bütün dünyaya yaymaklar, İslam’ın gerçek programlarını icra ederek zulmün köklerini kurutarak ve sulh, sefa ve adaleti dünyaya hakim kılmaktır.

Böyle derin bir hareket ve cıhanşumul inkılap için sadece Hicaz, Medine ve diğer beldelere dağılmış olan seyyidler ve Kureyşlilerin kavmi tutuculuk adıyla Hz. Mehdi’yi savunması ve hedefine ulaşmasında ona yardımcı olması yeterli değildir. Hz. Mehdi’nin (a.s) zafere ulaşması için ilahi ve gaybi yardımların yanısıra güçlü taraftarları bulunmalı ve bunlar da ilahi kanun ve programların meziyet ve üstünlüklerine inanmış kimseler olmalı, canı gönülden bu hükümlerin icra edilmesini istemeli, böyle bir cıhanşumul inkılabın ön hazırlıklarını görmeli ve insanî ülkü ve hedeflere ulaşma yolunda her türlü fedakârlıkta bulunmalıdırlar. Bu tür insanlar ilahi kanun ve mesajları taşıyan masum, gaybi yardımlara maşhur masum bir önder de bulacak olurlarsa onu savunur ve adil bir hükümet kurmak için  fedakârlık ederler.

HZ. MEHDİ’NİN (A.S) VARLlĞl KESİNDİR

Hz. Mehdi (a.s) hakkında sünni ve şiilerin Peygamber’den (s.a.a) naklettiği bir çok hadis vardır. Bunlara dikkat eden herkes İslam Peygamber’i (s.a.a) zamanında bile Mehdi mevzuunun kesin bir mevzu olarak müslümanlarca bilindiğini anlar. Müslümanlar o dönemden beri hakkı hakim kılacak, İslam’ı tüm aleme yayacak ve adaleti ikame edecek birini bekliyordu. Bu inanç onlar arasında o kadar yaygın idi ki aslını kesin olarak kabullenip, teferruatıyla ilgileniyorlardı. Bazen "Mehdi hangi soydan gelecektir?" diye soruyorlardı. Bazen de isim ve künyesi hakkında tartışıyorlardı. Bazen, niçin Mehdi olarak adlandırıldığından söz ediyor, bazen zuhur alametleri ve  kıyam tarihini sorarak "Acaba Mehdi ve kıyam edecek olan kimse, yani "Kâim" aynı şahıslar mıdır?" diyor, kimi zaman da gaybetin sebeblerini ve gaybet günündeki görevlerinin ne olduğunu soruyorlardı.

Peygamber (s.a.a) de bazen Mehdi’nin varlığını haber vererek şöyle buyuruyordu: "Va’dedilmiş Mehdi benim neslimden, Fâtıma’nın (s.a) evlatlarından ve Hüseyin’in sülbunden dünyaya gelecektir". diye buyuruyordu; bazen de Mehdi’nin isim ve künyesini açıklıyor, kimi zaman da onun alamet ve özelliklerini beyan ediyordu.

 

SAHABE VE TABİİNİN HZ. MEHDİ (S.A) HAKKlNDAKİ SÖZLERİ

Resul-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra sahabe ve tabiin arasında da Mehdi mevzusu sürekli konuşuldu. Burada, örnek olması açısından bunlardan bazısını zikrediyoruz:

Ebu Hüreyre "Mehdi’ye rükün ve makam arasında bey’at edilecektir"[49]  diyordu.

İbn-i Abbas, Muaviye’ye şöyle diyordu: "Bizlerden olan birisi ahir zamanda kırk yıl boyunca hüküm sürecektir."[50]

Ebu Ma’bed şöyle diyor: "İbni Abbas’a dedim ki; "Bana Mehdi hakkında bir şey söyle: "Ümit ederim ki çok geçmeden Allah Teala fitneleri yok etmek için bizden olan bir genci gönderir" dedi.[51]

İbn-i Abbas "Mehdi Kureyş’ten ve Fatıma’nın evlatlarındandır"[52] diyor.

Ammar-ı Yasir diyor ki: "Nefs-i Zekiyye öldürüldüğünde gökten bir münadi şöyle nida eder: "Emiriniz falan şahıstır." Bundan sonra da Mehdi zahir olur ve dünyayı adaletle doldurur."[53]

Abdullah b. Ömer Hz. Mehdi’den (s.a) söz edince Araplardan birisi "Mehdi Muaviye b. Ebi Süfyan’dır" dedi. Bunun üzerine Abdullah, "Hayır" diye cevap verdi, "Mehdi, İsa’nın (a.s) kendisine ıktıda ettiği (namazda uyduğu)  kimsedir." dedi.[54]

Ömer b.Kays şöyle diyor: "Mücahid’e "Mehdi hakkında bir bilgin var mı?" dedi. Zira ben şiilerin sözüne inanmıyorum". "Evet dedi "Resulullah’ın ashabından birisi bana dedi ki Mehdi, Nefs-i Zekiyye öldürülünceye kadar asla kıyam etmeyecektir. O öldürülünce Mehdi kıyam edecek ve alemi adaletle dolduracaktır."[55]

Nüfeyl’in kızı Ümeyre şöyle diyor: "Hz. Hasanın kızının şöyle dediğini duydum: "Beklediğiniz bu şey, bazılarınız bazılarından berî olduğunuzu uzak durduğunuzu, izhar edip lanetleşmedikçe asla meydana gelmeyecektir."[56]

Eb-ul Ferec-i İsfahani şöyle diyor: Hüseyin b. Ali’nin (s.a) kızı Fatıma, Benî Haşim kadınlarına gönüllü olarak ebelik yapıyordu. Evlatları itiraz ederek "bir ebe olarak tanınmanden  korkuyoruz" dediler, bunun üzerine şöyle cevap verdi: "Benim kaybettiğim birisi var. Onu (Mehdi’yi) bulursam artık bu işten el çekerim.[57]

Katâde şöyle diyor: "İbn-i Müseyyib’e dedim ki "Mehdi’nin varlığı doğru mudur?" "Evet" dedi "O Kureyş’ten ve Fatıma’nın evlatlarındandır."[58]

Tavus şöyle diyor: "Ben, Mehdi kıyam edinceye kadar yaşamak istiyorum."[59]

Zuheri de: "Mehdi Fatıma’nın evlatlarındandır"[60] demiştir.

Eb-ul Ferec, Velid b. Muhammed-i Muvakkiri’nin şöyle naklettiğini söyler: "Ben Zuheri ile birlikteydim ki aniden bir kalabalık sesi işittim. Zuheri bana "Git, bak bakalım, ne olmuş" dedi. Ben olayı soruşturduktan sonra gelip dedim ki "Zeyd b. Ali öldürülmüş, başını getirmişler." Zuheri pek rahatsız olarak şöyle dedi: "Niçin bu aile böyle acele ediyor?! Bu acelecilik onlardan çoğunu helak etti." Dedim ki "Acaba saltanat onların eline geçecek mi?" Zuheri: "Evet" dedi "Zira Ali b. el-Hüseyin (s.a) babasından ve o da Fâtıma’dan bana nakletti ki Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Fâtıma’ya şöyle buyurdu: "Va’dedilmiş Mehdi senin soyundandır."[61]

Eb-ul Ferec Müslim b. Kuteybe’nin şöyle dediğini rivayet eder: "Günün birinde Mansur’un yanına vardım. Bana dedi ki: "Muhammed b. Abdullah kıyam etmiş ve kendisini Mehdi olarak ilan etmiştir. Ama Allah’a andolsun ki o Mehdi değildir. Sana hiç kimseye demediğim ve de demeyeceğim bir mevzuyu söylemek istiyorum. Benim oğlum da rivayetlerde yer alan va’dedilmiş Mehdi değildir. Ama uğurlu olsun diye adını Mehdi koydum."[62]

İbn-i Sirin şöyle der: Va’dedilmiş Mehdi bu ümmettendir. İsa b. Meryem’e (s.a) imamlık yapacak olan da O’dur."[63]

Abdullah b. Haris şöyle der: "Mehdi kırk yaşında iken kıyam edecek ve İsrailoğullarına benzeyecektir."[64]

Ka’b: "Kıyam edecek olanın Mehdi olarak adlandırılmasının sebebi gizli işlere hidayet edilmesi sebebiyledir."[65] der.

Abdullah b. Şerik: Resulullah’ın sancağı Mehdi’nin nezdindedir."[66]

Tavus: "Mehdi’nin alametlerinden biri işbaşına getirdiği yetkilileri sıkı denetlemesidir. Mal infak etmekte çok cömerttir, acizlere karşı çok merhametlidir."[67]

Zuheri: "Mehdi Fâtıma’nın çocuklarındandır demişlerdir."[68]

Hakem b. Üyeyne: "Muhammed b. Ali’ye dedim ki: "Siz Ehl-i Beyt’ten birinin kıyam edeceğini ve her yeri adaletle dolduracağını duyduk. Acaba doğru mudur?" Bunun üzerine : "Biz de ümit içinde onu bekliyoruz"[69] dedi.

Seleme b. Züfer şöyle der: "Bir gün Hüzeyfe’nin yanında "Mehdi kıyam etmiştir" denildiğinde, Hüzeyfe şöyle dedi: "Eğer Mehdi kıyam etmişse sizler Resulullah’ın zamanına yakın kimselersiniz ve ashab henüz aranızda yaşamaktadır. O halde gerçekten mutlu ve saadet ehli kimseler olursunuz. Ama hayır, bu doğru deyil, Mehdi, insanların kötülük cânilik ve zulümden bıktığı ve hiçbir gaib (gizli yaşayan) onun kadar aziz ve sevgili olmadığı bir zamanda kıyam edecektir."[70]

Cerir, Ömer b. Abdulaziz’in yanında şu şiiri okudu:

"Senin vücudun bereketlidir. Davranışların da Mehdi’nin davranışlarına benziyor.

Nefsânî isteklere isyan ediyor ve geceyi Kur’an okumakla geçiriyorsun."[71]

Ümmü Gülsüm bint-i Veheb: "Rivayetlerde yer aldığı üzere dünyaya bir şahıs hükümet edecek ve adı da Resulullah’ın adı olacaktır."[72] der.

Muhammed b. Cafer: "Başıma gelen belaları Malik b. Enes’e naklettim. Bana "Sabret" dedi tâ ki «Biz ise yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mirasçılar kılmak istiyoruz.» ayetinin hakikati gerçekleşsin."[73]

Fuzeyl b. Zubeyr, Zeyd b. Ali’nin şöyle dediğini nakleder: "İşittim ki insanların beklediği kimse Hüseyin b. Ali’nin soyundan olacaktır."[74]

Muhammed b. Abdurrahman b. Ebi Leyla: "Allah’a yemin olsun ki Mehdi sadece Hüseyin’in evlatlarından olacaktır."[75]

MEHDİ’Yİ BEKLİYORLARDl

Mehdi inancı müslümanlar arasında o kadar köklü ve etkiliydi ki Asr-ı Saadet'ten beri onu bekliyor ve zuhur edeceği günü arzu ediyorlardı. Onun zafere erişeceğini ve hakimiyet kuracağını kesin biliyorlardı. Bu bekleyiş fitne ve kargaşalık dönemlerinde daha da bir şiddet kazanıyordu. Her an zuhur etmesini beklendiğinde çoğu zaman bazı kimseler yanlışlıkla Mehdi zannedilmiştir.

MUHAMMED B. HANEFİYYE

Örneğin bazıları, sadece ad ve künyeleri Resulullah’ın ad ve künyesine benzediği için Muhammed b. Hanefiyye’yi Mehdi sanmışlardı.

Muhammed b. Sa’d, Ebu Hamza’dan şöyle nakletmektedir: "İnsanlar Muhammed b. Hanefiyye’ye selam edince ona şöyle diyorlardı: "Es-Selam-u Aleyke Ya Mehdi." O da cevab olarak şöyle diyordu: "Ben Mehdi’yim. Sizleri kemal ve hayıra doğru hidayete erdiriyorum. Adım Resulullah’ın adı ve künyem de Resulullah’ın künyesidir. Selam etmek istediğinizde şöyle deyiniz: "Es Selam-u aleyke ya Muhammed, Es- Selam-u aleyke Eb-el Kasım."[76]

Bu ve benzeri kıssalardan da anlaşılmaktadır ki: "Resulullah’ın ad ve künyesinin bir araya gelmesi va’dedilmiş Mehdi’nin alamet ve hususiyetlerindendir. Bu yüzden Muhammed b. Hanefiyyenın ad ve künyesi söz konusu olmuştur; gerçi tarihî araştırmalar gönünden  Muhammed b. Hanefiyye’nin Mehdi'lik iddiasında bulunmadığı, aksine başkalarının onu böyle adlandırdığı anlaşılmaktadır. O da bu lakab hakkında kimi zaman susmuş, hatta zımnen teyid etmiştir. Ne var ki, Muhammed, bu vesileyle Kerbelâ katillerinden intikam alacağını ve İslam hükümetinin, ehlinin eline geçeceğini ümid ettiği için de susmuş olabilir.

Muhammed b. Sa’d şöyle yazıyor: "Muhammed b. Hanefiyye halka şöyle diyordu: "Bilin ki hak ehlinin bir devleti vardır ve Allah istediği zaman kurulacaktır. O zamana erişen kimse büyük bir saadete erişmiş demektir; zamana erişmeden ölen kimse ise Allah’ın sonsuz nimetlerine erişmiştir."[77]

Muhammed b. Hanefiyye yedibin kişilik bir cemaate yaptığı konuşmasında şöyle dedi: "Siz bu işde acele ettiniz. Ama Allah’a andolsun ki sizin sülbünüzden bir takım kimseler vardır ki Al-i Muhammed’in yanında düşmanlara karşı savaşırlar. Al-i Muhammed’in devleti hiç kimseye gizli değildir. Ama vuku bulması ertelenecektir. Muhammed’i yaratan Allah’a andolsun ki iktidar, nübüvvet ailesine geri dönecektir."[78]

MUHAMMED B. ABDULLAH B. HASAN

Müslümanlardan bir grup da Muhammed b. Abdullah b. Hasan’ın Mehdi olduğunu sanıyorlardı. Eb-ul Ferec şöyle yazar: "Hamid b. Said’in naklettiği üzere Muhammed b. Abdullah dünyaya geldiği zaman Al-i Muhammed çok sevindiler zira onu va’dedilmiş Mehdi sanıyor, onu çok seviyor, toplantılarda hep ondan bahsediyorlardı.[79]

Ve yine şöyle der: "Muhammed b. Abdullah dünyaya geldiğinde yakın akrabaları onu Mehdi olarak adlandırdılar. Onun rivayetlerde va’dedilmiş Mehdi olduğunu sanmışlardı. Ama Ebu Talib oğullarının alimleri onun Ehcarzit’te öldürüleceği takdir edilmiş olan Nefs-i Zekiyye olabileceği görüşündeydiler."

Yine Eb-ul Ferec şöyle der: "Mesur, kölesi Ebu Cafer'e "Muhammed b. Abdullah’ın minberinin alt yerinde otur ve bak bakalım neler söylüyor?" dediğini rivayet eder: Bu emre uyan Ebi Cafer şöyle diyor: "Ben de onun emri üzere Muhammed’in minberinin yanında oturdum ve onun: "Sizler benim Mehdi olduğumdan eminsiniz. Gerçek de budur." diye konuştuğunu duydum; hemen geri dönerek duyduklarımı Mansur’a anlattım. Mansur şöyle dedi: "Muhammed yalan söylüyor. Va’dedilmiş Mehdi benim oğlumdur."[80]

Seleme b. Eslem, Muhammed b. Abdullah hakkında şiirler inşad etmiştir ki tercümesi şöyledir:

"Ravilerin rivayet ettiği, söz ettiği kişinin gelişi, Muhammed b. Abdullah zuhuruyla gerçekleşecek. O’nun bir yüzüğü var ki Allah gayrisine vermemiş. Onda iyilik ve hidayet alametleri var. Biz ümit ederiz ki Muhammed olsun münzel kitabı ihya eden İmam. İslam bozulduktan sonra onunla ıslah olacak. Zavallı yetimler ve fakirler kurtulacak. Yeryüzünü adaletle doldurur delaletten sonra ve emellerimize kavuşturur bizleri."[81]

MEDİNE FAKİHLERİ VE HZ. MEHDİ (A.S) İLE İLGİLİ HADİSLER

Eb-ul Ferec şöyle der: Muhammed b. Abdullah b. Hasan kıyam edice Medine fakihlerinden olan Muhammed b. İclan da onunla birlikte kıyam etti. Muhammed b. Abdullah öldürülünce Medine valisi Cafer b. Süleyman Muhammed b. İclan’ı çağırtarak ona şöyle dedi: "Niçin o yalancı insanla birlikte kıyam ettin?" Daha sonra da onun ellerini kesmelerini emretti. Medine fakihleri ve orada hazır olanlar onu kurtarmak için şöyle dediler: "Ey Emir, Muhammed b. İclan Medine’nin fakih ve âbidlerindendir. Onu bağışlamanı dileriz. Zira yanılgıya düşerek Muhammed b. Abdullah’ın rivayetlerde yeralan Mehdi olduğunu sanmıştır."[82]

Başka bir yerde ise şöyle diyor:

[cd2] "Muhammed b. Abdullah b. Hasan kiyam edince Medine’nin alim, fakih ve hadis ashabından olan Abdullah b. Cafer de onunla birlikte kıyam etti. Muhammed b. Abdullah öldürülünce, Abdullah b. Cafer kaçarak bir süre gizlendi, kendisine eman verilinceye (affa uğrayıncaya) kadar böyle kaldı. Affe uğredıktan sonra Medine valisi Cafer b. Süleyman’ın yanına gidip şöyle dedi: "Bu ilmi ve fıkhî derecene rağmen niçin Muhammed’le kıyam ettin? Cafer: "Benim onunla kıyam etmemin sebebi şudur ki ben onun Mehdi olduğuna yakin etmemdır" dedi. "Ben onun rivayetlerde yeralan Mehdi olduğunda şüphe bile etmiyordum. Ama öldürülünce artık onun Mehdi olmadığını anladım. Bundan sonra artık hiç kimseye kanmayacağım."[83]

Bu ve benzeri hadiselerden Mehdi'lik mevzusunun Asr-ı saadet döneminden beri kesinliğinde şüphe edilmeyen bir konu olarak biliniyordu. İnsanlar onun zuhurunu bekliyordu, bu yüzden yeterince bilgiye sahip olmadıkarı ve Mehdi’nin nişanelerini tam olarak bilmedikleri için müslümanlardan bazısı Muhammed b. Hanefiyye’yi, bazısı da Muhammed b. Abdullah b. Hasan’ı, ve bazılrı o veya bu şahsı va’dedilmiş Mehdi sanmışlardır. Ama bilginler (ulema) ve hatta Muhammed b. Abdullah’ın babası da oğlunun va’dedilmiş Mehdi olmadığını çok iyi bilmekteydi.

Eb-ul Ferec şöyle yazar: "Birisi Abdullah b. Hasan’a Muhammed ne zaman kıyam edecek?" diye sordu. Abdullah, şöyle cevap verdi: "Ben öldürülmedikçe o kıyam etmeyecektir. Ama o da sonunda öldürülecektir." O şahıs, "İnna lillah ve inna ileyhi raciun, eğer Muhammed öldürülse  ümmet helak olur" dedi, bunun üzerine Abdullah "Hayır !" dedi. Mehdi genç birisidir, tüm düşmanlarını öldürecek olan o Mehdi yirmibeş yaşında bir gençtir."[84]

Yine Eb-ul Ferec şöyle yazar: "Eb-ul Abbas Mervan’a "Muhammed, Mehdi'lik iddiasında bulunuyor" diye söylediğini ve Mervan’ın kendisine, "Va’dedilmiş Mehdi ne odur ne de onun babasının soyundandır. Mehdi bir cariyenin oğludur" dediğini nakleder."[85]

Hakeza şöyle yazıyor: "Cafer b. Muhammed, (İmam Cafer Sadık a.s.) Muhammed b. Abdullah’ı gördüğünde ağlar ve şöyle derdi: Canım Ona feda olsun. Halk bu şahsın Mehdi olduğuna inanıyor. Halbuki Muhammed öldürülecektir ve o, Hz. Ali’nin (a.s) yazmış olduğu kitapta bu ümmetin halifelerinden biri olarak zikredilmemiştir."[86]

Bir grup insan Muhammed b. Abdullah b. Hasan’ın etrafını sarmıştı ki aniden Cafer b. Muhammed (a.s) geldi. Orada olanlar kendisine saygı gösterdiler. Daha sonra niye toplandıklarını sordu. "Va’dedilmiş Mehdi olan Muhammed’e bi’at etmek istiyoruz." dediler Hz. İmam Sadık şöyle buyurdu: Bu işten el çekiniz. Zira henüz Mehdi’nin zuhur edeceği zaman gelmemiştir ve Muhammed de (va’dedilmiş) Mehdi değildir."

Dİ’BEL’İN ŞİİRLERİ VE HZ. MEHDİ (S.A)

Di’bel meşhur şiirlerini İmam Rıza’nın (a.s) yanında okuduktan sonra şöyle dedi:

"Mehdi mutlaka kıyam edecek; Allah’ın isim ve bereketiyle zuhur edecek" (Yani İmamın kıyamı kesindir. O, Allah’ın ismi ve bereketiyle kıyam edecektir.)

İmam Rıza (a.s) bu sözleri duyunca şiddetle ağladı ve sonra şöyle buyurdu: "Ruh-ul Kudüs senin dilinle konuştu. Sen o İmam’ı tanıyor musun?" Di’bel: "Hayır" dedi, "Ama sizden olan bir imamın kıyam edeceğini ve yeryüzünü adaletle dolduracağını duydum." Hz. İmam Riza şöyle buyurdu: "Benden sonra oğlum Muhammed imamdır. Ondan sonra oğlu Ali, Ali’den sonra oğlu Hasan ve ondan sonra da onun oğlu Hüccet ve kıyam edecek olan şahıstır ki gaybet günlerinde beklenilmelidir, zuhur edince de ona itaat etmek gerekir. Yeryüzünü adaletle dolduracaktır. Ama zuhur vakti belli değildir. Oysa, babalarımdan nakledilmiştir ki Mehdi gizlice ve birden bire zuhur edecektir."[87]

Bu vakıa ve tarihteki örnekleri oldukça çoktur. Daha fazla bilgi edinmek isteyenler, ilgili tarih kitaplarına müracaat edebilirler.

SAHTE MEHDİLER

Mehdi'lik mevzuunun Peygamber'in (s.a.a) döneminden beri herkesçe bilinen bir mevzu olduğunun delillerinden biri de ardarda ortaya çıkmış ve isimleri tarihte kaydedilmiş sahte Mehdi’lerdir. Bu hususta bir fihrist sunmak istiyorum; işte birkaç örnek:

"Müslümanlardan bir grup Muhammed b. Hanefiyye’yi Mehdi sanmışlardır. Onun ölmediğine ve "Radva" dağında gaybete çekildiğine inanırlar, onlara göre Mehdi daha sonra zuhur edecek ve dünyayı adaletle dolduracaktır."[88]

Carudiye mezhebinden olan bir grup, Muhammed b. Abdullah b. Hasan’ı gaib Mehdi sanmış ve zuhurunu bekliyorlar.[89]

Navusiye mezhebi mensupları da Hz. İmam Sadık’ı Mehdi ve hayatta, gaib olarak kabul ederler.[90]

Vakıfiye mezhebi mensupları da İmam Musa b. Cafer’i sağ ve gaib imam olarak kabul eder ve sonradan zuhur edeceğine ve dünyayı adaletle dolduracağına inanırlar.[91]

İsmailiye mezhebinin bazı mensupları da gerçekte İsmail’in ölmediğine inanmakta ama takiyye ederek, onun öldüğüne inandıklarını söylemektedirler.[92]

Bakıriye mezhebi mensupları da Hz. İmam Bakır’ı sağ ve va’dedilmiş Mehdi olarak kabul ederler.

Muhammediye fırkası ise İmam Ali Naki’den (a.s) sonra oğlu Muhammed b. Ali’nin imam olduğuna inanmaktadır. Muhammed’i sağ ve va’dedilmiş Mehdi olarak kabul ederler, halbuki Muhammed henüz babası hayatta iken vefat etmişti!

Cevaziye mensuplarına göre Hüccet b. el-Hasan’ın bir oğlu vardı ve Mehdi odur."[93]

Haşimiye fırkasından bir grup ise Abdullah b. Harb-i Kindi’yi sağ ve gaybette sayar ve onun zuhurunu beklerler.[94]

Mübarekiye fırkasından bir grup da Muhammed b. İsmail’i sağ ve gaib imam olarak kabul etmektedirler.[95]

Yezidiye fırkası mensupları ise Yezid’in göklere yükseldiğine, sonra geri geleceğine ve yeryüzünü adaletle dolduracağına inanırlar.[96]

İsmailiye fırkasına göre rivayetlerde bahsedilen Mehdi, Muhammed b. Abdullah’tır. Bu adamın lakabı Mehdi’dir. Mısır ve Cezayir’de hüküm sürmüştür. Bu fıkra Peygamber’den şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Güneş üç yüz yılında batıdan doğacaktır."[97]

İmamiye’den bir grub ise şöyle diyor: İmam Hasan Askeri sağdır. Kâim (kıyam eden) de odur ve şu anda gaybettedir, sonradan zuhur edecek ve yeryüzünü adaletle dolduracaktır.

Başka bir grup ise şöyle der: O ölmüştür, ama dirilecek ve kıyam edecektir. Zira Kâim-in manası ölümden sonra kıyam etmektir.[98]

Karamati fırkası ise Muhammed b. İsmail’i Mehdi olarak kabul etmekte ve onun ölmediğine, Rum diyarında yaşadığına inanmaktadır.[99]

Ebu Müslimiye fırkası Ebu Müslim-i Horasani’yi sağ ve gaib olarak kabul eder.[100]

Bazıları da İmam Hasan Askeri’yi Mehdi olarak kabul ederler. Öldükten sonra dirildiğine ve şu anda gaybet halinde yaşadığına sonra zuhur edip dünyayı adaletle dolduracağına inanırlar.[101]

SUİİSTİMAL

Buraya kadar sayılanlar asr-ı saadette yakın zamanlara ait isimlerdir. Ama bu grup ve tarikatlerin çoğu zamanla yok olmuş ve tarih sayfaları dışında hiç bir eserleri kalmamıştır. O zamandan şimdiye dek de Haşimoğulları ve gayrisi arasında farklı belde ve ülkelerde kendini va’dedilmiş Mehdi olarak tanıtan bir çok kimse ortaya çıktı, bir çok savaşlar oldu, kanlar döküldü, fırkalar kuruldu ve sayısız acı olaylar meydana geldi.[102]

Bütün bu olay ve hadiselerden de anlaşılmaktadır ki Mehdi'lik konusu ve gaybi bir kurtarıcının zuhuru kesin olan bir inanç idi. Müslümanlar da buna inanmış ve Hz. mehdi (a.s)'ın zuhur edeceği günü beklemişlerdir. Onun kesin zafere ereceğine inanıldığı için bazı kurnaz çıkarcılar halkın vahyden kaynaklanan ihlas dolu inançlarından istifade etmeye kalkışmış ve kendilerini Mehdi diye tanıtmışlardır. Bunlardan bazısı kötü niyetli olmayabilir. Onlar bu vesileyle zalimlerden intikam almaya ve toplumu ıslah etmek istemiş olabilirler. Bunlardan bazısı ise Mehdi'lik iddiasında bulunmamış, ama halk cehalet ve çaresizlik sebebiyle Mehdi’nin zuhuru için acele ederek onları İslam’da va’dedilen Mehdi olarak nitelemişlerdir.

UYDURMA HADİSLER

Ne yazık ki bu ve benzeri olaylar neticesinde halk arasında zuhur alametleri ve Mehdi’yi tanıtma hususunda birtakım uydurma hadislerde ortaya çıktı. Bu tür hadisler de araştırma ve inceleme yapılmadan hadis kitaplarına kaydedildi.[103] 

HZ. FATIMA VE ONBİR İMAM, HZ. MEHDİ’Yİ (A.S) HABER VERMİŞLERDİR

Hz. Peygamber’in (s.a.a) Ehl-i Beyt’i Hz. Fatıma ve masum imamların Mehdi hakkındaki inancı konuşsunda şunu söylemek gerekir: Hz. Resul-i  Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra da Mehdi'lik mevzusu müslümanlar ve masum imamların ashabının nezdinde yaygın ve konuşulan bir mevzuydu. Hz. Peygamber’in hadislerine herkesten daha iyi bilen Ehl-i Beyt’i nübüvvet esrarı ve ilimlerinin varisi olup Mehdi'lik hakkında konuşmuş ve insanların bu husustaki sorularına cevab vermiştir. İşte buna birkaç örnek:

HZ. ALİ (A.S), HZ. MEHDİ’NİN GELECEĞİNİ HABER VERMİŞTİR

Hz. Ali b. Ebu Talib (a.s) şöyle buyuruyor: "Va’dedilmiş Mehdi bizden olacaktır ve ahir zamanda zuhur edecektir. Hiç bir millet arasında ondan başka beklenilen bir Mehdi yoktur."[104]

Bu hususta Hz. Ali’den yaklaşık elli hadis nakledilmiştir.

HZ. FATlMA (A.S) HZ. MEHDİ’NİN GELECEĞİNİ HABER VERMİŞTİR

Hz. Fatıma (a.s) Hz. Hüseyin’e (a.s) şöyle buyurmuştur: "Ben seni doğurunca Resulullah yanıma geldi, seni kucağına aldı. Sonra şöyle buyurdu: Ey Fatıma! Hüseyn’ini al ve bil ki o dokuz imamın babasıdır. Neslinden salih imamlar vücuda gelecektir ki dokuzuncusu Kâim’dir."[105] (Bu manayı ifade eden üç hadis nakledilmiştir.)

HZ. HASAN B. ALİ (A.S)

Hz. Hasan b. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: "Ceddim Resulullah’tan (s.a.a) sonra imamlar oniki kişidir. Dokuzu kardeşim Hüseyin’in soyundandır ve bu ümmet’in Mehdi’si de onun soyundandır."[106]

Bu konuda dört hadis nakledilmiştir.

HZ. HÜSEYİN B. ALİ (A.S)

Hz. Hüseyin b. Ali (a.s) şöyle buyurur: "Oniki İmam bizdendir. Ali b. Ebi Talib onların birincisidir. En sonları ise benim dokuz (göbekten) evladımdır ve hak üzere kıyam edecektir. Allah Teala onun bereketiyle çorak yerleri bayındır ve hak dini bütün dinlere galib kılacaktır. Müşrikler istemese de (bu böyle olacaktır.) Mehdi bir müddet gözlerden kaybolacaktır; gaybet zamanında bir grup dinden çıkacak ama diğer bir grup azmini koruyacak ve bu yüzden birtakım eziyetlere düçar olacaktır. İnsanlar onları kınayarak şöyle diyeceklerdir: "Eğer inancınız doğru ise va’dedilmiş imamınız ne zaman kıyam edecektir?" Ama bilin ki gaybet zamanında her kim düşmanların eziyet ve yalanlamasına tahammül ederse Allah yolunda Resulullah’ın (s.a.a) yanında kılıcıyla savaşan kimse gibidir".[107]

Bu konuda bu hadisten başka onüç hadis nakledilmiştir.

HZ. İMAM ZEYNU'EL ABİDİN (A.S)

Hz. Ali b. Hüseyin ZEYNEL ABİDİN (a.s) şöyle buyurur: "Kâim’imizin doğumu insanlara gizli kalacaktır. Öyle ki onun doğmadığını söyleyeceklerdir. O'nun gizli kalmasının sebebi, kıyam edince hiç kimsenin biatının boynunda kalmamasını istemesidir."[108]

Aynı manayı ifade eden bundan, başka on hadis nakledilmiştir.

HZ. İMAM MUHAMMED BAKIR (A.S)

Hz. Bâkır (a.s), Eban b. Tağlib’e şöyle buyurdu: "İmamlık Resulullah’tan bizlere kalan bir ahittir. Peygamber’den sonra imamlar oniki kişidir ki dokuzu Hüseyin’in soyundandır. Mehdi de bizdendir ve ahir zamanda dini koruyacaktır."[109]

Bu hususta ayrıca İMAM MUHAMMED BÂKIR'DAN (A.S) altmış iki hadis daha nakledilmiştir.

HZ. İMAM CAFER SADlK (A.S)

Hz. İMAM CA'FER SADIK (a.s) şöyle buyuruyor: "Bütün imamlara inanan ama Mehdi’nin varlığını inkâr eden kimse hakikatte bütün peygamberlere iman eden ama Muhammed (s.a.a)’in nübüvvetini inkâr eden kimse gibidir. Ona "Ey Resulullah’ın evladı, Mehdi kimin soyundandır?" diye sorulunca da şöyle buyurdu: "Yedinci İmam (Musa b. Cafer)’in beş göbekten evladı Mehdi’dir. Ama o gaybete çekilecektir. Adını zikretmek sizler için caiz değildir.[110]

Ayrıca yüz yirmi üç hadis daha nakledilmiştir.

HZ. MUSA B. CAFER (A.S)

Hz. Musa b. Cafer (a.s), Yunus b. Abdurrahman’ın "Sen hak üzere kıyam eden kimse misin?" sorusuna cevaben "Evet" buyurdu, "Ben de hak üzere kıyam eden kimseyim. Ama yeryüzünü düşmanlardan temizleyen ve heryeri adaletle dolduran Kâim benim beş (göbekten) evladımdır. Sakınmak için uzun bir müddet gaybete çekilecektir. Gaybet zamanında bazı kimseler dinden çıkacaktır. Ama bazıları da inancından dönmeyecektir. Mehdi’nin gaybeti zamanında velayetimize sarılan, bizlere dost olan ve düşmanlarımızdan yüz çeviren şiilere ne mutlu! Onlar bizdendir ve biz de onlardanız. Onlar bizim imamlığımıza razı olmuşlardır, biz de onların şii (taraftar) olmalarından hoşnuduz. O halde ne mutlu onlara ! Allah’a andolsun ki cennetteki mevkileri bizimle olacaktır."[111]

Bu konuda, bundan başka beş hadis rivayet edilmiştir.

HZ. İMAM RlZA (S.A)

Hz. Rıza (a.s) Rayyan b. Salt’ın "Sen Sahib-ul Emr misin?" sorusuna şöyle cevab verdi: "Evet ben de Sahib-ul Emr (emir sahibi)’im Ama yeryüzünü adaletle dolduracak olan Sahib-ul Emr ben değilim. Ben de gördüğün bu güçsüzlük ve zayıflığa rağmen nasıl olur da o Sahib-ul Emr olabilirim? Va’dedilmiş Kâim ileri yaşlarda, ama genç bir surette zuhur edecektir. O kadar güçlüdür ki yeryüzünün en büyük ağacına da el uzatsa onu kökünden söküp atar, dağlar arasında feryad edecek olursa sert kayalar un ufak olur. Musa’nın asâsı ve Süleyman’ın yüzüğü ondadır. O benim dört (göbekten) evladımdır. Allah dilediği zamana kadar onu gözden uzak tutar. Daha sonra zuhur eder ve yeryüzünü zulümle dolduğu gibi adaletle doldurur."[112]

İmamdan bu hususta bundan başka onsekiz hadis nakledilmiştir.

HZ. İMAM MUHAMMED TAKİ (A.S)

İmam Muhammed Taki (a.s) Abdulazim Haseni’ye şöyle buyurdu: "Kâim, va’dedilmiş Mehdi’dir. Gaybeti zamanında onu beklemek, zuhur edince de ona itaat etmek gerekir. O benim üç göbekten torunumdur. Muhammed’i (s.a.a) Peygamber seçen ve imamlık makamını bizlere özgü kılan Allah’a andolsun ki eğer kıyametin kopmasına bir gün dahi kalsa, Allah (c.c) Mehdi zuhur etsin ve yeryüzünü zulümle dolduğu gibi adaletle doldursun diye o günü uzatır, onun ıktıdarını Musa’nın ıktıdarı gibi bir günde düzeltir. Musa (a.s) eşi için biraz ateş almaya gitti. Ama risalet ve peygamberlik makamıyla geri döndü." (İmam Muhammed Taki) Daha sonra şöyle buyurdu: "Kurtuluşu bekleyiş şiilerimizin en iyi amelidir."[113]

İmamdan, ayrıca bu hususta beş hadis nakledilmiştir.

HZ. İMAM ALİ NAKİ (A.S)

Hz. İmam Ali Naki (a.s) şöyle buyurmuştur: "Benden sonra oğlum Hasan imamdır ve Hasan’dan sonra da adaleti tüm dünyayı kaplayacak olan oğlu Mehdi’dir."[114]

Beş hadis daha nakledilmiştir.

HZ. İMAM HASAN ASKERl (A.S)

Hz. İmam Hasan Askerî (a.s) Musa b. Cafer-i Bağdadi’ye şöyle buyurmuşlardır: "Sizlerin, vasim hususunda ihtilafa düştüğünüzü görür gibiyim. Bilin ki Hz. Peygamber’den (s.a.a) sonraki imamları kabul eden ama oğlumun imamlığını kabul etmeyen kimse bütün peygamberleri kabul eden ama Hz. Resulullah’ın (s.a.a) peygamberliğini kabul etmeyen kimse gibidir. Halbuki Resulullah’ın peygamberliğini inkâr eden tüm peygamberleri inkâr etmiş demektir. Son imama itaat de ilk imama itaat gibidir, o halde son imamı inkâr eden, ilkini de inkâr etmiş sayılır. Bilin ki oğlumun gaybeti çok uzun sürecektir. Öyle ki imanlarını Allah'ın koruduğu kimseler dışında tüm insanlar bu hususta şüpheye düşecektir".[115]

Bu hususta ayrıca yirmi bir hadis İmam Hasan Askeri'den (a.s) nakledilmiştir.

MEHDİ HAKKlNDAKİ HADİSLER SAHİH MİDİR?

"Acaba Hz. Mehdi (s.a) hakkındaki tüm hadisler sahih midir?" şeklindeki bir soru karşısında ben Hz. Mehdi (a.s) ile ilgili hadislerin tümünün sahih ve ravilerinin de adil ve güvenilir olduklarını söylemiyorum. Ama bunların önemli bir bölümü sahihtir. Elbette bu hadisler de sair hadisler gibi sahih ve hasen, muvassak ve zayıf kısımlara ayrılmaktadır. Ama teker teker ele alıp haklarında inceleme ve araştırmaya da gerek yoktur. Zira gördüğünüz gibi bu hadisler o kadar çoktur ki insaf sahibi birisi bu hususta tereddüde düşmez. Bu hadisler Hz. Mehdi’nin (a.s) varlığını ispat etmektedir. Bu inanç İslami kesin inançlardan biridir; bu inancın tohumunu Hz. Peygamber (s.a.a) ekmiş, Ehl-i Beyt imamlar da onu korumuş ve güçlendirmişlerdir. Kesin olarak denilebilir ki: "İslam’da Mehdi inancı gibi hakkında bu kadar çok hadisin var olduğu pek az mevzu vardır."

Burada şunu önemle belirtmek gerekir: İslam Peygamber’i (s.a.a) bi’setten vedâ haccına kadar defalarca Mehdi hakkında konuşmuştur. Hz. Fatıma (a.s) ve Ehl-i Beyt imamları (a.s) da Mehdi’nin varlığını haber vermişlerdir. Asr-ı saadetteki insanlar onun zuhurunu bekliyorlardı. Hz. Resulullah’ın (s.a.a) vefatından sonra onun zuhur edeceği günü adeta sayıyorlardı. Hatta bazen yanlışlıkla bir takım kimseleri Mehdi sanmışlardır. Bu husustaki hadisleri hem sünni, hem şii, hem Eş’ari hem de Mutezile fırkası nakletmiştir. Ravileri arasında hem arap, hem acem (arap olmayan) vardır: Mekkeli, Medineli, Kufeli, Bağdatlı, Basralı, Kumlu, Kerhli, Horasanlı ve Nişaburlu vardır. Sayısı bini aşan bunca hadis ve rivayetlere rağmen insaf sahibi bir kimse va’dedilmiş Mehdi hakkında şüphe edip "Bu hadisleri bağnaz şiiler uydurmuş" diyebilir mi?

MEHDİ İNANCI, YAHUDİLER VE İRANLILAR

Bir yazar, gaybi kurtarıcı ve Mehdi'lik inancının, eski İranlılardan ve yahudilerden İslam toplumuna geçtiğini yazmıştı. İranlılar Zerdüştün soyundan olan "Sauşyant" adında birinin zuhur edeceğine ve Ehrimen’i öldürerek dünyayı tüm pisliklerden temizleyeceğine inanıyorlardı. Yahudiler ise ülkelerinin bağımsızlıklarını kaybettiği ve Kilde ve Aşurilerin esiri oldukları için peygamberlerinden biri "Gelecekte bir Mesih (padişah) kıyam edecek ve yahudileri yeniden kurtaracaktır" şeklinde bir müjde vermiştir.

"Mehdi inancının köklerini İranlılar ve yahudiler arasında bulduğumuz için bu inancın onlardan müslümanlara geçtiğini ve efsaneden başka bir şey olmadığını söylememiz gerekir." diye iddia etmişlerdır.

Bu inancın diğer millet ve kavimler arasında da olduğu doğrudur. Ama sadece bu mevzu sözkonusu inancın bir hurafe olduğunu göstermez. İslam’ın tüm hüküm ve inançlarının sahih olması için ille de geçmişteki kavim ve dinlerde olan inançların tam aksine olmasını gerekir ?! İslami mevzulardan birini araştırmak isteyen insaf sahibi herkes ilk önce o inancın İslamdakı asıl kaynaklarına müracaat etmelidir ki doğru olup olmadığını anlayabilsin. Asıl kaynaklara müracaat etmeden geçmişlerin kitap ve inançlarının araştırılması ve ben bu hurafe inancın kökünü buldum diye yaygara koparmak ilmî değeden yuksun yanlış bir yöntemdir." Örneğin, "Eski İranlılar yaratıcı'ya  inandıkları  ve doğruluğu iyi bir ahlak olarak tavsif ettikleri için yaratıcı'ya inanmak bir efsanedir ve doğruluk da iyi bir davranış değildir." diyebilir miyiz ? Öyleyse "diğer milletler de bir kurtarıcıyı bekliyorlardı" diye bu inancı batıl ve hurafe olarak değerlendiremeyiz. Nitekim bu, onun sıhhat ve doğruluğunun delili de olamaz.

MEHDİ'LİK İNANClNlN ORTAYA ÇlKlŞ SEBEBİ HAKKINDA BİR İDDİA VE CEVABI

Bir yazar da Mehdi'lik inancının ortaya çıkış kıssasını ayrı bir şekilde ele almış, ona göre, Mehdi'lik inancının aslını şiiler diğer milletlerden almışlardır. Daha sonra da kendiliğinden bir şeyler eklemiş ve şimdiki hale getirmişlerdir. Bu zata göre Mehdilik inancın gelişmesinin iki önemli etkeni vardır:

1 - Gaybi bir kurtarıcıya inanmak yahudiler arasında oldukça yaygın bir inançtı. Onlar Hz. İlyas’ın göklere yükseldiğine ve ahir zamanda İsrailoğullarının kurtuluşu için yeryüzüne ineceğine inanıyorlar. Onlara göre Melekseydak ve Fenhas b. el- Azarın bugüne kadar sağ olduğunu söylüyor.

"Asr-ı saadet'te de  bazı yahudiler maddi menfaat elde etmek ya da İslam’ın esasını yıkmak için müslüman olduklarını iddia ederlerdi. Bazıları da, yahudilerin en belirgin özelliği olan hile ve dolandırıcılıkla müslümanlar arasında bir mevki ve makam elde etmişlerdi. Ama aslında ihtilaf çıkarmak, kendi inançlarını yaymak ve çıkar sağlamaktan başka maksatları yoktu. Bunların en önde gelenlerinden biri de Abdullah b. Seba’dır." diyor.

2 - Hz. Resulullah’ın (s.a.a) vefatından sonra aile ve yakınları ve bu cümleden Hz. Ali b. Ebi Talib (a.s) kendisini hilafet makamına daha layık görüyorlardı. Sahabilerden küçük bir grup ta onları savunuyordu. Ne var ki, hilafet hakkı Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Ehl-i Beyt’inden alındı ve elbette bu haksızlık onları çok üzdü. Yıllar sonra hilafet Ali b. Ebi Talib’e geçince taraftarları buna sevindiler. Artık hilafetin bu aileden çıkmaması umuluyordu. Ama Ali (a.s) da iç savaşlara düçar olduğundan hiç bir şey yapamadı ve nihayet İbn-i Mülcem adlı harici tarafından kalleşce şehid edildi. Oğlu Hasan da bir başarı elde edemedi ve sonunda hilafeti Emevilere kaptırdı. Hz. Resulullah’ın (s.a.a) iki evladı Hasan ve Hüseyin (a.s) evlerine kapanıp inzivaya çekildiler ama İslam adına iktidar başkalarının elindeydi. Hz. Resulullah’ın (s.a.a) evlatları ve taraftarları fakirlik ve yoksulluk içinde yaşarken sayısız ganimetler ve müslümanların beytülmalı Emevilerin ve sonra da Abbasilerin ayyaşlığı yolunda harcanıyordu. Bu olaylar Ehl-i Beyt'in taraftarlarının çoğalmasına ve dört bir yandan itiraz seslerinin yükselmesine sebep oldu. Ama hilafeti elinde bulunduranlar onları yatıştıracağına işkence, idam ve sürgünlerle karşılık verdiler. Neticede Resulullah’ın (s.a.a) vefatından sonra Ehl-i Beyt (a.s) ve taraftaları için bir takım acı olaylar vuku buldu, bu cümleden olmak üzere Hz. Fatıma babasının mirasından mahrum oldu, Hz. Ali’nin halifeliği ertelendi, Hz. Hasan b. Ali’yi (a.s) zehirlediler, Hz. Hüseyin b. Ali’yi (a.s) gençleri ve ashabıyla birlikte Kerbela’da şehid ettiler, ailesini esir aldılar, Müslim b. Akil ve Hani’yi (r.a) eman verdikten sonra öldürdüler. Ebuzer-i Gaffari’yi (r.a) Rabeze’ye sürdüler, Hicr b. Adiy, Amr b. Hamak, Meysem-i Temmar, Said b. Cubeyr, Kumeyl b. Ziyad ve benzeri yüzlerce mü’mini şehit ettiler, Yezid’in emriyle müslümanlar Medine’de katliam edildi; bu ve benzeri yüzlerce utanç verici olaylar İslam tarihi sayfalarını karartmıştır. Böylesine acı günlerde Ehl-i Beyt taraftarları, yüzlerine bir kurtuluş kapısının açılmasını bekliyorlardı. Bazen Hz. Ali’nin (a.s) soyundan veya onun taraftarlarından birisi hak uğruna ve gâsıplarla savaşmak için kıyam ediyor ve sonunda öldürülüyordu. Dolayısıyle de bir başarı elde edilemiyordu. Bütün bunlar azınlık olan Ehl-i Beyt taraftarlarının tamamen umutsuzluğa kapılmasına sebep oldu. Onlar bunca zulümden kurtuluş kapılarının yüzlerine kapandığını görüyor her yerde bir ümit ışığı arıyorlardı. Dolayısıyle durum ve olaylar gaybi bir kurtarıcıya ve Mehdi’ye inanmanın ortamını hazırladı. Diyor söz edilen yazar. Ve sözlerine şunları ekiliyor:

"İşte burada, yeni müslüman olmuş garazkâr yahudiler bu fırsattan istifadeyle gaybi bir kurtarıcı inancını yaymaya çalıştılar. Her yönden ümitsiz olan şiiler ruhi yaralarını sarmak ve zahiri yenilgilerini telafi etmek için bu inancı uygun görüp can-ı gönülden kabul ettiler, bu arada biraz değiştirerek: "O kurtarıcı Ehl-i Beyt’tendir." dediler daha sonra da yavaş yavaş bu inancı yaldızlayarak şimdiki Mehdi inancı haline getirdiler.[116]

PEYGAMBER'İN (S.A.A) NİN SÜNNETİYLE AÇIKLAMA (AÇIKLAMAYA GEREK VAR MI?)

Ehl-i Beyt ve taraftarlarının Emevi ve Abbası hüküm darları tarafından amansızca baş kıym ve zulüme tabi tutuldukları bir gerçektir; ama bütün bu izah ve tahlillerin, Mehdi'lik inancının kökenini bilmediğimiz taktirde geçerli bir yorum olma vasfını taşıyabilirdi. Halbuki biz bizzat İslam Peygamberinin bu inancı müslümanlar arasında yaydığını ve böyle bir kurtarıcının ortaya çıkacağı müjdesini verdiğini ispatladık. Bu husustaki hadisleri sadece şiiler değil Ehl-i sünnet de Sihah kitaplarında nakletmişlerdir. Bu meseleyi ispat ettikten sonra mezkur izah ve tahlillere hiç yer kalmaz.

Birinci bölümde "Kurtarıcıya inanmak yahudiler arasında diğer dinlerde olduğu gibi yaygındı" dedik. Ama bu mezkur inancın Abdullah b. Seba ve benzeri yahudiler vasıtasıyla müslümanlar arasında yayıldığna delil olmaz. Zira daha önce de dediğimiz gibi bizzat Peygamber böyle bir kurtarıcının geleceğini, defalarca bildirmiştir. İslam dininin bu noktada diğer dinlerle, temel itibarıyla aynı inancı paylaşması önceden hatırladıldığı üzere bunun islam dışı bir inanç olduğuna delil olmayacağı her fikir sahibine malumdur. (Zaten bu yanı peygamberlerin sonradan gelecek olan ilahi önderin müjdesini getirdikleri dinin bünyesınde yerverip açkladıkları Kur'an Kerim'de açıklanan bir ilkedir.

ABDULLAH B. SEBA MASALl

Yahudi Abdullah b. Seba diye birinin varlığı (bu ad ve ünvanıyla) İslam tarihinde kesin ispat edilmiş değildir. Bazı alimler böyle birinin olmadığını ve bunu şiilerin düşmanı olan kimselerce uydurulduğunu açıklamışlardır. Böyle birinin varlığını kabul etsek bile inanç ve mezhepler bağlamındakı varolan ihtilafları veya kendi açmızdan menfuz olarak değerlendirdiğmiz bir inancı ona isnat etmek ilmî ve İslamî açıdan bir değer taşır mı? Zira aklı başında olan hiç bir kimse daha yeni müslüman olmuş yahudi asıllı birinin hiçkimsenin Ehl-i Beyt’in faziletlerini söylemeye cesaret edemediği bir baskı ortamında birtakım siyasi teşebbüslerde bulunacağına, gizli bir propaganda ve geniş bir teşkilat sistemiyle halkı Ehl-i Beyt’e uymaya çağıracağına, nihayet zamanın halifesinin aleyhine kıyam edeceğine ve halkı tahrik ederek halifeyi öldürmelerine sebep olacağına; öte yandan ise halifenin gizli memurlarının bütün bunlardan tamamen habersiz kalacağına elbette ki inanmaz. Bizzat bunları söyleyenlerin tabiriyle yeni müslüman olmuş yahudi asıllı biri, onların dininin esaslarını yıkacak ve müslümanlardan hiç kimse buna ses çıkarmayacaktır?!! Böyle özelliklere sahip birisini sadece hayal aleminde tasavvur etmek mümkündür.[117]

 
DİĞER DİNLERDE MEHDİ

"Va’dedilmiş Mehdi inancı sadece Müslümanlara mı aittir yoksa diğer dinlerde de böyle bir inanç var mıdır?" diye sorulabilir.

Bu konuyla ilgili olarak "Mezkur inancın Müslümanlara özgü olamdığını söylüyoruz. Bütün ilahî dinlerde bu inanç vardır. Bütün dinlerin mensupları dünyanın karanlık ve buhranlı bir döneminde yani her yeri zulüm, fesad ve dinsizliğin kapladığı bir esnada büyük bir  kurtarıcının zuhur edeceğine, gaybi fevkalade bir güç sayesinde dünyanın bozuk durumunu düzelteceğine ve Allah inancını dinsizlik ve maddeciliğe üstün kılacağına inanmaktalar. Bu güzel müjde sadece zerdüştlerin mukaddes kitaplarından sayılan "Zend, Pazend ve Camasibname" kitapları ile yahudilerin mukaddes kitabı "Tevrat" ve ilaveleri ve hakeza hıristiyanların mukaddes kitabı "İncil" gibi bâki kalan semavî kitaplarda değil; hatta brahmanlarla, budistlerin mukaddes kitaplarında bile vardır.

Bütün millet ve dinlerde bu inanç mevcuttur. Hepsi de böyle va’dedilmiş gaybi ve güçlü bir kurtarıcıyı beklemekte her, millet onu özel bir lakabla anmaktadır. Zerdüştler "Suşyans" (dünyanın kurtarıcısı), yahudiler "Server-i Mikaili", hıristiyanlar "Va’dedilmiş Mesih" ve müslümanlar ise "Va’dedilmiş Mehdi" olarak adlandırmışlardır. Zerdüştler onun İranlı ve zerdüşt dinine mensub olduğuna inanırlar, hıristiyanlar onun kendi dinlerinden, yahudiler ise Beni İsrail’den ve Musa’nın dininden, müslümanlar ise Beni Haşim (Haşimoğulları) soyundan ve Hz. Peygamber’in (s.a.a) evlatlarından olduğunu söylerler. İslam’da "Mehdi" tam olarak tanıtılmıştır, diğer dinlerde ise böyle değildir.

Dikkate değer bir nokta da şudur: Diğer dinlerde bu büyük  kurtarıcının belirtilen özellikleri İslam’ın va’dettiği İmam Hasan Askeri’nin (s.a) oğlu olan Hz. Mehdi’ye (s.a) tıpatıp uymaktadır. Onu İranlı saymak da mümkündür. Zira Hz. Mehdi’nin (s.a) ceddi sayılan İmam Seccad’ın annesi İranlı bir prensesti. Adı Şehribanu olan bu hanım Sasani padişahı Yezdgerd’in kızıydı.

Aynı şekilde İsrailoğullarından da sayılabilir, zira İsrailoğulları da Haşimoğulları da Hz. İbrahim’in (a.s) soyundandır. Haşimoğulları Hz. İsmail’in (a.s) soyundandır. İsrailoğulları ise İshak’ın soyundandır. O halde Haşimoğulları ile İsrailoğulları bir soydandır. Keza Hıristiyanlarla da akrabalığı vardır, zira bazı rivayetlere göre Hz. Mehdi’nin (a.s) annesi Romalıydı; "Nercis" adlı bu hanımın hayat hikayesi kitaplarda ilginç bir kıssa olarak yer almıştır.

Aslında evrensel bir kurtarıcıyı herhangi bir millete maletmeye çalışmak doğru değildir. Bilâkis, ırk, din, millet ve ülke ayrımı ile savaşmak için gelecektir. O halde Mehdi, evrensel bir kurtarıcıdır ve Allah’a tapan insanları korumak ve kurtarmak için çalışmaktadır. Onun galibiyeti tüm nebi, resul ve salihlerin galibiyetidir. İslam dinini yani Hz. İbrahim, Musa, İsa (a.s) ve diğer peygamberlerin getirdiği semavî dinlerin en gelişmişi olan bir dini himaye etmektedir. Hz. Muhammed’in (s.a.a); nübüvvetini Hz. İsa ve Musa’nın müjdelediği Hatem-ul Enbiya’nın gerçek dinini savunmaktadır o.

Biz Mehdi’yi ispatlamak için eski kitaplarda yeralan tebşirlere istinat etmiyoruz. Esasen buna ihtiyaç da yoktur. Biz sadece evrensel bir kurtarıcının zuhur edeceği gerçeğinin bütün dinlerde ortak bir inanç olduğunu, vahy kaynağından kaynaklandığını ve bütün peygamberlerin bunu müjdelediğini ifade etmek istiyoruz. Bütün milletler onu beklemektedir. Ama kimin Mehdi olduğu hususunda, hataya düşülmüştür.


MEHDİ İNANCI VE KUR’AN

"Mehdi'likdestanı doğru bir şey olsaydı Kur’an-ı Kerim’de de mutlaka geçerdi. Halbuki Mehdi lafzı bile Kuran’da mevcut değildir" diyenler de vardır. Böyle düşünenlere şunu hatırlatmak gerekir:

Evvela sahih bir inancın teferruatıyla Kur’an-ı Kerim’de geçmesi şart değildir. Nitekim birtakım sahih olan fer’i konular vardır ki Kur’an’da asla zikredilmemiştir. Bu yüzden bir inancı Kur'anda zikredilmemiş diye reddedilemez öte yandan, Kur’an’da birtakım ayetler vardır ki Allah hizbinin, dindarların ve salıh kulların günün birinde yeryüzünün egemenliğini ele geçireceğini ve İslam dininin tüm dinlere üstün olacağını müjdelemektedir.

Örneğin Enbiya suresinde 15. ayette şöyle buyuruyor: "Andolsun biz Zikir’den (Tevrat) sonra Zebur’da da "Hiç şüphesiz salih kullarım yeryüzünün varisi olacaktır" diye yazdık.

Nur suresinde ise şöyle buyuruyor: "Allah içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara va’detmiştir: "Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl güç ve iktidar sahibi kıldıysa onları da yeryüzünde güç ve iktidar sahibi kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir."

Kasas suresi 4. ayette şöyle buyurmaktadır: "Biz ise yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler ve mirasçılar kılmak istiyoruz."

Saf suresi 9. ayette şöyle buyrulmaktadır: "Peygamberlerini hidayet ve hak din üzere gönderen O’dur. Öyle ki onu (hak din olan İslam’ı) bütün dinlere karşı üstün kılacaktır; müşrikler hoş görmese bile."

Bu ayetlerden kısaca şu anlaşılmaktadır: "Birgün gelecek ki yeryüzünün hakimiyeti müminlerin ve salih sahibi insanların eline geçecektir. Onlar beşeri medeniyetin öncüsü olacaklardır, İslam dini bütün dinlere galib gelecek, şirkin yerini tevhid alacaktır. İşte o parlak asır, beşeriyetin kurtarıcısı ve gaybi kurtarıcı olan va’dedilmiş Mehdi’nin zuhur ettiği gündür. Bu cihanşumul ve çok boyutlu bu inkılab da salih müslümanların vasıtasıyla gerçekleşecektir.

NÜBÜVVET-İ AMME VE İMAMET

Bazı sünni kardeşler "Şiilerin bir imamın varlığını ispat etmek hususunda niçin bu kadar ısrar ettiğini bilemiyoruz. Bu hususta o kadar ısrar ediyorlar ki ortalıkta bir imam görünmediği halde, "o gaibtir, ve gizli yaşamaktadır" diyorsunuz. Halbuki Hz. Peygamber (s.a.a) halka Allah’ın hükümlerini beyan etmiştir. O halde yaratılış aleminin bir imamın varlığına ne ihtiyacı vardır?" demekteler.

Bu soruya şöyle cevap vermek gerekir: Unutmayalım ki Nübüvvet-i amme’yi ispat eden ve hükümleri göndermeyi gerekli kılan delil bir hükümleri koruyacak bir imamın  varlığını da iktiza etmektedir. Daha fazla açıklık için ilk önce Nübüvvet-i amme’nin delilini özetle beyan edecek ve sonra da asıl konuyu değinmeye çalışacağız.

Yerinde ispat edilmiş olan ve şu anda da özetle zikretmek istediğimiz önbilgiler üzerinde biraz dikkatlice düşünülecek olursa Nübüvvet-i amme mevzuu kolaylıkla açıklığa kavuşur:

1- İnsan özel yaratılışı gereği, tek başına yaşamını sürdüremez. Kendi türünden olan diğer insanların yardım ve işbirliğine ihtiyacı vardır. İnsan sosyal ve medeni bir varlık olarak yaratılmıştır, çıkar çatışmaları ise hayatın vazgeçilmez bir neticesidir. Zira toplumdaki fertlerden herbiri, zaten sınırlı olan maddi çıkarlardan azami istifade etmek ve önündeki engelleri ortadan kaldırmak ister. Halbuki diğerleri de bu hedefe ulaşmak istemekte ve neticede çıkarlar çatışarak diğerlerinin hakkına tecavüz durumu ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple toplum idaresi için kanunun varlığı zaruret arzetmektedir; kanunun sayesinde bireylerin hakları korunmakta, zorbaların önü alınmakta ve ihtilaflar yok olmaktadır. Buna göre denilebilir ki: Kanunların varlığı insanlığın yararlandığı  en iyi hazinedir. Dolayısıyle denebilir ki, insanoğlu sosyal hayatı icabı kanunun varlığından istifade etmiş ve ona sürekli saygı göstermiştir.

2- İnsan kemale erme gücüyle donanmış ve fıtratı gereği kemal ve saadetine yönelmiştir. Sürekli çalışmalarının tümünde hakiki kemale erişmek dışında hiç bir maksad ve hedefi yoktur. Tüm fiil, hareket ve yorulmak bilmeyen ciddiyetleri o yüce hedef etrafında dönüp durmaktadır.

3- İnsan terakki ve tekamül yolunda olduğundan ve gerçek kemale fıtratı gereği eğilim gösterdiğinden bu hedefe ulaşması da elbette ki mümkün olmalıdır. Zira yaratılış düzeninde anlamsız hiçbir şey yoktur.

4- İnsanın cisim ve ruhun bileşiminden artık bilinen bir mevzudur. İnsan cisim yönünden maddidir; ama ruhu beden ile tam bir irtibatı olduğu ve onunla kemale erdiği halde mucerreddir.

5- İnsan ruh ve bedenden oluştuğu için ister istemez iki çeşit hayata da sahiptir. Birincisi bedeni ile ilgili olan dünyevi hayatıdır, diğeri ise ruhu ile ilgili olan manevi ve ruhî hayatıdır. Neticede bu iki hayatta da mutluluk ve mutsuzluğu olacaktır.

6- Beden ve ruh arasında sıkı bir ilişki ve birlik olduğu gibi dünyevi hayat ile ruhî hayat arasında da bir irtibat ve birlik vardır. Yani insanın bedenî faaliyet ve hareketleri ile dünyevi hayatının, onun ruhunda bir takım etkileri vardır. Nitekim ruhî sıfat, melekeler ve haletlerin de insanın eylemlerinde etkisi sözkonusudur.

7- İnsan tekamül yolunda olduğundan, tabiî ve fıtrî olarak kemale eğilim duyduğundan ve Allah’ın yaratılışı da boşuna olmadığından, o gayeye ulaşmak ve insanlığa ait kemalleri elde etmek için gerekli vesileler ile donanmış olmasıdır. Böylece insan o hedefe ulaşmak ve sapıklıklardan sakınmak için gerekeni teşhis edip yapabilir.

8- Beşer, tabiatı gereği bencil ve çıkarcıdır. Kendi maslahat ve menfaatleri dışında hiçbir şey düşünmez. O diğer insanları istismar etmek ve onların emeğini sömürmek ister.

9- Beşer sürekli gerçek kemallerinin peşinde olduğu ve o hakikati ararken tüm kapıları çaldığı halde onu teşhis etmekten acizdir. Zira insanın nefsânî istek ve meyilleriyle derunî duyguları, genelde hakikati teşhis etme ve insanlığın doğru yolunu, insanın amelî (edimsel) aklını karartmakta ve insanı sapıklık yönüne, zulüm ve şekavet vadilerine sevketmektedir.

 

İNSANIN SAADETİNİ SAĞLAYABİLECER KANUNUN ÖZELLİKLERİ

İnsanoğlu toplumsal olarak yaşamak zorunda bulunduğundan, çıkar çatışması ve diğer insanların hakkına tecavüz …vb. toplumsal eylemlere muhatap olduğundan insanlar anlaşmazlık ve düzensizlikleri engellemek için boyun eğecekleri bir kanuna ihtıyaç duyarlar. Ama kanun ise ancak aşağıdaki şartlara sahib olduğu taktirde toplum kanun için yararlı olabilir:

1- Toplama hüküm sürecek kanun sosyal ve ferdi hayatın tüm alanında nüfuz ve etkisi olacak bir şekilde mükemmel ve kapsamlı olmalıdır. Bu kanunlar fertlerin doğal ve gerçek ihtiyaçları esasınca vazedilmiş ve gerçeklere dayalı olmalıdır.

2- Bu kanunlar insanoğlunu hayali kemal ve saadete değil; gerçek saadet ve gerçek kemallere sevketmelidir.

3- Beşeriyet aleminin saadeti o kanunlarla temin edilmiş olmalı ve belirli bireylerin menfaatiyle sınırlı olmamalıdır.

4- Toplumsal nızamı; faziletler ve insanî kemaller esasınca kurmalı ve onları o yüce hedeflere doğru sevketmelidir; bireyler dünyevî hayatı, insanî fazilet ve kemallere ulaşma vesilesi bilmeli ve ona yegane gaye gözüyle bakmamalıdır.

5- Bu kanunlar saldırganlık ve her türlü karışıklıkları önleyebilmeli ve tüm bireylerin haklarını güvence altına almış olmalıdır.

6- Bu kanunların vazedilmesinde manevi hayat ve insanın ruhî boyutuna da hakkıyla dikkat edilmiş olmalı  insanın ruhuna herhangi bir zarar vermemeli ve insanı tekamülün doğru yolundan saptırmamalıdır.

7- Toplumu, ahlakî bozukluklar gibi helak uçurumuna sürükleyen etkenlerden uzak tutmuş olmalıdır.

8- Bu kanunları vazeden insana ait tüm, çıkar ve zıyan yönlerini bilmeli  çıkar ve zıyanın bir araya geldikleri haller de hangisin öncelik taşıdıklarına iyice vakıf olmalı, zaman ve mekanın gerektirdiği şeylerden de haberdar olmalıdır.

İnsanoğlu kesinlikle bu kanunlara muhtaçtır ve bu, onun hayatının zaruri ve vazgeçilmez yönlerinden biridir. Kanunsuz hayat insanlığın çöküşü demektir, ama bu arada beşeri kanunların bu büyük sorumluluğu ifa edip edemeyeceği ve toplumu idare etme salahiyetine sahip olup olmadığı sorusu ortaya çıkıyor.

Biz, insanoğlunun kısıtlı aklının ürünü olan kanunların da haliyle eksik ve yetersiz olduğuna inanıyoruz. Sırf insan aklıyla düzenlenen kanun ve kurallar toplumu idare etmek için yetersiz. Mevzuyu açıklığa kavuşturabilmek için şu noktaları hatırlatmak yeterli olacaktır:

1- İnsanoğlunun bilgileri sınırlı ve eksiktir. Normal bir insan, kendi türünün bütün ihtiyaçlarını, yaratılış kanunlarını, hayır ve şer yönlerini, bu kanunların nerede tıkanıp nerede çelişeceğini, etken ve edilgenlik hallerini, farklı mekan ve zamanların neler gerektirdiğini tam olarak bilemez.

2- Beşeri kanun koyucuların dünyevi ihtiyaçlar alanında böyle kapsamlı kanunları vazedebildiklerini varsayalım. Buna rağmen yine de dünyevi hayatla manevi hayat arasındaki derin ilişki ve amellerin ruhtaki etkilerini bilmediklerinden kanunları yetersiz kalacaktır, çünkü bu bilgileri eksiktir. Esasen insanların, ruhî hayatı kontrol diye bir programları yoktur. Bu kanunlar, beşerin saadetine sırf maddi açıdan bakmaktadırlar. Halbuki bu iki çeşit hayat arasında tam bir irtibat vardır; bunların birbirinden ayrı düşünülmesi sözkonusu edilemez.

3- İnsanoğlu  bencil olduğu için hemcinslerini sömürmek kendisine doğal görünmekte ve herkes kendi menfaatlerini başkalarının maslahatına tercih etmektedir. O halde ihtilafların önlenmesi ve sömürünün ortadan kaldırılması onun tabii istek ve salahiyeti dışında kalan bir şeydir. Zira beşeri kanun koyucuların temayül ve istekleri onlara kendilerinin ve yakınlarının çıkarlarını görmezlikten gelmesine ve bütün insanların maslahatlarını eşit şekilde gözönünde bulundurmasına asla izin vermemektedir.

4- Beşeri kanun koyucular daima kısır görüşleriyle kanun vazetmekte ve bu kanunları kendi örf, adet ve dar fikir kalıbına dökmekte bu yüzden de kanunları sadece belli bir grubun çıkarları doğrultusunda vazetmekte, bunu yaparken başkalarının maslahat ve zararlarına asla önem vermemektedirler. Böyle kanunlarda, bütün insanlığın mutluluk ve saadeti gözönünde bulundurulmamıştır. Yaratılış alemiyle uyumlu ve beşerin gerçek ihtiyaçları doğrultusunda tedvin edilen kanun ise ancak Allah’ın kanunudur. Bu kanunlar her nevi sınıfsal ve şahsî garazlardan uzaktır; tüm insanlık aleminin saadeti burada gözönünde bulundurulmuştur. Buradan, insanın, Allah’ın kanunlarına olan ihtiyacı ortaya çıkmaktadır. Allah’ın lütuf ve merhameti de kamil bir proğram düzenlemeyi ve nihayet peygamberler vasıtasıyla bu kanunları insanlara iletmeyi gerektirmektedir.

 

UHREVÎ SAADET

İnsan, gece-gündüz dünyevi hayatla meşgul olduğu halde batın ve nefsinde de gizli ve örtülü bir hayat sürdürür. Bu hayata önem vermeyıp ve onu bütünüyle unutmuş olsa da bu böyledir.  İşte bu perde arkasında kalan hayatında da bu mutluluk ve bedbahtlığı sözkonusudur; hak inanç ve fikirler, iyi ahlak ve doğru davranışlar manevî açıdan ilerleme ve kemale neden olmakta, insanın saadet ve olgunluğunu temin etmektedir. Batıl inançlar, çirkin ahlak ve kötü amellerse nefsin sapmasına, zulüm, fesat ve noksanlığa sebeb olmaktadır.

İnsan doğru yoluda yer alırsa ruh ve cevheri tekamül ederek sonunda nuraniyet ve sevinç alemi olan kendi asli alemine döner. Manevi kemallerle insânî güzel ahlakı hayvani içgüdülerini tatmin yoluna feda eder, nefsani arzularının esiri olur ve arzusuna düşkün bir hayvan haline gelir, kaniçici ve yırtıcı bir canavara dönüşürse ruhuna ait manevi hayatını baltalayıp, şekavet ve helaket vadilerinde şaşkın hale gelmiş demektir. O halde insan manevi hayatı için de bir proğram ve kamil bir yolgöstericiye muhtaçtır. Yardım olmaksızın bu hassas ve tehlikeli yolu katedemez. Zira nefsani istek ve meyillerle hayvani içgüdüler; genelde hakikati görme yoluyla doğru kararlar verme hususunda aklı karanlığa sürmekte ve onu helaket uçurumlarına yuvarlamakta, onun nazarında iyiyi kötü, kötüyü de iyi göstermektedir.

Hakiki kemalleri ve insanın gerçek saadetini bilen ve iyi-kötü ahlâkı mutlak anlamda tanıyan ise sadece Allah Tealâ’dır. İşte bu nedenledir ki insanoğlunu, nefsânî saadete ulaştırma ve onu şekavet faktörlerinden sakındırma yolunda kapsamlı bir proğram düzenleyebilecek olan da gerçekte, sadece O’dur. O halde insan uhrevî hayatının saadetini temin etmek hususunda da alemlerin Rabb’ine muhtaçtır.

Buradan şu sonuca varılmaktadır: Hikmet sahibi olan Allah Tealâ hem saadet hem şekavet için kabiliyeti olan insan türünü hayvani kuvvelerin nüfuzu altına ve nefsani isteklerin tasallutuna bırakmamıştır. Aksine, Allah’ın sonsuz lütuf ve merhameti beşer cinsinden olan seçkin peygamberler vesilesiyle bireylerin dünyevî ve uhrevî saadetini temin eden kamil bir proğram, kanun ve hükümler göndermeyi ve onlara şekavet ve saadet yolunu öğretmeyi iktiza etmektedir ki böylece insanların ve hedeflerine ulaşma yolu açık bulunsun.

TEKAMÜL YOLU

İnsanın tekamül ve Allah’a dönüş yolu, Allah Teâlâ’nın insanlara bildirmeleri için pak peygamberlerinin kalbine nazil buyurduğu beğenilmiş ahlâk, iyi amel ve hak inançlardır. Şunu unutmamak gerekir ki bu yol, ana hedefle bir ilişkisi olmayan kuramlar değildir, aksine, rububî alemden kaynaklanan hakiki ve gerçek yoldur. O yolda yürüyen herkes benlik ve zatında tekamül seyrini başlatmış ve geniş alem ve rızvan cennetine doğru yükselmiş demektir.

Dinin doğru yolundan sapanlar ise ister istemez insanlık faziletlerini kaybetmiş, hayvanlık yoluna sapmış, hayvanî ve yırtıcı sıfatları takviye etmiş, dolaysıyle de insanlığın dakik yolunu katetmekten aciz kalmış demektir. Böyle bir insanın çok zor bir hayatı yaşamak ve cehenneme yuvarlanmaktan başka akıbeti yoktur.

PEYGAMBERLERİN MASUM OLUŞLARI

Allah’ın lütuf ve merhameti insanlara gerekli hüküm ve kanunları bildirmesi ve onlara hedefe ulaşma yolunda yardımcı olması için bir takım elçiler göndermeyi gerektirmektedir. Allah Teâlâ’nın bu iradesinin gerçekleşmesi, hüküm ve kanunların fazlalık ve eksiklik olmadan halka iletilmesi ve insanların hiçbir özür öne sürememesi için de bu elçilerinin hata, unutkanlık ve yanlışlardan uzak olması kaçınılmazdır.

Ayrıca, bu elçinin bizzat kendisi de o hükümlerin hakikatini bilen ve bildiğiyle amel eden birisi olmalıyani insanların mazeretlerinin kalmaması ve hak yolu tanımada sapıklık içine düşmemeleri için söz ve amelleriyle insanları gerçek kemallere davet etmelidirler. Zira peygamber dinin hükümlerine bağlı olmazsa sözleri de değerini yitirecek ve insanlar ona itimad etmeyeceklerdir. Bu durumda o, söylediklerinin tersine amel ettiğinden amelleri vasıtasıyla insanları o istikamete davet etme pozusyonuna düşer. Şüphesiz pratik olarak yapılan davetin sırf lafzla yapılan sölü davetten etkisi az değildir.

Öte yandan, ilim ve bilgimiz hata ve yanlışlıklarla iç içedir, zira duyularımızın bu ilim ve bilgilerimizin husulünde  etkilidir. Duyuların hatası ise herkesçe bilinen bir şeydir. Alemlerin Rabbi tarafından insanların hidayeti için peygamberlere vahiy ve ilhamla verilen bilgi ise böyle değildir; yani duyu organları vasıtasıyla elde edilmemişlerdir. Aksi taktirde onların da bilgisinde hata ve yanlışlık sözkonusu olur ve gerçek hükümler insanların eline ulaşamazdı. Onların ilmi şu yolladır: Gaybi alemlerin hakikatleri onların kalb ve zatının batınına nâzil olmakta ve o hakikatleri ilm-i huzurî ile müşahede etmektedirler. Onlar kalp gözüyle gördüklerini insanlara iletirler. Bu hakikatleri bizzat müşahede ettikleri için de öğrenme ve kaydetme hususunda asla hata etmezler.

Bu yüzden, o kanunlara muhalefet ve isyanda bulunmaları sözkonusu değildir. Zira hakikatler, kemaller ve bunların verdiği saadeti bizzat müşahede eden bir insan o müşahedeleri esasınca hareket eder ve asla sapmaz.

İMAMET HAKKlNDA AKLÎ DELİL

Nübüvvet-i amme’nin delilinin açıklığa kavuşmasından sonra şimdi sizler de tasdik edersiniz ki aynı delil halk arasında peygamberin olmadığı zamanlar insanlardan birisinin ilâhî hükümlerin koruyucusu ve peygamberin vasîsi olmasını da gerektirmektedir. Bu vasi sözkonusu ilâhî hükümleri, korumalı ve tebliğ etmeye çalışmalıdır. Zira Allah Teâlâ’nın peygemberler gönderme ve hükümlerini iletmekten hedefi, tüm ilâhî kanun ve emirlerinin hiçbir eksiltme ve çoğaltma olmadan insanlar arasında mahfuz kalmasıyla gerçekleşir ve kullara hücceti ancak bu yolla tamamlanmış olur. O halde peygamberlerin olmadığı zamanlar da Allah’ın lütfu insanlardan birinin dini hükümlerin koruyucusu olmasını gerektirmektedir.

Bu seçkin insan da hükümleri öğrenme, koruma ve tebliğ hususunda hatalardan uzak ve masum olmalıdır. Ancak böyle olursa kullara hüccet tamamlanmış olur ve ilahî hedef gerçekleşir. Böyle bir insan dini hükümlerin hakikatini bilen ve onlarla amel eden birisi olmalıdır. Böylece diğer insanlar da amel, ahlak ve sözlerini onun sözleriyle mutabık hale getirebilecek ona tabi olacak, hakikatı bulmakta yanlışlığa düşmeyecek ve hiçbir mazeretleri kalmayacaktır. İmam da bu büyük sorumluluğu kabul etmek hususunda hatalardan masum olmalıdır. Ayrıca; imam ilmini duyu organları vasıtasıyla ve kesbi olarak elde etmez; onun ilmî ve diğer insanların sıradan ilimleriyle büyük bir farklılığı vardır. İmam, basiret gözleri açılmış ve hakîkat ve insanî kemalleri kalb gözüyle müşahede eden insandır. Böyle olunca da hata ve yanlışlıktan masum olur. Zira bu onun ilim ve müşahedeleri üzere amel etmesine ve ilim ve amel vasıtasıyla da insanlığın önder ve imamı makamına ulaşmasına sebeb olur.

Başka bir tabirle insan türü arasında daima kamil bir insan olmalıdır. Bu insan hak inançlara inanan, tüm insanî sıfat ve ahlaklara uyan, dinin tüm hükümlerini uygulayan ve hepsini teferruatıyla ve bir tereddüt veya içtihat söz konusu olmadan bilen birisi olmalıdır. Bu aşamaların tümünde imam hata, yanlışlık ve isyandan masum olmalıdır. İlim ve ameli vasıtasıyla bütün mümkün olan insanî kemaller onda pratiğe dönüşmüş bulunmalı ve insanlık kafilesinin rehberi  olmalıdır. Açıhtır ki; İnsan türü böyle seçkin bir insandan mahrum olursa insanların hidayeti için nazil olmuş olan ilahi hükümler ortadan kalkar, Allah’ın gaybî yardımları kesilir, insani ve rububi alemler arasındaki irtibat kopar.

Başka bir tabirle insanlar arasında daima Allah Teâlâ’nın hidayet ve lütuflarına mazhar olan birisi olmalıdır. Bu insan manevi lütuf ve batini yardımlar vasıtasıyla her insanı kabiliyeti esasınca kemale ulaştırır ve ilahi hükümleri korur.  Böyle bir masum imamın mukaddes varlığı Allah’ın hücceti, din ve kamil insanın örneğidir. Yer yüzünde hakkıyla Allahı tanıyan ve ona tapan İmam'dır. Eğer o olmazsa Allah Teâlâ hakkıyla tanınmaz ve kendisine ibadet edilmez. İmamın batın ve kalbi, ilahî sır ve ilimlerinin hazinesidir.

"Dinin kanun ve hükümlerini korumak, birinin o hükümlerin tümünü bilmesine ve amel etmesine bağlı değildir. Eğer dinin bütün hükümleri insanlar arasında paylaştırılır ve her bir grup bu hükümlerden bir kısmını bilir ve amel ederse dinin bütün hükümleri ilim ve amel açısından insan türü arasında mahfuz kalır". şeklindeki görüş iki açıdan reddedilmiştir:

1- Önceden de dediğimiz gibi insan türü arasında bütün insani kemallere bilfiil sahip olan doğru yolda yürüyen, talim ve terbiye açısından da Allah’tan başkasına muhtaç olmayan seçkin bir insan olmalıdır. Eğer böyle bir insan olmazsa insanlık hüccetsiz ve hedefsiz bir hale gelir. Hedefi olmayan türün ise mahvı kaçınılmazdır. Ama mezkur görüşe göre böyle kamil bir insan yoktur. Zira bu görüşe göre fertlerden herbiri sadece bir kısım hükümleri bilmekte ve amel etmektedir; ama bunlardan hiçbiri dinin doğru yolunda değildir; bilakis, hakikat yolundan sapmıştır. Oysa ki, dinin hükümleri arasında derin ve kopmayan bir bağ vardır.

2- Önceden de söylenildiği gibi Allah tarafından insanların hidayeti için indirilen hüküm ve kanunlar daima insanlar arasında sabit ve mahfuz olmalıdır. Hertürlü değişiklik, yokluk ve tehlikeden masun ve mahfuz olmalıdır ki insanlar onun doğruluk ve sıhhatine tamamen itimad etsinler. Bu da her türlü unutkanlık ve günahtan masum olan bir koruyucuyla mümkündür. Ama yukarıda zikredilen görüşe göre bu böyle değildir. O fertlerden herbirinin, hata, unutkanlık ve isyan imkanı vardır, dolayısıyle ilahi hükümlerde değişiklikten uzak değildir. Bu durumda ise Allah’ın hücceti tamamlanmaz ve kulların mazereti ortadan kalkmaz.

RİVAYETLERE GÖRE İMAMET

İmamet hakkında söylenenlerin tümü Ehl-i Beyt’ten nakledilen rivayetlerde de yeralmıştır. Bu hususta araştırmak isteyenler hadis kitaplarına başvurabilirler. Burada örnek olarak bunlardan birkaçını zikrediyoruz.

Ebu Hamza şöyle diyor: "Hz. Sadık’a (a.s) dedim ki, "imamsız Yeryüzü bâki kalır mı?" Hazret, "Eğer yüryüzü imamsız kalırsa altı üstüne gelir."[118] buyurdular.

Veşşa diyor ki: "İmam Rıza’ya (a.s), "Yeryüzü imamsız kalır mı?" diye sordum. İmam (a.s) "Hayır" diye buyurdu. Dedim ki, "Bizlere rivayet edildiğine göre, Allah Teâla kullarına gazap etmediği müddetçe yeryüzü imamsız kalmaz." İmam (a.s) daha sonra şöyle buyurdular: "Yeryüzü imamsız kalmaz, aksi taktirde yeryüzü altüst olur."[119]

İbnu-t Tayyar diyor ki: "İmam Sadık’tan (a.s), şöyle buyurduğunu işittim: "Yeryüzünde iki kişiden başka kimse kalmasa da onlardan birisi mutlaka (Allah’ın) hücceti olacaktır."[120]

İmam Ebu Cafer (a.s) şöyle buyurdular: "Allah’a andolsun ki Adem’in (a.s) ruhu alındıktan şimdiye kadar yeryüzü insanların hidayet bulduğu bir imamın vücudundan mahrum kalmamıştır. O imam insanlara Allah’ın hüccetidir. Yeryüzü asla imamsız kalmaz. Ta ki kullara Allah’ın hücceti böylece tamamlanmış olsun."[121]

Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "Allah bizleri (biz Ehl-i Beyt İmamlarını en güzel bir şekilde yarattı. Göklerde ve yeryüzünde ilimlerinin koruyucusu kıldı. Ağaçlar bizlerle konuştu ve Allah’a bizim ibadetlerimizle ibadet edilmektedir. Eğer biz olmasaydık, Allah’a asla ibadet edilmezdi."[122]

Yine İmam Sadık şöyle buyuruyor: "Vasiler rububî ilimlerin, kapılarıdırlar, dine o kapılardan girilmelidir. Eğer onlar olmazsa Allah tanınmaz ve Allah Teâla onlar vasıtasıyla kullarına hüccetini tamamlamaktadır".[123]

Ebu Halid şöyle diyor: "İmam Ebu Cafer’den (a.s) "Allah’a, resülüne ve indirdiğimiz nura iman edin" ayetinin tefsirini sordum." Hazret şöyle buyurdular: "Ey Eba Halid, Allah’a andolsun ki nurdan maksat imamlardır. Ey Eba Halid, imamın mü’minlerin kalbindeki nuru, güneşin nurundan daha parlaktır, mü’minlerin kalbini nurlandıran onlardır. Allah istediğinin kalbinden onların nurunu çıkarır ve böylece kalbi karanlık olur."[124]

İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdular: "Allah Teâla kullarının işleri için (İmam olarak) bir ferdi seçmek istediğinde ona kalp genişliği verir. Kalbini hakikat ve hikmetlerin çesmesi kılar, ona daima ilmini ilham eder, ondan sonra hiçbir sorunun cevabında aciz kalmaz, sahih yol göstericilikte ve hakikatleri beyanda asla sapıklığa düşmez; hatadan masumdur. Daima Allah’ın yol göstericilik, tevfik ve teyitlerine mazhardır. Hata ve sürçmelerden emandadır. Kullarına hüccet ve şahid olması için onu bu makama Allah seçmiştir. Allah bu ilahi ihsanını istediğine verir ve Allah büyük ihsan sahibidir."[125]

Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyuruyor: "Yıldızlar gök ehlinin emanıdır. Eğer onlar yok olursa gök ehli de yok olur. Benim Ehl-i Beytim de yeryüzündekilerin emanıdır. Eğer Ehl-i Beytim olmazsa yeryüzündekiler helak olur."[126]

Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: "Yeryüzü Allah için kıyam eden ve Allah’ın hücceti olan imamdan boş kalmaz. Bazen o imam zahir ve meşhurdur, bazen de gizli. Allah’ın hüccetleri ibtal edilmesin diye böyledir bu. Sayıları çok azdır. Onlar nerededirler? Allah’a andolsun ki sayı açısından azdırlar ama değer ve makam açısından büyük. Allah Teâla onlar vasıtasıyla kendi hüccet ve bürhanlarını korumaktadır. Ta ki onlar o bürhanları kendi emsallerine emanet edip onların kalbine eksinler…"

"İlim onları basiret hakikatine ulaştırmış. Onları yakin ruhuyla tanıştırmıştır. Mal ve servet düşkünlerinin zor saydığı şeyler onlar nezdinde kolaydır. Cahillerin korktuğu şeylerle onlar ünsiyet edinirler. Onlar bedenleriyle dünyadadır ama ruhları çok yücelere aittir. Onlar yeryüzünde Allah’ın halifeleri ve dinin davetçileridir."[127]

Yine Ali (a.s) buyuruyor: "Kur’an’ın değerli cevherleri Ehl-i Beyt’in vücudunda karar kılınmıştır. Onlar Allah’ın hazineleridir. Eğer konuşurlarsa doğru söylerler, eğer susarlarsa hiçkimse onları geçemez."[128]

Yine şöyle buyurmuştor: "Hak onların (Ehl-i Beyt’in) varlığının bereketiyle yerini bulur ve batıl onlarla yok olur, dili kökten kesilir. Onlar dini anlayanlardır. Onların bu anlayışı idrak, koruma ve amel ile birliktedir. Sadece duymak ve nakletmekten ibaret olan bir anlayış değildir bu. Gerçekten de ilim rivayetçileri çoktur. Ama ilme riayet edenler azdır."[129]

Özetle Mezkur aklî delil ve bu mevzu hakkındaki hadislerden şu netice alınmaktadır : İnsan türü yeryüzünde olduğu müddetçe aralarında masum ve kamil birisi olmalıdır ki beşer için mümkün olan bütün kemaller onda fiiliyete dönüşsün, ilmî ve amelî açıdan tam bir örnek olarak insanları hidayet etsin. Böyle seçkin bir insan, elbetteki diğer insanların imam ve önderi olacaktır. Bu büyük insan, insanî kemaller yolunda yücelecek ve diğer insanları da bu kemal ve makamlara davet edecektir. Onun vasıtasıyla gayb alemi ile bu maddî alem arasında sürekli bir ilişki kurulacaktır. Gaybi alemlerin feyizleri önce onun kendisine ve onun bereketiyle de diğer insanlara ulaşacaktır. Eğer böylesine seçkin ve kamil bir insan diğer insanlar arasında yaşamazsa insan türü amacını yitirir ve gayb ile ilişkisiz hale gelir. İlişki ve hedefi olmayan insan ise yok olmaya mahkümdur. O halde diğer deliller bir yana bizzat bu delil de delalet etmektedir ki hiçbir zaman ve asır ve bu cümleden olmak üzere de bizim asrımız, masum bir imamın varlığından  mahrum değildir. Asrımızda imam zahırde olmadığı için de imam gaybet halindedir.

HZ. MEHDİ (A.S) AHİR ZAMANDA MI DOĞACAKTIR?

"Hz. Mehdi’nin (a.s) geleceğini İslam’ın kesin inançlarından biri saymak gerekir. İslam Peygamberi de onun zuhurunu müjdelemiştir. Biri kalkıp da bu doğrudur, ama Mehdi’nin henüz doğmadığını söylemenin ne sakıncası vardır? Dünya elverişli hale geldiğinde Allah Teâla Rasulullah’ın evlatlarından birini gönderecektir. O da adaleti hakim kılacak, İslam’ı yayacak ve zulmün kökünü kazıyacaktır" şeklindeki derse buna şöyle cevap verilir:

"Evvela akli ve nakli delillerle isbat ettik ki imamın varlığı her asır ve zamanda zaruridir ve imamın yokluğu insan türünün yokluğunu gerektirir. O halde bizim asrımızda da imam vardır.

Saniyen, Mehdi’nin varlığını Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’ten nakledilen rivayetlerle isbat ettik. O halde tarif ve tavsifini de bu rivayetlerden çıkarmalıyız. El hamdu lillah Hz. Mehdi'nin bütün alamet ve özellikleri hadislerde yeralmış ve bu hususta hiçbir kuşkuya yer kalmamıştır. Ama bütün bunları okumak çok vakit aldığından sadece o hadislerin fihristini sizlere vermekle yetiniyorum, daha fazla bilgi istiyorsanız hadis kitaplarına müracaat ediniz.

 

HZ. MEHDİ KİMDİR?

İmamlar on iki kişidir. İlki Hz. Ali, sonuncusu ise Hz. Mehdi’dir. Bu hususta tam 91 hadis vardır.

İmamlar on iki kişidir ve sonuncusu Mehdi’dir: Bu hususta 94 hadis vardır.

İmamlar on iki kişidir, dokuzu Hüseyin’in soyundandır ve dokuzuncusu Mehdi’dir: 107 hadis.

Mehdi, Peygamber’in Ehl-i Beyt’indendir: 389 hadis.

Mehdi, Ali’nin evlatlarındandır: 214 hadis.

Mehdi, Fatıma’nın evlatlarındandır: 192 hadis.

Mehdi, Hüseyin’in evlatlarındandır: 185 hadis.

Mehdi, Hüseyin’in dokuzuncu evladıdır: 148 hadis.

Mehdi, Ali b. Hüseyin’in evladıdır: 185 hadis.

Mehdi, İmam Muhammed Bakır’ın evladındandır: 103 hadis.

Mehdi, İmam Cafer Sadık’ın evlatlarındandır: 103 hadis.

Mehdi, İmam Sadık’ın 6. evlatlarındandır: 99 hadis.

Mehdi, Musa b. Cafer’in evlatlarındandır: 101 hadis.

Mehdi, Musa b. Cafer’in 5. evlatlarındandır: 98 hadis.

Mehdi, Ali b. Musa Rıza’nın 4. evlatlarındandır: 95 hadis.

Mehdi, İmam Muhammed Taki’nin 3. evlatlarındandır: 90 hadis.

Mehdi, İmam Hâdi’nin evlatlarındandır: 90 hadis.

Mehdi, İmam Hasan Askeri’nin evladıdır: 145 hadis.

Mehdi’nin, babasının adı Hasan’dır: 148 hadis.

Mehdi’nin adı ve künyesi, Resulullah’ın (s.a.a) adı ve künyesi ile aynıdır: 47 hadis.

Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyururlar: "Mehdi benim evlatlarımdandır. Adı ve künyesi benim adım ve künyemle aynıdır. Ahlâk ve yaratılış açısından insanlar arasında bana en çok benzeyenide odur. Gaybete çekilecektir ki insanlar o zaman şaşkınlığa düşecek ve yollarını  kaybedecektir. Daha sonra yıldızlar gibi parlayarak ortaya çıkacak ve yeryüzünü zulümle dolduktan sonra adaletle dolduracaktır."[130]

Görüldüğü gibi bu hadis hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde va’dedilmiş Mehdi’yi tarif ve tavsif etmektedir.

 

MEHDİ HZ. HÜSEYİN’İN EVLATLARlNDANDlR

Bazı Ehl-i Sünnet uleması "Bizim alimlerimiz Hz. Mehdi’nin Hz. Hasan’ın evlatlarından olduğuna inanırlar. Bu hususta Sünen-i Ebi Davut’ta rivayet edilen bir hadise dayanmaktadırlar. Ebu İshak şöyle diyor: "Hz. Ali, oğlu Hz. Hasan’a bakarken şöyle buyurdu: "Oğlum seyyittir, Resulullah da onu seyyid olarak adlandırmıştır. Onun soyundan birisi zuhur edecektir ki Peygamber’in adını alacaktır. Ahlakta Peygamber’e benzeyecek ama yüzden benzemeyecektir (veya tam tersi.)"[131] demektedirler.

Evvela bu hadisin istınsahında hata olabilir yanı Hz. Hüseyin yerine Hz. Hasan yazılmıştır. Zira bu hadis aynı senet ve metin ile ayrı kitaplarda da mevcuttur; onlarda Hasan yerine Hüseyin yazılmıştır."[132]

Saniyen bu hadisin, hem Sünni hem Şia kitaplarında yeralan ve Mehdi’nin Hüseyin’in soyundan olduğunu bildiren sayı yönünden çok ve senet yönünden müteber hadisler karşısında hiçbir itibarı yoktur. Burada örnek olarak Ehl-i sünnet kitaplarından birkaç hadis nakledelim:

Hüzeyfe, Hz. Peygamber’den şöyle nakleder: "Eğer dünyanın bir günü dahi bâki kalsa Allah Teâlâ benimle adaş olan evlatlarımdan birini göndermek için o günü uzatacaktır." Selman "Ya Resulallah, Mehdi hangi evlatlarınızdan olacaktır?" diye sorunca Hz. Peygamber (s.a.a) mübarek elini Hüseyin’e vurarak "Bundan" buyurdular."[133]

Ebu Said-i Hudri Hz. Resulullah’ın Hz. Fatıma’ya şöyle buyurduğunu nakleder: "Bu ümmetin Mehdi’si bizdendir ve Hz. İsa namazda ona uyacaktır." Daha sonra mübarek ellerini Hüseyin’e vurarak şöyle buyurdular: "Bu ümmetin Mehdi’si bu çocuğumun neslinden gelecektir."[134]

Selman-i Farisi şöyle der: "Hz. Resulullah’ın yanına vardım, Hüseyin b. Ali Hz. Resulullah’ın dizine oturmuştu, Hazret onun yüzünü ve ağzını öpüyor ve şöyle diyordu: "Sen büyüksün, büyüğün oğlusun ve seyyidin -büyüğün- kardeşisin. İmamsın, imamın çocuğu ve imamın kardeşisin. Hüccetsin, hüccetin çocuğu ve hüccetin kardeşisin; Sen dokuz hüccetin babasısın ki onların dokuzuncusu Mehdi olacaktır."[135]

Hz. Ali (a.s) Hz. Resulullah’tan (s.a.a) şöyle rivayet eder: "Dünya; Hüseyin’in evlatlarından biri ümmetime egemen olup yeryüzünü zulümle dolduktan sonra adaletle doldurmadıkça sona ermeyecektir."[136]

Hz. Mehdi’nin Hz. Hüseyin’in soyundan geleceğini bildiren hadisler gereğince, onun Hz. Hasan’ın soyundan geleceğini bildiren hadisden itibardan düşer. Gerçi bu hadisleri mana itibarıyla cem'i etmekde mümkündür. Çünkü İmam Muhammed Bakır’ın (a.s) annesi İmam Hasan’ın (a.s) evlatlarından olduğu için Hz. İmam Hasan ve Hz. Hüseyin'in her ikisi de Hz. Mehdi'nin atası sayılırlar (biri anne diğeri ise baba tarafından). Aşağıdaki hadisi de  buna şahit gösterebiliriz:

Hz. Peygamber (s.a.a) Hz. Fatıma’ya (a.s) şöyle buyurdular: "Bu ümmetin iki torunu bizdendir. Bunlar cennet ehli gençlerinin efendisi Hasan ve Hüseyin adlı çocuklarındır. Allah’a andolsun ki babaları onlardan daha faziletlidir. Beni hak üzere gönderen Allah’a andolsun ki bu ümmetin Mehdi’si dünya karıştığında o iki evladının neslinden vücuda gelecektir."[137]

EĞER BİLİNSEYDİ…

Bu noktada şöyle bir soruyla karşılaşabiliriz: Va’dedilmiş Mehdi eğer böyle bilinen ve seçkin bir şahsiyete sahip olsaydı mezkur tavsif ve tarifler asr-ı saadetteki, müslümanların ve masum imamların ashabının kulağına ulaşsaydı, yanlışlık ve suistifade yolu kapanır, imamların ashabı ile alimler yanlışlığa düşmezlerdi. Halbuki görülmektedir ki imamların evlatlarından bazısı da olayın iç yüzünden habersizdiler. Nasıl oldu da bunca sahte Mehdi kendisini İslam’ın va’dettiği Mehdi adıyla tanıtmış ve halkı kandırmıştır? Eğer müslümanlar Mehdi’nin adını, künyesini annesinin adını, babasının adını, on ikinci imam olduğunu, yaşını ve diğer özelliklerini bilseydiler nasıl yanlışlığa düşebilirlerdi? Halbuki bazıları Muhammed b. Hanefiye’yi veya Muhammed b. Abdullah b. Hasan’ı veya Hz. Sadık, veya Hz. Musa b. Cafer’i … Mehdi sanmışlardır."

Önceden de dediğimiz gibi Mehdi’nin varlığı asr-i saadette müslümanların nezdinde kesin bilinen birşeydi, varlığı hususunda hiçkimse şüphe etmiyordu. Hz. Resulullah (s.a.a), Mehdi’nin varlığını, bazı sıfatlarını, tevhid ve adalet üzere kurulan hükümetini, zulmü ortadan kaldırmasını, İslam dininin zaferini ve onun eliyle gerçekleşecek adaletı bütün müslümanlara beyan etmiştir. Onları böylesi sevindirici müjdelerle sevindirmiştir. Ama Mehdi’nin özellik ve alametlerini teferruatıyla tüm müslümanlara beyan etmiyordu. Hatta denilebilir ki bu mevzu, bir yere kadar bir sır olarak saklanıyordu. Sadece nübüvet esrarının taşıyıcıları olan güvenilir ve emin kimselere söyleniyordu. Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Mehdi’nin gerçek alametlerini Ali b. Ebi Talib, Hz. Fâtıma-ı Zehra (a.s) ve güvenilir bazı ashaba söylüyordu. Ama ashabın geneline üstü kapalı ve icmalen beyan ediyordu.

Ehl-i Beyt imamları da Hz. Resulullah’a uyarak Mehdi mevzusunu müslümanların geneline üstü kapalı beyan etmişlerdir. Ama onun hakiki sıfatlarını her imam kendisinden sonraki imama söylemiş ve güvenilir ashaptan bazısına da beyan etmişlerdir. Ama halkın çoğu ve hatta imamların evlatlarından bazısı olayı detaylı olarak bilmiyorlardı.

Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ehl-i Beyt imamlarınin  bu kısa beyandan maksatları iki şeydi: Evvela bu vesileyle tevhid hükümetinin düşmanlarını ve zalimleri şaşırtmak ve böylece onların va’dedilmiş Mehdi kesin olarak tanımalarını engellemek istiyorlardı ki bu da Mehdi’nin muhafazası için gerekliydi. Evet, Hz. Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt İmanları çok iyi biliyorlardı ki eğer zalimler, ve zamanın hükümetleri, Mehdi’nin adını künyesini ve özelliklerini bilecek olursa kesin olarak babasını öldürüp doğumuna engel olabilirlerdi. Abbasoğulları, hükümetlerini korumak için her türlü vesileden istifade ediyor, bütün muhtemel tehlikeleri ortadan kaldırıyor ve her türlü cinayetleri işliyorlardı. Kendilerini rahatsız edeceğini tahmin ettikleri herkesi öldürüyor, itham edilen kişiler en yakınları bile olsa onu öldürmekten çekinmiyor hatta kendi kardeş, baba ve oğullarını bile katlediyorlardı.

Beni Ümeyye ve Abbasoğulları Mehdi’nin alamet ve özelliklerini tam olarak bimedikleri halde yine de muhtemel bir tehlikeyi ortadan kaldırmak için Fâtıma’nın evlatlarından binlerce insanı katlettiler. Bu vesileyle Mehdi’yi öldüreceklerini veya onun doğumunu önleyeceklerini sanıyorlardı, İmam Sadık (a.s) Mufazzal, Ebu Basir ve Eban b. Tağlib’e şöyle buyuruyordu: "Beni Ümeyye ve Abbasoğulları zalim hükümetlerinin bizim Kâim’imiz (Mehdi) vasıtasıyla yok olacaklarını duyduklarından bize düşmanlık etmeye başladılar. Kılıç çekerek Peygamber’in evlatlarını katletmeye ve neslini ortadan kaldırmaya çalıştılar ve böylece onu öldüreceklerini ümit ediyorlardı. Ama Allah istediğini gerçekleştirmek için zalimlere gerçekleri bildirmedi."[138]

Ehl-i Beyt imamları Hz. Mehdi’nin özelliklerini ifşa etmekten o kadar çekiniyorlardı ki yakın ashab ve hatta bazı evlatlarından bile bu hakikatleri gizliyorlardı. Ebu Halid-i Kâbili şöyle der: "İmam Ebu Cafer’e (a.s) tam olarak tanımam için Kâim’in ismini bana söylemesini istedim. Hazret şöyle buyurdu: "Ey Eba Halid öyle bir şeyi soruyorsun ki Fatıma’nın soyu bile onu bilecek olsalar o Hazret’i parça parça ederler."[139]

Ayrıca, Hz. Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt imamları meseleyi fazla teferruatına inmeden naklediyorlardı ki imanı zayıf insanlar İslam dininin galebesinden ümitsizliğe düşmesinler. Konunun izahı şudur: Bazı müslümanlar Hz. Resulullah’ın (s.a.a) ve Ali’nin nurlu hayatlarını duydukları veya gördükleri ve hak dininin zafere ulaşacağını duydukları ve zulüm ve sitemden usandıkları için binlerce umit ve arzu ile İslam’a giriyor, ama daha yeni iman ettikleri ve kâmil bir şekilde imanın hakikatine erememiş olduklarından acı tarihî olaylardan çabucak etkileniyorlardı. Öte yandan Beni Ümeyye ve Abbasoğullarının hareketlerini görüyor, İslam beldelerindeki sosyal adaletsizlik ve karışıklıkları müşahade ediyor ve bu sebeple şaşkınlığa düşüyorlardı. Bu yüzden bu tür insanların ümitsizliğe düşeceklerinden ve İslam’dan döneceklerinden korkuluyordu. Bu insanlara imanlarını korumakta yardımcı olan mevzulardan biri de şüphesiz ki kurtuluşu ve Hz. Mehdi’nin (a.s) kıyamını bekleyişdi. İnsanlar hergün Mehdi’nin kıyam edeceğini, İslam ve müslümanların işlerini düzelteceğini umuyordu. Onun zulmü yok edeceğini ve İslam dinini her yere yayacağını ümit ediyorlardı. Bu ise Mehdi’nin ne zaman kıyam edeceği ve benzeri gerçek özellikleri kamil olarak bilinmediği taktirde gerçekleşebilirdi. Ama eğer zuhur vaktini ve diğer özelliklerini, örneğin kimin oğlu olduğunu ve hangi tarihte kıyam edeceğini bilselerdi asla böyle bir netice elde edemezlerdi. Evet, asr-ı Saadete yakın dönemlerde zayıf insanları ümitlendiren ve tüm acılar karşısında onları dayanıklı yapan  şey, Hz. Peygamber ve Ehl-i Beyt imamlarının icmalen beyan ettiği bu kurtuluş müjdesiydi.

Yaktin oğlu Ali şöyle dedi: "Niçin hakkımızda yapılan müjdeler gerçekleşmekte ama sizler hakkındaki müjdelerden hiçbir belirti görünmemektedir?" Ali b. Yaktin şöyle cevap verdi: "Her ikimiz hakkındaki rivayetler bir kaynaktandır. Ama sizin hükümetinizin zamanı geldiğinden, hakkınızda yapılan tahminler birbiri ardınca gerçekleşmektedir. Ama Âl-i Muhammed’in iktidar zamanıysa henüz gelmemiştir. Bu sebeple bizleri sevindirici müjdeler ve arzularla meşgul ettiler. Eğer bizlere Al-i Muhammed’in hükümetinin 200 veya 300 yıldan önce kurulmayacağını söyleselerdi kalpler üzülür ve halk yığınları İslam’dan uzaklaşırdı. Ama olayı bizlere her gün kurtuluşu ve hak devletinin kuruluşunu beklememizi sağlayacak bir şekilde söylediler."[140]

EHL-İ BEYT’İN HADİSLERİ BÜTÜN MÜSLÜMANLAR İÇİN HÜCCETTİR

Bu noktada bazı sünni kardeşler "Sizin hadisleriniz gerçekten de Mehdi’yi çok güzel bir şekilde tarif ve tavsif etmiştir. Ama ne yazık ki bizim gibi sünni olan insanlara göre bu hadisler ve imamlarınızın söz ve amelleri geçerli ve müteber değildir." diyebilirler.

Ben burada kimseye velayet ve imamet mevzuunu ispat etmek istemiyorum, ancak şu mevzuyu hatırlatmak istiyorum ki Ehl-i Beyt’in sözleri bütün müslümanlar için muteber ve hüccettir, ister onları imam olarak kabul etsin, ister etmesin! Zira sünni ve şiilerin sıhhatinde ittifak ettikleri bir çok kesin hadislerde Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a), Ehl-i Beyt’ini müslümanlara ilmi bir merci olarak tanıtmış, söz ve amellerini sahih kabul etmiştir. Örneğin:

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Ben aranızda iki değerli şey bırakıyorum ki onlara sarıldıkca asla sapmazsınız. Bu ikisinden birisi Allah’ın Kitabıdır ki yer ve gök arasında bir irtibat vesilesidir. İkincisi ise Ehl-i Beyt’imdir. Bu ikisi kıyamete kadar birbirinden ayrılmazlar. O halde onlara nasıl davrandığınıza dikkat ediniz."[141]

Bu hadisi şii ve sünniler farklı senetlerle kendi kitaplarında nakletmiş ve sahih olduğunu itiraf etmişlerdir. İbn-i Hacer "Es-Sevaik-ul Muhrika" adlı kitabında şöyle yazmaktadır: "Bu hadis bir çok tarik ve senetle Hz. Resulullah’tan (s.a.a) nakledilmiştir. Ashapdan yirmiden fazla kişi bu rivayeti nakleder. Hz. Resulullah (s.a.a) Kur’an ve Ehl-i Beyt’e o kadar önem veriyordu ki defalarca, ve bu cümleden olmak üzere de veda haccında, Gadir-i Hum’da ve Taif seferinden dönüşte müslümanlara Ehl-i Beyt’e sarılmalarını önemle hatırlatmıştır.

Ebuzer Hz. Peygamber’den (s.a.a) şöyle rivayet etmiştir: "Benim Ehl-i Beyt’im Nuh’un gemisine benzer, ona binenler, kurtulur binmeyenlerse boğulur."[142]

Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuşlardır: "Benim gibi yaşamak, ölmek ve Allah’ın ektiği Tuba ağacının yanında yeralmak isteyen, benden sonra Ali’yi veli olarak kabullenmeli, onun dostlarıyla dost olmalı ve benden sonraki imamlara uymalıdır. Zira onlar benim Ehl-i Beyt’imdir ki benim tiynetimden yaratılmışlardır. İlim ve anlayış sahibidirler. Onları yalanlayanlara ve onlar hakkında bana ihsanı kesenlere yazıklar olsun, böyleleri asla benim şefaatime erişemezler."[143]

Hz. Peygamber (s.a.a) Ali (a.s)’a şöyle buyurmuştur: "Senin ve evlatlarından olan imamların misali Nuh’un gemisi misalidir ki ona binen kurtulur, ondan ayrı düşen boğulur. Sizin misaliniz yıldızlar misalidir ki yıldızlardan biri batınca bir diğeri doğmaktadır. Bu durum kıyamete kadar devam edecektir."[144]

Cabir b. Abdullah Ensari Hz. Peygamber’den (s.a.a) şöyle nakleder: "Ali’nin iki evladı cennet gençlerinin efendisi ve benim evlatlarımdır. Ali, iki evladı ve sonraki imamlar Allah’ın kulları üzerindeki hüccetleridir. Onlar ümmetimin arasında ilim kapılarıdır, onlara uyan ateşten kurtulup doğru yola hidayet bulur. Allah Teâlâ onların sevgisini ancak cennet ehline nasib kılar."[145]

Ali b. Ebi Talib (a.s) insanlara şöyle buyurmaktadır: "Allah için söyleyin, Resulullah’ın son hutbesinde "Ey insanlar, ben Allah’ın Kitab’ını ve Ehl-i Beyt’imi sizlere bırakıyorum. Onlara sarılın ki sapıklığa düşmeyesiniz. Zira Allah Teâlâ bana kıyamete dek onların asla birbirinden ayrılmayacağını haber vermiştir." dediğini biliyor musunuz? Bu sırada Ömer b. Hattab kızarak, "Ya Resulallah, bu söz tüm Ehl-i Beyt’in hakkında mıdır?" diye sorunca o Hazret "Hayır, bu hüküm benim vasilerim hakkındadır ki ilki Ali b. Ebi Talib’dir; o benim kardeşim vezirim ve halifemdir, müminlerin velisidir. Ali’den sonra evladım Hasan, daha sonra Hüseyin ve ondan sonra da Hüseyin’in evlatlarından dokuz kişi benim vasilerimdir. Kıyamete dek birbirleri ardınca gelecektirler. Onlar yeryüzünde şahit, insanlara hüccet, ilim hazineleri ve hikmet madenleridir. Onlara itaat eden Allah’a itaat etmiştir; onlara isyan eden ise Allah’a isyan etmiştir." Hz. Ali’nin (a.s) sözleri buraya varınca oradakiler cevab olarak "Evet!" dediler, "Biz, Resulullah’ın böyle buyurduğuna şehadet ederiz."[146]

Ehl-i sünnet ve şia kitaplarında bu ve benzeri bir çok hadisler yer almıştır ki genelde şu birkaç konuyu içerir:

1- Kur’an insanlar arasında kıyamete kadar bakî kalacaktır. Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Ehl-i Beyti de kıyamete kadar bakî kalacaktır. O halde bu hadisler gâib imamın varlığının delilleri sayılabilir.

2- Ehl-i Beyt’ten maksad Peygamber’in oniki vasisidir.

3- Peygamber-i Ekrem (s.a.a) müslümanları kendinden sonra başıboşluk ve çaresizlik içinde bırakmamıştır. Ehl-i Beyt’ini ilmî merci ve hidayet aracı kılmış, söz ve amellerini muteber ve hüccet saymış ve onlara sarılmayı tavsiye ve tekid etmişir.

4- İmam asla Kur’an hükümlerinden ayrılmaz. Esasen onun tek hedefi Kur’an hükümlerini yaymaktır. O halde o Kur’an’ın tüm hükümlerini tümüyle bilen birisi olmalıdır. Masum bu yönden Kur’an'a benzer Kur'an Kerim gibi yolgöstericilikte insanları sapıklığa düşürmez, ona sarılan şüphesiz ki kurtulur. Keza iman da hidayet yolunda hata ve yanlışlıktan masumdur. İnsanlar bütün davranışlarında onlara uyduğu taktirde şüphesiz gerçek saadete erişebilmelidirler. Yani imam hata ve yanlışlıklardan masum olmalıdır.

NÜBÜVVET İLİMLERİNİN HAZİNESİ ALİ (A.S)

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) hadis ve siretinden de anlaşıldığı üzere ashabının nübüvvet ilmini kabul için gerekli yetenek ve liyakate sahib olmadığını, ve müslümanların ister - istemez günün birinde bu ilimlere muhtaç olacağını çok iyi bir şekilde bildiği  için, Ali b. Ebi Talib’i (as) seçti, İslam öğretileri ve nübüvvetin ağır ilimlerini ona amanet bıraktı, gece-gündüz onu yetiştirmeye çalıştı. Bu hususta hakikatlerin ortaya çıkması için bir takım hadisler nakletmek istiyoruz:

Peygamber (s.a.a) Hz. Ali’ye (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah seni kendime yakınlaştırmamı ve sana ilimleri öğretmemi emretmiştir. Sen de bu ilimleri öğrenmek ve hafızana kaydetmek hususunda çaba sarfetmelisin. Allah da böylece seni teyid edecektir."[147]

Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır: "Resulullah’tan duyduğum hiç bir şeyi unutmadım."[148]

Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: "Resulullah bana bir saat gece ve bir saat de gündüz vakit ayırmıştı."[149]

Hz. Ali’ye (as) "Nasıl oldu da siz sahabelerden daha fazla hadis öğrenebildiniz?" diye sorulunca şöyle buyurdu: "Ben Resulullah’a bir şey sorduğuna cevap verirdi, ve sustuğum da ise kendisi konuşmaya başlardı."[150]

Ali (a.s) şöyle buyuruyor: "Hz. Resulullah bana "Sözlerimi yaz" buyurdular. Ben "Ya Resulallah unutacağımdan mı korkuyorsunuz?" dedim. "Hayır, dedi zira Allah’tan seni hafız kılmasını istedim; ama bu konuları kendi ortakların ve evladından olan imamlar için yazmalısın. O İmamların vücudunun bereketiyle insanlara yağmur yağmakta ve duaları kabul olmaktadır. Belalar yok olmakta ve göklerden rahmet nazil olmaktadır." Daha sonra da Hasan’a (a.s) bakarak şöyle buyurdu: "Bu senden sonra ilk imamdır." Daha sonra da Hüseyin’e işaret ederek "Bu da senden sonra ikinci imamdır ve diğer imamlar Hüseyin’in evlatlarındandır" buyurdular."[151]

HZ. ALİ’NİN (A.S) KİTABl

Evet Ali b. Ebi Talib (a.s) kendi kabiliyeti, ilahî yeteneği ve Hz. Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) isteğiyle Peygamer'in ilim ve marifetlerini öğreniyor ve bir kitapta yazıyordu. Hz. Ali (a.s) bu kitabını zaruret anında faydalanılması için kendi vasilerine verdi. Bu husus Ehl-i Beyt’ten nakledilen rivayetlerde de yer almıştır. Örneğin Hz. Sadık (a.s) şöyle buyurmaktadır:

"Bizde öyle bir şey vardır ki insanlara muhtaç olmayız ama insanlar bizlere ihtiyaç duyar. Zira bizde Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Ali’ye yazdırdığı bir kitap vardır. Bu kitapta bütün helal ve haramlar yazılıdır."[152]

Hz. İmam Muhammed Bakır (a.s) Cabir’e şöyle buyurdu: "Ey Cabir! Eğer biz kendi görüşlerimizden bir şey söyleyecek olsaydık helak olurduk. Ama halkın altın ve gümüş topladığı gibi biz, Hz. Resulullah’tan (s.a.a) topladığımız hadisleri sizler için naklediyoruz."[153]

Abdullah Sinan şöyle diyor: "Hz. Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğunu işittim: "Bizim yanımızda, 70 zırâ uzunluğunda Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Hz. Ali’ye (a.s) yazdırdığı bir kitap vardır. İnsanların bütün ilmi ihtiyaçları hatta bedendeki bir sıyrığın diyeti bile bu kitapta mevcuttur."[154]

NÜBÜVVET İLMİNİN VARİSLERİ

Bu noktada sözkonusu sünni kardeşlerime bunu söylemek isterim: Siz Resulullah’ın evlatlarının imametini kabul etmiyorsunuz ama yine de onların sözünü hüccet ve muteber kabul etmelisiniz. Nitekim sahabe ve tabiilerin hadislerini de muteber sayıyorsunuz. Bu durumda Hz. Resulullah’ın (s.a.a) mübarek Ehl-i Beyt’inden gelen hadisleri de hüccet kabul etmelisiniz. Onları imam olarak kabul etmeseniz de onların rivayet hakkı ortadan kalkmaz, onların sözlerinin değeri kesin olarak sıradan bir ravinin sözlerinden daha çoktur. Ehl-i sünnet alimleri de Ehl-i Beyt’in temizlik ve ilmi makamını itiraf etmektedirler.[155]

İmamlar defalarca şöyle buyurmuşlardır: "Biz kendimizden birşey söylemiyoruz, Peygamber’in ilimlerinin varisiyiz. Bizler ne söylesek babalarımız vasıtasıyla Peygamber’den nakledilmiştır."

Örneğin Hz. Sadık (a.s) şöyle buyururlar: "Benim hadisim babamın hadisidir, babamın hadisi de atamın hadisidir. Atamın hadisi de Hüseyin’in hadisidir. Hüseyin’in hadisi de Hasan’ın hadisidir. Hasanın hadisi Emir-el Müminin’in hadisidir. Emir-el Müminin’in hadisi de bizzat Hz. Resulullah’ın (s.a.a) hadisidir. Ve Resulullah’ın (s.a.a) hadisi ise Allah’ın kelamıdır."[156]

Evet insaflı olmak gerekir. Cennet gençlerinin efendisi olan Hz. Hasan ve Hüseyin’le (a.s) takva ve ibadeti ile meşhur olan Ali b. Hüseyin’in ve ilmî makamı ve takvasıyla bilinen Muhammed b. Ali ile Cafer b. Muhammed’in (a.s) sözleri Ebu Hureyre, Semure b. Cündep ve Ka’b-ul Ahbar’ın sözleri kadar olsun, değerli değil midir acaba?! Evet, İslâm Peygamberi (s.a.a) Hz. Ali ve evlatlarını kendi ilminin hazineleri karar kılmış ve bu meseleyi defalarca müslümanlara hatırlatmış, insanları onlara uymaya davet etmiştir. Ama ne yazık ki İslam’ın gerçek yolu saptırıldı ve İslam toplumu Ehl-i Beyt’in değerli ilimlerinden mahrum kaldılar. Bu da İslam ümmetinin geri kalmasına sebep oldu.

 

İMAM HASAN ASKERİ’NİN (A.S) EVLADI VAR MIYDI?

İmam Hasan Askeri’nin hiç oğlu olmadığını zannedenlere onun oğlu olduğunu birkaç yolla ispat etmek mümkündür:

1- İslam Peygamberi ve Ehl-i Beyt imamlardan nakledilen birçok hadislerde tasrih edilmiştir ki Hasan b. Ali b. Muhammed’in bir oğlu olacaktır ve bir müddet gaybete çekildikten sonra dünyayı ıslah etmek için kıyam edecektir. O, Yeryüzünü adaletle dolduracaktır. Bu mevzu hadislerde farklı tabirlerle ifade edilmiştir. Örneğin "Mehdi, Hüseyin’in dokuzuncu evladıdır." "Mehdi Hz. Sadık’ın altıncı evladıdır." "Mehdi, Musa b.Cafer’in beşinci evladıdır." "Mehdi, Ali b. Musa Er-Rıza’nın dördüncü evladıdır". "Mehdi, İmam Muhammed Taki’nin üçüncü evladıdır".

2- Birçok hadislerde tasrih edilmiştir ki va’dedilmiş Mehdi onbirinci İmam Hasan Askeri’nin (a.s) evladıdır. Örneğin:

Sakar şöyle der: "Ali b. Muhammed’in (a.s) şöyle buyurduğunu duydum: "Benden sonraki imam, oğlum Hasan’dır. Hasan’dan sonra da onun oğlu imamdır. O yeryüzünü zulümle dolduktan sonra adaletle dolduracaktır."[157]

3- İmam Hasan Askeri (a.s) bir çok hadislerinde "Mehdi ve Kâim benim evladımdır." diye buyurmuştur. Bilindiği üzere imam ve peygamber her türlü yalan ve hatadan münezzehtir.

Örneğin, Muhammed b. Osman babasının şöyle dediğini nakletmektedir: "İmam Hasan Askeri’nin (a.s) yanında oturduğum bir sırada babasından nakledilen: "Kıyamete kadar yeryüzü hüccetsiz kalmaz ve zamanının imamını tanımadan ölen, cahiliyet üzere ölür" hadisi hakkında kendisine soru soruldu. O, "Evet bu mesele gün gibi açık ve haktır." diye buyurdular. Kendisine, "Ey Resulullah’ın evladı, senden sonra hüccet ve imam kimdir?" diye sorulduğunda ise şöyle buyurdu: "Benden sonra da oğlum Muhammed hüccet ve imamdır. Onu tanımadan ölen cahiliye üzere ölür. Bilin ki oğlum bir müddet gaybete çekilecektir ki insanlar bu dönemde şaşkınlığa düşecek ve batıl ehli olanlar helak olacaktır. Zuhur vaktini belirleyenler yalan söylüyorlar. O, ancak gaybeti sona erince kıyam edecektir. Necef’te onun başı üzerinde dalgalanan beyaz bayraklarını görür gibiyim."[158]

4- İmam Hasan Askeri (a.s) kendisinin bir oğlu olduğunu birçok ashabına müjdelemiştir. Örneğin, Hz. Mehdi’nin (a.s) doğumundan sonra ve İmam Hasan Askeri’nin (a.s) vefatından önce ölen Fazl b. Şazan "Gaybet" adlı kitabında Muhammed b. Ali b. Hamza’dan naklen şöyle yazmaktadır: "İmam Hasan Askeri’den (a.s) şöyle işittim: "Allah’ın hücceti ve benim vasim 255 yılının Şaban ayının 15. gecesinde, şafak sökerken sünnetli olarak dünyaya geldi"[159]

Keza Ahmed b. İshak şöyle der: "İmam Hasan Askeri’nin şöyle dediğini işittim: "Ben gitmeden bana vasimi gösteren Allah’a şükürler olsun, o yaradılış ve ahlak açısından ceddim Hz. Resulullah’a (s.a.a) en çok benzeyendir. Allah Teala bir müddet onu gaybette koruyacak daha sonra da yeryüzünü adaletle doldurması için zahir kılacaktır."[160]

Keza, Ahmed b. Hasan b. İshak-i Kummi şöyle rivayet etmiştir. "Halef-i Salih (salih evlat, yani Mehdi) doğunca Ahmet b. İshak vasıtasıyla İmam Hasan Askeri’nin kendi eliyle yazdığı bir mektup elime geçti, orada şöyle yazılıydı: "Benim çocuğum dünyaya geldi. Bu konuyu gizli tut, zira dost ve yakınlarımdan başka hiç kimseye söylemeyeceğim."[161]

Diğer bir hadiste Ahmed b. İshak söyle diyor: "Bir gün İmam Hasan Askeri’nin (a.s) yanına vardım, bana şöyle buyurdu: "Ahmet! insanların şüphe içinde olduğu bu mesele hakkında tavrın nedır?" Dedim ki: "Oğlunuzun olduğunu müjdeleyen mektubunuz elime geçince kadın-erkek, genç-yaşlı hepimiz için hak ortaya çıktı, biz de ona inandık." Hz. İmam Hasan Askerî şöyle buyurdu: "Yeryüzünün hüccetsiz kalmayacağını bilmiyor musun?"[162]

Ebu Cafer-i Amri şöyle rivayet eder: "Sahib-ul Emr (Mehdi) doğunca İmam Hasan Askeri (a.s) şöyle buyurdular: "Ebu Amr’ı çağırın!" Ebu Amr gelince kendisine şöyle buyurdular: "Onbin ritil ekmek ve onbin ritil de et al ve Haşim oğulları arasında bölüştür, şu kadar koyunu da oğlum için akika olarak kes".[163]

Bütün bu mütevatir hadislerden, insan İmam Hasan Askeri’nin (a.s) bir oğlu olduğuna yakin etmektedir.

İMAM-I ZAMAN’I ÇOCUKKEN BİZZAT GÖRENLER

Tanınmış birinin çocuğunun olması ve bundan kimsenin haberdar olmaması mümkün müdür? Nasıl olurda 5 yıl yaşamış ama onu hiçkimse tanımamıştır? İmam Hasan Askeri (a.s) Samerra’da yaşamıyor muydu? Evine giden gelen olmuyor muydu? Sadece Osman b. Said’in sözü ile böyle birşeye inanılır mı?

Yukarıdaki sorulara şöyle cevap vermek mümkündür:

Baştanberi İmam Hasan Askeri’nin (a.s) çocuğunun gizli tutulması kararlaştırılmıştı. Ama yine de yakınları ve güvenilir insanlar bu çocuğu görmüş ve varlığına şahid olmuşlardı. Örneğin:

1- Sahib-ul Emr’in (a.s) doğumu esnasında orada olan ve olayı tafsilatlı bir şekilde beyan edenlerden biri de İmam Muhammed Taki’nin (a.s) kızı ve İmam Hasan Askeri’nin (a.s) halası olan Hekime Hatun’du. Olayın özeti şudur: Hekime Hatun şöyle diyor: "Birgün İmam Hasan Askeri’nin evine gittim. Şaban ayının 15. gecesi eve dönmek istediğimde İmam bana "Halacığım bu gece bizde kal, zira Allah’ın velisi ve benim vasim bu gece doğacaktır" buyurdu. Ben "Hangi cariyenden" diye sordum. İmam Hasan Askerî "Susen’den" diye buyurdu.

Ben Susen’i yokladım, ama onda hamlin (doğumun) alametlerini görmedim. İftar ettikten ve namazımı  kıldıktan sonra Susen ile bir odada yattık. Çok geçmeden uyandım ve İmam’ın sözlerini düşündüm. Daha sonra gece namazı kılmaya başladım. Susen de uyandı ve gece namazını kıldı. Güneş doğmak üzereydi. Ama doğumdan hiçbir eser yoktu. İmam Hasan’ın sözlerinde şüphelenmeye başlamıştım  ki odasından bana "Halacığım şüphen olmasın ki çocuğumun doğumu yakındır." buyurdu.

İşte bu sırada birden Susen’in halinin değiştiğini gördüm. Ne olduğunu sorunca da "Şiddetli bir sancı duyuyorum" dedi. Ben doğum için gerekli şeyleri hazırladım ve onun ebeliğini kendim üstlendim. Çok geçmeden Allah’ın velisi tertemiz olarak dünyaya geldi.

İmam Hasan Askeri (a.s) "Halacığım çocuğumu getir" buyurdu. Çocuğu yanına götürdüm; onu kucağına aldı, mübarek dilini çocuğun gözlerine sürdü, hemen gözleri açıldı. Daha sonra mübarek dilini çocuğun ağzına ve kulağına sürdü ve eliyle başını okşadı. Çocuk böylece konuşmaya ve Kur’an okumaya başladı. Sonra çocuğu bana verdi ve "Bunu annesine götür" buyurdu, çocuğu annesine götürdüm ve eve döndüm. Üçüncü gün yine İmam’ın evine gittim, ama çocuğu göremedim, daha sonra İmam’ın huzuruna vardım, ama orada da, çocuğun durumunu sormaktan çekindim. İmam Hasan (a.s) şöyle buyurdu: "Halacığım, çocuğum Allah’ın emanında gaybete çekildi. Ben dünyadan göçünce şiilerimin ihtilaf ettiğini görünce, güvenilir olanlarına bir oğlum olduğunu haber ver. Ama bunu gizli tutman gerekir. Zira oğlum gaybete çekilecektir."[164]

2- İmam Hasan Askeri’nin (a.s) hizmetçilerinden Nesim ve Mariye de şöyle rivayet etmişlerdir: "Sahib-ul Emr doğunca iki dizleri üzerine oturdu, ve parmaklarını göğe doğru kaldırdı. Sonra aksırdı ve "Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun" dedi."[165]

3- Hizmetçi Ebu Ganim şöyle der: "İmam Hasan Askeri’nin bir çocuğu oldu, adını Muhammed koydu. Üçüncü gün çocuğu ashabına göstererek şöyle dedi: "Bu çocuğum benden sonra sizin imam ve sahibinizdir. Herkesin beklediği Kâim’dir. Yeryüzü zulümle dolunca o kıyam edecek ve adaleti hakim kılacaktır."[166]

4- Hasan b. Hüseyin Alevi şöyle der: "Samerra’da İmam Hasan Askeri’nin (a.s) huzuruna vararak çocuğunun doğumunu kutladım."[167]

5- Abdullah b. Abbas Alevi şöyle der: "Samerra şehrinde İmam Hasan Askeri’nin huzuruna vardım ve çocuğunun doğumunu kutladım."[168]

6- Hasan b. Münzir: "Günün birinde Hamza b. Ebi-l Fath yanıma gelerek şöyle dedi: Müjdeler olsun ki dün Allah Teâlâ, Hz. İmam Hasan Askeri’ye bir çocuk verdi, ama bunu gizli tutmamızı emretti. Adını sordum "Muhammed" dedi."[169]

7- Ahmed b. İshak şöyle diyor: "Bir gün İmam Hasan Askeri’nin huzuruna vardım. Ondan vasisi hakkında sormak istedim. Hazret, ben henüz sorumu sormadan şöyle buyurdu: "Ey Ahmed b. İshak! Allah Teâlâ Adem’i yarattığı günden kıyamete kadar yeryüzünü asla hüccetten mahrum bırakmamış ve bırakmayacaktır da. Onun vasıtasıyla belalar yeryüzünden uzaklaştırılmakta, yağmur yağmakta ve yerin bereketleri zuhur etmektedir." Ben "Ey Resulullah’ın evladı, (sizden sonra) imam ve vasiniz kimdir?" diye sordum. İmam eve girdi ve az sonra dolunay gibi nurlu üç yaşındaki bir çocuğu kucağına alarak dışarı çıktı ve şöyle buyurdu: "Ahmed! Eğer sen Allah ve imamlar nezdinde değerli birisi olmasaydın, çocuğumu asla sana göstermezdim! Bil ki, bu çocuğun adı ve künyesi Resulullah’ın (s.a.a) adı ve künyesiyle birdir. Yeryüzünü adaletle dolduracak olan da budur."[170]

8- Muaviye b. Hekim, Muhammed b. Eyyub ve Muhammed b. Osman-i Amri şöyle rivayet etmişlerdir: "İmam Hasan Askeri’nin (a.s) evinde kırk kişi bir araya toplanmıştık. İmam çocuğunu göstererek şöyle buyurdu: "Bu imamınız ve benim vasimdir. Benden sonra ona itaat edin ve ihtilafa düşmeyin, yoksa helak olursunuz! Ama şunu da bilin ki bundan sonra onu göremeyeceksiniz!"[171]

9- Cafer b. Muhammed b. Malik, Ali b. Bilal, Ahmed b. Hilal, Muhammed b. Muaviye b. Hekim ve Hasan b. Eyyüb’un da içinde olduğu bir şii grubun şöyle dediklerini rivayet eder: "Biz İmam Hasan Askeri’nin (a.s) evinde toplanmıştık. İmam’ın vasisinin kim olduğunu sormak istiyorduk, tam kırk kişiydik. Osman b. Said kalkarak şöyle arzetti: "Ey Resulullah’ın evladı, biz sizin daha iyi bildiğiniz bir mevzuyu sormaya geldik." İmam (a.s) "Oturunuz." diye buyurdu. Daha sonra yerinden doğrularak "Hiç kimse meclisten ayrılmasın." buyurdu. Bir müddet sonra geri döndü. Kucağında ay parçası gibi çocuk vardı. Daha sonra şöyle buyurdu: "Bu sizin imamınızdır. Ona itaat edin. Ama artık onu göremeyeceksiniz!"[172]

10- Ebu Harun şöyle der: "Sahib-uz Zaman’ı gördüm, yüzü ay parçası gibi nurluydu."[173]

11- Yakub şöyle der: "Bir gün İmam Hasan Askeri’nin (a.s) evine gittim. İmam’ın sağ tarafında kapısına perde asılan bir oda gördüm. "Mevlam, Sahib-uz Zaman kimdir?" diye sordum. İmam "Perdeyi kenara çek" dedi. Ben perdeyi kaldırınca bir çocuk geldi ve İmam’ın dizlerinin üzerine oturdu, Hazret, "Bu sizin imamınızdır" buyurdular."[174]

12- Amr-ı Ehvazi şöyle der: İmam Hasan Askeri bana çocuğunu göstererek  şöyle buyurdu: "Benden sonra oğlum sizin imamınız olacaktır."[175]

13- Hadim-i Farisi şöyle der: "İmam Hasan Askeri’nin evinin önünde idim bu arada bir cariye evden dışarı çıktı. Elinde örtülü bir şey vardı. İmam ona şöyle buyurdu: "Onu göster!" O cariye de güzel bir çocuğu bizlere gösterdi. İmam, "Bu sizin imamınızdır" buyurdular. Hadım-i Farisi "Artık ondan sonra çocuğu göremedim" diyor.[176]

14- Ebu Nasr Hadım: "Sahib-uz Zaman’ı beşikte gördüm."[177] der.

15- Ebu Ali b. Mutahhar, "İmam Hasan Askeri’nin çocuğunu gördüm."[178] der.

16- Kamil b. İbrahim de "Sahib-uz Zaman’ı İmam Hasan Askeri’nin evinde gördüm." der, "dört yaşında idi ve yüzü ay parçası gibi nurluydu. Sorumu henüz söylemeden cevapladı."[179]

17- Sa’d b. Abdullah şöyle der: "Sahib-uz Zaman’ı gördüm, yüzü ay parçası gibiydi. Babasının dizine oturmuş, benim sorularımı cevaplıyordu."[180]

18- Ebu-l Hasan’ın (a.s) kölesi olan Hamza b. Nasır babasının şöyle söylediğini nakleder: "Sahib-ul Emr doğunca İmam Hasan Askeri’nin evindekiler birbirine müjde veriyorlardı. Biraz büyüyünce bana hergün bir miktar kemikli et almamı emrettiler ve "Bu, küçük mevlamız içindir" dediler.[181]

19- İbrahim b. Muhammed şöyle der: "Bir gün valinin korkusundan kaçmak istiyordum. Veda etmek için İmam Hasan Askeri’nin evine gittim. Yanında güzel bir çocuk gördüm "Ey Resulullah’ın evladı, bu çocuk kimdir?" diye sordum. İmam "Benim çocuğum ve vasimdir" buyurdular."[182]

Bunlar, İmam Hasan Askeri’nin (a.s) hizmetçileri, yakınları akrabaları ve ashabının güvenilir olanlarından bir cemaat idiler ki İmam’ın çocuğunu görmüş ve varlığına tanık olmuşlardı. Bu insanların tanıklığı ile imamlar ve Peygamber’den (s.a.a) nakledilen haberleri bir araya getirdiğimizde İmam’ın çocuğunun varlığına yakin etmekteyiz.

 

NİÇİN VASİYETTE ZİKREDİLMEDİ?

"Denildiği üzere İmam Hasan Askeri (a.s) ölüm döşeğinde işlerini yapması için annesini kendisine vasi karar kıldı ve bu mevzu vaktin kadıları nezdinde de isbat edildi, ama asla çocuğunu zikretmedi. Ölümünden sonra da malları annesi ve kardeşleri arasında taksim edildi.[183] Halbuki eğer çocuğu olsaydı mirastan mahrum olmaması için vasiyette zikrederdi." diyenlere şunu hatırlatmak gerekir: İmam Hasan (a.s) zalım hükümdarın baskı ve şerrinden kurtulmak için bilerek oğlünu vesiyetınde gizlemiştir. İmam (a.s) bu çocuğu gizlemeye çok önem verirler ve onun ortaya çıkmasından endişe duyarlardı. Hatta bazen en yakın ashabına bile takiyye etmek ve olayı ondan gizlemek zorunda kalıyorlardı.

İbrahim b. İdris şöyle der: "İmam Hasan Askeri (a.s) bana bir koyun gönderdi ve "Bu koyunu çocuğum için akika olarak kes ve aile fertlerine yedir." dedi. Ben de emrine itaat ettim. Ama huzuruna varınca bana "Oğlum dünyadan göçtü" buyurdu. Ama başka bir defasında iki koyunu bir mektupla birlikte bana gönderdi, bu mektupda şöyle yazıyordu: "Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Bu koyunu İmam’ın için akika olarak kes ve akrabalarına yedir." Ben de emrine itaat ettim, yanına varınca bana birşey demedi.[184]

Hz. Sadık (a.s) da kendi vasiyyetinde bu ihtiyat ile amel etti ve beş kişiyi kendine vasi kıldı: Abbasi halifesi Mansur’u, Medine valisi Muhammed b. Süleyman’ı, Abdullah va Musa adlı iki oğlu ile Musa’nın annesi Hamide’yi.

İmam (a.s) bu hareketiyle oğlu Musa’yı (a.s) muhtemel tehlikelerden  kurtarmıştır. Zira o biliyordu ki halife kimin vasi ve imam olduğunu anlayacak olursa onu öldürmeye kalkışacaktır. Gerçekten de İmam’ın tahmini doğru çıkmış ve halife, imamın vasisinin belirlendiği taktirde öldürülmesini emretmişti.

NİÇİN BAŞKALARl HABERDAR OLMADlLAR?

"Birinin bir çocuğu olursa yakınları akrabaları, komşuları ve dostları bundan haberdar olur. Hele tanınmış ve muhterem biri ise çocuğu hakkında asla ihtilafa düşülmez. İmam Hasan Askeri gibi şiiler nezdinde büyük bir makamı olan bir insanın çocuğu olur da insanlar bundan habersiz kalırlar mı? Öyle ki, onun varlığı hakkında bile ihtilafa düşmüşlerdir. Buna inanılır mı? "şeklindeki bir soruya şu cevabı vermek gerekir:

Normal bir olay söz konusu olursa bu iddia doğrudur. Ama İmam baştan beri oğlunun doğumunu gizli tutmak istiyordu. Hatta Peygamber ve diğer Ehl-i Beyt İmanları da onun hakkında böyle davranıyorlardı. Öyle ki, doğumunun gizliliğini onun alametlerinden saymışlardır. Örneğin: Hz. Seccad (a.s) şöyle buyuruyor: "Bizim Kâim’imizin doğumu insanlara gizli kalacaktır, onun için "Hiç doğmamış" diyeceklerdir. Ta ki kıyam ettiğinde hiç kimsenin biatı boynunda olmasın."[185] 

Abdullah b. Eta şöyle der: İmam Bakır’a (a.s) "Sizin şiileriniz lrak’ta çoktur" dedim, "Allah’a andolsun akrabalarınızdan hiç birisinin böyle bir gücü yoktur. O halde niçin kıyam etmiyorsunuz?" İmam şöyle buyurdu: Boş sözlere kulak asma Allah'a and olsun ben sâh-ibul Emr (Emir sahibi Mehdi) değilim. O halde Sahib-ul Emr kimdir?" diye sordum, İmam şöyle buyurdular: "Doğumu insanlara gizli kalan birini gözle; sahibiniz odur."[186]

İmam Hasan Askeri niçin oğlunun doğumunu insanlardan gizlemiş ve böylece insanlar şöpheye dalıp ihtilafa düşmüşlerdir? Sorusuna şu cevabı vermek gerekir:

Önceden de dediğimiz gibi va’dedilmiş Mehdi olayı asr-i saadetten beri müslümanların teveccüh ettiği bir meseleydi. Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) bu hususta buyurdukları ve Ehl-i Beyt imamlarının teyidleri, halk arasında oldukça yaygındı. Zamanın halifeleri de bu olaydan haberdar idiler. Va’dedilmiş Mehdi’nin Hz. Fatıma’nın (a.s) neslinden ve Hz. Hüseyin’in (a.s) soyundan geleceğini biliyorlardı. Zalimlerin hükümetinin onun eliyle yıkılacağını, alemin doğu ve batısına hakim olacağını ve zalimleri ortadan kaldıracağını duymuşlardı. Bu yüzden Hz. Mehdi’nin zuhur etmesinden korkuyor, dolayısıyla da iktidarlarını muhtemel tehlikelerden uzak tutmaya çalışıyorlardı. Bu yüzden Haşimoğullarının, özellikle de İmam Hasan Askeri’nin evi hükümetin gizli ve açık adamları tarafından sıkıca gözaltına alınmıştı.

Abbasî halifesi Mu’temed, bazı ebe kadınları gizlice görevlendirmişti. Bunlar arada bir Haşimoğulları’nın özellikle de İmam Hasan Askeri’nin evine gidiyor, durumu halifeye bildiriyorlardı. İmam Hasan Askeri’nin hastalandığını duyunca yakınlarından bazılarını İmam’ın evini gözaltına almakla görevlendirdi. Vefatını duyunca da bazılarını İmam’ın evini arayıp çocuğu bulmalarını istedi. Bununla da yetinmeyip, bazı uzman kadınları İmam’ın evine gönderek bütün cariyeleri muayene ettirdi ve içlerinde hamile olanları tutuklamalarını emretti.

Ebe kadınlar cariyelerden birinden şüphelenmiş ve bunu Halife’ye bildirmişlerdi. Halife o cariyeyi bir hücreye kapattı. Hizmetçi Nahriri’yi onun bakımıyla görevlendirdi, ne var ki bir süre sonra, hamile olmadığını anlayınca onu serbest bıraktırdı. İmam Hasan’ın (a.s) eviyle de iktifa etmeyen Halife, şehirdeki bütün evleri aratmıştır.[187]

Görüldüğü gibi İmam Hasan’ın (a.s) o tehlikeli durumda çocuğunun doğumunu gizlemekten başka çaresi yoktu. Yüce İslam Peygamberi (s.a.a)  ve Ehl-i Beyt İmanları da mezkur durumu tahmin etmiş ve Hz. Mehdi’nin (a.s) doğumunun gizli tutulması olayını önceden haber vermişlerdi.

Tarihte bu olayın başka benzeri de vardır. Örneğin Firavun İsrailoğulların’dan bir çocuğun saltanatını yok edeceğini duymuştu. O da bu tehlikeyi önlemek için bir sürü insanı hamile kadınları sıkı bir kontrol altında tutmakla görevlendirdi. Doğan çocuk erkek ise öldürüyor kız ise esir alıyorlardı. Bu şekilde yüzlerce masum çocuğu öldürdüler. Ama bütün bu cinayetlere rağmen amaçlarına ulaşamadılar ve Allah Tealâ Hz. Musa’nın (a.s) annesinin hamilelik ve doğumunu gizli tuttu, böylece ilahî irade gerçekleşti.

İmam Hasan Askeri (a.s) o zor şartlarda dahi insanları hidayete ulaştırmak için güvendiği insanlara çocuğunu göstermiş ve onun dünyaya geldiğini haber vermiş, ama aynı zamanda bu olayı gizli tutmalarını ve adını zikretmemelerini de emretmişti.

SAHİB-UL EMR’İN (A.S) ANNESİ

Hazret-i Mehdi’nin (a.s) annesini çeşitli isimlerle tanıtmışlardır. Örneğin Nercis (veya Nergis), Saykal, Reyhane, Susen, Hekime, Meryem… Aşağıda ki noktalara dikkat edilirse bu ihtilafın nedenleri anlaşılacaktır:

1- İmam Hasan Askeri’nin (a.s) farklı isimlerde olan bazı cariyeleri vardı. Hekime Hatun, cariyelerin sayısı hususunda iki açıklamada bulunmuştur. Bir yerde Hekime Hatun şöyle diyor. "Bir gün İmam Hasan’ın huzuruna vardım bahçede oturduğunu ve cariyelerin etrafında toplandığını gördüm "Feda olayım sana, vasin hangi cariyenden doğacaktır?" dedim. İmam (a.s) "Susen’den" buyurdular.[188]

Bir başka yerde Hekime Hatun şöyle der: "Bir gün İmam’ın evine gitmiştim. Dönmek isterken "İftara bizimle kal, zira Allah bu gece bana bir evlat nasip edecektir" buyurdu. "Hangi cariyenden" diye sordum. "Nercis’ten" buyurdu. Ben "Efendim ben de Nercis Hatun’u diyer cariyelerinden daha çok seviyorum" dedim."[189]

Bu iki hadisten de anlaşılmaktadır ki İmam Hasan’ın  birden fazla cariyesi vardı.

2- Önceden de dediğimiz gibi İmam Hasan’ın (a.s) çocuğu, baskı ve zulümün yoğun bir dönemdi doğdu.  Abbasî halifeleri, hatta Haşimoğulları’ndan bazıları dünyayı adaletle dolduracak olan Mehdi’nin, yani zalim hükümetlere karşı kıyam edecek olan imamın doğum zamanının yaklaştığını sez için tedorgin idiler. Bu sebeple açık ve gizli görevlileri vasıtasıyla İmam Hasan’ın (a.s) evini ve hatta bütün alevilerin (Hz. Ali’nin soyundan olanların) evlerini kontrol altında tutuyorlardı. Abbasoğulları’nın casusları o evlerde bir çocuk bulmağa ve bunu halifeye teslim etmeye çalışıyorlardı.

Bu iki mukaddemenin hatırlatılmasından sonra şunu söylemek gerekir ki, Allah Teala böyle korkunç şartlarda ve herkesin kontrol altına alındığı bir evde İmam Hasan Askeri’nin oğlunun dünyaya gelmesini ve onun her türlü tehlikelerden korunmasını takdir etmişti. Bu sebeple gerekli bütün şartlar temin edildi. Evvela, rivayette de yeraldığı üzere annesinde hamilelik eserleri görülmedi. İkincisi, İmam Hasan (a.s) ihtiyat ederek Hz. Mehdi’nin annesinin adını kimseye söylemedi. Üçüncüsü, doğum anında İmam Hasan Askeri’nin halası Hekime Hatun ve belkide cariyelerden bazısı dışında hiçkimse yoktu Halbuki normal şartlarda doğum için bir ebe ve birkaç yardımcıya ihtiyaç duyulurdu. Aslında hiçkimse İmam Hasan Askeri’nin evlenip evlenmediğini ve evlenmişse de eşinin hangisi olduğunu bilmiyordu.

Şaban ayının 15. gecesi heryeri karanlık bastırdığı bir anda mütüş bir tavakkı ve korku ortamında İmam Hasan’ın (a.s) bir çocuğu dünyaya geldi. O evde birçok cariye vardı, hiçbirinde hamile alametleri görülmüyordu, üstelik doğum yaparken de Hekime Hatun’un dışında hiçkimse yoktu ve hiçkimse bu olayı açıklamaya cesaret edemezdi.

Bu şartlar altında hadise bir süre tamamiyle gizli kaldı. Sonradan İmam Hasan’ın yakın ashabı arasında birtakım tartışmalar ortaya çıktı. Bazıları Allah’ın İmam Hasan’a bir çocuk ihsan ettiğini söylüyor, bazıları ise inkar ediyordu. Zira cariyelerin hiçbirinde hamilelik alameti görülmüyordu. Dolayısıyla annesinin kim olduğu hususunda ihtilaf oldu. Bazıları Saykal, bazıları Susen, bazıları Reyhane… vb. şeyler söylüyordu; ama olayı bilen ve gizli tutmaları emredilen bir avuç insan dışında hiçkimse hakikati bilmiyordu. Hatta Hz. Mehdi’nin (a.s) doğumuna şahit olan Hekime Hatun bile ihtiyat ederek annesinin bazen Nercis, bazen de Susen olduğunu söylüyor, hatta bazen de birtakım maslahatlar yüzünden, bu haberi İmam Hasan’ın (a.s) annesine isnat ediyordu.

Ahmed b. İbrahim şöyle der: "H. 262. yılında İmam Cevad’ın (a.s) kızı Hekime Hatun’un yanına vardım. Perde arkasından onunla söhbet ettim, bazı hususlarda inançlarını sordum. O da imamlarını teker teker saydı ve son olarak Muhammed b. Hasan’ı söyledi. "Sen olaya bizzat şahit oldun mu? Yoksa rivayetler vasıtasıyla mı naklediyorsun?" diye sordum. "Olayı İmam Hasan (a.s) kendi annesine yazmıştır" diye cevap verdi. "O halde şiiler kime müracaat etmelidir?" diye sorunca "İmam Hasan’ın annesine" diye cevab verdi. "Bu vasiyette bir kadına mı uymak gerekir? "şeklindeki soruyu da "Evet İmam Hasan Askeri bu vasiyetinde ceddi Hüseyin b. Ali’ye uydu. Zira İmam Hüseyin (a.s) da Kerbela’da bacısı Zeyneb’i vasi kıldı ve Ali b. Hüseyin’in (a.s) ilimleri Zeyneb’e isnat edilmektedir. İmam Hüseyin (a.s) bunu sadece Ali b. Hüseyin’in imamlık konusu gizli kalsın diye yaptı" şeklinde cevaplayarak "Siz hadis ve rivayet ehlisiniz, Hüseyin’in (a.s) dokuzuncu evladı hayatta olduğu zaman mirasının taksim edileceği sizlere rivayet edilmedi mi? demiştir."[190]

Görüldüğü gibi, Hekime Hatun bu hadiste sarih bir şekilde cevap vermekten çekinmiş ve çocuk olayını İmam Hasan’ın annesine isnat etmiştir. Bunu ya muhatabından korktuğu ve takiyye ettiği için yapmıştır, ya da olayın belirsiz kalmasını ve duyulmamasını istemiştir. Ama yine Hekime Hatun bir başka yerde İmam Hasan Askeri’nin Nercis ile evliliğini detaylı bir şekilde beyan eder ve şöyle der: "Ben şu anda sürekli olarak İmam'i görüyor ve onunla sohbet ediyorum."[191]

Velhasıl Sahib-ul Emr’in (a.s) annesinin adı hakkındaki ihtilaf garıpsenecek bir olay değildir. Aksine, bu ihtilaf o zamanın korkunç durumu, baskı yönetimi ve İmam Hasan’ın -aynı maslahat gereği- bir çok cariyesinin olmasından kaynaklanmıştır. Kim bilir belki de İmam Hasan’ın mirası hususunda Hz. Mehdi'nin annesi ve kardeşi "Cafer-i Kezzab" arasında baş gösteren ihtilaf da zamanın halifesi tarafından düzenlenmiş bir komploydu. Bu vesileyle belki de İmam Hasan’ın çocuğu hakkında bir bilgi edinmek istiyorlardı.

Şeyh Saduk, "Kemal-ud Din" kitabında şöyle diyor: "İmam’ın annesi ile Cafer arasında miras üzerinde ortaya çıkan ihtilaf muhakeme için Halifeye iletilince, İmam Hasan’ın (a.s) "Saykal" adındaki bir cariyesi hamile olduğunu iddia etti. O cariyeyi zamanın halifesi Mutemed’e götürdüler. Halifenin ve Muvaffak’ın eşleri, ve hizmetçileri  o cariyeyi sürekli kontrol altında tutuyor ve onun hamile olup olmadığını öğrenmeye çalışıyorlardı. İşte o günlerde Saffar ile Sahib-i Zenc’in kıyamı ve Abdullah b. Yahya’nın ölümü gibi bir takım korkunç olaylar başgösterdi. Bu olaylar Samerra’dan çıkmalarına ve netice olarak da kendileriyle meşgul olup Saykal olayının neticesini öğrenme fırsatı bulamamalarına sebep oldu."[192]

İsimlerin ihtilaf ve çeşitliliği hususunda başka bir takım ihtimaller de vardır. Bazıları şöyle de diyebilir: Bütün bu isimler gerçekte bir cariyenin isimleriydi. Yani Sahib-ul Emr’in annesi olan cariyenin çeşitli isimleri vardı. Bu da uzak bir ihtimal değildir. Zira araplarda ilgi duyulan birinin çeşitli isimlerle çağrılması eski bir gelenekti.

Bu ihtimalin şahidi de Kemal-ud Din kitabında yer alan bir rivayettir. Saduk kendi senediyle Ğıyas’ın şöyle dediğini rivayet eder: "İmam Hasan’ın (a.s) vasisi cuma günü dünyaya geldi. Annesinin adı Reyhane idi ki Nercis, Saykal ve Susen diye de anılırdı. Hamileliği zamanında özel bir nuraniyeti olduğu için ona Saykal diyorlardı."[193]

Son olarak şu noktayı hatırlatmakta fayda var: Her ne kadar Sahib-ul Emr’in (a.s) annesinin adını belirleme hususunda çeşitli şıklar varsa da bu Hz. Mehdi (a.s)'nin varlığı hakkındaki kesin delillere gölge düşüremez. Nitekim hem Ehl-i Beyt İmanları, hem de İmam Hasan Askeri (a.s), oğlunun varlığını haber vermişlerdir. Ayrıca Hz. Cevad’ın (a.s) kızı ve güvenilir bir mümine olan Hekime Hatun da o Onun doğumunu açıklamıştır. Üstelik İmam Hasan’ın bazı hizmetçileri ve güvenilir ashabı da o çocuğu görmüş ve varlığına şehadet etmişlerdir. Binaenaleyh annesi için şu veya bu adın kullanılmış olması neticeyi değiştirmez.

EHL-İ SÜNNET ULEMASI VE HZ. MEHDİ’NİN (A.S) DOĞUMU

Ehl-i sünnet alimlerinden bir grup da İmam Hasan’ın (a.s) çocuğunun doğumunu, tarihini ve babasını yazmışlardır. İşte birkaç örnek:

1- Muhammed b. Talha Şafii şöyle yazar:

"Ebu’l Kasım Muhammed b. el- Hasan 258 yılında Samerra’da doğmuştur. Babasının adı Hasan’dır. Lakaplarından bazıları da Hüccet, Halef-i Salih ve Muntazar’dır."

 Daha sonra da Mehdi hakkında bir kaç hadis naklederek şöyle der: "Bu hadislerin mısdakı İmam Hasan Askeri’nin oğludur ki şu anda gaiptir ve sonradan zuhur edecektir."[194]

2- Muhammed b. Yusuf, İmam Hasan Askeri’nin (a.s) vefatını zikrettikten sonra şöyle yazar: "Muhammed adlı oğlu dışında çocuğu yoktu ve "o beklenilen imamdır" denilmektedir."[195]

3- İbn-i Sebbağ-i Maliki şöyle yazar: "Kitabin 12. bölümü, Ebi-l Muhammed Hasan'ın çocuğu Ebi-l Kasım, Muhammed, Hüccet, Halef-i Salih hakkındadır. Ve bu şiilerin 12. imamıdır." Daha sonra da onun biyografisini yazmış ve Mehdi ile ilgili bir takım rivayetleri nakletmiştir.[196]

4- Yusuf b. Kızoğlu, İmam Hasan Askeri’nin şerh-i halini beyan ettikten sonra şöyle yazar: "Oğlunun adı Muhammed, künyesi ise Ebu Abdullah ve Ebu-l Kasım’dır. Hüccet, Sahib-uz Zaman, Kâim ve Müntazar da odur. İmamet onunla bitmiştir." Daha sonra da Mehdi ile ilgili bir takım rivayetler nakleder.[197]

5- Şeblenci "Nur-ul Ebsar" adlı kitabında şöyle yazar: "Muhammed, Hasan Askeri’nin oğludur. Annesi Nercis veya Saykal veya Susen adında bir cariyedir. Künyesi Ebu-l Kasım’dır. İmamiye mezhebi onu "Hüccet",  "Halef-i Salih", "Kâim", "Muntazar" ve "Sahib-uz Zaman"  adlarıyla tanır".[198]

6- İbn-i Hacer de "Es Sevaik-ul Muhrika" adlı kitabında İmam Hasan Askeri’nin ahvalini beyan ettikten sonra şöyle yazar: "Muhammed" ve "Hüccet" olarak adlandırılan "Ebu-l Kasım" adlı oğlundan başka çocuğu yoktu. O çocuk, babası vefat ederken beş yaşında idi."[199]

7- Muhammed Emin Bağdadi "Sebaik-uz Zeheb" adlı kitabında şöyle der: "Mehdi olarak adlandırılan Muhammed, babası vefat ederken beş yaşında idi."[200]

8- İbn-i Hallekan, "Vefeyat-ul A’yan" adlı kitabında şöyle yazar: "Ebu-l Kasım Muhammed b. el-Hasan Askeri imamiyenin 12. imamıdır. Şiiler onun Muntazar, Kâim ve Mehdi olduğuna inanırlar."[201]

9- Emir Hand "Ravzat-us Sefa" adlı kitabında şöyle der: Muhammed, Hasan’ın oğludur. Künyesi Ebu-l Kasım’dır. İmamiye onu Hüccet, Kâim ve Mehdi kabul eder."[202]

10- Şa’rani "El-Yevakit-u ve’l Cevahir" adlı kitabında şöyle yazar: "Mehdi, İmam Hasan Askeri’nin oğludır. 255 yılında Şaban ayının 15. gecesinde dünyaya gelmiştir. Hz. İsa ile birlikte kıyam edinceye kadar sağ ve canlı kalacaktır. 958 yılında olduğumuza göre şu anda "703" yaşındadır."[203]

11- Şa’rani, İbn-i Arabi’nin "Futuhat-i Mekkiye" adlı kitabının 366. babından naklen şöyle der: "Yeryüzü zulümle dolunca Mehdi kıyam edecek ve yeryüzünü adaletle dolduracaktır. Mehdi, Hz. Resulullah’ın evlatlarından ve Hz. Fâtıma’nın soyundandır. Ceddi Hz. Hüseyin’dir. Babası Hasan Askeri . İmam Ali Naki b. İmam Muhammed Taki b. İmam Ali Rıza b. İmam Musa Kazım b. İmam Cafer-i Sadık b. İmam Muhammed Bakır b. İmam Zeyn-ül Abidin b. Hüseyin b. Ali b. Ebi Talib’dir."[204]

12- Hace Parsa "Fasl-ul Hitab" adlı kitabında şöyle der:

"Hasan Askeri’nin oğlu Muhammed 255 yılında Şaban ayının 15. gecesinde dünyaya geldi. Annesinin adı Nercis’tir. 5 yaşında iken babası vefat etmiştir. O zamandan şimdiye kadar gaiptir. Şiilerin Muntazar (beklenilen) imamı da odur. Varlığı, güvenilir ehli ve ashabı arasında ispat edilmiştir. Allah ömrünü Hızır ve İlyas gibi uzatmaktadır."[205]

13- Eb-ul Felah-i Hanbeli "Şezerat-uz Zeheb" adlı kitabında ve Zehebi de "El-İber fi haber-i men ğaber" adlı kitabında şöyle yazar: "Muhammed, Hasan Askeri b. Ali Hadi b. Cevad b. Ali Rıza b. Musa Kazım b. Cafer-i Sadık’ın oğludur. Hüseyin’in ve Ali’nin soyundandır. Künyesi Ebu-l Kasım’dır. Şiiler onu Halef, Hüccet, Mehdi, Muntazar ve Sahib-uz Zaman adlarıyla anarlar."[206]

14- Muhammed b. Ali Hamevi şöyle yazar: "Ebu-l Kasım Muhammed Muntazar "259" yılında Samerra şehrinde dünyaya geldi."[207]

Velhasıl adı zikredilenler ve Ehl-i Sünnet alimlerinden diğer bir grup, İmam Hasan Askeri’nin (a.s) çocuğunun doğum tarihini kitaplarında yazmışlardır.[208]

BEŞ YAŞINDA BİR ÇOCUK İMAM OLABİLİR Mİ?

Bazı sünnî kardeşler şöyle demekteler: "Farzedelim ki İmam Hasan’ın bir çocuğu vardı, ama babası vefat ederken onun beş yaşında olduğuna göre ve yeryüzü vasisiz ve imam'sız olamayacağına göre şöyle bir soru ortaya çıkıyor: beş yaşında bir çocuğun velayet ve imamet makamına ulaştığına nasıl inanabiliriz? İlahi hükümleri korumaya memur olduğunu ve o küçük yaşta ilim ve amel açısından insanların imamı ve Allah’ın hücceti olduğunu nasıl kabul edebiliriz?"

Böyle düşünen kardeşlere "Sizler imamet ve nübüvvet makamını zahiri ve sıradan bir makam olarak değerlendiriyor ve onun ilahî bir iradeyle gerçekleşen bir ilahî makam olmadığını zannediyorsunuz" derim. Böyle düşünenler herkesin hükümlerin koruyucusu olma kabiliyeti vardır ve dolayısıyla da hiçbir özel kabiliyet, kemal ve fitri üstünlüğe gerek yoktur. Öyle ki, Muhammed b. Abdullah yerine Ebu Süfyan da nübüvvet makamına seçilebilirdi. Ali b. Ebi Talib yerine Talha ve Zübeyr de imam olabilirdi demekteler. Ama biraz düşünür ve Ehl-i Beyt’in hadislerine müracaat edecek olursanız, konunun hiç de bu kadar basıt ve kolay olmadığını görürsünüz. Zira nübüvvet makamı çok yüce bir makamdır, bu makama sahib olan birinin Allah Teala ile çok yakın bir ilişkisi söz konusudur ve gaybî alemlerin ilim ve feyizlerinden yaralanmaktadır. İlahi hüküm ve kanunlar, onun nurani kalp ve batınına vahy ve ilham olmaktadır. Onları her türlü hata ve yanlışlıktan masum bir halde algılamaktadır. İmamet makamı da öyle büyük bir makamdır ki, bu makama sahib olan bir insan da ilahi hüküm ve nübüvvet ilimlerini hiç bir nisyan ve hataya düşmeksizin algılar. Daima gaybi alemiyle irtibat halindedir, ilahi feyzlerden feyizlenmektedir, ilim ve ameliyle insanların imamı, dinin mazhar ve örneği ve Allah’ın hüccetidir.

Malumdur ki herkesin böylesine yüce bir makama kabileyeti yoktur. Kişi ruh açısından insanlığın en üst mertebesinde olmalıdır ki, gaybi alemlerle irtibat kurmak ve ilimleri algılayıp korumak hususunda liyakat ve salahiyeti olsun; cismani terkibler ve zihni kuvveler açısından da tam bir itidal içinde olmalıdır ki varlık alemlerinin hakikatlerini ve gaybi feyizleri hiç bir hata ve yanlışlığa düşmeden kelimeler ve manalar alemine indirip insanlara iletebilsin.

O halde peygamber ve imam, yaratılış açısından seçkin insanlardır ve bu zati üstünlük ve kabiliyet sebebiyledir ki Allah Teala, onları yüce nübüvvet veya imamet makamına seçmiştir. Bu üstünlük çocukluktan beri onların vücudunda mevcuttur. Ama yeri geldiğinde şartlar mevcut olduğunda ve engel kalmadığında resmen nübüvvet veya imamet makamına seçilmekte ve ilahi hükümleri korumakla görevlendirilmektedirler.

Bu seçiş ve zahiri intisap bazen buluğa erdikten sonra veya büyük yaşlarda gerçekleşebildiği gibi, bazen de çocukluk çağında gerçekleşebilir.

Nitekim Hz. İsa (a.s) beşikte insanlarla konuşmuş ve kendisini peygamber ve kitap sahibi olarak tanıtmıştır. Allah Teala Meryem suresinde şöyle buyurmaktadır. "İsa dedi ki, şüphesiz ben Allah’ın kuluyum, Allah bana kitabı verdi ve beni peygamber kıldı" (Meryem 30).

Bu ve benzeri ayetlerden de anlaşılacağı üzere Hz. İsa (a.s) çocukluk çağında peygamber ve kitap sahibi idi. İşte bu sebeple diyoruz ki beş yaşındaki bir çocuğun da gaybi alemlerle irtibat halinde olmasının ilahi, hükümleri korumakla görevlendirilmesinin, vazifesini yaparken ve bu emaneti eda ederken tam bir güce sahip olmasının hiç bir sakıncası yoktur.

Nitekim Hz. Muhammed Takı (a.s) da babası vefat ederken beş veya yedi yaşındaydı. Yaş küçüklüğü açısından bazı şiiler de onun imamlığı hakkında şüpheye düştüler. Bu müşkülatı çözümlemek için bazı büyük Şii alimleri İmam'in huzuruna vardılar ve onlarca zor soru sordular. Ama bütün sorularına yeterli cevap alıp onun birtakım kerametlerini görünce şek ve tereddütleri ortadan kalktı.[209]

Hazreti Rıza (a.s) onu imam ve vasisi olarak tanıtıyordu. Buna şaşıran insanlara da "Hazreti İsa da çocukluk çağında peygamberlik ve Allah’ın hücceti olma makamına ulaştı" diye buyuruyordu".[210]

İmam Ali Naki (a.s) da henüz beş yaşındayken babası dünyadan göçtü ve kendisi imam oldu.[211]

Evet enbiya ve imamların özel yaratılışı öyle bir şekildedir ki onları sıradan insanlarla mukayese edip hüküm vermek doğru olmaz.

DEHA SAHİBİ ÇOCUKLAR

Sıradan çocuklar arasında da, hafıza zeka ve diğer yetenekler açısından üstün bir dehaya sahip olan bir çok çocuk bulunuyor. Bunların dahisi ve zihni güçleri 40 yaşındaki insanınkinden daha iyidir.

Meşhur filozof İbn-i Sina bunlardan biriydi. Kendisi şöyle anlatır: "Biraz büyüyünce beni Kur’an hocasına, sonra da edebiyat hocasına verdiler. Öğrencilerin üstada okuduklarını hemen ezberliyordum. Üstad da bana şu kitapları ödev olarak verdi. "Es-Sifat, Garib-ul Musannif, Edeb-ul Katib, İslah-ul Mantık, El-Ayn, Şiir ve Hamase, Divan-i ibn-i Rumi, Tasrif-i Mazini ve Nahv-i Sibeveyh.

Bütün bu kitapları on sekiz ay zarfında ezberledim. 10 yaşına geldiğimde Buhara ehlinin şaşırdığı bir çocuktum. Daha sonra fıkıh öğrenmeye başladım, 12 yaşına geldiğimde Ebu Hanife mezhebi üzere fetva veriyordum. Daha sonra tıp ilmini okumaya başladım. 16 yaşında "Kanun" adlı kitabı yazdım. 24 yaşında bütün ilimlerde uzman haline gelmiştim."[212]

Fazıl-i Hindi hakkında şöyle denmiştir: "13 yaşına girmeden bütün nakli ve akli ilimleri bitirmiş ve 12 yaşına girmeden kitap yazmaya başlamıştır."[213]

Büyük İngiliz düşünürlerinden biri olan "Tomas Young" da çocukluk çağlarında bir dahiydi. iki yaşında okumayı öğrenmiş, sekiz yaşındayken kendi kendine matematik öğrenmeye başlamıştı. Dokuz ila ondört yaşları arasında teneffüs saatlerinde Fransızca, İtalyanca, İbranice, Farsça ve Arapça dillerini çok iyi bir şekilde öğrenmişti. 20 yaşındayken Krallık ünüversitesine "görme teorisi" hakkındaki ilmî mekalesini gönderdı...[214]

Doğu ve Batının tarih sayfalarını çevirecek olursak bunlar gibi bir çok dahi bula biliriz.

Görüldüğü gibi yüksek deha sahibi çocuklar bile böyle bir zeka ve akla sahiptirler; çocukluk yaşlarında binlerce konuyu ezberlemede ve ilmi meseleleri çözmedeki akılları hayrete düşüren güçleri insanları şaşırtmaktadır. O halde Allah Teala’nın, kendi hücceti, insanlığın bekâ hedefi ve adaleti yayacak olan Hz. Mehdi’yi (s.a) beş yaşında velayet makamına tayin etmesi ve hükümleri algılayıp korumayı ona öğretmesinin muhal tarafı nedir? Ehl-i Beyt İmamları Hz. Mehdi’nin yaşının küçüklüğünü önceden haber vermişlerdi.

Hz. İmam Muhammed Bakır (a.s) şöyle buyuruyur. "Hz. Sahib-ul Emr yaş açısından hepimizden küçük ve adı-sanı da en az duyulandır."[215]

 

KÂİM’İN ADl ANlLlNCA İNSANLARlN AYAĞA KALKMASl

Bugün İran’da Kâim kelimesi anılınca insanlar hemen ayağa kalkmaktadırlar. Bu adet bütün şialar arasında vardır. Nakledildiği üzere İmam Rıza (a.s) Horasan meclislerinin birinde Kâim’in adı zikredilince Hazret ayağa kalktı. Mübarek elini başına koyarak. "Allah’ım! Onun zuhurunu kolay ve acil kıl" diye dua etti.[216]

Bu amel İmam Sadık (a.s) zamanında da adet idi. İmam'a "Kâim adı zikredilince ayağa kalkmanın sebebi nedir?" diye sorulduğu zaman şöyle buyurdu: "Sahib-ul Emr (Hz. Mehdi) gaybete çekilecektir. Oldukça uzun sürecektir bu gaybeti. Onun kuracağı devlete işaret olan ve ayrılığına üzüntülerini ifade eden Kâim adıyla onu anan herkese, O, dostlarına olan muhabbeti sebebiyle de lütuf ve ihsan nazarıyla bakacaktır. Bu esnada o şahıs İmam’ın teveccühünü kazandığı için saygı amacıyla ayağa kalkması ve Allah’tan onun zuhurunu acil kılmasını dilemesi gerekir."[217]

O halde Şiilerin bu davranışının da dini bir kökeni vardır, amaç, saygısını dile getirme ve bir şiardır; ama zamanda farz olduğu da belli değildir.

GAYBET MESELESİ NE ZAMAN ORTAYA ÇIKTI?

Bazıları İmam Hasan’ın (a.s) çocuğu olmadan vefat ettiği için Osman b. Said gibi çıkarcı kimselerin makamlarını koruma gayesiyle Mehdi’nin gaybet kıssasını uydurduklarını ve halk arasında yaydıklarını söylerler. Halbuki Resulullah (s.a.a) ve Ehl-i Beyt İmanları önceden Hz. Mehdi’nin gaybet olayını haber vermişler ve halk arasında yaymışlardı. Örneğin:

Peygamber (s.a.a) şöyle buyururlar: "Beni, insanlığı müjdelemek için gönderen Allah’a andolsun ki, çocuklarımın Kâim’i takdir edildiği üzere gaybete çekilecektir. Öyle ki halkın çogu "Allah’ın Al-i Muhammed’e (Muhammedoğullarına) ihtiyacı yoktur" diyecek, kimi de onun doğumu hakkında şüpheye düşecektir. O halde gaybet zamanını derkeden dinini korumalı, Şeytan’a kanarak şüpheye düşmemelidir. Sakın Şeytan onu kandırıp dinden çıkarmasın! Daha önce de anne ve babanızı cennetten çıkarmıştı. Allah o Şeytan’ı kafirlerin dostu kılmıştır."[218]

Asbağ b. Nebâte şöyle nakleder: "Emir-el Müminin (a.s) Hz. Kâim’i andı ve şöyle buyurdu: "Bilin ki o Hazret öyle bir gaybete çekilecektir ki cahiller "Allah’ın Al-i Muhammed’e ihtiyacı yoktur" diyeceklerdir."[219]

İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "Eğer imamınızın gaybetini duyacak olursanız, inkar etmeyin."[220] (Aynı manayı ifade eden bundan başka 88 hadis vardır.)

Bu hadisler esasınca müslümanlar, Kâim için gaybetin zaruri olduğunu ve bu gizlenişin onun özelliklerinden sayıldığını biliyorlardı. Hatta Mehdi olduğunu tahmin ettikleri kimseler için bile bir türlü gaybet farzediyorlardı. Ebu-l Ferec-i İsfahani şöyle yazıyor:

"İsa b. Abdullah der ki; Muhammed b. Abdullah b. Hasan çocukluk çağında bile gaybet ve gizlilik içinde yaşıyordu ve Mehdi olarak adlandırılmıştı."[221]

Seyyid Muhammed Himyeri şöyle diyor: "Ben Muhammed b. Hanefiyye hakkında aşırı gitmiştim ve onun gaib (beklenen Mehdi) olduğuna inanıyordum. Bir müddet bu aşırılığım sürdü, ta ki günün birinde Allah bana lütfetti de Cafer b. Muhammed Sadık vasıtasıyla ateşten kurtuldum, doğru yola hidayet oldum. Olay şöyle oldu: Cafer b. Muhammed’in imamlığına delil ve bürhan ile  inanınca bir gün ona şöyle arzettim: "Ey Resulluh’ın evladı, gaybet hakkında imamlardan bir takım hadisler elimize geçti ki bu olayın vuku bulacağının kesinliğine delalet ediyorlar. Sizden bu gaybetin kimin hakkında gerçekleşeceğini bana söylemenizi rica ediyorum." İmam şöyle buyurdu: "Bu gaybet, altıncı evladım hakkında olacaktır. Hz. Resulullah’tan sonra gelen onikinci imamdır ki birincisi Ali b. Ebi Talib’dir. Sonuncusu ise hak üzere olan Kâim, Bakiyyetullah ve Sahib-uz Zaman’dır. Allah’a andolsun ki gaybeti, Nuh’un ömrü kadar bile sürse zuhur etmedikçe ve dünyayı adaletle doldurmadıkça dünyadan göçmeyecektir."

Seyyid Himyeri şöyle diyor: "Bu konuyu Mevlam Cafer b. Muhammed’den duyunca gerçeği öğrendim ve Onun vasıtasıyla geçmiş inançlarım yüzünden tevbe ettim ve bu hususta şiirler yazdım."[222]

O halde va’dedilmiş Mehdi’nin gaybet meselesi Osman b. Said tarafından uydurulmamıştır. Aksine, Allah Tealâ gaybeti onun için takdir etmiş, Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ve Ehl-i Beyt imamları da henüz babası bile dünyaya gelmeden onu insanlara bildirmişlerdi.

Tabersi (r.a) şöyle yazıyor: "Veliyy-i Asr’ın (Hz. Mehdi) gaybeti ile ilgili hadisler O, babası ve ceddi henüz doğmadan söylenmiş ve Şii hadis alimleri de hem usul, hem İmam Bakır ile İmam Sadık (a.s) zamanında yazılmış kitaplarında bunu kaydetmişlerdir. Bu güvenilir hadis alimlerinden biri de Hasan b. Mahbub’tur ki gaybet zamanından tam yüz yıl önce Meşiha adlı kitabı yazmış ve bu kitabında gaybet ile ilgili hadisleri kaydetmiştir. Örneğin:

Ebu Basir "İmam Sadık’a (a.s) şöyle arzettim" der: "Hz. Ebu Cafer (İmam Bakır) şöyle buyuruyordu: "Al-i Muhammed’in Kâim’inin iki gaybeti vardır; biri uzun, diğeri ise kısa sürecektir." O zaman Hz. Sadık (a.s) şöyle buyurdu: "Evet o gaybetlerden biri diğerinden daha uzun sürecektir." Daha sonra şöyle yazar: "Görüldüğü gibi, İmam Hasan Askeri’in (a.s) oğlunun iki defa gaib olmasıyla bu hadislerin doğruluğu ortaya çıkmaktadır."[223]

Muhammed b. İbrahim b. Cafer-i Nu’mani, Gaybet-i suğra (küçük gaybet) zamanında doğmuştu ve o Gaybet adlı kitabını yazarken İmam-ı Zaman’ın mübarek ömründen seksen küsür yıl geçiyordu. Mezkur kitabın 6. sayfasında şöyle yazmaktadır. "Ehl-i Beyt İmanları (a.s) İmam-ı Zaman’ın gaybetini önceden haber vermişlerdi. Eğer gaybet gerçekleşmeseydi bu mevzu İmamiye mezhebinin inançlarının batıl olduğunu gösterirdi. Ama Allah Teala ona  gaib kılmakla imamların sözlerinin sihhatini gösterdi.

GAYBET KONUSUNDA İMAM-l ZAMAN’lN DOĞUMUNDAN ÖNCE YAZlLAN KİTAPLAR

Va’dedilmiş Mehdi’nin gaybet olayını Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Ali b. Ebi Talib ve diğer imamlar da müslümanlara hatırlatmış ve ashab ve tabiin arasında bu olay meşhur bir hale gelmişti. Bu mesele o kadar meşhurdu ki bazı raviler, alimler ve Ehl-i Beyt İmanlarının ashabı henüz İmam-ı Zaman ve hatta babası ve dedesi bile doğmadan, gaybet hakkında birçok kitaplar yazmış ve Mehdi ile gaybeti hakkındaki hadislerin tümünü kaydetmiştirler. Bunların isimleri Rical kitaplarında geçer. İşte birkaç örnek:

1- Ali b. Hasan b. Muhammed-i Tai-i Tateri: Musa b. Cafer’in (a.s) ashabından biri olup gaybet hakkında bir kitap yazmıştır. Aynı zamanda da fakih ve güvenilir biriydi.[224]

2- Ali b. Ömer A’rac-i Kufi: Musa b. Cafer’in ashabından.[225]

3- İbrahim b. Salih-i Enmati: Musa b. Cafer’in ashabından.[226]

4- Hasan b. Ali b. Ebi Hamza: Hz. Rıza’nın (a.s) zamanında yaşamıştır.[227]

5- Abbas b. Hişam-i Naşiri-i Esedi: Çok değerli ve güvenilir biriydi. Hz. Rıza’nın (a.s) ashabındandır; H. 220 yılında vefat etmiştir.[228]

6- Ali b. Hasan b. Fazzal: Alim ve güvenilir biriydi. Hz. Hâdi ve İmam Hasan Askeri’nin ashabıydı. Gaybet hakkında o da bir kitap yazmıştır.[229]

7- Fazl b. Şazan-i Nişaburi: Fakih, mütekellim ve İmam Hâdi ve Hasan Askeri’nin ashabından sayılıyordu. Al-i Muhammed’in Kâim’i ve gaybeti hakkında o da bir kitap yazmış ve H. 260 yılında vefat etmiştir.[230]

Yukarıda belirtilen karinelere dikkat edilecek olursa İmam-ı Zaman’ın gaybet meselesinin yeni bir hadise olmadığı, dini bir kökene sahip olduğu Hz. Resulullah (s.a.a) zamanından şimdiye kadar sözkonusu edilegediği açıkça ortaya çıkar. O halde Osman b. Said ve benzerlerinin bu meseleyi kendiliğinden uydurmaları ihtimali bütünüyle temelsiz bir iddiadır ve Ehl-i Beyt mektebiyle düşman olanlıkları yüzünden hakıkatleri göremeyen düşmanlar dışında hiçkimse böyle bir iddiada bulunmaz. Ayrıca şu üç meseleyi de ilave edecek olursak İmam-ı Zaman’ın gaybet meselesi daha bir açıklık kazanır:

1- Aklî bürhanlar ve masumlardan nakledilen birçok rivayetler esasınca imam ve hüccetin mukaddes varlığı, insan türünün bekası için zaruri ve lazımdır ve hiçbir zaman bu mukaddes varlıktan mahrum kalınmamıştır.

2- Birçok hadisler esasınca, imamların sayısı oniki kişiyi geçmemektedir.

3- Hadisler ve tarihin tanıklığı gereğince, imamlardan onbiri yaşamış ve vefat etmiştir.

Bu üç meselenin de ilave edilmesiyle Hz. Mehdi’nin bekası ve varlığı kesin bir şekilde sabit olmaktadır ve zuhur etmediği sebebiyle de "gaybete çekilmiştir" demek gerekir.

GAYBET-İ SUĞRA VE KÜBRA

"Gaybet-i suğra ve gaybet-i kübra"dan maksat nedir?

Onikinci İmamın gaybet iki döneme ayrılır. İlki, doğum tarihi olan herî 255 veya 256 veya babasının vefat yılı olan 260 yılından başladı ve 329 ın yılına kadar devam etti. Bu müddet boyunca gerçi insanların gözüne görünmüyordu; ama tam bir irtibat kopukluğu söz konusu değildi. Özel naibler İmam’ın huzuruna varıyor ve insanların  sınal ve ihtiyaçlarını iletiyor ve cevap alıyorlardı. gideriyorlardı. Bu 74 veya 69 yıllık gaybet dönemine "gaybet-i suğra" deniliyor.

İkinci gaybet, özel naiblerin sonuncusunun vefatıyla yani 329 yılında başladı ve zuhur zamanına kadar devam edecektir. Buna da "gaybet-i kübra" denilmektedir. Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ve Ehl-i Beyt İmanları da bu iki gaybeti haber vermişlerdi. İşte birkaç örnek:

İshak b. Ammar şöyle der: "Hz. Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğunu duydum: "Kâim’in iki gaybeti olacaktır. Birisi uzun, birisi kısa sürecek. Birinci gaybetinde sadece has şiiler onun yerini bileceklerdir. Ama ikinci gaybetinde ise özel dinî dostları dışında hiç kimse onun yerini bilemeyecektir."[231]

İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "Hz. Sahib-ul Emr’in iki gaybeti vardır. Birisi o kadar uzun sürecektir ki bazıları "ölmüştür", bazıları "öldürülmüştür", bazıları da "gitmiştir" diyecektir. Onun varlığına inanan ve imanında sabit kalan çok az kimse kalacaktır. O zaman özel hizmetçisi dışında hiç kimse onun yerini  bilemeyecektir."[232]

Bu hususta aynı manayı ifade eden 8 hadis daha vardır.

GAYBET-İ SUĞRA VE ŞİİLERİN İRTİBATl

Gaybet-i suğra’nın başlamasının ardından bazı dolandırıcılar halkın cehaletinden istifade etmiş ve gaib İmam’ın naipliği iddiasıyla insanları kandırarak, bu vesileyle büyük bir makam elde edip çeşitli insanlardan maddî çıkarlar sağlamışlardı. Bu durumda naiplerin kimler olduğunu ve insanların İmam-ı Zaman’la ilişki niteliğini ve bu irtibatın kimler vasıtasıyla kurulduğunu izah etmemiz gerekiyor:

Gaybet-i suğra döneminde halk Hz. Sahib-ul Emr’i görmekten mahrum idiler. Ama irtibat bütünüyle kesilmemişti. Bab, naib ve vekil olarak adlandırılan bazı kimseler vasıtasıyla İmam’la ilişkiye geçiyor, ihtiyaçlarını gideriyor ve dinî sorunlarını hallediyorlardı. Mallarına taalluk eden İmam’ın payını da (hums) o naibler vasıtasıyla gönderiyorlardı. Bazen İmam’dan maddî yardım talebinde bulunuyorlardı. Bazen hastalarının iyileşmesi ve evlat talebi için İmam’dan dua etmelerini istiyorlardı. Bazen de İmam bir taleb olmadan bazı şahıslar için para, elbise veya kefen gönderiyordu. Bütün bu işlerde belirli insanlar aracılık yapıyorlardı. İstekler mektupla gönderiliyor, cevapları da bizzat İmam tarafından yazılıyordu ki bu da istilah olarak "tevki" diye adlandırılıyordu.

TEVKİ’LER BİZZAT İMAM’lN KENDİ YAZlSl MlYDl?

"Tevki’lerdeki, hat (el yazısı) bizzat İmam’a ait miydi? yoksa başka biri mi İmam'ın emriyle bunları yazıyordu?" şeklindeki bir soruya, "Evet İmamın bizzat kendisi tevkileri yazıyordu" demek gerekir. Bu yüzden özel ashabı ve alimler arasında bu el yazılarını fevkalade meşhur ve değerliydi.

Nitekim Muhammed b. Osman-i Amri şöyle der: "İmam tarafından bir tevki elime geçti; İmam’ın elyazısını çok iyi tanıyordum."[233]

İshak b. Yakup şöyle der: Birtakım zor soruları yazıp "Muhammed b. Osman vasıtasıyla  İmam’a gönderdim ve cevabını da İmam-ı Zaman’dan yazılı bir şekilde aldım."[234]

Şeyh Ebu Ömer-i Amiri şöyle diyor. "İbn-i Ebi Ğanim-i Kazvini, şiilerden bir grupla bir mevzu üzerinde ihtilafa düşmüşlerdi. İhtilafı halletmek için İmam’a bir mektupla mevzuyu ilettiler ve cevabını İmam’ın kendi eliyle yazdığı bir mektupla aldılar."[235]

Saduk (r.a) "İmamın kendi eliyle babama yazdığı tevki’ler şu anda benim yanımdadır"[236] diyor.

Mezkur şahıslar mektupların İmam’ın kendisi tarafından yazıldığına şehadet etmişlerdir. Ama bunun yanısıra İmam'ın bir katibe yazdırdığı mektuplardan da bir çok hadiste sözedilmiştir. Mesela Ebu Nasr-i Hibetillah rivayet etmiştir ki: "Sahib-ul Emr’in tevki’leri İmam Hasan zamanındaki yazı ile Osman b. Said ve Muhammed b. Osman tarafından şiiler için yazılıyordu."[237]

Yine aynı şahıs "Ebu Cafer 904 yılında vefat etti. 50 yıl boyunca İmam-ı Zaman’ın vekiliydi. Halkın malları Ona götürülüyordu ve İmam’ın tevki’leri İmam Hasan zamanındaki yazı örneği ile onun tarafından şiilere yazılıyordu"[238] der.

Başka bir yerde şöyle demektedir. "Sahib-ul Emr’in tevki’leri Muhammed b. Osman döneminde tarafından ve babası Osman b. Said zamanındaki yazı örneği ile yazılıyordu."[239]

Abdullah b. Cafer-i Himyeri şöyle der: "Osman b. Said vefat edince Sahib-ul Emr’in tevki’leri bizlere daha önce yazılan yazı örneği ile gönderiliyordu."[240]

Bu rivayetlerden şu anlaşılmaktadır: Osman b. Said ve daha sonra da Muhammed b. Osman tarafından da yazılan tevki’ler yazı örneği açısından İmam Hasan zamanında yazılan tevki’lerin aynısıydı. Buradan da anlaşılmaktadır ki tevki’ler, İmam’ın yazısı değildi; İmam Hasan’ın (a.s) özel bir katibi vardı ve bu katip Osman b. Said ile Muhammed b. Osman zamanına kadar hayatta olup tevki’leri yazmakla görevliydi. Bu göre bazı tevki’leri İmamın kendi yazıyor bazılarını da katibine yazdırıyordu dememiz gerekir. Ama kesin olan şuler, gaybet-i suğra zamanındaki şiilerin ve alimlerin durumunu incelediğimizde ve tevki’lerin metnine baktığımızda bu mektuplarda yazılanların şiilerce itimat edildiği ve bunların İmam tarafından yazıldığına kesinlikle inanıldığı anlaşılmaktadır. Şiiler İhtilaflarını yazıp İmam’a iletiyor ve cevabını aldıklarında da can-u gönülden kabul ediyorlardı. Hatta bazı tevki’lerin sihhatinden şüphe ediyor, yine de ihtilafların hallini yazışmaya bırakıyorlardı.[241]

Ali b. Hüseyin b. Babeveyh İmam’a mektub yazarak, Allah Teala’dan bir çocuk istediğini bildirdi ve çok geçmeden cevabını aldı.[242]

Gaybet-i suğra ve naiblerin zamanını derkeden alimlerden biri de Muhammed b. İbrahim b. Cafer-i Nu’mani’dir. "Gaybet" adlı kitabında naiblerin niyabetini tekid etmiş gaybet hakkındaki hadisleri naklettikten sonra şöyle yazmaktadır: "Gaybet-i suğra döneminde İmam ve halk arasında bazı belirli kimseler aracılık yapıyordu. Onlar vasıtasıyla hastalar iyileşiyor ve şiilerin sorunları hallediliyordu. Ama gaybet-i suğra dönemi artık sona erdi ve gaybet-i kübra dönemi başladı."[243]

Bunlardan anlaşılmaktadır ki tevki’ler İmam'ın özel naibi tarafından iletildiği için o zamanın şii ve alimleri tarafından kabul görüyordu. Bu tavki'lerde ise özel bir takım nişaneler de mevcuttu; örneğin:

Şeyh Hürr-i Amili (r.a) şöyle yazar: "İbn-i Ebi Ğanim-i Kazvini şiilerle ihtilafa düşmüş ve İmam Hasan Askeri’nin evladının olmadığını iddia etmişti. Şiiler durumu İmam-ı Zaman’a (a.s) ilettiler. Adetleri olduğu üzere mektupları mürekkepsiz bir kalemle beyaz kağıdın üzerine yazıyor ve bunu bir keramet olarak değerlendiriyorlardı. Dolayısıyla da İmam-ı Zaman’dan onun cevabını alıyorlardı."[244]

NAİBLERİN SAYlSl

Naiblerin sayısı hususunda da ihtilaf vardır. Seyyid b. Tavus, "Rabiu-ş Şia" adlı kitabında onların ismini şöyle yazmıştır: "Ebu Haşim Davud b. el-Kasım, Muhammed b. Ali b. Bilal, Osman b. Said, Muhammed b. Osman, Ömer-ul Ahvazi, Ahmed b. İshak, Ebu Muhammed el-Vecnay, İbrahim b. Mehziyar, Muhammed b. İbrahim.[245]

Şeyh Tusi (r.a) niblerin adını şöyle sıralar: "Bağdat’tan Ömeri ve oğlu, Haciz, Bilali ve Attar, Kufe’den Asimi, Ahvaz’dan Muhammed b. İbrahim b. Mehziyar, Kum’dan Ahmet b. İshak, Hamedan’dan Muhammed b. Salih, Rey’den Şami ve Esedi, Azerbaycan’dan Kasım b. el A’la, Nişabur ’dan Muhammed b. Şazan"[246]

Ama şu dört kişinin vekaleti tüm şia arasında meşhurdu: Osman b. Said, Muhammed b. Osman, Hüseyin b. Ruh, Ali b. Muhammed-i Semuri, bunlardan herbirinin mühtelif  şehirlerde temsilcileri vardı."[247]

OSMAN B. SAİD

Osman b. Said büyük bir şahsiyetti; İmam Hasan Askeri’nin (as) güvenilir ashabından ve onun vekili idi. Mamekani ve Ebu Ali onun hakkında şöyle yazmışlardır: "Osman b. Said güvenilir ve değerli bir şahıstı; makamı tavsife gerek görülmeyerek derecede yücedir. İmam Hâdi, İmam-ı Askeri ve İmam Zaman’ın vekiliydi."[248]

Allame Behbehani şöyle yazar: "Osman b. Said güvenilir birisidir ve büyük bir makam sahibidir."[249]

"İmam Hadi ve İmam Askeri (a.s) de onun güvenilir birisi olduğunu söylemişlerdir.

Ahmed b. İshak şöyle diyor: "İmam Hâdi’ye (a.s) "Kiminle oturup kalkayım, dinimi kendisinden öğreneyim ve sözlerini kabul edeyim" diye sordum, İmam (a.s) şöyle buyurdular: "Osman b. Said güvendiğim bir insandır. Eğer sana birşey naklederse doğru söyler, onun sözünü dinle ve itaat et. Zira ben ona güveniyorum."

Ebu Ali de şöyle nakletmektedir: "İmam Hasan Askeri (a.s) de bu sorunun benzerine şöyle cevap vermiştir: "Osman b. Said ve oğlu Muhammed benim güvendiğim kişilerdir. Sana neyi naklederlerse doğru söylerler. Onların sözünü dinle ve itaat et. Zira ben onlara güveniyorum."

Bu hadis ashab arasında o kadar meşhurdu ki Ebu-l Abbas-i Himyeri şöyle diyor. "Bu hadisi kendi aramızda sık sık sözkonusu ediyor ve bu vesile ile Osman b. Said’in yüce makamını övüyorduk."[250]

Muhammed b. İsmail ve Ali b. Abdullah şöyle der: "Birgün Samerra şehrinde İmam Hasan Askeri’nin (a.s) huzuruna vardım, şiilerden bir grup da orada hazır bulunuyordu. Aniden hizmetçi Bedir gelip "Üstü başı dağınık bir grup kapıda durmuş, içeriye girmek için izin istiyorlar" dedi. İmam (a.s) "Yemen’li şiilerdendirler" buyurdu. Sonra da hizmetçisi Bedir’e "Bana Osman b. Said’i çağır" diye emretti. Çok geçmeden Osman geldi. İmam ona şöyle buyurdu: "Osman sen bizim vekilimiz ve güvendiğimiz birisin. Bu cemaatın getirdiği Allah mallarını al." Ravi şöyle diyor: "Biz Osman’ın iyi şiilerden olduğunu biliyorduk, ama siz bu hareketinizle onun makamını yücelttiniz, vekaletini ve güvenilirliğini isbat ettiniz" diye söyledik. İmam şöyle buyurdu: "Evet öyledir, bilin ki Osman b. Said benim vekilim ve oğlu da oğlum Mehdi’nin vekilidir."[251]

İmam Hasan Askeri (a.s) oğlunu içlerinde Ali b. Bilal, Ahmet b. Hilal, Muhammed b. Muaviye ve Hasan b. Eyyub’un da bulunduğu 40 kişilik bir gruba göstererek şöyle buyurdular: "Bu sizin imamınız ve benim vasimdir, ona itaat ediniz ve biliniz ki bundan sonra bir süre onu göremeyeceksiniz. Osman b. Said’in sözlerini kabul edin ve emirlerine itaat edin. Zira o imamınızın vekilidir. Şiilerin işleri onun eliyle halledilecektir."[252]

OSMAN B. SAİD’İN KERAMETLERİ

Bunların yanısıra, onun sözlerini tastik eden birtakım kerametler de kendisine isnat edilmiştir. Örneğin:

Şeyh Tusi, "Gaybet" adlı kitabında Ebu-l Hasan Kesiri’nin de içinde bulunduğu Nevbahtoğullarından bir gruptan şöyle rivayet etmiştir: "Kum ve çevresinden birtakım mallar Osman b. Said’in yanına götürüldü. Malı götüren adam dönmek istediğinde Osman "Sana başka emanetler de verilmiş, niçin onları vermiyorsun?" dedi. Adam "Hiç bir şey kalmadı" deyince de Osman "Geri dön ve araştır" dedi. O adam birkaç gün araştırdıktan sonra Osman’a gelip birşey bulamadığını söyledi. Bunun üzerine Osman "Falancanın sana verdiği ve bizlere vermeni istediği kumaş ne oldu?" diye sordu, adam "Allah’a andolsun ki doğru söylüyorsunuz ama ben unuttum, şu anda da nerede olduğunu bilmiyorum" diyerek tekrar evine döndü ama her ne kadar aradıysa da bulamadı. Yeniden Osman b. Said’in yanına dönüp ve durumu bildirdi, Osman "Falancanın oğlu filan pamukçuya git, geçenlerde ona iki balya pamuk götürdün üzerinde şöyle yazılı olan balyayı aç emanet parçayı orada bulacaksın" dedi. Adam Osman’ın dediğini yaptı ve kumaşı bularak kendisine getirdi."[253]

Muhammed b. Ali Esved şöyle anlatır: "Kadının biri bana bir kumaş vererek Osman b. Said’e ulaştırmamı istedi. O kumaşı bazı elbiselerle birlikte Osman’a götürdüm. O bana "eşyaları Muhammed b. Abbas-i Kumi’ye vermemi" söyledi. Ben de emredileni yaptım, Osman b. Said bana "Niçin o kadının kumaşını vermedin?" diye bir haber gönderdi. Böylece o kadının kumaşını hatırladım. Uzun bir müddet araştırdıktan sonra bularak kendisine verdim."[254]

Saduk (r.a) İkmal-ud Din adlı kitabında şöyle yazar: "lraklı biri İmam’ın payını (humus) Osman b. Said’in yanına götürdü. Osman malı reddederek "Dörtyüz dirhem olan amcaoğlanlarının hakkını bundan çıkar" dedi. O adam şaşırdı. Ama mallarını hesaplayınca amcaoğul ait bir araziyi onlara geri vermediği ortaya çıktı. İyice hesaplayınca onların payının 400 dirhem olduğunu gördü, bu miktarı malından çıkarıp, gerisini Osman b. Said’e verdi ve bu defa Osman kabul etti.[255]

Burada, akl-ı selim sahibi herkese şu soruyu sormak gerekir: "Osman b. Said hakkındaki bunca rivayetlere, onun İmam Hasan Askeri ve İmam Hâdi (a.s) nezdindeki makamına, şiilerin onun adil olduğu hususundaki ittifakına, İmam Hasan Askeri’nin (a.s) yakın ashabının onu adil ve dürüst biri olarak tanımış olmasına rağmen yine de onun iddiasında şüpheye kapılıp onun halkı kandırmaya çalıştığını söylemek doğru mudur?

MUHAMMED B. OSMAN

Osman b. Said’in vefatından sonra oğlu Muhammed b. Osman babasının yerine geçti ve İmam-ı Zaman’ın vekili oldu.

Şeyh Tusi, onun hakkında şöyle der: "Muhammed b. Osman ve babası, her ikisi de Sahib-uz Zaman’ın (a.s) vekiliydi ve İmam’ın yanında büyük bir mevkiye sahib idiler."[256]

Mamekani de şöyle yazar: "Muhammed b. Osman’ın büyüklüğü, İmamiye nezdinde sabittir. Bunun için ayrıca beyan ve delile hacet yoktur. Hatta şiiler babası hayattayken de onun, İmam Hasan Askeri’nin vekili olduğu hususunda icma halindedirler. Aynı zamanda Hz. Hüccet (Mehdi)’in de vekilliğini yapmıştır."[257]

Osman b. Said "Benden sonra oğlum yerime geçecek ve İmam’ın naibi olacaktır" demiştir.

Yakub b. İshak şöyle der: "Muhammed b. Osman vasıtasıyla İmam-ı Zaman’a bir mektub yazdım ve bazı dini sorular sordum. İmam’ın bizzat yazdığı cevabı aldım, ayrıca mektupta şöyle yazılıydı: "Muhammed b. Osman güvenilir biridir. Getirdiği mektuplar, benim mektuplarımdır."[258]

 

*/*/*/*/*/*/*/*/*/*/

MUHAMMED B. OSMAN’IN KERAMETLERİ

Muhammed b. Şazan şöyle der: "İmam’a ait 480 dirhem mal yanımda toplanmıştı. Eksik olarak İmam’a göndermeyi sevmediğim için üzerini tamamlayarak 20 dirhem de ben verdim ve Muhammed b. Osman vasıtasıyla İmam’a gönderdim, ama üzerini tamamladığımı yazmadım. Malın İmam’ın eline geçtiğini bildiren bir kağıt aldım ki üzerinde şöyle yazılıydı: "Yirmi dirhemi kendinin olan beşyüz dirhem malın ulaştı."[259]

Cafer b. Ahmet b. Metil şöyle diyor: "Muhammed b. Osman beni çağırdı birkaç kumaş parçası ve içinde bir kaç dirhem olan bir para kesesi verdi ve "Vasıt’a git, gördüğün ilk kimseye bu kese ve kumaşı ver" dedi. Ben de "Vasıt" tarafına doğru yola düştüm. İlk gördüğüm kimse Hasan b. Muhammed b. Kutat idi. Kendimi tanıttım. O beni tanıdı ve birbirimize sarıldık. Ona dedim ki: "Muhammed b. Osman’ın sana selamı var ve bu emaneti sana gönderdi." Bunu duyunca Allah’a şükretti ve şöyle dedi: "Muhammed b. Abdullah-i Amirî vefat etti. Ben ona kefen bulmak için evden çıktım." İçini açtığımızda bir ölünün defni için gerekli tüm şeylerin varolduğunu gördük. Paralar da tabutu taşıyanlar ve mezar kazıcıların ücreti kadardı. Daha sonra ölüyü teşyi edip defnettik."[260]

Muhammed b. Ali b. el- Esved-i Kumi şöyle diyor: "Muhammed b. Osman kendisi için bir mezar kazdırmıştı. Sebebini sorduğumda şöyle dedi: "İmam tarafından işlerimi düzenlemekle görevlendirildim." Bu olaydan iki ay sonra da vefat etti.[261]

Muhammed b. Osman, tam 50 yıl naiplik makamında bulundu ve 304 yılında vefat etti."[262]

HASAN B. RUH

Hasan b. Ruh İmam-ı Zaman’ın (a.s) üçüncü vekili ve çağının en bilgin insanıydı. Muhammed b. Osman onu kendi yerine İmam-ı Zaman’ın naibi kıldı.

Meclisi (r.a) Bihar’da şöyle yazmıştır. "Muhammed b. Osman’ın hastalığı ağırlaşınca Ebu Ali b. Hemmam, Ebu Abdullah b. Muhammed-i Katib, Ebu Abdullah Baktani ve Ebu Sehl İsmail b. Ali Nevbahti ve Ebu Abdullah b. Vecna gibi bazı büyük şii alimleri, onun huzuruna vardılar ve ondan yerine geçecek kişiyi sordular. Muhammed b. Osman onlara şöyle dedi: "Hüseyin b. Ruh benim yerime geçecektir. Sahib-uz Zaman’ın güvendiği bir vekildir. İşlerinizde ona müracaat ediniz. Ben İmam tarafından Hüseyin b. Ruh’u kendi yerime geçirmekle görevlendirildim."[263]

Cafer b. Muhammed-i Medaini şöyle diyor: "Ben İmam’ın mallarını Muhammed b. Osman’a ulaştırdım; birgün yanına 400 dinar götürdüm. Bana "Bu parayı Hüseyin b. Ruh’a götür" dedi. "Rica ediyorum siz kabul ediniz" dedim. Bana "Hüseyin b. Ruh’a götür ve bil ki onu kendi yerime geçirdim" dedi. "İmam’ın emriyle mi böyle yaptın?" diye sordum. "Evet" diye buyurdu. Daha sonra malları Hüseyin b. Ruh’a götürdüm ve bundan sonra da İmam’ın payını hep ona ilettim."[264]

Muhammed b. Osman’ın ashabı arasında Cafer b. Ahmet b. Metil gibi Hüseyin b. Ruh’tan daha muhterem ve ünlü kimseler vardı. Herkes niyabet makamının ona geçeceğini sanıyordu. Ama herkesin beklediğinin aksine Hüseyin b. Ruh bu makama seçildi. Böylece bütün ashab hatta Cafer b. Ahmet b. Metil de bu yerinde karara teslim oldu."[265]

Ebu Sehl Nevbahti’den "Nasıl oldu da Hüseyin b. Ruh niyabet makamına seçildi? Halbuki siz o makama daha lâyıktınız?" diye sorulduğunda o şöyle dedi "İmam bu makama kimi seçeceğini daha iyi bilir. Ben daima muhalif kimselerle tartışmalar yapıyorum, eğer vekil olsaydım belki de tartışma esnasında kendi iddiamı isbat etmek için İmam’ın yerini gösterirdim. Ama Hüseyin b. Ruh benim gibi değildir. Eğer İmam onun elbisesinin altına saklansa, onu makasla parça parça da etseler asla elbisesini açıp da İmam’ı göstermez."[266]

Saduk (r.a) şöyle yazar: "Muhammed b. Ali Esved nakletmiştir ki Ali b. Hüseyin b. Babeveyh, benden Hüseyin b. Ruh’a Sahib-ul Emir’den kendisine bir çocuğa sahip olmak için dua etmesini istediğini iletmemi rica etti. Ben onun isteğini Hüseyin b. Ruh’a ilettim. Üç gün sonra İmam’ın kendisine dua ettiğini bildirdi ve kendisine "Çok geçmeden Allah ona faydası insanlara ulaşan bir çocuk ihsan edecektir" diye haber gönderdi. O yıl Muhammed adında bir çocuğu oldu ve daha sonra birkaç çocuğa daha kavuştu." Saduk (r.a) bu kıssayı naklettikten sonra şöyle yazmaktadır: "Muhammed b. Ali Esved, her defasında benim Muhammed b. Hasan b. Ahmed’in derslerine katıldığımı ve ilmi kitapları okuyup ezberlemeye ilgi duyduğumu görünce "İlim tahsiline olan ilgine şaşmamak gerekir, zira İmam-ı Zaman’ın duasının bereketiyle dünyaya geldin"[267] derdi.

Birisi Hüseyin b. Ruh’un naibliğinden şüphelenmişti. Mevzunun açıklığa kavuşması için kurumuş ve mürekkebi kalmamış kalemle bir mektub yazdı ve İmam’a gönderdi. Birkaç gün sonra cevabını Hüseyin b. Ruh vasıtasıyla İmam’dan aldı.[268]

Hüseyin b. Ruh 326 yılının Şaban ayında vefat etti.[269]

DÖRDÜNCÜ NAİB

İmam-ı Zaman’ın 4. naibi Şeyh Eb-ul Hasan Ali b. Muhammed-i Semuri’dir. İbn-i Tavus onun hakkında şöyle yazar: "İmam Hasan Askeri ve İmam Hâdi’ye hizmet etmiş ve bu iki İmam kendisi ile mektuplaşmışlardır. Bir çok tevki’ler onun adına yazılmıştır ve şiilerin güvenilir şahsiyetlerinden biridir."[270]

Ahmed b. Muhammed-i Safvani şöyle der: "Hüseyin b. Ruh, Ali b. Muhammed-i Semuri’yi kendi yerine vekil tayin etti, ama Ali b. Muhammed’in vefatı yaklaşınca şiilerden bir grup huzuruna vararak yerine kimin geçeceğini sordular. O şöyle buyurdu: "Ben herhangi birini yerime geçirmekle görevlendirilmedim."[271]

Ahmed b. İbrahim b. Muhalled şöyle diyor: "Bir gün Ali b. Muhammed-i Semuri şöyle buyurdu: "Allah-u Teala Ali b. Babeveyh-i Kumi’ye rahmet etsin." Oradakiler bu sözün söylendiği tarihi keydettiler. Daha sonra o gün Ali b. Babeveyh’in vefat ettiğini haber aldık. Semuri de H. 329 yılında vefat etmiştir."

Hasan b. Ahmed şöyle diyor: "Ali b. Muhammed Semuri’nin vefatından birkaç gün önce huzuruna vardım. İmam-ı Zaman tarafından yazılan mektubu insanlara okudu, içeriği şöyleydi: "Ey Ali b. Muhammed-i Semuri! Allah-u Teala kardeşlerinin ecrini senin vefatında büyük kılsın. Zira altı güne kadar ecelin gelecek, vefat edeceksin. İşlerini düzene koy. Ama hiç kimseyi yerine geçirme. Bundan sonra gaybet-i kübra olacaktır. Ben Allah izin vermedikçe, uzun bir zaman geçmedikçe, kalpler katılaşmadıkça ve yeryüzü zulümle dolmadıkça asla zuhur etmeyeceğim. Aranızda beni gördüğünü iddia edenler olacaktır. Ama bilin ki Süfyani’nin ortaya çıkışından ve gök sayhasından önce her kim beni gördüğünü iddia ederse yalancıdır."[272]

Mezkur dört kişinin niyabeti şiiler arasında çok meşhur ve makbuldü. Bazıları da yalan yere bu makama atandıklarını iddia ettiler. Ama bir bürhanları olmadığı için yalanları ortaya çıktı ve rüsva oldular. (Hasan-i şerii, Muhammed b. Nasir-i Numeyrî, Ahmed b. Hilal-i Kerhi, Muhammed b. Ali b. Bilal, Muhammed b. Ali Şelmegani ve Ebu Bekir-i Bağdadi vb… gibi)

Naibler hakkındaki sözlerimiz de burada sona eriyor. Bunca delil ve kaynaklar onların vekalet iddiasının sıhhatine yakin için yeterli olsa gerek.


GAYBET-İ KAMİL NİÇİN BAŞTA GERÇEKLEŞMEDİ?

Burada, "Gaybet-i suğra’nın ne faydası vardı?" şeklinde bir soru gelebilir akla. Öyle ya, eğer İmam-ı Zaman’ın gaybete çekileceği önceden belli idiyse niçin bu olay ilk başta ve Hz. Hasan Askeri’nin (as) vefatında bütünüyle gerçekleşmedi ve tam bir gaybet vuku bulmadı? Sorunun cevabı şudur:

İmam ve toplumun rehberinin gaib olması ve bu gaybetin de uzun sürmesi garib, alışılmadık ve insanlar için inanılmaz bir şeydir. Bu yüzden Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt İmanları (a.s) insanları yavaş yavaş bu mevzuyla tanıştırmak ve fikirleri bunu kabüle hazırlamak için çalıştılar. Bu yüzden her fırsatta sözkonusu gaybeti haber verdiler, o asrın insanlarının problemlerini, inkarlarını dile getirdiler. İnkarcıları kınadılar ve kurtuluşu beklemeyi ve bu yolda azimli ve kararlı olmayı büyük bir sevapla müjdelediler. Bazen de davranışlarıyla gaybetin bir benzerini meydana getirmeye çalışıyorlardı.

Mes'udi "İsbat-ul Vasiyye "kitabında şöyle yazar: "İmam Ali (a.s) insanlarla az ilişki kuruyor ve ashabından özel kimseler dışında kimseyle görüşmüyordu. İmam Hasan Askeri (a.s) onun yerine geçince genelde perde arkasından insanlarla konuşuyor du ki şiileri onikinci İmam’ın gaybetine hazırlayabilsin."[273]

Eğer İmam Hasan’ın (a.s) hemen ardından gaybet-i kübra başlamış olsaydı belki de insanlar İmam-ı Zaman’ın varlığından gaflet eder ve onu yavaş yavaş unuturlardı. Bu sebeple önce gaybet-i suğra gerçekleşti ki şiiler o günlerde naipler vasıtasıyla imamları ile ilişki kursun ve birtakım alamet ve kerametleri müşahade ederek imanları kemale ersin. Ama fikirler müsait hale gelince ve daha fazla bir hazırlık görülünce gaybet-i kübra gerçekleşti.

GAYBET-İ KÜBRA’NlN BİR SlNlRl VAR MlDlR?

Geybet-i kubra için tayin edilmiş bir sınır yoktur, ama bir grubun şüpheleneceği derecede uzun süreceği beyan edilmiştir. Örneğin Emir-ul Mu’minin (a.s) Hz. Kâim (a.s) hakkında şöyle buyuruyor: "Gaybeti o kadar uzun sürecektir ki cahil bir insan "Allah’ın, Peygamberin Ehl-i Beyt’ine ihtiyacı yoktur" diyecektir."[274]

Hz. Seccad (a.s) şöyle buyuruyor: "Nuh’un (a.s) özelliklerinden biri de Kâim’de gerçekleşecektir ki bu da onun ömrünün uzun olmasıdır."[275]

GAYBETİN FELSEFESİ

Bu noktada okuyucu "İmam-ı Zaman, insanların arasında olsaydı ve dolayısıyla ihtiyaç anında ona müracaat edildiğinde sorunlarını halletseydi onların dini ve dünyası için daha iyi olurdu. O halde "Niçin gaib oldu?" şeklinde bir soru sorabilir.

Birtakım engeller olmasaydı Hazret’in zuhuru elbette ki daha faydalı olurdu. Ama görüyoruz ki Allah-u Teâla o mukaddes varlığı gözlerden gizlemiştir. Öte yandan Allah’ın fiilleri de muhkem bir şekilde olup maslahatlar ve gerçek hükümler üzere gerçekleşmektedir. O halde tafsilatını biz bilmesek de, İmam’ın gaybetinin elbet bir hikmet ve nedeni vardır. Aşağıdaki hadis te gaybetin temel nedenlerinin insanlara beyan edilmediğini ve Ehl-i Beyt İmanları dışında hiçkimsenin bunlardan haberdar olmadığını açıklamaktadır.

Abdullah b. Fazl Haşimi, İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor, der: "Sahib-ul Emr’in ister istemez bir gaybeti olacaktır. Öyle ki, dinden sapanlar şüpheye düşeceklerdir." İmam’a "Niçin?" diye arzettim. İmam şöyle buyurdu: "Biz bunun nedenini beyan etmeye izinli değiliz."  "Hikmeti nedir?" diye sordum. İmam "Geçen hüccetlerin gaybetinde varolan hikmetler, İmam’ın gaybetinde de vardır" buyurdu. "Ama hikmetleri, o zuhur etmedikçe belli olmayacaktır. Nitekim, Hz. Hızır’ın (a.s) eliyle geminin delinmesi, çocuğun öldürülmesi ve duvarın düzeltilmesinin hikmeti de birbirlerinden ayrılmak istedikleri ana kadar belli olmadı. Ey Fazl’ın oğlu, gaybet konusu Allah'ın sırlarından bir sır, Allah’ın gayplerinden bir gayptir. Çünkü biz Allah’ı hikmet sahibi olarak kabul ediyoruz. Tafsilatı bizlere belli olmasa da işlerinin hikmet üzere olduğunu itiraf etmeliyiz."[276]

Zikredilen hadisten de anlaşıldığı gibi gaybetin asıl nedenleri açıklanmamıştır. Bunun nedeni ya insanların anlamasında bir maslahatın olmayışı; ya da anlayış kabiliyetlerinin bulunmayışıdır. Ama hadislerde gaybet için üç hikmet beyan edilmiştir:

1- Bu bir imtihan ve denemedir. Böylece güçlü imanı olmayanların bâtını ortaya çıksın; köklü bir imana sahip olanların ise kurtuluşu bekleyiş ve musibetlere sabretme vasıtasıyla değerleri malum olsun ve birtakım sevaplar elde etsinler. Musa b. Cafer (a.s) şöyle buyuruyor: "Yedinci İmam’ın beşinci evladı gaib olduğunda dininzi koruyunuz. Kimse sizi dininizden çıkarmasın. Ey çocuğum, Sahib-ul Emr’in ister istemez bir gaybeti olacaktır. Öyleki müminlerden bir grup inançlarından dönecekler. Allah Tealâ gaybet vesilesiyle kullarını imtahan etmektedir."[277]

2- Gaybet vesilesiyle zalimlere bey’at etmekten korunmaktadır. Hasan b. Fazzal şöyle diyor: "Ali b. Musa Rıza (as) şöyle buyuruyor: "Üçüncü evladımın (İmam Hasan Askeri) vefatından sonra şiilerimin her yerde imamlarını aradığını ama onu bulamadıklarını şimdiden görür gibiyim. "Niçin ey Resulullah’ın evladı?" diye sordum, Hazret şöyle buyurdu. "Zira imamları gaib olacaktır." Niçin gaib olacağını sorunca da Hazret "Kılıcıyla kıyam ettiğinde hiç kimsenin bey’atı boynunda olmasın diye" buyurdu."[278]

3- Gaybet vasıtasıyla öldürülme tehlikesinden kurtulmaktadır. Zürare şöyle diyor: "Hz. Sadık (a.s), "Kâim mutlaka gaib olmalıdır" diye buyurdular, "Niçin?" diye sordum, "Öldürülmekten çekinmektedir" buyurarak elleriyle karınlarına işaret ettiler."[279]

Bu üç hikmet Ehl-i Beyt’ten nakledilen hadislerde yer almıştır.


İMAM-I ZAMAN’IN ZUHUR ETMESİNİN NE SAKINCASI OLABİLİRDİ?

"İmam-ı Zaman (a.s) insanlar arasında gizlenmeden yaşasaydı; herhangi bir şehirde müslümanların dînî rehberliğini üstlense ve dünyanın durumu elverişli hale gelinceye kadar bu minval üzere gidip, sonunda kılıcıyla kıyam ederek küfür düzenlerini yıksaydı ne olurdu? Bunun ne sakıncası olabilir ki? "diyenler de var…

Buna cevabımız şudur: Evet, bunlar güzel şeyler, ama bunun netice ve sonuçlarını da dikkatli bir şekilde muhasebe etmek gerekir. Ben mevzuyu sıradan bir olay esasınca sizlere beyan etmeye çalışacağım.

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ve Ehl-i Beyt İmanları (a.s) defalarca insanlara zulüm hükümetlerinin va’dedilmiş Mehdi eliyle yok olacağını ve zulüm saraylarının yıkılacağını haber vermişlerdi. Bu yüzden İmam-ı Zaman’ın (a.s) mukaddes varlığı insanlardan iki grubun dikkatini çekmiştir. Birincisi, sayıları çok olan mazlumlardır ki zulümden şikayet etmek, yardım görmek ve savunmak maksadıyla İmam-ı Zaman’ın etrafında toplanmış, birçok insan etrafını sarmış, büyük bir hareket oluşturmuşlardı.

İkinci grup ise mal ve makam uğruna hiçbir alçaklıktan çekinmeyen kaniçici zorbalar ve zalimlerdir ki mahrum millete musallat olmuşlardır, herkesi kendi menfaatleri ve makamlarına kurban etmeye hazır olan bu grup, İmam’ın mukaddes varlığını kendi uğursuz maksatları ve menfaatleri yolunda bir engel olarak gördüğünden ve konumlarını kaybetmekten korktuğundan İmam’ı ortadan kaldırmak ve bu büyük tehlikeden kurtulmak isterler.  Zira onların kaderini değiştirecek bir adalet sözkonusudur, onu ortadan kaldıramadıkları müddetçe de durmayacaklardır.

 

NİÇİN ÖLÜMDEN ENDİŞE DUYUYOR?

Bu noktada, "İmam-ı Zaman eğer toplumu islah etmek, dini yaymak ve mazlumları korumak yolunda öldürülseydi ne olurdu? Onun kanı babalarının kanından daha mı aziz ve değerliydi? Niçin ölümden kaygı duymaktadır?" şeklinde bir soru da gelebilir akla.

İmam-ı Zaman din yolunda öldürülmekten elbette ki korkmuyordu, ama öldürülmesi din ve toplumun yararına değildir. Zira imamlardan biri gidince diğeri onun yerine geçerdi. Ama İmam-ı Zaman öldürülürse yerine geçecek kimse yoktur. Böylece de yeryüzü hüccetsiz hale gelir. Halbuki sonunda hakkın batıla gâlib geleceği ve İmam-ı Zaman’ın mukaddes varlığı vasıtasıyla sonunda dünyanın Hakk’a inananların eline geçeceği takdir edilmiştir.

ALLAH TEALA İMAM’l KORUYAMlYOR MU?

Allah Teâlâ İmam-ı Zaman’ı düşmanların şerrinden koruyacak güce sahiptir elbet; nitekim Allah’ın kudreti elbetteki sınırlı değildir, ama işleri, nedenler esasınca ve normal yollarla gerçekleştirmektedir. Enbiya ve imamların mukaddes varlığını korumak ve dini yaymak için nedensellik kanununu iptal etmek ve normal akışın hilafına amel etmek istememektedir. Aksi takdirde dünya vazife, hürriyet ve imtihan diyarı olmayacaktır.

ZALİMLER ONA TESLİM OLURLARDl

"Eğer o Hazret gizlenmeyip de, ortaya çıksaydı ve zalimler ona ulaştıkları ve hak sözünü dinledikleri için belki de onu öldürmeye kalkışmaz, onun vasıtasıyla iman eder ve yaptıklarından el çekerlerdi? "gibi bir soruya karşılık şu cevap yerindedir: Herkes hakkın karşısında teslim olmaz. Tarih boyunca bazı insanlar hak ve doğruluğa düşman kesilmiş ve hakkı çiğnemek için tüm güçleriyle çalışmışlardır; nitekim peygamberler ve Ehl-i Beyt İmanları hakkı söylemiyorlar mıydı? Hak sözleri ve mucizeleri zalimlerce müşahade edilmiyor muydu? Buna rağmen kafirler onları yok etmek ve hidayet meşalesini söndürmek için hiç bir şeyden çekinmiyorlardı. Sahib-ul Emr de eğer zalimlerden sakınarak gaib olmasaydı onların akibetine uğrardı.

KORUNMAK İÇİN SÜKUT ETMELİYDİ

Acaba İmam siyasetten bütünüyle uzaklaşır ve zalimlere karışmasaydı, yaptıkları zulümler karşısında susup sadece dini ve ahlakî yolgöstericilikle meşgul olsaydı düşmanların şerrinden korunmuş olmaz mıydı? sorusuna şu cevabı vermek gerekir:

Zalimler Mehdi’nin düşmanları olduğunu ve zulüm saraylarının onun eliyle yıkılacağını bildikleri için onun susmasıyla yetinmez tehlikeyi kendilerinden uzaklaştırmaya kalkarlardı elbet. Ayrıca müminler de İmam’ın tüm cinayet ve zulümler karşısında sükut ettiğini, bir-iki değil yüzlerce yıl sustuğunu görseydiler yavaş yavaş alemin İslahı ve hakkın zaferinden ümitlerini keser, Hz. Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ve Kur’an’ın müjdelerinden şüphelenirlerdi. Bütün bunlar bir tarafa, mazlumlar da İmam’a sükut izni vermezlerdi.

SALDlRMAZLlK ANLAŞMASl İMZALASAYDl!

İmam (a.s) zalimlerle saldırmazlık anlaşması da imzalayabilirdi. Böylece onlar da onun işlerine karışmazlardı. Doğruluk ve emanetdarlık ile tanındığı için de sözlerine itimad eder ve kendisine karışmazlardı diye düşünenler olabilir. Bunlara cevabımız şudur:

Va’dedilmiş Mehdi’nin proğramı diğer Ehl-i Beyt İmanlarının proğramından farklıdır. İmamlar dini yaymak, insanları kötülükten sakındırıp iyiliği emretmek hususunda imkanları dahilinde çalışmakla görevliydiler. Ama savaş ile görevlendirilmemişlerdi. Hz. Mehdi’nin (a.s) proğramı ise baştan beri farklı bir görünüm arzetmektedir. O, zulüm ve batıl karşısında susmamalı, savaşarak zulüm ve dinsizliğin kökünü kazımalıdır. Zalimlerin bencillik ve despotluk saraylarını başlarına yıkmakla vazifelidir o. Öyle ki, bütün bunlar Hz. Mehdi’nin (a.s) alamet ve özelliklerinden sayılmaktadır.

 İmamlara "Niçin zalimler karşısında kıyam etmiyorsun?" dediklerinde "Bu Mehdi’nin işidir" diye cevab veriyorlardı. Bazı imamlara "Sen Mehdi misin?" diye sorduklarında "Mehdi kılıcıyla savaşacak ve zulüm karşısında kıyam edecektir. Ama ben böyle değilim ve buna gücüm de yetmez" diye cevap veriyorlardı. Bazılarına da "Sen Kâim misin?" diye sorduklarında "Ben hak ile kâimim, ama yeryüzünü Allah’ın düşmanlarından temizleyecek olan va’dedilmiş Kâim değilim" diye buyuruyorlardı. Kimi zaman da "Senin Kâim olduğunu ümit ediyoruz" dediklerinde de "Ben de kâimim. Ama yeryüzünü zulüm ve küfürden temizleyecek olan kâim ben değilim" diye cevap veriyor, dünyanın karışık durumu, zalimlerin diktatörlüğü ve müminlerin mahrumiyetinden şikayet edildiğinde de "Mehdi’nin kıyamı kesindir. O zaman dünya islah olacak ve zalimlerden intikam alınacaktır" diyor, müminlerin azlığı, kafirlerin çokluğu ve kudretlerinden söz edilince de imamlar şiilere teselli vererek şöyle diyorlardı: "Al-i Muhammed’in hükumeti kesindir. Hak galib gelecektir! Sabrediniz! Al-i Muhammed’in kurtuluşunu bekleyiniz ve dua ediniz!" Şiiler de bu müjdelerle teselli buluyor, her türlü zorluklara dayanıyorlardı.

Müninlerin; hatta bütün beşeriyetin va’dedilmiş Mehdi’den beklediği bunca eylem karşısında İmam’ın zalimlerle dostluk anlaşması imzalaması olacak şey midir? İmam böyle yapacak olsaydı müminler ümitsizliğe düşmez, İmam’ın zalimlerle anlaştığı için hiç bir ıslah fikri taşımadığını söylemezler miydi?

Bence bu, olacak şey değildir. Aksi takdirde, sayısı çok az olan müminler de ümitsizlik ve karamsarlık yüzünden doğruluktan çıkar, zulüm ve küfür yoluna saparlardı.

Ayrıca zalimlerle dostluk ve saldırmazlık anlaşması imzalasaydı, buna bağlı kalmak zorunda olur bu yüzden de asla savaşmaya kalkışmazdı. Zira İslam dini, ahde riayet etmeyi, sözünü tutmayı emretmektedir.[280]

Bu yüzden hadislerde; gaybetin ve Sahib-ul Emr’in doğumunun gizli olmasının sebeblerinden birinin de İmam’ın zalimlere beyat etmek zorunda kalmaması olduğu geçer. Böylece istediği zaman kıyam edecek ve kimsenin onun boynunda bey’ati olmayacaktır; örneğin:

Hz. Sadık (a.s) şöyle buyurur: "Sahib-ul Emr’in doğumu, zuhur ettiğinde hiç kimsenin ahdi onun boynunda olmasın diye gizli kalacaktır. Allah Teala onun işlerini bir gecede düzeltir."[281]

Bütün bunların yanısıra bencil ve zalim idareciler kendi çıkarlarını tehlikede görünce, bu anlaşmalara bağlı kalmaz ve onu öldürmeye kalkışır; böylece de yeryüzü imam ve hüccetsiz kalırdı.

NİÇİN BELİRLİ NAİBLER TAYİN ETMEDİ?

Bir Ehl-i Sünnet kardeşin şu sorusunu hatırlıyorum: "Biz gaybetin lüzumu ilkesini kabul ediyoruz, ama gaybet-i kübra döneminde neden gaybet-i suğra gibi bir takım naibler tayin etmedi? Böylece şiiler bu naibler vasıtasıyla onlarla ilişki kurar ve sorunlarını hallederlerdi."

Bu kardeşe şöyle demiştim: "Düşmanlar naibleri de rahat bırakmazlardı. Onlara İmam’ın yerini göstermeleri için işkence ederlerdi. Ya da işkenceler altında zindan köşelerinde öldürülürlerdi.

Burada kimileri İmam "Vekalet makamına bazı belirli şahısları tayin etmeyebilirdi; ama bunun yerine bazen bir takım müminlere zahir olup onlar vasıtasıyla bir takım gerekli emirleri şiilere ulaştırabilirdi" diyebilir. Yanlız şunu hemen hatırlatalım ki bu iş de salah ve faydalı değildi. Zira o şahıslar da İmam’ın yerini onlara gösterebilirdi veya bu iş onun öldürülmesine sebeb olabilirdi.

Yine bu noktada şu soru da gelebilir akla: "Bu tehlike birtakım kimliği belirsiz insanlara zuhur ettiği taktirde söz konusudur. Ama müminler ve alimler için zuhur etseydi hiç bir tehlike ihtimali de kalmazdı." Buna da üç yolla cevab vermek mümkündür:

1- İmam-ı Zaman eğer herkes için zuhur etmek isteseydi kendini tanıtmak için bir takım kerametler göstermeliydi. Hatta çabuk inanmayan insanlar için sayısız keramet göstermesi gerekecekti. Bu arada bir takım sihirbaz insanlar da ortaya çıkarak insanları aldatır, imamet iddiasında bulunarak sihir ve büyülerle insanları büyülerlerdi. Sihir ve kerameti birbirinden ayırdedebilmek de herkesin yapabileceği bir şey değildir. Bu da bir çok sorunlar yaratırdı.

2- Zahirde iyi olan bazı hokkabazlar bu mevzuyu kötüye kullanırlardı; cahil halk arasına karışır, İmam’ı gördüğünü iddia eder, şer’i olmayan hükümleri ona isnad eder, bu vasıtayla uğursuz hedeflerini gerçekleştirmeye çalışırlardı. Şer’i olmayan bir iş yapmak isteyenler buna bir kılıf uydurabilmek için "Ben İmam-ı Zaman ile görüştüm. Dün gece bizim eve gelmişti. Bana "Falan işi yap" dedi ve falan işlerimi teyid etti "… vb. gibi yalanlar uydurabilirlerdi. Bu işin kötü neticeleri ise malumdur.

3- İmam’ın bazı salih ve güvenilir insanlarla görüşmediği hususunda kesin delil yoktur. Birçok salih ve veliler İmam’la görüşüyor olabilir. Dolayısıyla da emredildiği üzere bu sırrı saklamakta ve hiç kimseye açmamaktadırlar. Bu hususta herkes sadece kendi halini bilmekte ve diğerleri hakkında hüküm verme salahiyetine sahib bulunmamaktadır.

GAİB İMAMIN NE FAYDASI VARDIR?

Evet, bu da sorulabilir ve denilebilir ki: "İmam eğer insanların rehberi ise zahir olmalıdır, gaib olmamalıdır. Gaib imamın faydası nedir? Yüzlerce yıl gaib olan, dini yaymayan, toplumun sorunlarını çözmeyen, muhaliflerin cevabını vermeyen, iyiliği emretmeyen, kötülükten sakındırmayan, mazlumları himaye etmeyen, ilahi hüküm ve hududları uygulamayan, insanlara helal ve haramı açıklamayan bir imamın varlığının ne faydası vardır?"

İnsanlar gaybet zamanında bunlardan elbette mahrumdur. Ama unutmamam gerekir ki imamın varlığının faydası sadece bunlardan ibaret değildir. Gaybet zamanında başka faydaları da vardır. Bunlardan bir kaç örnek verebiliriz:

1- Daha önce anlatılanlar, bilginlerin kitaplarında gösterilen deliller ve imamet konusunda hadisler esasınca imamın mukaddes varlığı, insan türünün nihai hedefi, insanlığın kamil bireyi, maddi ve rububi alem arasında bir rabıtadır. Yeryüzünde bir imam olmazsa insan türü yok olur. İmam olmazsa Allah kamil bir şekilde tanınmaz ve hakkıyla ibadet edilmez, imam olmazsa maddi alemle yaratılış düzeni arasındaki ilişki kopar. İmamın mukaddes kalbi santraldaki elektriği binlerce lambaya ulaştıran transformatör konumundadır. Gayb aleminin feyiz ve nurları önce imamın temiz kalbinin aynasına daha sonra da onun vasıtasıyla diğer fertlerin kalbine yansır. İmam varlık aleminin kalbi ve insan türünün rehber ve pedagogudur. Ayrıca bilinmektedir ki bu faydaların varlığında imamın zahir veya gaib olmasının hiç bir etkisi yoktur. Şimdi, buna rağmen yine de "Gaib imamın ne faydası var?" denilebilir mi? Bu sözler daha çok imamet ve velayetin manasını bilmeyen, imamın sadece bir hüküm bildiren ve had uygulayan insan olduğunu düşünenlerin sözüdür. Halbuki imamet ve velayet makamı bu zahiri makamlardan çok daha yüce bir makamdır.

İmam Seccad (a.s) şöyle buyuruyor: "Biz müslümanların imamı, dünya ehlinin hücceti, müslümanların sorumlusuyuz. Yıldızlar nasıl gök ehlinin güvencesiyse bizler de yeryüzündekilerin güvencesiyiz. Bizim vasıtamızla gökyüzü yeryüzüne düşmez, meğer ki Allah istesin. Bizim vasıtamızla Hakk’ın rahmet yağmuru yağmakta ve yeryüzü bereketlerini çıkarmaktadır. Eğer biz yeryüzünde olmasaydık, yeryüzü, üzerindekileri yutardı. Allah Tealâ Adem’i (a.s) yarattığı günden beri yeryüzü hiç bir zaman hüccetsiz kalmamıştır. Ama bu hüccet bazen zahir ve meşhurdur, bazen de gaib ve gizlidir. Kıyamete kadar da hüccetsiz kalmayacaktır. Eğer imam olmazsa Allah’a (hakkıyla) ibadet edilmez."

Süleyman diyor ki: "İnsanlar gaib imamın varlığından nasıl faydalanabilirler." diye sorduğumda İmam şöyle buyurdu: "Bulutlar arkasında kalan güneşten istifade ettikleri gibi."[282] 

Bu ve benzeri birkaç hadiste Sahibu-ul Emr’in mukaddes varlığı ve insanların ondan yararlanması bulutların ardında kalan güneşe ve ondan istifade edilmesine benzetilmiştir. Bu ikisi arasındaki ortak yön de şudur: Tabii bilimler ve astronomide güneşin güneş sisteminin merkezi olduğu ispat edilmiştir. Çekim gücü de yeryüzünü parçalanıp yok olmasını önlemektedir. Dünyayı kendi etrafında döndürerek gece ve gündüz ile mevsimleri oluştarmaktadır. Sıcaklığı insanlar, bitkiler ve hayvanların hayat nedenidir, onun ışığı yeryüzünü aydınlatmaktadır. Bütün bunların olmasında güneşin bulutların ardında kalıp kalmamasının etkisi yoktur. Yani güneşin çekim gücü, ışığı ve ısısı her iki durumda da mevcuttur. Bu arada azalma ve çoğalma elbette söz konusudur, güneş bulutların arkasında kalınca veya gece olunca varlıkların güneşin heraket ve ışığından faydalanmadığını söylemek cahilane bir iddia. Veya çok büyük bir yanılgıdır. Zira güneş bir dakika bile ışık ve ısısını varlık alemine göndermezse herşey donup helak olur. Güneşin etkilerinin bereketiyle kara bulutlar dağılmakta ve güneşin gerçek yüzü ortaya çıkmaktadır.

İmam’ın mukaddes varlığı da, aleme güneş, insanlık aleminin kalbi, pedagog ve tekvînî kılavuzdur. Sözkonusu etkiler de imamın zahir veya gaib olmasının bir farkı yoktur. Okuyuculardan önceki bölümlerde nübüvveti amme ve imamet hakkında söylenenleri hatırlamalarını ve üzerinde dikkatle düşünmelerini rica ediyorum, o zaman velayetin gerçek manası imamın varlığının en önemli faydası ve insan şu anda sahip olduğu herşeyin gaib imamın vücudunun bereketiyle olduğu anlaşılacaktır.

Bahsedilen diğer faydalara gelince; evet insanlar gaybet zamanında bunlardan mahrum haldedirler, ama bu feyzin yokluğu Allah Teala ve imamın mukaddes varlığından değildir. Belki eksiklik bizzat insanın kendisindendir. Eğer zuhurun engellerini ortadan kaldıracak adalet ve tevhide dayalı bir hükümetin teşkili için bir ön hazırlık yapacak ve insanların fikrini elverişli hale getirecek olsaydılar, İmam-ı Zaman da elbet zuhur eder, insanlık toplumunu sayısız nimetlere ulaştırırdı.

Bu arada "genel şartlar imamın zuhuru için elverişli değilse o halde bu zor ve tehlikeli yolda çalışmanın ne gereği vardır." şeklinde bir soru akla gelebilir. Halbuki bütün müslümanların toplumsal işlerinin ıslahı için ve hatta bütün dünyanın ıslahı için çalışmaları gerekir. Toplumun refahı yolunda çalışma ve zulümle savaş en büyük ibadetlerden sayılmaktadır.

Keza şöyle de denilebilir: "Bir veya birkaç kişinin çalışmasıyla biryere varılmaz ki?! Ayrıca benim ne suçum var ki imamı görme feyzinden mahrum bırakılıyorum?" Cevap şudur: Bizler eğer bütün insanları fikri kemale erdirmek, insanları İslam’ın hakikatleriyle tanıştırmak ve İmam-ı Zaman’ın hedeflerine yakınlaşmak için çalışırsak kendi görevimizi yapmış olur ve buna karşılıkta büyük bir sevaba ereriz. Zira bir adım dahi olsa insanlık toplumunu hedefe doğru yürütmüş oluruz ki bu işin değerini büyük alimler de takdir ederler. Bu sebeple rivayetlerde kurtuluşu beklemenin en büyük ibadetlerden olduğu yeralmıştır.

2- Gaip olan Mehdi’ye inanmak kurtuluşu beklemek ve İmam-ı Zaman’ın zuhurunu gözlemek müslümanlara büyük bir ümit vermektedir ve bu ümit başarı ve ilerlemede en büyük etkenlerden biridir. Ümitleri kaybolan bir grup ise asla başarıya ulaşamaz.

Evet, dünyanın acı durumu, maddi fikirler akını, ilim ve öğretiler pazarının kesadı, zayıf sınıfın günaşırı mahrumiyeti, sömürgecilik tekniklerinin gelişmesi, soğuk ve sıcak savaşlar ve doğuyla batı arasındaki silahlanma yarışı hayırsever ve aydın insanları oldukça rahatsız etmekte bazen insanoğlunun ıslah kabiliyeti ilkesinde dahi şüpheye düşmektedirler.

Beşer için varolan tek ümit ışığı ve bu karanlık alemde çakan tek ümit kıvılcımı kurtuluş, tevhid hükümetinin altın çağını ve ilahi hükümlerin hakimiyetini beklemektir. Titrek ve ümitsiz kalplere huzur veren ve mahrum sınıfın yaralı kalplerine merhem olan bu kurtuluşu beklemektir. Müminleri inançlarında sabit ve dinde payidar kılan da bu kurtuluşu beklemektir. Dünyanın hayırseverlerini iş ve faaliyetlere teşvik eden hakkın zaferine olan imandır, insanlığı ümitsizliğin korkunç uçurumundan kurtaran ve ümidin aydın yoluna sevkeden de o gaybi güçten yardım dilemektir. İslam Peygamber’i de cihanşumul tevhid hükümetinin programını açıklamak ve cihanşumul ıslahatın öncüsünü tanıtmakla İslam dünyasından ümitsizlik ruhunu yok etmiş, ümitsizliğin kapılarını kapamıştır. Müslümanların bu İslami program vasıtasıyla dünyanın dağınık milletlerinin dikkatini çekeceği ve tevhid hükümetinin teşkilinde bütün insanları birleştireceği beklenmektedir.

Hz. Ali b. Hüseyin (a.s) şöyle buyuruyor: "Kurtuluşu beklemek kurtuluşun en büyük kısımlarından biridir."[283]

Özetle: vaadedilmiş Mehdi’ye inanmak şiiler için parlak bir gelecek hazırlamıştır ve onlar o günün ümidiyle yaşamaktadırlar. Ümitsizlik ve yenilgi ruhunu yok etmiş ve onları iş, hedef yolunda çalışma, nefis tezkiyesi ve ilahi öğretilerle ilgilenmeye teşvik etmiştir. Şiiler maddecilik, şehvetperestlik, zulüm, küfür, dinsizlik, savaş ve sömürünün karanlık çağında tevhid hükümetini insanlığın akli tekamülünü, zulüm saltanatının yıkılmasını, gerçek barışın sağlanmasını ve ilim pazarının parlak dönemini açık bir şekilde müşahade etmekte ve gerekli şartları gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. İşte bu yüzden Ehl-i Beyt’ten nakledilen rivayetlerde

 kurtuluşu beklemenin en büyük ibadetlerden olduğu ve hak yolunda şehadete denk sayıldığı kaydedilmiştir."[284]

 

 İSLAMl SAVUNMAYA ÇALlŞMAKTALAR

Nehc’ul Belaga’daki bir hutbe de Hz. Mehdi (a.s)’ın gaybet zamanında da İslam’ın ilerlemesi ve azameti ile, müslümanların zaruri işlerinin çözümü için gücü oranında çaba sarfettiği geçmektedir.

Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır. "İnsanlar hakikat yolundan sapmış, sağ ve sola gitmekte, sapıklık yolunda yürümektedirler. Hidayet yolunu terketmişlerdir. Olacak ve beklediğiniz şeyler hakkında acele etmeyiniz, yakında gerçekleşecek olan bu şeyi geç saymayınız, zira bir işte acele edenler bazen o şeye ulaştıkların da şöyle demektedirler: "Keşke buna ulaşmasaydım". Gelecekle ilgili müjdeler ne kadar da yakınlaşmıştır! Şimdi vadelerin ve tanımadığınız şeyin zuhur zamanıdır. Bilin ki o zamanı derkeden Ehl-i Beyt’ten herhangi birimiz aydın bir yolda yürür ve sakinlerin davrandığı gibi davranır. Tâki böylece insanların bir müşkülünü halletsin ve zorda kalanı kurtarsın, batıl toplulukları dağıtsın ve faydalı topluluklar oluştursun. Bütün bu işleri gizlice yapacaktır. Hatta çehreleri tanıyan kimseler bile, Onun izine rastlamayacaktır. İnsanlardan bir grup dini savunmaya hazırlanacaktır. Adeta kılıç ve oklarını bilemektedirler. Onların kalp gözü Kur’an’ın vasıtasıyla aydınlanmaktadır. Onlara Kur’an’ın tefsir ve manası

 söylenmekte, gece gündüz ilahi hikmet ve ilimlerden faydalanmaktadırlar."[285]

 

Bu hutbeden de anlaşılmaktadır ki Hz. Ali (a.s) zamanındaki insanlar Peygamber’den duydukları bir olayın gerçekleşmesini bekliyorlardı. Bu olayların gaybet zamanındaki olaylar olması da muhtemeldir. Hutbenin zahirinden anlaşılmaktadır ki gaybet zamanının imamı tam bir gizlilik içinde yaşamaktadır. Ama basiretle müslümanların zaruri işlerini çözümlemekte ve İslam’ı savunmaktadır. Müslümanların sorunlarını halletmekte ve zorda kalanları kurtarmaktadır. İslam’ın aleyhinde kurulan toplantıları dağıtmakta ve faydalı toplantıların kurulması için gerekli şartları oluşturmaya çalışmaktadır. İmam-ı Zaman’ın mukaddes vücudunun bereketiyle insanlardan bir grup dini savunmaya kalkışmakta ve aldığı kararlarda, Kur’an ilimleri ve öğretilerinden ilham almaktadırlar.

 

EHL-İ SÜNNET’İN KİTAPLARI VE MEHDİ’NİN ÖZELLİKLERİ

Bazı sünni kardeşler şöyle demekteler: "Şii kitaplarında Mehdi’nin varlığı açık ve belli bir şekilde ifade edilmiştir. Ama Ehl-i Sünnet kitaplarında gizli ve kapalı bir şekilde açıklanmıştır. Örneğin çoğu hadislerinizde görülen ve İmam’ın kesin alametlerinden sayılan gaybet meselesi bizim Ehl-i Sünnet hadislerinde zikredilmemiş ve gereğince önemsenmemiştir. Vaadedilmiş Mehdi sizin hadislerinizde "Kâim" "Sahib-ul Emr" vb. isimlerle de anılmıştır. Ama bizim hadislerde Mehdi dışında bir isim kullanılmamıştır. Özellikle de "Kâim" tabiri bizim hadislerimizde hiç kullanılmamıştır. Sizlere göre bu durum düşündürücü değil midir?

Bu kardeşlerimizin böyle düşünmelerinin sebebi muhtemelen Mehdi'likkonusunun Ümeyye ve Abbasoğulları zamanında bütünüyle siyasi bir renge bürünmüş olmasıdır. Va’dedilmiş Mehdi (a.s)’ın özellik ve alametleri ile bilhassa gaybet ve kıyamla ilgili hadisleri kaydetmek ve nakletmek serbest değildi, zamanın halifeleri hadislerin, özellikle de Mehdi’nin gaybet ve kıyamıyla ilgili hadislerin toplatılmasına ve tedvinine özel bir duyarlılık gösteriyordu. Hatta gaybet kıyam ve huruc kelimelerine bile oldukça hassas idiler.

Eğer sizler de tarihe müracaat eder, Emevi ve Abbasi döneminin siyasi olaylarını ve buhranlı dönemini incelerseniz bunları mutlaka teyid edersiniz. Biz bu kitapta o dönemin olaylarını incelemek istemiyoruz. Ama maksadımızı ispat etmek için iki konuya işaret etmek istiyoruz.

Birincisi; Mehdi'lik konusu derin dini kökleri olan bir inançtı ve bizzat Peygamber (s.a.a) de küfür ve dinsizliğin yayıldığı, zulmün çoğaldığı bir zamanda Mehdi’nin dünyayı ıslah edeceğini bildirmişti. Bu yüzden müslümanlar daima bu mevzuyu güçlü bir dayanak kılmış, teselli kaynağı ve önemli bir hadise olarak tanımıştı, dolayısıyla da onun zuhurunu bekliyorlardı. Bilhassa dört bir yandan ümitsizlikle kuşatıldıkları buhranlı ve zulüm dönemlerinde mezkur inanç daha da bir canlanmakta ve yaygınlaşmaktadır. Bundan dolayı ıslahat yanlıları ve bazen de çıkarcılar bundan istifade etmekteydi.

Dini kökleri olan Mehdi'lik inancından yararlanmak isteyen kimselerden birisi Ebu Müslim-i Horasani idi. Ebu Müslim Horasan’da çok geniş bir hareket başlattı. Kerbela’da öldürülen İmam Hüseyin (a.s) ve dostlarının, Hişam b. Abdulmelik zamanında feci bir şekilde öldürülen Zeyd b. Ali b. Hüseyin’in (r.a) ve Velid zamanında öldürülen Yahya b. Zeyd’in intikamını almak için Emevilerin zalim düzenine karşı kıyam etti. Halktan bir grup Ebu Müslim’i va’dedilmiş Mehdi sanıyordu. Bazıları da siyah bayraklarla Horasan tarafından gelen ordu olarak kabul edip Mehdi’nin zuhur alametlerinden biri sayıyorlardı. Bu genel savaşta Aleviler (Hz. Ali’nin soyundan gelenler), Abbasoğulları ve diğer müslümanlar hep bir safta yer almışlardı. Elele vererek Emevileri İslami hilafet makamından uzaklaştırdılar.

Bu köklü hareket gerçi Peygamber ailesinin gasbedilen hakkını almak ve Hz. Ali’nin soyundan gelip te suçsuz yere öldürülenlerin intikamı için başlatılmıştı. Bu hareketin liderleri arasında gerçekten hilafeti Hz. Ali’nin soyundan gelenlere vermek isteyenlerde vardı, ama Abbasoğulları bu ortamda büyük bir kurnazlıkla hareketi gerçek yolundan saptırdılar ve Alevi hükümetini ele geçirdiler. Kendilerini Peygamber’in Ehl-i Beyt’i olarak göstererek İslami hilafetin başına geçtiler.

Bu büyük harekette halk zafere ulaştı ve Emevilerin zalim halifelerini İslami hilafetten uzaklaştırdılar. İnsanlar buna çok seviniyorlardı. Üstelik hakkı haklıya vermiş ve İslami hilafeti Peygamber’in Ehl-i Beyt’ine teslim etmişlerdi. Aleviler de bir yere kadar seviniyorlardı; gerçi kendileri hilafete ulaşamamıştı ama en azından Emevilerin zulmünden kurtulmuşlardı. Halk bu zafere oldukça sevinmiş, ülkenin durumunu ıslah, İslam’ı ilerletme ve kendi durumlarına çeki düzen verme konusunda altın rüyalar görmeye başlamışlardı ve birbirlerini müjdeliyorlardı. Ama çok geçmeden bu tatlı uykudan uyandılar. Durumun pek değişmediğini ve Abbasoğulları hükümetinin de Beni Ümeyye hükümetiyle aynı olduğunu gördüler. Hepsi de mevki ve makam düşkünü, ayyaş ve halkın malını zorla elinden alan kimselerdi. Adalet, ıslahat ve ilahi hükümleri icra gibi bir dertleri yoktu. Yavaş yavaş insanlar uyanıyor, geçmiş hatalarının ve Abbasoğullarının kurnazlığının farkına varıyorlardı.

Aleviler de, Abbasoğullarının kendilerine, İslam’a ve müslümanlara yaptıklarının, Emevilerin yaptıklarıyla fazla farklı olmadığını gördüler. Bu sebeple yeniden savaşmak ve Abbasoğullarının halifeleriyle mücadele etmekten başka çareleri yoktu. Hareketi en iyi şekilde başlatacak olanlar Ali ve Fatıma’nın (a.s) evlatlarıydı. Ancak bunlar arasında hilafete herkesten daha çok lâyık olan bilgin, fedakâr, iffetli ve layık insanlar vardı; üstelik onlar Hz. Peygamber’in (s.a.a) gerçek evlatlarıydı ve bu yakınlıkları dolayısıyla halk tarafından seviliyorlardı. Öte yandan, onlar mazlumdular ve meşru hakları çiğnenmişti. Halk kitleleri yavaş yavaş Peygamber ailesine yöneldiler, Abbasî halifelerinin diktatörlüğü arttıkça Ehl-i Beyt’in sevgisi de halkın kalbinde artıyor bu da onları zulümle savaşmaya teşvik ediyordu. Böylece halk hareketi ve Alevilerin kıyamı başladı. Arada bir onlardan birinin etrafına toplanıyor ve büyük bir kıyam başlatıyorlardı. Bazen de Peygamber zamanından kalan ve müslümanların zihninde yereden Mehdi’lik inancından istifadeyle inkilabın öncüsünü va’dedilmiş Mehdi olarak tanıtıyorlardı. Bu sebeple Abbasoğullarının hilafeti katı, cesur ve bilgin kimselerle karşıkarşıya kalmıştı.

Abbasî halifeleri Alevi seyyidlerini çok iyi tanıyorlardı, onların zâti liyakâtî, fedakarlığı, hürmeti ve şerafetinden haberdar idiler. Öte yandan İslam Peygamber’inin va’dedilmiş Mehdi hakkındaki müjdelerini de duymuşlardı, Hz. Peygamber’den nakledilen hadisler esasınca Hz. Mehdi’nin Zehra’nın (a.s) evlatlarından olduğunu, kıyam edeceğini ve zalimlerle savaşarak kesin bir zafere ulaşacaklarını biliyorlardı. Mehdi’lik olayından ve bunun halkın kalbindeki manevi etkilerinden haberdar idiler. Bu yüzden denilebilir ki Abbasi hilafetine yönelen en büyük tehlike Aleviler tarafından idi. Halife ve uşaklarının gözünden rahat uykuyu alan ve onların ruhsal dengesini bozanlarda onlardı. Halifeler de gece gündüz halkı Alevilerin etrafından dağıtmaya çalışıyorlardı. Hertürlü toplanma, hareket ve kıyama engel oluyorlardı. Özellikle de tanınmış Alevileri büyük bir dikkatle ve gizlice izliyorlardı.

Yakubi şöyle diyor: "Musa Hadi Alevileri yakalamak için büyük bir çaba gösteriyordu. Onların arasına büyük bir korku salmıştı, bütün şehirlere haber göndererek Ebu Talib’in soyundan olanları yakalamalarını ve kendisine göndermelerini emretmişti."[286]  

Ebu-l Ferec şöyle yazıyor: "Mansur hilafete ulaşınca bütün gücüyle Muhammed b. Abdullah b. Hasan yakalamak ve hakkında bir bilgi elde etmek için çalıştı."[287] 

ALEVİLERİN GİZLİLİK VE GAYBETİ

O asırlardaki oldukça hassas ve önemli konulardan biri de bazı alevilerin gaybete çekilmesidir. Aleviler arasında liyakatli ve önderlik sıfatı bulunan herkes hemen halkın ilgisini topluyor ve kalpleri kendine yöneltiyordu. Özellikle de vaadedilmiş Mehdi’nin alametlerinden birini taşıyorsa bu ilgi daha da artıyordu. Öte yandan halkın ilgisini toplayanlar hilafeti büyük bir korkuya düşürüyör, halifenin açık ve gizli memurları onları sıkı bir şekilde takip ediyordu. Bu yüzden sözkonusu Aleviler de canlarını korumak için gaybet halinde yaşamak zorunda kalıyordu. Bazı Aleviler ömürlerinin bir bölümünu gizlenerek ve gaybet halinde geçiriyorlardı. Ebul Ferec’in "Mekatil-ut Talibiyyin" kitabında naklettiği rivayetleri aşağıya alıyoruz:

Muhammed b. Abdullah b. Hasan ve kardeşi İbrahim, Abbasi halifesi Mansur zamanında büyük bir gizlilik içerisinde yaşıyordu. Mansur’da onları yakalamaya çalışıyordı. Nihayet Haşim oğullarından bir grubu tutuklayarak zindana attırdı. Muhammed’in yerini söylemelerini istiyor ve bu suçsuz mahkumları zindan köşelerinde işkenceyle öldürtüyordu."[288] 

İsa b. Zeyd, Mansur zamanında gizli yaşadı. Mansur onu yakalamak istediyse de yakalayamadı, Mansur’dan sonra oğlu Mehdi’de onu yakalamaya çalıştı, ama o da başaramadı."[289] 

Muhammed b. Kasım Alevi’de Mu’tasım ve Vâsık zamanında gizli yaşıyanlardandı, ama Mütevekkil zamanında yakalandı ve zindanda can verdi."[290] 

Yahya b. Abdullah b. Hasan da Reşid’in hilafeti zamanında gizli yaşıyordu, sonunda casuslar onu buldular. İlk önce ona eman verdiler, sonra da tutuklayarak zindana attılar. Reşid’in zindanlarında açlık ve işkence altında öldü."[291] 

Abdullah b. Musa da Me’mun’un hilafeti zamanında gizli yaşıyordu. Me’mun bu olaydan büyük korkuya kapılmıştı."[292] 

Musa Hadi, Ömer b. Hattab’ın evlatlarından biri olan Abdulaziz adında birini Medine’ye hakim tayin etti. Abdülaziz Alevilere çok kötü davranıyor onların tüm hareketlerini kontrol ediyordu; onlara "hergün yanıma gelin ki varlığınızdan haberdar olayım ve gaybete çekilmediğinizi bileyim" diyordu. Hepsinden söz aldı ve onları birbirlerine kefil kıldı, örneğin Hüseyin b. Ali ve Yahya b. Abdullah’ı Hasan b. Muhammed b. Abdullah b. Hasan’ın kefili kıldı. Bir cuma günü Aleviler yanına gelince cuma namazının vakti gelinceye kadar geri dönmelerine izin vermedi. Daha sonra abdest alıp namaz kılmalarına izin verdi. Namazdan sonra da hepsini tutuklamalarını emretti. Ve ikindi vaktide onları yoklayınca Hasan b. Muhammed b. Abdullah b. Hasan’ın olmadığını gördü. Onun kefili olan Hüseyin b. Ali ve Yahya’yı çağırarak onlara şöyle dedi: "Tam üç gündür ki Hasan b. Muhammed yanıma gelmemiştir. O halde ya kıyam etti, yada gaybete çekildi! Onu bana getirin, aksi taktirde sizleri zindana attırırım!" Yahya "yüzde yüz, bir işi olduğundan gelememiştir. Bizde onu sana getiremeyiz. Biraz insaflı ol bizleri yokladığın gibi, Ömer b. Hattab taifesinin fertlerini de yoklasana! Eğer onların gaib olanları bizimkilerden daha çok olmazsa ben hiç birşey demem ve hakkımızda istediğin kararı al." dedi. Ama vali bu sözlere aldırmadı onlara yemin ederek şöyle dedi: "Bu gün ve bu gece zarfında Hasan’ı çağırmazsanız evlerinizi başınıza yıkar, ateşe veririm ve Hüseyin b. Ali’ye bin kırbaç vurdurturum."[293] 

Bu ve benzeri olaylardan anlaşılmaktadır ki Alevilerden bazısının gaybet halinde yaşaması Abbasoğullarının hilafeti zamanında alışılagelmiş bir olaydı. Onlardan biri gaybete çekilince iki grubun dikkatini çekiyordu: 1- Halk yığınları; onun tarafına akın ediyordu. Zira Mehdi’nin özelliklerinden biri olan gaybet alametini taşıyordu. 2- Hilafet düzeni: Zalim halifeler ona karşı özel bir duyarlılık gösteriyor ve büyük bir korku içinde yaşıyorlardı. Zira Mehdi’nin alametlerinden birini taşıdığını ve halkın onları Mehdi sandığını, dolayısıyla da halk vasıtasıyla bastırılması zor bir kıyamı başlatacağını tahmin ediyorlardı.

Şimdi de kitap te’lifi ve hadislerin kayıt ve nakil asrı olan Abbasî dönemindeki buhranlı durumu zihinlerinizde canlandırabileceğiniz için tastik edersiniz ki yazarlar, alimler, ve hadis ravileri va’dedilmiş Mehdi’yle ilgili hadislerin özellikle de Mehdi’nin gaybet ve kıyamıyla ilgili rivayetleri yazma hususunda serbest ve özgür değillerdi. Abbâsî halifelerinin siyasi bir kimliğe bürünen Mehdi'likinancı karşısında hiç bir şey dememiş olmalarını ve bütünüyle aleyhlerine olan Mehdi’nin kıyam ve gaybetiyle ilgili hadislerini kitaplarında yazmak veya nakletmek için onlara tam bir özgürlük verdiğini düşünmek kabil midir?

Burada bazılarının şöyle demeleri mümkündür. Abbasî halifeleri alimlerin sınırlandırılması ve onların işlerine karışılmasının toplumun yararına olmadığını ve hakikatleri yazmak veya söylemek için onların serbest bırakılmaları gerektiğini elbette biliyorlardı. Bu yüzden, Emevilerle Abbasilerin, hatta onlardan önceki halifelerin bu mevzuya yersiz müdahalelerini zikretmenin faydalı olacağına inanıyorum. Böylece konu biraz daha açıklığa kavuşmuş olacaktır.

HALİFELER ZAMANlNDA ÖZGÜRLÜĞÜN KALDlRlLMASl

İbni Asakir Abdurrahman b. Avf’tan şöyle rivayet eder: " Ömer b. Hattab Abdullah b. Huzeyfe, Ebu Derda, Ebu Zer-i Gifari (r.a) ve Ukbe b. Amir gibi Resullah’ın (s.a.a) ashabını İslam beldelerinin dört bir yanından çağırarak onları kınayıp şöyle dedi: "Peygamber’den naklettiğiniz ve halk arasında yaydığınız bu hadisler de neyin nesi oluyor?!" Ashab "Bizleri hadis naklinden alıkoymak mı istiyorsun" deyince Ömer "Sizin Medine’den çıkmaya hakkınız yoktur. Ben hayatta olduğum müddetçe de yanımdan ayrılmayacaksınız. Ben hangi hadisi kabul edeceğimi ve hangi hadisi reddeceğimi daha iyi biliyorum" dedi. Resulullah’ın ashabı da Ömer hayatta olduğu müddetçe onun yanında kaldılar."[294]

Muhammed b. Sa’d ve İbni Asakir, Mahmud b. Ubeyd’den şöyle nakletmişlerdir. "Osman b. Affan’ın minberde şöyle dediğini işittim: Hiçkimse Ebu Bekir ve Ömer zamanında rivayet edilmemiş olan hadisleri nakledemez"[295]

Muaviye bütün komutanlarına mektup yazarak şöyle bildirdi: "Ali b. Ebi Talib ve evlatlarının fazileti hakkında bir tek hadis nakledenler benim emanımdan çıkmışlardır."[296]

Muaviye valilerine şöyle bir mektup yazdı: "Halka sahabe ve halifelerin faziletleri hakkında rivayette bulunmalarını emredin. Onları Ali b. Ebi Talib’in faziletlerinin bir benzerini diğer sahabeler hakkında da rivayet etmeye zorlayın."[297]

Me’mun hicri 218 yılında lrak ve diğer beldelerdeki alim ve fakihleri huzuruna çağırttı. Onlara inançlarını ve Kur’an hakkındaki görüşlerini sordu.

Kuran’ın hadis mi yoksa kadim mi olduğunu sordu. Daha sonra Kur’an-ın hadis olmadığına inananları tekfir ederek onların bulunduğu şehre bir mektup yazıp şahadetlerinin kabul edilmemesini bildirdi. Bu yüzden bütün alimler (birkaç kişi dışında) halifenin Kur’an hakkındaki görüşünü kabul etmek zorunda kaldılar."[298] 

Hicaz’ın büyük fakihi Malik b. Enes Medine valisi Cafer b. Süleyman’ın görüşünün aksine bir fetva verince vali onu hemen tutuklatarak 70 kırbaç vurmalarını emretti. Böylece o bir müddet yataklara düştü. Daha sonra Mansur, Malik’i çağırarak bu kırbaçlar yüzünden ondan özür diledi ve kendisine şöyle dedi: Fıkıh ve hadis hakkında kitap yaz ama Abdullah b. Ömer’in zor hadislerini, Abdullah b. Abbas’ın kolay meselelerini ve İbn-i Mes’ud’un nadir hadislerini kitabında yazma. Sadece sahabe ve halifelerin ittifak ettikleri şeyleri yaz! Sen bu kitabı yaz ben de onu bütün şehirlere göndererek halkı onunla amel etmeye zorlayayım. Malik şöyle dedi: "lraklılar fıkıh ve ilimde farklı bir görüşe sahiptirler. Bizim dediklerimizi kabul etmezler" Mansur "Sen kitabı yaz, ben onu lrak halkına zorla tahmil ederim. Eğer kabul etmezlerse boyunlarını vurur, kırbaçlatırım! Çabuk ol ve kitabı yazmakta acele et! Gelecek yıl oğlum Mehdi’yi senden bu kitabı teslim alması için sana göndereceğim" dedi.[299]

Mu’tasım, Ahmed b. Hanbel’i yanına çağırarak Kur’an’ın mahluk olup olmadığı meselesini sordu, daha sonra onu kırbaçlamalarını emretti."[300] 

Mansur, Ebu Hanife’yi Bağdat’a çağırdı ve onu zehirledi."[301] 

Harun Reşid, ubbad b. Avam’ın evini yıktı ve onun hadis nakletmesini yasakladı."[302] 

Halid b. Ahmet (Buhara emiri) büyük hadis alimlerinden biri olan Muhammed b. İsmail’i Buhari’ye "Kitabını yanıma getir ve bana oku" dedi. Ama Buhari bundan çekindi. Ve "Eğer böyleyse beni hadis nakletmekten alıkoyki hiç olmazsa Allah indinde bir özrüm olsun" dedi. Bu olay yüzünden onu vatanından sürgün ettiler. O da Semerkant’ın Hartenk köyüne gitti ve ömrünün sonuna kadar orada yaşadı. Ravi diyor ki "Buhari’nin teheccut namazından sonra Allah’a şöyle dua ettiğini duydum. "Allah’ım eğer yeryüzü bana dar geliyorsa o halde canımı al". Buhari o ay içerisinde öldü.[303] 

Nesai, "Hasais, adlı kitabını yazıp Ali b. Ebi Talib (a.s) faziletleri hakkında bir takım hadisleri zikredince onu Dimeşk’e çağırarak "Muaviye’nin faziletleri hakkında da böyle bir kitap yazmalısın" dediler. Nesai şöyle dedi: "Ben Muaviye’nin hiçbir faziletini bilmiyorum ki yazayım. Şu kadarını biliyorum ki Peygamber onun hakkında şöyle buyurmuştur: "Allah onu hiç bir zaman doyurmasın". Bu cevap üzerine söz konusu alimi takunyayla dövüp hayalarını o kadar sıktılar ki acıdan kıvranarak can verdi."[304] 

O HALDE SİZCE…

Halifeler zamanında yaşanan buhranlı günleri düşünerek , Mehdi'likkonusunun, özellikle de gaybet ve kıyamın tümüyle siyasi bir mahiyet taşıdığını ve bütün dikkatleri üzerine  çektiğini, yazar ve ravilerin karşı karşıya kaldığı bu sınırlı durumu göz önüne alarak insaf üzere hükmediniz. Bu şartlar altında hadis ravileri ve yazarlar Hz. Mehdi (a.s) ve onun alamet, eser, gaybet ve kıyamı hakkında bir hadis rivayet edebilir veya yazabilirler miydi? Zamanın  halifeleri yazarlara okudukları veya duydukları her şeyi rivayet etmek ve kitaplarında yazabilme özgürlüğü vermişler miydi? Özelliklede siyasi bir mahiyet taşıyan ve hilafet düzeni için tehlike olan rivayetleri nakledebilirlermiydi?…

Malik b. Enes ve Ebu Hanife gibileri Abbasi halifesi Mansur’un emriyle yazdıkları kitaplarında Mehdilikle ve Alevilerin gaybetiyle ilgili hadisleri yazabilirler miydi? Halbuki o asırda Muhammed b. Abdullah b. Hasan ve kardeşi İbrahim gaib idiler. Halkın çoğu Muhammed’in vaadedilmiş Mehdi olduğuna, kıyam edip zulmün önünü alacağına ve dünyayı ıslah edeceğine inanıyordu. Halbuki Mansur da Muhammed’in kıyam ve gaybetinden korkuyordu ve bazı suçsuz Alevileri tutuklatmak için özel bir zindan yaptırmıştı. Nitekim Ebu Hanife’yi zehirleyen de Mansur değilmiydi? Yine onun valisi Cafer b. Süleyman, Malik b. Enes’i kırbaçlatmamış mıydı?

Malik b. Enes’e bir kitap yazmasını söyleyen Mansur onun işlerine karışarak Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas ve İbn-i Mes’ud’dan hadis nakletmemesini emretmemiş miydi? Malik lrak halkının da ilim ve hadisleri vardır. Bizim hadisleri kabul etmeyebilirler." dediğinde de Mansur, "Senin kitabını mızrak ve kırbaç zoruyla onlara tahmil ederim." dememiş miydi? Mansur’a "İnsanların diniyle niçin uğraşıyorsun? lraklıların ilim ve hadislerinin batıl olduğunu nereden çıkardın? Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer ve İbn-i Mes’ud’un ne suçu vardı ki hadislerini kabul etmiyorsun?" kim diyebilirdi sahi?!!

Mansur ve benzerlerinin, hadislerin tedvininde yaptıkları yersiz müdahaleler hakkında şöyle demekten başka bir söz bulamıyoruz: lrak ehli Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer ve İbn-i Mesud’un hadisleri arasında hilafet düzeninin siyasetiyle uyuşmayan bir takım hadisler de vardı ki bu yüzden yazılması yasaktı. Malik hakkında şöyle derler: Tam yüzbin hadis işitmiştir. Ama Muvatta kitabında beşyüz hadisten fazlası yoktur."[305] 

Mu’tasım tarafından kırbaçlatılan Ahmed b. Hanbel, vatanından sürülen Buhari ve yediği dayaklar sonucu can veren Nesai kendi kitaplarında Alevilerin yararına ve hilafetin zararına olan bazı hadisleri rivayet edebilirler miydi?

NETİCE

Bütün bunlardan şu neticeyi alıyoruz: Mehdilikle ve özellikle de gaybet ve kıyamla ilgili hadisler siyasi bir renge büründüğünden ve hilafet makamının aleyhine, ama rakib olan Alevilerin lehine olduğundan Ehl-i Sünnet alimleri sahib oldukları mahdudiyet ve sınırlılıkları sebebiyle bunları kendi kitaplarında yazamıyor ve nakledemiyorlardı. Yazmaya yeltenenleriyse devrin politikacılarının cinayetkar elleri ile acımasızca ortadan kaldırılmıştırlar. Ama icmal ve ibham haliyle halifelere zararı olmayan Mehdi’nin varlığı ilkesi baki kalabilmiştir. Va’dedilmiş Mehdi’nin alamet, eser ve hadisleri Peygamber (s.a.a)’in ilimlerinin koruyucusu olan Ehl-i Beyt İmanları ve nübüvvet hanedanı vesilesiyle yazılmış ve şiiler arasında bugüne kadar varlığını korumuştur.

Aynı zamanda Ehl-i Sünnet’in kitapları da gaybet mevzuundan arınmış değildir. Örneğin birgün Huzeyfe’nin yanında, "Mehdi kıyam etmiştir" denildiğinde Huzeyfe şöyle demiştir: "Gerçekten de henüz Muhammed’in ashabı yaşıyorken Mehdi zuhur etmişse sizlere büyük bir saadet nasib olmuştur. Ama hayır, insanlar nezdinde en aziz ve sevimlisi gaib Mehdi olmadıkça (o hazret) zuhur etmez."[306] 

Burada Huzeyfe, Hz. Mehdi’nin gaybetine işaret etmiştir. Huzeyfe Hz. Peygamber’in esrarını ve o zaman ki olayları bilen biriydi. O şöyle diyor: "Ben fitneler ve gelecekteki olayları en iyi bilenim. Zira Resulullah (s.a.a) bunları bir mecliste beyan etti ve o mecliste olanlardan bir tek ben sağ kaldım."[307]


 

HZ. MEHDİ’NİN (A.S) ÖMRÜ VE UZUN YAŞAM HAKKINDA BİR ARAŞTIRMA

İmam’ın ömrü belirtilmemiştir. Ama Ehl-i Beyt hadislerinde uzun ömürlü olduğu geçer. Meselâ İmam Hasan Askeri (a.s) şöyle buyurur: "Benden sonra oğlum Kâim gelecektir. Peygamber’lerin gaybet ve uzun ömür sünneti onun hakkında icra edilecektir. Gaybeti o kadar uzayacaktır ki gönüller kararacak ve üzülecektir. Sadece Allah’ın kalplerinde imanlarını güçlendirdiği ve gaybi bir ruhla teyit ettiği kimseler ona inanacaktır." Bunun gibi 46 hadis daha vardır.[308]

Bahsimizin bu noktasında kimi okuyucular "İmam’ı zaman hakkında buraya kadar söylediğiniz bütün sözleriniz gerekli delillere dayalı ve dikkate değer şeylerdi." diyebilir ve şöyle ekleyebilirler: Zihni kurcalayan ve gaib İmam’ın hakkında şüphe uyandıran şey İmam’ın uzun ömrüdür. Bilginler ve okumuş insanlar doğal olmayan böyle bir uzun ömre inanamazlar. Zira vücuttaki hücrelerin yaşamı sınırlıdır. Kalb, beyin, ciğer ve böbreklerin görevlerini yerine getirebilmek için belirli bir kabiliyetleri vardır. Doğal bir insan kalbinin bin yıldan fazla yaşayabileceğine inanılmaz. Bu gibi konuları 20. yüzyıl insanına anlatmanın zor olduğu ortadadır.!"

Evet, İmam-ı Zaman’ın uzun ömrünün önemli bir mesele olduğunu apaçıktır. Ben de tıp ve biyoloji ilmi hakkında yeterli bir bilgiye sahib olmadığımdan bir tıp doktorunun (İsfahan Eczacılık ve Tıp Fakültesi Dekanı Dr. Ebu Turab Nefisi) uzun yaşam hakkındaki bize gönderdiği mektubu aşağıya aktarmanın faydalı olacağı inancındayım. Bu doktor diyor ki:

İNSANlN ÖMRÜ İÇİN BİR SlNlR TAYİN EDİLMİŞ MİDİR?

İnsanın ömrü için aşılması muhal bir sınır belirtilmemiştir. Ama ortalama bir insanın ömrü yüzyıldan az bir zamandır. Öyle anlaşılıyor ki tarihi yazılı asırlarda da bu konuda fazla bir farklılık olmamıştır.

Yaş ortalaması iklim, soy, kalıtım ve hayat çeşidi açısından farklılık arzetmektedir. Çeşitli asırlarda da bu farklılık sözkonusudur. Nitekim son yüzyıllarda eskiye oranla dikkate değer bir değişiklik görülmüştür. Örneğin İngiltere’de 1838-1854 yıllarında bu yaş ortalaması erkeklerde 39/91 kadınlarda ise 41/85 idi. Ama 1937 yılında erkeklerde 18/60 ve kadınlarda 40/64 yaş olmuştur.

Amerika’da 1901 yılında erkeklerin ortalama yaşı 23/48 kadınların ise 51/80 yaş idi. Halbuki 1944 yılında erkeklerin yaş ortalaması 50/63, kadınlarınsa 68/95 yaşına çıkmıştır. Bu artış daha ziyade çocukluk çağını kapsar. Bu da sağlık durumunun iyiliği ve özellikle de bulaşıcı olan her türlü hastalıkların önlenmesine bağlıdır. Ama damar sertliği gibi "istihale hastalıkları" olarak da adlandırılan yaşlılık hastalıkları hususunda fazla bir iyileşme kaydedilmedi.

S: Canlı varlıkların yaşam süresi için genel geçer bir kanun var mıdır?

C: Genelde bedenin hacmi ve ömür arasında doğrudan bir ilişki sözkonusudur. Örneğin bir kelebek veya sineğin geçici kısa ömrü ile iki asır yaşaması mümkün olan bir kaplumbağanın uzun ömrü dikkate değer bir olaydır. Ama bu ilişkinin sürekli sabit olmadığını da bilmek gerekir. Zira papağan, karga veya bir kaz kendinden daha cüsseli bir kuştan ve hatta memeli hayvanların bir çoğundan daha fazla yaşamaktadır. Balıklardan "salemon" tam 100 yıl, "Krap" tam 150 yıl ve "Pik" ise tam 200 yıl yaşamaktadır. Buna mukabil bir at 30 yıldan fazla yaşayamamaktadır.

Aristo zamanında ise her varlığın ömrünün onun gelişme döneminin kat sayısı olduğuna inanıyorlardı. Bu kat sayıyı Bacon, hayvanlarda yetkinliği için gerekli müddetin sekiz katı ve Flourens ise beş katı olarak belirlemişlerdir.

İnsan hakkında da Flourens ve Bovvne, yüz yılı insanın tabii ve doğal yaşamı olarak kabul etmiştir. Şimdi de çoğu bilim adamının inancı budur. Ama Hz. Davud tabii ve doğal hayatı yetmiş yıl bilmiştir.

Şimdi de yüz yıldan fazla yaşayan insanların sayısı dikkate değerdir. Örneğin Henri Cenkinez’in 169 yıl. Tomas Par’ın 207 yıl ve Katrin Kentes Decmond’un ise 140 yıl yaşadığı söylenmektedir. Bunlardan başka bir sürü insanın adı da gazete dergi vb. yayın organlarında yer almıştır.

 

UZUN ÖMRÜN NEDENLERİ

Uzun ömrün nedenleri şunlardır:

1- KALITIM: Kalıtımın uzun ömürdeki etkisi herkesçe bilinmektedir. Bazı aile fertleri yaş ortalamasının üstünde yaşamaktadırlar.

Bu hususta yapılan en ilginç inceleme Rimond Pirel’in incelemeleridir. Rimond kızının yardımıyla yazdığı kitabında bir ailenin yedi göbeğinin (fest, baba, dede, torun, torunun çocuğu, torununun çocuğunun) toplam ömrünün 699 yıl olduğunu yazmıştır ki bunlardan ikisi kaza geçirerek ölmüşlerdir. Lui Dublin’in sigorta şirketleri üzerinde yaptığı incelemeler neticesinde elde ettiği rakamlar da uzun ömür hakkında seleflerin halefler üzerindeki etkisini ispatlamaktadır.

Bu etken çevre ve zararlı alışkanlıklar gibi diğer bazı etkenleri de etkisiz hale getirebilir. İşte buradan, kötü şartlarda yaşayan uzun ömürlü insanların sırrını da keşfetmiş oluyoruz. Örneğin alkollü içkilere alışma bir insan kalıtım etkeni nedeniyle uzun bir ömür yaşayabilir.

Çocuklar ömür boyu etkili olan salim güç ve organları kalıtım yoluyla babalarından miras alırlar. Öncelikle sinir sistemi ve kan dolaşımını saymak gerekir. Kazalis’in "insanın ömrünü damarlarından tahmin etmek münkündür." sözü de bu konuyu beyan etmektedir. Yani insanlardan bazısı yaşlanmadan çok önce kalıtım yoluyla damarlarının kırmızılığı katılaşmakta ve değişmektedir. 90 yaşına ermeden çoğu fertleri kalp veya beyin sektesi sebebiyle ölen bir çok aile vardır. Bu krizlerin en büyük etkeni de damar sertliğidir.

2- ÇEVRE: Ilıman bir iklim, zehir ve çeşitli mikroplardan arınmış temiz bir havası, sessiz ve huzur dolu bir ortamı ve güneşin ışınlarından yeterli derecede istifade etme imkanı olan bir çevrenin, orada yaşayan insanın sağlıklı ve uzun ömürlü olmalarında çok büyük etkileri vardır.

3- İŞ VE ÇALlŞMA MİKTARl: Çalışmak özellikle de ruhi ve sinirsel faaliyetlerin ömrün uzun olmasında önemli fonksiyonu vardır. Öyle anlaşılmaktadır ki beden salim ve fikir rahat olursa, bedenen ve ruhen az çalışmanın sonucunda oluşan paslar, bedenen ve ruhen çok çalışmakla oluşan yıpranmadan daha çok ömrü kısaltmaktadır. Bu yüzden rahip ve başbakanlarda uzun ömürlü olanların sayısı diğer insanlara oranla daha fazladır. Bu uzun ömür onların sürekli çalışmasına bağlıdır. Bu yüzden denilebilir ki genç yaşta emekliliğin ve erken işsizliğin birçok tehlikesi vardır ve ömrü kısaltmaktadır.

4- BESLENME NİTELİĞİ: Yemeğin de hem miktar, hem de çeşit açısından uzun ömür üzerinde derin etkileri vardır. Yaşı elliyi geçen kimselerin çoğu az yiyen insanlardır. Fazla yemek hususunda bir çok şeyler söylenmiştir. Montim şöyle diyor: "İnsan ölmemekte, bilakis intihar etmektedir." Başka bir yerde de şöyle diyor: "Siz kabirlerinizi dişlerinizle kazıyorsunuz." Çok yemek, bedenin farklı organlarının faaliyetlerinin artışına sebeb olduğu için diyabet (şeker hastalığı) damar, kalb ve böbrek hastalıkları gibi bazı hastalıklara yol açmaktadır. Ne yazık ki bu insanların bedensel gücü hastalık belirtilerinden önce oldukça fazladır ve bu yalancı kudretleriyle övünürler. 1. Dünya savaşından sonra bazı ülkelerde şeker hastalığından ölenlerin sayısında dikkate değer bir azalma görüldü. Bunun sebebi de savaş zamanındaki yiyecek azlığı idi. Bu yüzden yiyecek miktarını itidal haddine ulaştıran veya azaltan fakirlik bir yere kadar büyük bir nimet sayılmaktadır. Özelliklede kırk yaşından sonra fazla et yemenin bir çok zararı vardır.

"Kurnel Newyork" üniversitesinden Dr. Mccay fareler üzerinde yaptığı deneyleriyle zayıf farelerin şişman fareleri mezara götürdüğünü ispat etti. Fareler normalde dört aylıkken buluğa erişmekte, iki yaşında yaşlanmakta ve üç yaşından önce de ölmekteler. Dr. Mccay bazı farelere kalorisi az yiyeceklerle rejim yaptırdı. Ama bu rejim vitamin ve madensel maddeler açısından zengin idi. Böylece rüşd ve gelişme çağlarının 4 aydan bin güne çıkarılabileceğini ispatladı. Bu deneylerin birinde normal rejimlerle yaşayan yaşlı farelerin 965 günden sonra öldüğünü gördü. Ama daha az kalori rejimlerle yaşayan fareler uzun bir müddet sonra da genç ve dinç kaldılar. Öyle ki eğer az yiyen fareleri insanla mukayese edecek olursak 100 ila 150 yıl yaşayan bir insanın ömrü kadar yaşadılar. Ayrıca bu fareler çok az hastalandı ve normal rejimle yaşayan diğer farelerden daha uyanık ve dinç idiler. Bu tecrübeleri bazı balıklar ve Rmphibien hayvanları üzerinde yaptığı deneylerde de elde etti ve aynı neticeye ulaştı.

Çok yemek ömrün azalmasına sebeb olduğu gibi yemek fakirliğinin de hastalıklar ve ömrün kısalmasında önemli bir fonksiyonu vardır. Yani eğer yemek rejimi lazım ve zaruri maddelerden yoksun olursa bir takım hastalıklara sebep olmaktadır.


YAŞLlLlK VE NEDENLERİ

 Kalb, böbrek, karaciğer beyin ve iç bezler yıpranınca artık görevlerini yapamaz hale gelirler. Böylece hücrelerin gereksinimini teminde gerekli salgıları ve kanı artık maddelerden arındırma işlemini yapmaktan aciz hale gelirler. Dolayısıyla bedende güçsüzlük ve halsizlik belirtileri görülür ve insan yaşlanmaya başlar.

Yaşlılık alametleri genelde insanda belirli bir yaşta görülmektedir. Elbette yaşlılığın asıl nedeninin ömür sürdürmek ve organların belirli bir süre yaşaması olduğu mevzuu kesin bir şey değildir. Yani bu yaşlara varan herkesin yaşlanması kesin bir kanun değildir. Yaşlılığın asıl nedeni belirli yaşı geçtikten sonra organlarda bir takım karışıklık ve düzensizliklerin ortaya çıkmasıdır. O halde yaşlılığın nedeni zamanın geçmesi değildir. Yaşlılık belirli yaşta bedenin organlarında görülen düzensizlik ve kargaşalığın sonucudur. Bu yaşta bedenin farklı organlarının faaliyetleri azalmakta, anatomik açıdan da çeşitli hücreleri küçülmektedir. Kılcal damarlar gittikçe azalmaktadır. Sindirim ve beslenme organları vazifesini ve gerekli besin maddelerini bulmaktan aciz kalmakta ve sonuçta tüm organlara zayıflık ve güçsüzlük hakim olmaktadır. Tenasül gücü azalmakta ve beyin yavaşlamaktadır. İnsanların çoğunda özellikle isimler hususunda bir hafıza kaybı görülmekte ve irade gücü de zayıflamaktadır. Ama bedensel faaliyetlerin azalmasıyla ruhi kudret artış kaydedebilir. İç salgı bezleri de bedenin diğer organları gibi küçülebilir ve artık gerekli salgıyı salgılayamaz. Ama bütün bu olaylar ve mezkur güçsüzlükler gerçekleşen düzensizlik ve kargaşalığın sonucudur. O halde demek oluyor ki: Yaşlılık neden değil sonuçtur. Öyle ki uzun ömrüne rağmen bedeninin organlarında hiç bir düzensizlik görülmeyen birisi uzun yıllar sağlıklı bir bedenle yaşayabilir. Nasıl ki bazıları da az yaşamış olmasına rağmen doğal zamandan daha önce yıpranmakta ve erken yaşlılığa yakalanmaktadır.

Yıpranmanın kökeni ve bedensel ihtiyaçları düzenleyen organların güçsüzleşmesinin sebebi ne gelince, herkesin bedeninin organları doğarken vazifelerini yapmak için birtakım kabiliyetlerle donatılmıştır ki bu da atalarının fizikî bünyesi, beslenme şekli, çevre ve iklim şartlarının verdiği bir sonuçtur. Ondan sonra da düzensizlik içine girmediği müddetçe sonuna kadar bu doğal kabiliyeti görevini yapmakla meşguldür. Böylece de insanın hayatı devam etmektedir. Ama hepsinde veya organların birinde düzensizlik meydana gelir ve sonuç olarak görevini eda edemezse beden fabrikası yarı tatil hale gelir ve yaşlılık alametleri görülmeye başlar.

Özet olarak denilebilir ki: İnsanın bedeni daima çeşitli virüsler, bakteriler, mikroplar ve zehirlerin hücumuna uğramakta ve bunlar çeşitli yollardan sürekli bir şekilde saldırıya geçmektedirler. Bedenin içinde de zehirli salgılar salgılamakta ve hücrelere zarar vererek yaşamlarına engel olmaktadırlar.

İnsan bedeninin bu noktada ağır bir görevi vardır. Bir yandan besin ihtiyacını karşılamalı, diğer yandan da zararlı mikrop ve virüslerin faaliyetlerini kontrol etmek için çalışmalıdır. Ayrıca zarar gören organları tedavi etmeli, artık maddeleri dışarı atmalı, zayıf organlara da yardım göndermelidir, ama henüz bu düşmanı yok etmeden yeni düşmana saldırıya geçmelidir. Bu yüzden bedenin iç güçleri daima hazırlıklı olmalı ve savaşa hazırlanmalıdır.

İnsan bedeni savaş araçları ve yicecek temini için dışarıdan alınan besin gücünden yardım taleb etmek zorundadır. Ne yazık ki bizler vücut yapımız ve deruni ihtiyaçlarımızdan yeterli ölçüde haberdar değiliz. Bu mukaddes savaşta bedenimize yardımcı olmamakla kalmıyor ayrıca, cehalet yüzünden düşmanla işbirliği yapıyoruz. Zararlı yiyecekler yiyerek düşmana yol gösteriyor ve hayatımızın köklerine kibrit suyu döküyoruz. Bilindiği gibi hücreler besinini dışarıdan alamayınca yavaş yavaş mikropların saldırıları karşısındaki direncini kaybetmekte ve böylece görevini yapamaz hale gelmektedir. Neticede vücut düşmanların eline düşmekte zayıflık ve güçsüzlük belirtileri birer birer belirmeye başlamaktadır.

Beden, bazen çok çalışma sonucunda yaşlılık belasına düçar olmakta, bazen de olağanüstü olaylar neticesinde doğal zamanından çok önce bu belaya uğramakta ve erken yaşlılığa yakalanmaktadır. Bilginler erken yaşlılığın bazı hastalıklar veya zararlı adetler sebebiyle meydana geldiğine inanmaktadırlar. Meçnikof bağırsak mikroplarının mayalanmasından oluşan zehirler ve kabızlığın erken yaşlılığa sebeb olduğuna inanıyordu. Bunları ortadan kaldırabilirsek insan daha uzun yaşama imkanına kavuşacaktır.

Aslında bu inanç bir takım tecrübelerle de sabit kılınmıştır. Balkanlar’da özellikle de Bulgaristan, Türkiye ve Kafkasya’da yüzyıldan fazla yaşayanlar vardır. Bu uzun ömürlerin nedeni fazla yoğurt yemektir. Meçnikof, yoğurttaki laktik asit (süt asidi)’in bağırsak mikroplarını öldürdüğüne ve ömrün uzamasına yol açtığına inanıyordu.

Elbetteki bu dağlık bölgesinde yaşayan insanların uzun yaşamasının sırrı sadece yediği şeylerde gizli değildir. İklim, rahat yaşam, devamlı iş ve ihtimalen kalıtımın da bunda rolü vardır. Biz bunların örneğini İran’ın dağlık bölgesinde yaşayan insanlar arasında da görmekteyiz.

Acaba ölümün asıl nedeni uzun ömür ve vücut organlarının çok çalışması mıdır? Yaşlılık çağında ölüm zaruri birşey midir, yoksa ölümün asıl nedeni başka şeyler midir? Şeklindeki sorunun cevabı şudur:

Ölümün temel nedeni bedenin bütün önemli organlarında veya birinde düzensizliğin meydana gelmesidir. Bu düzensizlikler oluşmadıkça ölüm gerçekleşmez. Eğer yaşlılık çağından önce bu düzensizlikler baş gösterirse genç insan da ölür. Ama eğer mezkur olaylardan korunmuş olursa bu düzensizlikler yaşlılık çağında kesinleşir. Cismanı terkibi ve diğer şartların varlığı sayesinde hiçbir organında düzensizlik görülmeyen bir insanın sadece uzun bir ömür yaşaması ölümüne sebep olmaz.

İnsanoğlunun gelecekte bir ilaç keşfetmesi ve bu ilaç sayesinde hayat için bedensel kabiliyetlerini artırması böylece de yaşlılık ve fiziki düzensizliklerden korunması mümkün müdür? Sorusunun cevabı ise şöyledir:

Bu tamamen mümkündür. Bugünkü eksik ilim ve kıyasla bunu reddedemeyiz. Bilginler de tam bir ciddiyet ve ümitle bu hususta araştırma yapmaktadırlar. Yakın bir gelecekte uzun ömür sırrının keşfedilmesini ve beşerin yaşlılık ve kısa ömre galip gelmesini ümit ediyoruz.

HZ. SAHİB-UL EMR’İN UZUN ÖMRÜ

Bazıları şiilerın va’dedilen Mehdi’nin İmam Hasan Askeri’nin (a.s) oğlu olduğuna, Hicri 255 veya 256 yılında doğduğuna o zamandan günümüze kadar yaşadığına ve gaybete çekildiğine hatta yüzyıllarca da böyle yaşıyacağına inanmaktadırlar. Halbuki tıp ve biyoloji ilmi normal olmayan böylesine uzun bir ömrün mümkün olmadığını saptamıştır söyleyebilirler. Bunlara cevap şudur:

Bana ve (bildiğim kitaplarda okuduğum kadarıyla) herkese gizli olan, Hz. Mehdi’nin uzun ömrünün sırrı meselesidir. Ama ilimde yapılan ilerlemeler ve Allah’ın yardımı sayesinde bu sorunun da yakında çözümlenerek ilgililere sunulacaktır. Şu an diyebiliriz ki çağdaş eksik ilim ve kıyasla bunu reddetmemeliyiz. Zira mümkün olmakla birlikte, uzun ömür hususunda bir den fazla örneğe sahibiz, ki bütünüyle ispatlanmış ve bu husustaki şüpheleri ortadan kaldırmıştır.

1- Bitkiler arasında en eski yaratıklardan sayılan uzun ömürlü birçok ağaçlar vardır. Örneğin: Kaliforniya da bulunan "Seguoia" ağacı 300 ayak uzunluğunda 110 ayak genişliğindedir. Bunlardan bazısı 5000 yıldan fazla yaşamaktadır. Öyleki büyük Firavun (Khorfu) büyük Mısır Piramidini yaparken bu ağaçlar oldukça genç idiler ve Hz. İsa’nın (a.s) doğumunda bir ayak kalınlığında gövdeleri vardı.

Örneğin: "S: Kensington" doğal müzesinde segueiagigentea türünden bir ağaç vardır ki 1335 yaşında olduğunu bildiren bu sayı da katmana sahiptir.[309]   Şu anda da yaşamakta olan takriben 4600 yıllık bir ömrü olan en yaşlı varlık pinus Hristata adında bir mantardır ki Kaliforniya’nın merkezinde ve doğusunda yaşamaktadır.

Hayvanların da en yaşlısı ekine elverişli olmayan Galapaguş adasında yaşayan bir kaplumbağadır ki 177 yıllık bir ömre sahiptir. 450 pound ağırlığı[310]  ve 4 ayak uzunluğunda bir kabuğa sahiptir.[311] 

2- Eski Mısır’da yapılan kazılarda Mısır’ın meşhur ve genç yaşta ölen Firavun-u Tutehmenun’un kabrinde birçeşit buğday bulundu. Bizzat bu buğdayları, bu mezarlıkta gördüm. Gazetelerin yazdığına göre bu buğdayları bazı yerlere ekince yeniden yeşermiş ve başak vermiştir. Bu olay ispatlamıştır ki buğdayın nutfesi 3 veya 4 bin yıllık bir hayat yaşamıştır.

3- Virüsler de çok yaşayan varlıklardır. Virüslerin yaşamları hakkında yapılan araştırmalar hayatın sırrını ortaya koyabilir. Bir çok hayvanî, insânî ve bitkisel hastalıklara sebep olan da bu virüslerdir. Nezle, sakağı (ruam), kızamık, çiçek, suçiçeği v.b. hastalıklara sebep olmaktadır. Arkeolojik araştırmalar sonucu bilginler tarihten önceki çağlara ait (takriben 100 bin yıl öncesine ait) virüsleri keşfetmiş ve özel yerlerde ekmişlerdir. Yani bu varlıklar 100 bin yıl sonra da henüz yaşamlarını kaybetmemişlerdir. Bu müddet boyunca gizli bir şekilde yaşamış ve zahiren ölü varlıklarla hiçbir farkı kalmamıştır.[312] 

4- Son zamanlarda gazatelerde yer aldığına göre Sibirya çevresinde yapılan araştırmalarda oldukça büyük hayvanlar keşfedildi. Bu hayvaları elverişli bir ortama götürdüklerinde yeniden hayat belirtileri görülmeye başladı (bu hayvanlar daha önce donmuşlardı.)

5- Bir varlığın ömrünü uzatmak ve yarı canlı bir halde tutmak için kullanılan metodlardan biri de hibernasyon metodudur ki "kış uykusu" olarak bilinmektedir. Bazı hayvanlar bütün kış boyunca kış uykusuna yatmaktadır. Bazıları da bütün yaz ve sıcaklık mevsiminde yatmaktadır. Hayvanlar hibernasyona girince besine olan ihtiyacı ortadan kalkmakta, bedensel faaliyetler otuz ila yüz kat azalma kaydetmektedir. Vücudun sıcaklığını ayarlayan sistem geçici olarak çalışmaz hale gelmekte ve böylece muhitin sıcaklığı azalınca da titrememekte ve bedenin sıcakığı muhitin sıcaklığı ile eşit hale gelmektedir. Donma noktasının bir kaç derece üstüne (39-41 Fahrenhayt derecesine) çıkar. Nefesi düzensizleşir, kalp atışları yavaşlar (Normalde dakikada 300 defa kalbi atan yer sincabının kalbi dakikada 7-10 defa atar.) Çeşitli sinirsel refleksler durur ve beynin elektrik akımları 52-66 Fahrenhayt sıcaklık derecesinin altına düştüğünden görünmez hale gelir. Bazı hayvanlar uzun bir süre oldukça soğuk bir sıvının içinde canlı kalabilmektedir. Norveç fiyortlarında bazı balıklar bu hal üzere yaşamlarını sürdürmektedirler. İnsan ve hayvan spermi gibi bir çok canlı hücreleri suni yolla döllenmek ve alyuvarları da transformasyon için donmuş bir halde korumak da mümkündür. Keza bir çok küçük ve kompleks olmayan hayvanları da hiç bir zarar görmeksizin defalarca dondurmak ve yeniden ısıtmak da imkan dahilindedir.

Kış uykusu, yani hibernasyon da uzun ömür sırrını çözmeye yardımcı olabilecek bir yöntem olduğu cihetiyle dikkate değer bir konudur. Belki insan da böylece uzun ömür nimetini elde edebilir.

Uzun ömürlü ağaçları inceleme, bitkilerin hayati dölünün canlı kalması, virüslerin bir kaçbin yıllık hayatı, ilginç yaz ve kış uykusu, tıp ve biyoloji ilminin gelişmesi vb. konular beşeri uzun ömür ve yaşlılığı yenme konusunda ümitlendirmiş, onu bu hususta incelemelere teşvik etmiştir. Bilginlerin bu hususta başarılı olmalarını ve sonuçta Hz. Mehdi’nin ömrünün uzun olmasının sırrını hakikat aşıkları için keşfetmelerini ümit ediyoruz

O günün ümidiyle.

Dr. Ebu Turab Nefisi İsfahan Eczacılık ve Tıp fakültesi Dekanı

Yukarıda okuduğunuz mektubu inceledikten sonra fransızca bir dergide ilginç bir mekaleye rastladım. Konumuzla ilgisi olduğundan bu makaleyi kısaca naklediyorum.

JUSTİN GİLAS’lN MAKALESİ

Biyoloji, canlı varlıkların ömrünü bir kaç saat ile yüzlerce yıl olarak tayin etmiştir. Bazı böcekler sadece bir gün, bazıları da bir yıl yaşamaktalar. Ama her türde, bazıları doğal yaşama sınırını aşmakta ve daha uzun bir hayat sürdürmektedir. Almanya’da bir "kırmızıgül" ağacı vardır ki türdeşlerinden yüzlerce yıl daha uzun yaşamaktadır. Meksika’da ikibin yıl yaşayan bir servi ağacı vardır. Bazı balinaların 1700 yıl yaşadığı görülmüştür.

16. yüzyılda Londralı birisi tam 207 yıl yaşamıştı. Günümüzde de İran’ın kuzeyindeki köylerden birinde yaşamakta olan Seyyid Ali adında birisi tam 195 yaşında olup oğlu da 120 yaşına girmiştir. Rusya’da "Luipuf Pujak" adında birisi 130 yaşındadır ve Kafkasyalı "Mikohu Pulof" ise 141 yaşındadır.

Biyologlar bu doğal olmayan uzun ömürlerin deruni etkenlerle ilgisi olduğuna inanıyorlar. Yüzyıl yaşayanlar tabiatın sevgili çocuklarıdır ve bedenlerinin kimyasal bileşimleri tamamıyla mütenasib ve kamil bir şekildedir.

Biyologlara göre her türün doğal ömrü gelişme süresinin 7 ila 14 katıdır. İnsanın gelişme süresi de 25 yıl olduğundan normal ömrü 280 yıl civarındadır.

Uygun yiyecek metodunu kullanmak suretiyle de bu doğal kanunu aşmak mümkündür. Bunun örneği de genelde 4 ila 5 ay yaşayan balarısıdır. Diğerleri gibi yumurta ve benzeri kurtlardan dünyaya gelen arıların kraliçesi, kendine özgü nektardan beslendiği için sekiz yıl yaşamaktadır.

Elbette ki bu mesele insan hususunda zannedildiği gibi kolay bir şey değildir. Biz sürekli sıcaklığı kontrol edilen özel bir yerde bal arılarının kraliçeleri gibi yaşayamayız. Yiyeceğimiz belirli bir şey olamaz ve sürekli bizleri koruyup gözetleyen yüzlerce bakıcımız da yoktur. Biz bir sürü tehliklelerle karşı-karşıyayız. Biyologlar örnek olarak kendiliğinden zehirlenme, vitamin eksikliği, damar sertliği vb. şeyleri saymaktadır. Ama Londralı bir uzmana göre en önemlisi bedenin demir, bakır magnezyum ve potasyum deposunda dengesizliğin oluşmasıdır ki biri diğerine üstün gelince hemen ölüm gerçekleşir. İlginç olanı da şudur ki bütün bu tehlikeler arasında özellikle yaşlılık etkeninden asla söz edilmemektedir. Zira sırf "yaşlılık sebebiyle ölüm" diye bir şey yoktur.

Amerikan uzun ömür ilmi heyetinin başkanı olan isveçli bir doktor, yaşlılığın bazı protein moleküllerinin bedenin hücrelerine takılması ve onları yavaş yavaş işinden alıkoyması neticesinde ortaya çıktığına ve ölüme yol açtığına inanmaktadır. Söz konusu doktor bahsi edilen takılmayı çözebilecek bir maddeyi keşfetmek için bir takım incelemelerde bulunmakta ve bu vesileyle beden sistemini yeniden çalıştırmayı ve böylece yaşlılığı yok etmeyi istemektedir. Hint domuzunun yemeğine "B6" vitamini, Nokolikasit ve pantonksikasit ilave ettiklerinde % 46/4 oranında daha fazla yaşadığı da bu gün deneyle isbatlanmıştır.

Rusya’lı biyolog Filatof yaşlılık çağını bozuk hücreler vasıtasıyla ortadan kaldırmayı planlamaktadır. Zira bu hücrelerin ilginç bir gücü vardır. Ziraat gübresi gibi beden tarlamızı verimli bir hale getirmektedir. Ayrıca riayet edildiği taktirde ömrü uzatan bir takım usul ve ilkeler de vardır. Bunlar yiyecekler hususundaki birtakım tavsiyeler, biyokimya ile ilgili öğütler, rahatlama metodları, teneffüs kuralları hatta telkin ve ilhamlardır. Besin maddeleri konusunda uzman olanlar sağlıklı besin vasıtasıyla 100 yıldan daha fazla yaşanılacağını söylemektedirler. Yani bizler yediklerimizle yaratılmışız.[313] 

UZUN ÖMÜR HAKKlNDA BAŞKA BİR ARAŞTlRMA

Arapça bir dergide de şu makale dikkatimi çekti: Tanınmış bilim adamları şöyle diyorlar: "Varlıkların vücudundaki önemli organlar sonsuz bir müddet yaşama kaabiliyetine sahiptir. Eğer hayatına son veren bir takım olaylar başına gelmezse binlerce yıl yaşayabilir." Bu bilginlerin sözü tahmin veya hayali bir şey değildir, deney ve tecrübeler bunu göstermektedir. Başarılı cerrahlardan biri hayvanlardan birinin kesik organını o hayvanın ömründen daha uzun bir müddet canlı tutabilmiştir. Ve kesik organın hayatının kendisine verilen besin maddelerine bağlı olduğunu kanıtlamıştır. Ona yiyecek ulaştığı müddetçe yaşamını sürdürebilmektedir.

Bu cerrahi doktor Newyork’ta bir ilmi müessese de çalışan Alex Carrel’di. Sözkonusu deneyi bir civcivin bedeninden kesilmiş bir organ üzerinde gerçekleştirdi. Bu organ sekiz yıldan uzun bir zaman yaşadı. Söz konusu doktor ve benzeri kimseler bu deneyi kaslar, kalp, deri ve böbrek gibi insanın kesilmiş organları üzerinde gerçekleştirdiler. Gördüğünüz gibi gerekli besin maddeleri verildiği taktirde bu kesik organlar yaşamlarını sürdürebilmektedir. Hatta Cons Hebkens ünüversitesinin üstadlarından olan Rimond ve Berl şöyle söylemekteler: "İnsan cisminin temel organlarının devamlı ve ebedi yaşama kabiliyeti vardır. Bu konu deneylerle de gösterilmiştir. En azından bu tercih edilir bir ihtimaldir. Çünkü üzerinde deney yapılan organlar şu ana kadar da yaşamaktadır. Dolayısıyla da söz boy bir söz değil, sözkonusu teori oldukça açık ve önemlidir. İlmi dikkat üzere söylenmiştir.

Sözkonusu deneyi gerçekleştiren ilk insan muhtemelen Doktor Caklub idi ve Rockfaller ilim müessesinde çalışıyordu. Kurbağaların üretimi hususunda döllenmemiş tohumlar üzerinde deneyler gerçekleştirirken aniden bazı tohumların uzun süre yaşadığını gördü. Diğer bazıları ise kısa sürede ölüyorlardı. Bu olay sonunda bir de kurbağanın organları üzerinde birtakım deneyler yaptı ve uzun bir müddet bu organları canlı tutabildi. Ondan sonra doktor Wernlois, eşinin yardımıyla bir kuş cenininin organlarını tuzlu suda bir süre canlı tutmayı başardı. Öyleki buna birtakım organik maddeler de ilave edilince yeniden gelişmeye başladığını gözlemledi. Bu deneyler sürekli yapılıyor ve ispatlıyorduki varlıkların canlı hücreleri gerekli besin maddeleri olan bir sıvı içinde korunduğunda uzun bir süre yaşamakta ve sürekli bir gelişme göstermektedir.

O halde doktor Alex Carrel sürekli deneyler gerçekleştirdi ve kanıtladı ki üzerinde deney yapılan organlar yaşlanmamakta ve bizzat o canlıdan daha uzun yaşamaktalar. Bu bilimadamı 1912 yılında çalışmaya başladı. Bu konuda bir takım sorunlarla karşılaştı. Ama o ve yardımcıları sonunda sorunları hallederek şu ilmi verilere ulaştılar:

1- Üzerinde deney yapılan hücreler besin maddesi azlığı veya mikroplar gibi ölümüne sebep olan birtakım engellerle karşılaşmadıkça devamlı yaşamaktadır.

2- Sözkonusu organlar canlı olmakla birlikte yine gelişmekte ve çoğalmaktadır.

3- Gelişme ve çoğalmaları kendilerine verilen besinlerle karşılaştırmak ve ölçmek mümkündür.

4- Zamanın geçmesinin bunda hiçbir etkisi yoktur. Asla yaşlanmamakta ve zayıflamamaktadırlar. En ufak bir yaşlılık belirtisi bile görülmemektedir. Her yıl, geçen yıllar gibi gelişmekte ve çoğalmaktadırlar. Öyle anlaşılmaktadır ki deneyciler bu organlara dikkat ettikçe ve onlara yeterli besin maddesi verdikçe bu organlar da yaşayacak ve gelişip çoğalacaktır.

Buradan da anlaşıldığı gibi yaşlılık neden değil netice ve sonuçtur. O halde niçin insan ölmektedir? Niçin hayat süresi sınırlıdır? Az bir kısmı dışında hiç kimse yüzyaşını aşmamakta ve en fazla yetmiş veya seksen yıl yaşamaktadır. Bu soruların cevabı şudur: Canlıların organları çok ve farklıdır. Aralarında tam bir ilişki vardır. Bazılarının hayatı diğer bazılarının hayatına bağlıdır. Eğer birisi bir neden yüzünden zayıf düşer ve ölürse onun ölümüyle diğer organların ölümü de gelmiş demektir. Örnek olarak mikropların saldırısı sebebiyle vuku bulan ani ölümler yeterlidir. Bu mevzu yaş ortalamasının yetmiş veya seksen yıldan daha az olmasına sebeb olmuştur. Özellikle de çoğu bebekler çocukluk çağında ölmektedir.

Şimdiye kadar ispatlanmış yegane şey en fazla şudur ki insanın ölümünün nedeni yetmiş, seksen, yüz yıl veya daha fazla yaşaması değildir. Asıl neden şudur: Hastalıklar bir organa hücum etmekte ve onu işlemez hale getirmektedirler. Organlar arasında varolan irtibat ve ilişki nedeniyle bir uzuv ölünce diğer organlar da ölmektedir. Eğer ilim gücü hastalıkları önler veya etkilerini yok ederse artık yüzlerce yıllık bir yaşam için hiç bir engel kalmaz. Nitekim bazı ağaçlar uzun ömürlüdür. Ama tıp bilimi epey bir müddete kadar da bu yüce hedefine ulaşamayacaktır. Ne var ki bu hedefe yakınlaşması ve yaş ortalamasını iki-üç kat veya daha fazla artırması da uzak bir ihtimal değildir.[314] 

YİNE UZUN ÖMÜR HAKKlNDA

Bir İngiliz doktor yazdığı detaylı bir makalede şöyle demektedir: "Bazı bilginler meyve kurdunun ömrünü doğal yaşam süresinin dokuzyüz katı arttırmayı başardılar. Zira bu kurd için muhtemel zehir ve düşmanlar bertaraf edilmiş kendileri için uygun ortam temin edilmişti.[315]

 

YİNE UZUN ÖMÜR HAKKlNDA  (2)

Ölüm hakkında uzman olan Metalinkof şöyle yazıyor: İnsanın bedeni otuz trilyon hücreden meydana gelmiştir. Hepsinin bir an içinde ölmesi ve yok olması mümkün değildir. O halde ölüm kesin ve tedrici bir şeydir ve insanın beyninde zamanla bir takım iyileşmesi ve düzelmesi olmayan kimyasal değişiklikler oluşmaktadır. 1959 yılında Kanada’nın Monteral şehrinde ölüm hakkında incelemeler yapan Dr. Hans Silie laboratuvarında basın üyelerinden bazısına, bir hayvana ait bir hücre dokusunu gösterdi ve bu hayvan hücre dokusunun hareket halinde olduğunu ve asla ölmeyeceğini iddia etti. Bu doktor ayrıca insan hücresinin de bu hale getirildiği taktirde bin yıla kadar yaşayabileceğini iddia etti.

Bu doktara göre ölüm tedrici bir hastalıktır ve hiç kimse yaşlılıktan ölmemektedir. Birinin yaşlılık sebebiyle ölmesi için tüm hücrelerinin yıpranmış olması ve tüm organlarının işlemez hale gelmiş olması gerekir. Halbuki durum böyle değildir. Çoğu yaşlılar öldüğünde bedeninin farklı organları ve hücreleri sağlamdır. Ani ölümler de insan organlarından birinin aniden işlemez hale gelmesinden kaynaklanmaktadır. İnsanın tüm organları tıpkı bir makina gibi birbiriyle irtibat halindedir. Bir tek organı çalışmaz hale gelirse tüm organlarına felç inmektedir. Sözkonusu doktor günün birinde tıp ilminin ilerleyeceğini ve yeni hücreler aşılama yoluyla insan bedeninin yıpranmış hücrelerini dirilteceğini ve bu vesileyle insan ömrünün istenildiği kadar uzatılabileceğini iddia etmiştir.[316] 

Meçnikof nazariyesine göre fizyoloji ilmi, tabii ilerlemenin neticesi olan yaşlılıkla, organizma esasınca çeşitli tesirlerin (zehirlenme, hastalıklar vb özel etkenlerin) neticesi olan erken yaşlılığı birbirinden ayırmalıdır. O; yaşlılığı bir hastalık olarak kabul etmektedir ki bu da diğer hastalıklar gibi tedavi edilmelidir. Keza mezkur şahıs insan ömrünün kat-kat arttırılabileceğine inanıyordu. İnsan hayatı, yarı yolda yolunu kaybetmişe benzemektedir. Bu yüzden insanın yaşlılık zevaline düçar olmadan normal fizyolojisine ulaşması için tüm güçlerimizi seferber etmeliyiz.[317] 

UZUN ÖMÜR

Prof. Sally ve yardımcıları uzun süren deneyler sonunda Kalsiyum intikalinin yaşlılığa yolaçtığını iddia ettiler. Acaba yaşlılığı önleyecek bir "madde" var mıydı? Prof Sally "Ayrundiksteran" adında bir madde elde etti, kalsiyum tortusu vasıtasıyla hücrelerde bir takım önlemler ve kontroller gerçekleştirdi. Buna göre yaşlılık belirtileri laboratuvar da insan eliyle hayvanlar üzerinde meydana geldi ve de önlendi. Prof Sally 90 yaşında ki bir ihtiyarın asla 60 yaşlarına döndürülemeyeceğine ama 60 yaşlarındaki birini 90 yaşının belirtilerinden korumanın mümkün olduğuna inanıyordu.[318] 

Prof Etinger yaptığı bir konuşmasında şöyle diyordu: Genç nesil, insanın ebediliğine; günümüz insanının uzaya gidildiğine inandığı gibi inanacaktır. Gelişmiş teknikler ve yaptığımız incelemeler sayesinde gelecek asırların insanları en azından bin yıl yaşayabilme imkanına kavuşacaktır.[319]

RUSÇA BİR KİTABlN ÖZETİ

Rusyalı meşhur bilgin Miçenikof’un inancına göre uzun ömür, insanoğlunun en eski arzularından biridir. Ama şimdiye kadar ömrü uzatmak için hiç bir kesin pratik metod keşfedilmemiştir. Şüphesiz ki ölüm beşer hayatının doğal sonucudur ve hiç bir canlı varlık bundan kaçamaz.

1- YAŞLlLlK NEDENİ

İnsan bedeni takriben 60 trilyon hücreden teşekkül eder. Bu hücreler yeri geldikçe yaşlanırlar. Bu durumda hücreler hayatî ihtiyaçlarını zorlukla temin etmektedir. Daha sonra çoğalmasında bir takım düzensizlikler meydana gelmekte ve ölmektedirler. Sinir ve kas hücreleri bir biri ardınca ölünce sert ve tek parça haline gelmekte, ölü hücrelerin çoğalmasının etkisiyle sinir ve adalelerin sertleşmesine tıp dilinde "soclerose" denilmektedir.

İlya Miçenikof bu olayın, varlıkların iç organlarında yer eden mikropların ürettiği toksinlerden oluştuğuna inanıyordu. Zira bu toksinler tedricen canlı hücreleri zehirlemektedir. Pavlof sinirlerin özelliklede beynin dış basıncının yaşlılıkta önemli etkisi olduğuna inanıyordu. Ruhsal etkiler, üzüntü, ümitsizlik, dehşet ve sinir bedeni yıpratmakta ve güçsüzleştirmektedir. Bu sinirsel yıpranmalar bir çok hastalıklara yol açmakta bu hastalıklar da sonuçta ölümle noktalanmaktadır. Ebedi yaşam rüyası boş bir hayeldir, ama insan ömrünün uzatılması ve yaşlılığa galib gelinmesinin mümkün olduğu kabul edilmektedir.

2- CETMOTOLOGİE VE GERİATRİ (YAŞLlLlK BİLİMİ)

Takriben üçyüz yıl önce biyoloji ilminden "geriatri" diye bir ilim dalı türedi. Bu ilmin hedefi yaşlılık kanunlarının pratik öğrenimi ve yaşlılığı önlemenin yollarıdır.

Bu ilmin ölümbilimle yakın bir ilişkisi vardır. Ölüm ile ilgili kanunları tanımak ve az da olsa ölümü erteleyebilmek  bu bilimin alanına girmektedir. Ölüm bilimcilerinin görüşüne göre ölüm, hayati olaylarda düzensizlik neticesinde ortaya çıkmaktadır.

Şimdi bilginler doğal ve mantıki bir sınıra kadar ömrü uzatmanın yollarını aramaktalar. Bilginlerin yaşam sınırı hakkındaki görüşleri farklıdır. Pavlof insanın tabii hayat sınırının 100 yıl olduğunu söylüyor. Miçenikof ise 100 ila 160 yıl olduğunu savunmaktadır. Alman bilgini Gutland beşerin normal yaşam süresinin 200 yıl olduğunu söylemektedir. 19. yüzyılın meşhur fizyoloğu Filoger 600 yıl, İngilizli Roger Bacon ise 1000 yıl olduğunu söylemektedir. Fakat bu bilginlerden hiçbirisi de kendi görüşlerini ispat edebilecek bir delile sahip değildir.

3- FRANSA’Ll BUFFON’UN TEORİSİ

Fransa’lı meşhur tabiat bilgini Buffon her varlığın doğal ömrünün gelişme sürecinin beş katı olduğuna inanıyordu. Örneğin devekuşunun gelişme süreci sekiz yıl, yaş ortalamasıysa 40 yıldır. Atın gelişim süresi iki yıl, ömürü ise 15 ila 20 yıldır. Buffon bu yüzden insan ömrünün ortalama 100 yıl olduğuna inanıyordu. Zira insanın gelişim süresi 20 yıldır. Elbette Buffon’nun teorisinde bir çok istisnalar da vardır. Bu sebeple bu formül de unutuluverdi. Zira, örneğin, bir koyunun gelişim süreci beş yıldır. Ama 10 ila 15 yıl yaşamaktadır. Papağanın gelişim süreci iki yıldır ama yüzyıla kadar yaşamaktadır. Bazen devekuşu da üç yıla kadar gelişmekte ama 30 ila 40 yıl yaşamaktadır. Bilginler beşerin doğal hayatının sınırını tayin etme hususunda bir görüş birliğine varamamışlardır. Onlar, ömrünün kısalmasına neden olan birtakım düzensizlik ve zararları ortadan kaldırmakla insanoğlunun 200 yıl yaşayacağına inanırlar ama bu ilmi veriler henüz bir teoridir. Ne var ki bunun gerçek dışı ve hayali birşey sanmakta doğru değildir.

4- İNSANlN YAŞ ORTALAMASl

Eski Yunanistan’da insan hayatının ortalaması 29 yıl, eski Roma’da ise biraz daha fazla idi. Onaltıncı yüzyılda Avrupa’da ki yaş ortalaması 21 yıldı. Onsekizinci yüzyılda ise 26 yıl oldu. Ondokuzuncu yüzyılda 34. yıldı. Yirminci yüzyılların başlarında ise aniden 40 ila 50 yıla ulaştı. Bu rakamlar Avrupa kıtası ile ilgilidir. Çağdaş dünyada ömrün nisbeten artmasının başlıca delili çocukların ölümünün azalmasıdır. Ama geri kalmış ve gelişmiş ülkeler arasında bu açıdan büyük farklar vardır. Örneğin Rusya’da yaş ortalaması 71 Hindistanda ise 30 yıldır. İnsanın yaş ortalaması hayvanlar arasında o kadar da fazla değildir. İnsanın nisbi hayatını (60 ila 80 yıl) diğer hayvanların yaşı ile mukayese etmek için aşağıdaki tabloya dikkat ediniz:

 

Ördek                                            300 yıl

Kaplumbağa                                  170 yıl

Kurbağa (sıçramayan türünde)      36 yıl

Karga                                             70 yıl

Devekuşu                                      35-40 yıl

Kartal                                             104 yıl

At                                       20-30 yıl

Koyun                                12-14 yıl

Köpek                                16-22 yıl

Yeşil Kurbağa                    16 yıl

Papağan                             90 yıl

Yabani Kaz                                    80 yıl

Şahin                                  162 yıl

İnek                                   25-30 yıl

Keçi                                   18-27 yıl

Kedi                                   10 yıl

İnsanoğlu, hayvanların en gelişmiş ve tekamül etmiş olanıdır. Ama tabloda da görüldüğü gibi insanın ömrü bir çok hayvandan daha az ve kısadır.

5- MİÇENİKOF TEORİSİ

Ama İlya Miçenikof’un teorisine bakacak olursak insanın nisbi yaşıyla diğer bazı küçük hayvanların yaşı arasındaki aşırı farklılığın nedeni daha kolay anlaşılır. Miçenikof ölüm ve erken yaşlılığın hücrelerin zehirlenmesinden kaynaklandığını ve bu zehirlerin bağırsak bakterilerinin salgıladığı zehirler olduğuna inanıyordu. Kalın bağırsak diğer organlara oranla daha çok bakterilerin bulunduğu bir organdır.

Burada günde tahminen 130 trilyon mikrop üremektedir. Bu mikropların bazısı beden için zararlı değildir ama bazıları zehirlidir. Bu mikroplar, salgıladığı birtakım zehirler vasıtasıyla bedeni içten zehirlemektedir. İhtimalen eşeyli-eşeysiz çoğalan hücreler de bu zehirler sebebiyle erken yaşlılığa düçar olmaktadır. Üstteki tabloda da görüldüğü gibi balıklar, sürüngenler ve kuşlar, memeli hayvanlardan daha çok yaşarlar. Zira bu hayvanların kalın bağırsağı yoktur. veya kalın bağırsakları olsada gelişmeleri çok yavaş olmaktadır. Kuşlar arasında sadece deve kuşunun kalın bağırsağı vardır. Dolayısıyla tobloda da gördüğünüz gibi en fazla 30 ila 40 yıl yaşamaktadır. Geviş getiren hayvanlar ise hepsinden daha az yaşamaktadır. Bunun nedeni ise kalın bağırsağın hızlı gelişmesidir. Yarasanın da küçük bir kalın bağırsağı vardır. Yarasanın ömrü beden açısından yarasa ile aynı konumda olan diğer böcekçil hayvanlardan daha fazladır. Bu da gösteriyorki uzun ömür ile kalın bağırsak arasında büyük bir ilişki vardır. Nitekim Miçenikof da bunun önemini vurgulamıştır.

Bazı kimseler kalın bağırsağı ameliyat edip aldırdıktan sonra uzun bir süre yaşamışlardır. Kesin olarak bu organın varlığı beden için zaruri değildir. Ama bazıları kalın bağırsağa rağmen uzun bir süre yaşamışlardır. Geriatristlerin amacı da bu kimselerdir.

6- GELECEĞİN İNSANl DAHA FAZLA YAŞAYACAKTlR

150 yıldan fazla yaşayan pek az insan vardır. Macaristan’lı bir köylü 1724 yılında 185 yaşında iken öldü. Söz konusu şahıs ömrünün sonuna kadar genç bir delikanlı gibi çalışıyordu. Canrawel ise 170 yaşında ölmüştü. Eşi ise o zaman 164 yaşındaydı. Yani onlar 130 yıl birlikte yaşamışlardı. Eski Arnavut’lu Hude adında biri de 170 yıl yaşamıştır. Ölümü esnasında 200’den fazla evlat ve torunları vardı. Bir kaçyıl önce de gazeteler Güney Amerika’da 207 yaşındaki birinin öldüğünü haber verdiler. Rusya’da 100 yıldan fazla yaşayan 30 bine yakın insan vardır. Şimdi Rus bilginleri yaşlılığın sebeplerini bulmak ve uzun ömrün sırrına ulaşmak istemektedirler. Şüphesiz ki gelecekte ilim yaşlılığı yenecek ve böylece gelecekteki insan babalarından daha fazla yaşayacaktır.[320] 

 

ÖLÜM HAKKlNDA MEŞHUR OLMAYAN BİR TEORİ

Son olarak bilmek gerekir ki ölüm ruhun bedenden ayrılmasından ibarettir. Ruhun bedenden ayrılmasının asıl nedeni acaba bizzat beden ve etkileri midir? Ölümün sebebi cisim midir, ruh mu ölümün nedenidir, yoksa ruh göçmek istediğinde mi bedene iyi bakmamakta, böylece yıpranma, yaşlılık ve birtakım belirtiler ortaya çıkmaktadır?

Günümüzde bilginler birinci teoriyi kabul etmekte ve şöyle demektedirler: Bedenin içgüdüsel harareti bitince mizacın genel düzeni birbirine girmekte, uzuv ve güçleri görevlerini yapamamakta; bedenin önemli organları yıpranmakta ve ebedilik kabiliyetini yitirmektedir. Ruh bedeni idare edemeyince de çaresiz ayrılmakta ve ölüm olayı gerçekleşmektedir. Nitekim bir şair şöyle demektedir:

"Ruh göçmek isteyince dedim ki gitme,

Dedi, "ama ne yapayım ev yıkılıyor!"

Ama bunlar karşısında meşhur İslam filozofu Sarda ikinci görüşü kabul etmekte ve "Esfar" adlı kitabında şöyle demektedir. Bedenin idaresi ruhun elindedir. Ruh bedeni istediği gibi idare etmektedir. Bedene aşırı ihtiyacı olduğu müddetçe onu korumaktadır. Ama fazla bir bağımsızlığa kavuşur, bedene olan ihtiyacı azalırsa, bedene olan ilgisi de kalmaz ve sonuçta salgılarda bir çeşit zayıflık, gevşeklik, karışıklık görülmekte ve böylece yaşlılık belirtileri ortaya çıkmaktadır.

Şimdi eğer bu görüş ispat edilir ve ölüm tercihi nefsin eline verilirse Hz. Mehdi (a.s)’ın uzun ömrü meselesi daha da kolaylaşır o zaman da şöyle demek gerekir: Hazret-i Mehdi’nin (a.s) mukaddes ruhu varlığının insanlık alemi ve alemlerin ıslahı için zaruri olduğunu hissetmektedir. Bu yüzden bedenini korumak ve dinç tutmak için sürekli çalışmaktadır.

Son olarak şunu hatırlatmak isterim ki ben şu anda bu iddiayı ispatlamak veya onu savunmak istemiyorum. Sadece meşhur olmayan bir teori olarak sunuyor ve tasdik ediyorum ki bu, yeni ve alışılmadık bir görüştür. Ama şu anda acele etmemek gerekir. Sathi ve yüzeysel bir bakış ile reddetmemeliyiz. Nefsin hakikati, tesir niceliği, ilişki niteliği, etkileme ve etkilenme olayı bütünüyle tanındığı taktirde kesin bir hüküm verilebilir. Bu olay da oldukça zor bir meseledir. Bir takım teferruatlı felsefi ve psikolojik etüdleri ve derin ve köklü biyolojik deneyleri gerektirmektedir. Halihazırda bu konuda kesin hüküm verebilecek kadar bir bilgiye sahib değiliz. Psikoloji ve ruh ile ilgili konular henüz ilk aşamada bulunmaktadır. Eğer bilim insanın ruhu ve bedenine gerekli ilgiyi gösterseydi bugün dünyanın manzarası bambaşka olurdu.

Dr. Alex Carll "Meçhul insan" adlı kitabında şöyle yazıyor: Biz bedenimiz hakkında eksik ve kısıtlı bilgiye sahibiz. Eğer Galile, Newton Lavoisier vb. kimseler fikri güçlerini insanın ruh ve bedeni üzerinde kullanmış olsaydı dünyanın bugünkü manzarası tümüyle bambaşka olurdu."

SONUÇ

Buraya kadar ki bahsimizden şu noktaları anlamış olduk:

1- İnsan ömrünün aşılması mümkün olmayan bir sınırı yoktur. Hiçbir bilgin insan için bir yaş sınırı tayin etmemiştir. Sadece ölümün kesin olduğu söylenmektedir. Hatta bazı Doğu ve Batı bilginleri insan ömrünün bir sınırının olmadığını ve gelecekte ölüme bile çare bulacaklarını söylüyorlar veya en azından ölümü erteleyebileceklerini dile getiriyorlar. Zaten bilginler de bu ilmi imkan ve başarı ümidiyle çalışmakta, gece-gündüz deneyler yapmaktadırlar. Bu yolda yapılan deneyler de hep başarılı olagelmiştir.

Bu da göstermektedir ki ölüm de diğer hastalıklar gibi birtakım nedenlerin sonucudur ki eğer nedenleri tanınır ve etkileri önlenebilirse ölümü ertelemek de mümkündür. Böylece insan bu ölüm denen korkunç canavarın  elinden bir süre de olsa kurtulabilecektir.

Nasılki ilim ve bilim şimdiye kadar bir çok hastalıkları tanımış ve etkilerini önlemeyi başarabilmişse ileride ölümün gerçek nedenlerini de bulup etkilerini önleyebilir.

2- İnsan, hayvan ve bitkiler arasında diğer türdeşlerine oranla daha uzun yaşayan bir takım fertlerin varlığı inkar edilemez bir gerçektir. Bu istisnalar da o tür için aşılmaz bir yaş sınırının olmadığını göstermektedir.

Gerçi çoğu insanlar yüz yaşına gelmeden ölüyorlar, ama bu yüz yıldan fazla yaşamanın imkansız olması demek değildir. Zira yüz yıldan fazla yaşayan birçok insan görülmüştür. 150, 180 ve hatta 250 yaşındaki insanların varlığı insan ömrünün sınırı olmadığının en açık delilidir. İnsanın ikiyüz veya ikibin yıl yaşamasının ne farkı vardır.? Her ikisi de alışılmadık bir olaydır.

3- Yaşlılık önlenilmesi olası olmayan bir olay değildir. Aksine tedavi edilir bir hastalıktır. Nitekim tıp ilmi şimdiye kadar yüzlerce hastalığın nedenlerini keşfetmiş, bu hastalıklardan korunmanın yollarını bulmuş ve insanoğluna takdim etmiştir. Gelecekte de yaşlılığın nedenleri keşfedilecek ve bundan korunmanın yolları bulunacaktır. Bazı bilginler gençlik iksirini bulmaya çalışıyorlar. Yorulmak bilmeyen bir çaba ve telaşla başarılı araştırma ve deneylerle meşgul olmaktadırlar. Öyle ki yakın bir gelecekte insan yaşlılık ve yıpranmanın nedenlerine galebe çalacak ve bu genel hastalıktan kurtulmanın yollarını keşfedecektir. Böylece insan uzun bir süre genç ve dinç bir şekilde yaşayacaktır.

Mezkur bilgiler ve bilginlerin itiraflarına teveccüh eden herkes tasdik eder ki cismani terkibler açısından tam bir itidal içinde olan, kalp, sinir, böbrek, karaciğer, beyin, mide vb. tüm organları ve güçleri salim olan, tüm sağlık bilgilerini bilip riayet eden, yiyecek ve içeceklerin tüm fayda ve zararlarını bilip faydalarını alan ve zararlarından sakınan, tüm mikropları ve bu mikropların nedenlerini tanıyan tüm hastalıklardan özellikle de yaşlılıktan korunmanın yollarını bilen, zehir ve helak edici şeyleri tümüyle tanıyan ve onlardan korunan, vücuduna gerekli vitamin vb organik maddeleri temin eden, kalıtım yoluyla hiç bir hastalık taşımayan sinir ve beyin yıpranmasına ve birçok hastalıklara sebeb olan ruhsal ızdırap ve çirkin ahlaklardan münezzeh olan, ruh ve bedenin huzur kaynağı olan iyi ahlaka sahib olan, cismani terkiplerini idare edecek ve kemal derecesine ulaşmış insani bir ruha sahib olan bir kimse, türdeşlerinin birkaç katı ve hatta binlerce yıl daha fazla yaşayabilir. Bilim böylesine uzun bir ömrü mümkün olarak görmekle beraber isbat etmiştirde.

O halde Hz. Mehdi’nin (a.s) uzun ömrü de garipsenmemelidir. Zira ilim de belirli ölçülere uyulduğu takdirde bunun mümkün olduğunu kabul etmektedir. Eğer böyle bir insanın varlığı kâinat için zaruri olur ve uzun yaşaması gerekirse Allah Teala mutlak kudretiyle ona bu imkanı sağlar.

Evet, ilmi veriler böyle bir seçkin ferdin imkanını ispat etmektedir. Ama onun var olduğunu nasıl anlayabiliriz?

Daha önce de akli ve nakli delillerle insanlık için imamın varlığının gerekli ve zaruri olduğunu gördük. Bir çok hadislerde imamların oniki kişi olduğu yer almıştır. Ayrıca 12. İmam’ın va’dedilmiş Mehdi ve İmam Hasan Askeri’nin oğlu olduğunu, gaybet halinde bulunduğunu ve bu hususta yüzlerce hadis nakledildiğini ispat ettik. Daha sonra da mezkur konular ve fen sahibi bilginlerin de teyidiyle böylesi alışılmadık bir ömrün mümkün olduğunu tespit ettik.

TARİHİN UZUN ÖMÜRLÜLERİ

Yaratılış düzeni böylesine uzun bir ömürü başkalarına değil de neden sadece İmam Mehdi’ye (a.s) vermiştir? sorusuna karşı "Aksine, dünyada eşine az rastlanılan fertler hep var olagelmiştir. Bunlardan biri de Hz. Nuh (a.s)’dır." demek yerinde bir cevap olmayacak mıdır? Bazı tarihçiler Hz. Nuh’un 2500 yıl yaşadığını söylüyorlar. Tevrat’ta ise 950 yıl yaşadığı yazılmaktadır.

Kuran-ı Kerim sarih bir şekilde Hz. Nuh’un 950 yıl kavmi arasında davet ettiğini söylemektedir. Ankebut suresinde şöyle geçer: "Andolsun biz Nuh’u kendi kavmine (peygamber olarak) gönderdik o da içlerinde elli yılı eksik olmak üzere bin sene yaşadı." (Ankebut/14)

Tarihçilerin sözünden şüphelenilebilinse de Kur’an’ın şüphe götürmediği ortadadır. Kur’an, Hz. Nuh’un tam 950 yıl kavmini tevhide davet ettiğini söylüyor, ki bu yaşam süresi tümüyle alışılmadık bir hadisedir. Bu ayetin müteşabih olmadığı da ortadadır. Mana ve mefhum açısından ibham ve icmali de yok… Arapça’yı biraz bilen bir insan bu ayeti tefsir edebilir. Eğer bu ayet de müteşabih ise o halde Kur’an’da muhkem bir ayet yoktur demek zorunda kalırız. Ben bu insanların sözleri için hiçbir dayanak bulamıyorum. O halde bunların Kur’an’ın aslını inkar ettiklerini ama bunu açıkça söyleyemediklerini bilmek gerekir.

Mes’udi, kitabında bazı uzun ömürlü kimselerin adlarını ve ömürlerini yazmıştır. Örneğin: Adem 930 yıl, Şeys 912 yıl, Enuş 960 yıl, Kenan 920 yıl, Mehlail 700 yıl, Lut 733 yıl, İdris 300 yıl, Metuşalih 960 yıl, Lemek 790 yıl, Nuh 950 yıl, İbrahim 195 yıl, Kiyumers 1000 yıl, Cemşid 600 yıl, Ömer b. Amir 800 yıl, Ad 1200 yıl.[321] 

Tarih, hadis ve Tevrat’a müracaat edilirse böyle kimselerden bir çok örnekler görülür… Ama hatırlatmak gerekir ki bu uzun ömürlerin başlıca kaynağı sırf Tevrat ve onun tarihidir ki tahkik ehli olan herkes Tevrat’ın tahrif olduğunu bilir, üstelik rivayetleri de yakin ifade etmemektedir, sıhhatlı olmadığı için de bunları tartışmaktan kaçındım ve uzun ömrü hakkında ikame edilen şahitler arasında sadece Hz. Nuh’un (a.s) uzun ömrü ile yetiniyoruz. Bu konuda daha geniş bilgi edinmek için "El- Muammerun vel Vesaya" kitabına (Ebi Hatem Secistani yazmıştır.) Ebu Reyhani’nin "El- Asar-ul Bakiye" adlı değerli eserine ve benzeri tarih kitaplarına müracaat edebilirsiniz.

HZ. MEHDİ’NİN (A.S) EVİ

İmam Mehdi’nin (a.s) evi tayin edilmemiştir. Muhtemelen belirli ve sabit bir evi yoktur. Halk arasında tanınmaz bir şekilde yaşamaktadır. Uzak bir bölgede ikamet ediyor da olabilir. Hadislerde hac mevsiminde hac merasimlerine katıldığı, halkın kendisini tanımadığı, ama onun insanları tanıdığı yer almıştır.[322] 

Hz. Mehdi’nin Samerra şehrinde kendisine isnad edilen ve ziyaret mahalli olan bir bodrum katta gaybete çekildiğine ve oradan kıyam edeceğine dair uyduruk haberler de vardır. Bunu duyan herkes haklı olarak şöyle demektedir: Eğer o bodrum katta ise niçin görülmüyor? Kim ona yiyecek ve su götürmektedir. Niçin oradan çıkmamaktadır? Arap şairlerinden birisi şu içerikte bir şiir yazmıştır: "Acaba sizin insan olarak adlandırdığınız kimseyi bodrum katın dışarı çıkarmasının zamanı gelmedi mi? Yazıklar olsun size dev ve anka kuşunun dışında üçüncü hayali bir şeye de inanıyorsunuz?"

  Yalan olan bu isnad da yine inat üzere yapılmıştır. Şianın bu uyduruk haberi reddettiği bilinmektedir. Hiç bir hadiste İmam’ın bodrum katta yaşadığı söylenmemiştir. Şiâ alimlerinin hiçbirisi böyle dememiş hatta bazı rivayetlerde sarih bir şekilde, İmam’ın halk arasında yaşadığı yeralmıştır. Südeyr-i Sayrefi İmam Sadık (a.s) dan şöyle rivayet etmiştir: "Hz. Mehdi (a.s) şu açıdan Hz. Yusuf’a benzemektedir: Yusuf’un kardeşleri akıllı olmalarına ve daha önce kendisiyle yaşadıklarına rağmen yanına vardıklarında Yusuf (a.s) kendisini tanıtmadıkça Onu tanıyamadılar. Yakup ile Yusuf arasında 18 günlük bir uzaklık olmasına rağmen kendisinden hiçbir haber alamıyordu o halde niçin insanlar Allah’ın Hz. Mehdi (a.s) hakkında da böyle yaptığını inkar ediyorlar? Hazret de halk arasında yaşıyor sokaklarda yürüyor ama insanlar onu tanımıyor. Allah kendisine zuhur iznini verinceye kadar da böyle yaşayacaktır."[323]

İMAM’lN EVLATLARININ ÜLKESİ ADLI EFSANE

Hz. Mehdi’nin birçok çocukları vardır. Ve başkenti "Zahire" "Raika" "Safiye" "Zelum" ve "Anatis" olan geniş ve bayındır ülkelerde yaşamaktadırlar. İmam’ın Tahir Kasım, İbrahim, Abdurrahman ve Haşim adındaki beş salih evladı bu ülkelerdedir. Buradaki nimetler cennetteki nimetlerin bir benzeridir. Orada mutlak barış hakim olup kurt ve kuzu birlikte yaşamaktadırlar, yırtıcı hayvanlar insanlara karışmamaktadır. Buradaki halk salih ve Hz. Mehdi’nin mektebinde terbiye olmuş kimselerdir. Orada sahtekarlık ve fesat yoktur. Bazen İmam’da bu ülkeleri ziyaret etmektedir."

 

*/*/*/*/*/*/*/*/*/

Yukarıda zikrettiğimiz bu ülkeler kıssası daha çok bir efsaneye benzemektedir. Yegane kaynağı Hadikat-uş Şia, Envar-un Nu’maniye ve Cennet-ul Me’va kitaplarında nakledilen bir hikayedir. Biz konunun anlaşılması için bu kıssanın senedini zikretmek istiyoruz.

Bu kıssanın keyfiyeti şöyle nakledilmiştir: Ali b. Fethullah-i Kaşani şöyle diyor: Muhammed b. Ali b. Hüseyin-i Alevi kitabında Said b. Ahmed’in şöyle dediğini nakletmektedir. "Hamza b. Müseyyib Hicri 554 yılının Şaban ayının sekizinde bana gelerek Osman b. Abdulbaki’nin Hicri 543 yılının Cemadiy-es Sani ayının yedisinde Ahmed b. Muhammed b. Yahya-i Enbari’den rivayetle (543 yılının Ramazan ayının onunda) kendisine şöyle dediğini söyledi: "Birkaç kişi ile birlikte Avnuddin Yahya b. Hübeyre-i vezir’in yanında idik. O mecliste yabancı muhterem birisi de bulunuyordu. Bu adam şöyle nekletti. "Bir gün gemi ile yolculuk ederken aniden denizde yolumuzu kaybettik ve yabancı bir adaya indik. Bu adayı daha önce görmemiştik. Gemiden inerek o adaya girdik. (Burada Ahmed b. Muhammed o ülkeler hikayesini bu yabancı insanın ağzından nakletmekte ve şöyle devam etmektedir.) Vezir bu hikayeyi duyduktan sonra özel bir odaya gitti ve sonrada hepimizi çağırarak "ben yaşadığım müddetçe bunu nakletmeye hakkınız yoktur." dedi. Biz de Vezir hayatta olduğu müddetçe hiçkimseye söylemedik."[324]

Bu hikayeyi okuyan okuyucular da bunun bir efsane olduğunu tasdik edeceklerdir. Hikayenin teferruatını okumak isteyenler mezkur kitaba müracaat etsinler.

Aklı selim sahibi herkesin tasdik edeceği gibi böylesi hikayelerle bu ülkelerin varlığı ispat edilemez. Evvela bu önemli hikayeyi nakleden bir yabancıdır ki sözünün değeri yoktur. İkincisi, hiçkimsenin haberdar olmadığı böyle örnek ülkelerin varlığı imkansızdır. Zira asrımızda yeryüzünün bütün noktaları uzaydan çekilen resimlerle tesbit edilmiştir. Ama bazıları bu yabancı ülkeleri adeta inancın kesin bir rüknüymüş gibi savunmaya kalkışmışlardır.

Bunlar şöyle diyorlar: "Belki o ülkeler şimdi de vardır ama Allah-u Teala bu ülkeleri yabancıların gözünden gizlemektedir." Biz bu söze cevap vermeye gerek görmüyoruz. Aslında böyle delilsiz bir hikayeyi zayıf ve inanılmaz ihtimallerle savunmanın ne anlamı vardır.? Bunlar bazende şöyle derler: "Faraza böyle ülkeler şu anda yoksa da eski asırlarda vardı. Ama sonradan yıkılmış ve halkı yok olmuştur." Bu ihtimal de zayıftır. Zira eğer böyle geniş bayındır ve halkı Şia olan bir ülke olsaydı, diğer halkların bundan haberdar olması gerekirdi. Ayrıca kısa bir şekilde de olsa tarih kitapların da yeralırdı. Böyle birkaç büyük ülkeden hiçkimsenin haberdar olmaması imkansızdır. Bu büyük saadet sadece yabancı birine mi nasip olmuştur? Sonra nasıl olmuş da tüm eserleri kaybolmuş, irkeolojik kazıntılar böyle bir şeye rastlanmamış ve tarih sayfalarında bu ülkelerin ve halkının adı bile geçmemiştir.

Allame Şeyh Aga Buzorg-i Tehrani sözkonusu hikayenin sihhatinden şüpheyle şöyle yazmaktadır. "Bu hikaye Muhammed b. Ali-i Alevi’nin te’lif ettiği "Taazi" kitabının nüshalarının birinin sonunda yer almıştır. Ali b. Fethullah-i Kaşani bu hikayenin o kitabın bir parçası olduğunu sanmıştır. Halbuki bu doğru değildir. Çünkü sözkonusu kıssanın anlatıldığı evin sahibi olan vezir 560 yılında yaşamış, "Taazi" kitabının yazarı ise ondan ikiyüz yıl önce yaşamıştır. Ayrıca hikayenin metninde de bir çelişki görülmektedir. Zira hikayeyi nakleden Ahmed b. Muhammed b. Yahya Anbari şöyle diyor: Vezir bizden bu kıssayı hiç kimseye söylemememizi istedi. Biz de sözümüzde durarak vezir hayatta oldukça hiç kimseye söylemedik."

O halde bu hadise 560 yıllarında söylenmiştir. Halbuki hikayede Osman b. Abdulbaki şöyle diyor: Ahmed b. Muhammed b. Yahya-i Anbari bu hikayeyi 543 yılında bizlere söyledi."[325]

Başka bir yerde ise şöyle diyor:… Osman b. Abdulbaki 543 yılının Cemadiy-es Sani ayının yedisinde bana dediki Ahmed b. Muhammed 543 yılının Ramazan ayının onunda bana şöyle demiştir…"

Bilindiği gibi Cemadiy-es Sani ayı Ramazan’dan iki ay öncedir. O halde Ramazan ayında vuku bulan bir olayı iki ay önceden nakletmek nasıl mümkün olabilir ki?

Velhasıl biz birçok tevillere başvurarak temelsiz delillerle "Bermuda Şeytan Üçgeni"  veya "Cableka" ve "Cabersa" şehirlerini ispat etmek zorunda değiliz.

Hazra Adası

Hz. Mehdi konusunda sözkonusu edilen konulardan birisi de  Hazra adasıdır. Hz. Mehdi'nin çocuklarıyla birlikte Hazra adasında yaşadığını söyleyenler vardır. Ama Hazra adası olayı daha çok bir efsaneye benzemekte. Bu konuda Allame Meclisi Bihar-ul Envar'da genişçe bir hikaye nakletmektedir. O hikaye kısaca şöyledir: Irak'da Necef-ul Eşref şehrinde Emir-el Müminin kütüphanesinde "Hazra Adası Olayı" imiyle  meşhur olan bir kitap buldum. Elyazısıyla yazılmış olan o kitabın yazarı Fazl b. Yahya Tayyibi'dir. Fazl b. Yahya kitabında yazıyor ki: Hazra adası olayını ben ilk olarak İmam Hüseyin'in türbesinde (699 yılının Şaban ayının 15'inde) Şehy Şemsuddin ve Şeyh Celaluddin'den duydum. O ikisi olayı Zeynuddin Ali b. Fazil-i Mazanderani'den naklediyorlardı. Bunun üzere ben olayı kendisinden duymak istedim.

Aynı sene Şavval ayının başlarında Şeyh Zeynuddin tesadüfen Hille şehrine gitti ve ben onunla Seyyid Fahruddin'in evinde görüşerek kendisinden olayı bana da nakletmesini rica ettim. Bunun üzerine Şeyh Zeynuddin şöyle dedi: Ben Dimeşk'te Şehy Abdurrahim-i Hanefi ve Şehy Zeynuddin-i Ali Endulosi'nin yanında ilim tahsil ediyordum. Şeyh Zeynuddin hoş sohpet birisi olup İmamiye Şia'sı alimlerine karşı iyimserdi; onlara saygı gösterirdi. Ben bir müddet kendisinden istifade ettim. Bir gün Mısır'a gitmesi icabet etti. Biz birbirimizi çok severdik, dolayısıyla beni de beraberinde Mısır'a götürmeye karar verdi. Birlikte Mısır'a giderek Kahire'de ikamet ettik. Orada kaldığımız dokuz ay çok güzel geçti. Bir gün babasından bir mektup geldi. O mektupta babası çok hasta olduğunu ve ölmeden önce kendisini görmek istediğini yazmıştı. Üstad mektubu okuyunca ağladı ve Endulos'a gitmeye karar verdi. Ben de yanına takıldım. Adanın ilk şehrine yetişince ben şiddetli bir şekilde hastalandım; hareket etmeye gücüm yoktu. Üstad benim bu halime çok üzüldü; nihayet beni şehrin hatibine bırakarak bana bakmasını rica etti ve kendisi de şehrine doğru hareket etti. Hastalığım üç gün sürdü. Sonra yavaş yavaş iyileşmeye başladım. Evden çıkarak şehrin sokaklarını dolaştım. Bu arada dağlık bölgeden gelmiş olan bir kafileye rastladım. -Satmak için- oradan eşya getirmişlerdi. Oradakilere kafiledekilerin kimler olduğunu ve nereden geldiklerini sorduğumda dediler ki: Bunlar Rafizilerin adalarına yakın olan Barbarlar'ın şehrinden gelmişler.

"Rafizilerin adası" adını duyunca orayı merakla görmek istedim. Oradakiler, o adalara yirmi beş günlük yol olduğunu ve iki günlük yolda ise su ve bayındırlık olmadığını söylediler. Ben o iki gün yolda zorluğa düşmemek için bir binek kiraladım, yolun geriye kalanını da piyade gittim ve nihayet Rafizilerin adalarına ulaştım. Adanın etrafı yüksek ve sağlam burçları olan duvarlarla çevrilmişti. Şehrin merkez camisine girdim, çok büyük bir cami idi. Bu arada şiiler gibi ezan okuyan müezzinin sesini duydum; ezandan sonra da İmam-ı Zaman'ın (Hz. Mehdi'nin) zuhurunun tacili için dua etti. Sevinçten kendimi tutamayıp ağladım. Millet camiye gelip Şia fıkhına göre abdest aldılar,  hoş simalı bir kişi camiye girerek mihraba doğru hareket etti, namaz için gelen insanlar  o adamın arkasında camaat namazı kıldılar. Namazdan sonra namz duası okudular ve namaz bitince benim hal-hatırımı sordular. Ben durumu anlattım ve asaleten Iraklı olduğumu söyledim. Benim Şia olduğumu anlayınca saygı gösterdiler, sonra camiye ait olan odaların birinde bana yer verdiler. Cami imamı beni ağırlıyor ve asla yalnız bırakmıyordu. Bir gün ona, bu şehrin ahalisinin yiyecek ve diğer ihtiyaçlarının nereden temin olduğunu sordum. Zira o etrafta tarla namına bir şey yoktu. Bunun üzerine cami imamı, bu şehrin ahalisinin yiyeceklerinin her yıl iki defa gemiyle Akdeniz'de olan Hazra adasından geldiğini söyledi. Geminin gelmesine ne kadar kaldığını sorduğumda, daha dört ay var dedi.

Ben müddetin uzun olmasına üzüldüm, ama tesadüfen gemiler kırk gün sonra geldiler. Yedi gemi arka arkaya iskeleye yanaştı. Büyük gemiden hoş simalı bir kişi inerek, camiye geldi ve Şia fıkhına göre abdest alarak öğle ve ikindi namazını kıldı. Namazdan sonra bana dönerek selam verdi. Benim ve babamın ismini söyledi. Olup bitenlerden hayrete düştüm. Şam'dan Mısır'a veya Mısır'dan Endulos'a yaptığım yolculukta mı ismimi duydun? dedim. Bunun üzerine o hayır, dedi; seni ve babanın ismini, yüz hatlarını ve huyunu bile daha önce söylemişlerdi bana, seni kendimle birlikte Hazra adasına götüreceğim cevabını verdi. O adam bir hafta o adada kaldı ve oradaki işlerini yaptıktan sonra birlikte Hazra adasına doğru hareket ettik. Onaltı gün denizde yolaldık. Onyedinci gün denizin ortasındaki beyaz sular dikkatimi çekti. İsmi Muhammed olan o adam bana, bir şey mi dikkatini çekti, dedi. Ben buranın sularının rengi farklı değil mi? dedim. Adam: Burası Akdeniz'dir ve bu da Hazra adasıdır. Bu sular bir duvar gibi Hazra adasını kuşatmıştır; dolayısıyla Allah'ın hikmeti olacak ki, düşmanlarımızın gemileri bu noktaya yaklaşmak istediklerinde İmam-ı Zaman'ın (a.s) bereketi hürmetine batıverirler. O sudan bir miktar içtim; Fırat suyu gibi serin ve tatlıydı. Ak suları geçtikten sonra Hazra adasına yetiştik. Gemiden inip şehire girdik. Ada meyve ağaçlarıyla dolu bir şehirdi, pazarları eşyalarla dolup taşmaktaydı. Şehrin ahalisinin iyi bir yaşamları vardı. Bu güzel manzaraları görmek oldukça sevindirmişti beni.

Arkadaşım Muhammed beni kendi evine götürdü. Bir müddet dinlendikten sonra oldukça büyük olan merkez camisine gittik. Camideki kalabalık camaatin arasında tavsif edilmeyecek derecede heybetli bir kişi vardı. İsminin Seyyid Şemsuddin Muhammed olduğunu söylediler. Millet ondan arap edebiyatı, Kur'an, fıkıh ve akaid dersleri alıyordu. Huzuruna çıktığımda bana hoş geldin dedi, kendi yanına oturtarak hal-hatırımı sordu, bana Şeyh Muhammed'i benim peşime gönderdiğini söyledi ve sonra camiye ait olan odaların birinde benim için bir yer hazırlamalarını istedi. Orada dinleniyor ve yemekleri de Seyyid Şemsuddin ve arkadaşlarıyla yiyiyorduk. Onsekiz gün böyle geçti. Orada olduğum ilk Cuma namazını Seyyid Şemsüddin'in farz kastıyla kıldığını gördüm. Bu konu çok ilgimi çekti; daha sonra bir fırsatta bu konuyu Seyyid Şemsuddin'e açarak dedim ki:

- Cuma namazı ancak Hz. Mehdi'nin (a.s) huzurunda (zuhurundan sonra) farz kastıyla kılınabilir.

- Seyyid evet, ama ben Hz. Mehdi'nin özel naibiyim.

- Şimdiye kadar Hz. Mehdi'yi (a.s) görmüş müsün?

- Görmüş değilim ama babam sesini duyduğunu söylüyordu, fakat kendisini görmüyormuş. Ama büyük babam hem kendisini görüyormuş hem de sesini duyuyormuş.

- Efendim! Bazıları Hz. Mehdi'yi görürken diğer bazılarının görmemesinin sebebi nedir?

- Bu Allah Teala'nın bazı kullarına olan lütfudur.

Sonra Seyyid elimden tutarak beni şehirin dışına götürdü. Irak ve Şam'da benzerini görmediğim bir çok nehirler, bağ ve bostanları vardı. Gezi sırasında hoş görünümlü bir kişiye rastladık; bize selam verdi. Seyyid'e onun kim olduğunu sorduğumda bana:

- Şu büyük dağı görüyor musun?

- Evet.

- Bu dağın ortasında, ağaçların altında serin suları olan güzel bir yer  var. Orada tuğlayla yapılmış bir kubbe var; bu adam da diğer arkadaşıyla birlikte o kubbenin bekçisidir. Ben Cuma sabahları İmam-ı Zaman'ı (a.s) ziyaret için oraya gidiyorum ve iki rekat namaz kıldıktan sonra tüm dini ihtiyaçlarımın cevabının yazılmış olduğu bir kağıt buluyorum. Senin de oraya gidip İmam-ı Zaman'ı ziyaret etmen iyi olur.

Onun bu sözü üzerine ben o dağa doğru hareket ettim. Kubbeyi bana tarif ettiği gibi buldum. O iki hizmetçiyi orada gördüm. Onlara İmam-ı Zaman'la (a.s) görüşmek istediğimi bildirdim. Onlar bunun  mümkün olmadığını, bu konuda kendilerine izin verilmediğini söylediler. Ben de, öyleyse hakkımda dua edin, dedim, onlar da bu ricamı kabul ettiler. Sonra dağdan aşağı inerek Seyyid Şemsuddin'in evine gittim. Seyyid evde yoktu. Gemide beraberimde olan Şeyh Muhammed'e giderek dağda olup bitenleri ona anlattım ve o iki hizmetçinin Hz. Mehdi'yle görüşmeme müsade etmediklerini söyledim. Şeyh Muhammed bana, Seyyid Şemsüddin'den başka hiç kimsenin oraya gitme hakkı yoktur. O Hz. Mehdi'nin (aleyhisselam) evlatlarından olup beş göbekten Hz. Mehdi'ye ulaşmaktadır. Ayrıca Hz. Mehdi'nin (a.s) özel naibidir de, dedi.

Ondan sonra Seyyid Şemsüddin'den bazı zor dini meseleleri kendisinden nakletmeme müsade etmesini ve Kur'an-ı Kerim'in doğru okunuşunu bana öğretmesini rica ettim. Seyyid Şemsuddin bir sakıncası olmadığını söyledi, ama ilk önce Kur'an'dan başla dedi. Kur'an okurken arada fırsat buldukça Kur'an'ın diğer farklı okunuşlarını da okuyordum.

Seyyid'den izin alarak yaklaşık doksan meseleyi ondan naklettim ve ben muminlerden özel bir grubu dışında hiç kimsenin onları görmesine müsade etmem.

Daha sonra gördüğü diğer bir olayı naklederek şöyle diyor: Ben Seyyid'e Hz. Mehdi'den (a.s) "Büyük gaybette beni gördüğünü iddia eden kimse yalancıdır" tabirindeki hadislerin elimizde olduğunu ve bu hadislerin sizin Hz. Mehdi'yi görmenizle çeliştiğini söyledim.

Seyyid, doğrudur dedi İmam böyle buyurmuştur ama bu o zaman Abbasiler ve diğer düşmanlarının çok olduğu zamana aittir,  düşmanlarımızın ümidi kestikleri, şehirlerimizin de onlardan uzak olduğu ve hiç kimsenin elinin bize ulaşmadığı günümüzde Hz. Mehdi'yle (a.s) görüşmenin bir tehlikesi yoktur.

Daha sonra Seyyid'den diğer bir takım şeyleri naklederek şöyle diyor:

Seyyid bana dedi ki:

- Sen de şimdiye kadar Hz. Mehdi'yi görmüşsündür elbette, ama onu tanımamışsın.

Seyyid bana batı şehirlerinde kalmamamı ve çok çabuk Irak'a geri dönmemi emretti ve ben de emrine itaat ederek geri döndüm[326].

Hazra adası olayı özetle böyledir. Sonuçta şunu söylemek gerekir ki, bu olay hiç bir geçerliliği yoktur ve bu gerçekten daha ziyade efsaneye ve romana benziyor.

Çünkü; herşeyden önce senedi muteber değil. Hikaye, tanınmayan el yazması kitaptan nakledilmiştir ve Allame Meclisi (a.s) de bu hikaye hakkında diyor ki: "Ben bu hikayeyi sağlam kaynaklarda bulamadığımdan (kitaptakilere karışmaması için) onu ayrı bir babda naklettim."

Ayrıca hikayenin kendisinde çelişki görülmektedir. Zira bir taraftan Seyyid Şemsuddin'in raviye, "ben İmam'ın özel naibiyim, ama şimdiye kadar İmam'ı görmüş değilim, babam da O'nu görmemiş ama sesini işitmiş. Ancak büyük babam hem kendisini görmüş ve hem de sesini duymuştur." derken diğer taraftan Seyyid Şemsüddin'in raviye, "Ben her Cuma sabahı İmam'ı ziyaret etmek için o dağa gidiyorum ve senin de gitmen iyi olur." dediğini görüyoruz. Ve Şeyh Muhammed de raviye diyiyor ki: "Ancak Seyyid Şemsuddin ve benzerleri Hz. Mehdi'yle (a.s) görüşebilirler." Gördüğünüz gibi bu hikayede çelişki var.

Dikkat edilmesi gereken diğer nokta da şu ki: Seyyid Şemsüddin kendisinden başka kimseyi oraya bırakmadıklarını bildiği halde niçin raviye Hz. Mehdi'yle görüşmek için o dağa gitmesini öneriyor.

Bu hikaye romantik bir şekilde hazırlanmıştır. Zeynuddin adında bir şahıs ilim okumak için Irakt'an Şam'a gidiyor, oradan üstadıyla birlikte Mısır'a gidiyor, Mısır'dan da yine üstadıyla birlikte Endulos'a (İspanya'ya) sefer ediyor; bu kadar uzun mesafeti katettikten sonra yolda hastalanıyor, üstadı onu terkediyor, ve iyileştikten sonra o çevrede Rafizi'ler adasının var olduğunu duyunca orayı görmeyliyim derken üstadını unutuyor: Uzun ve tehlikeli bir yolculuktan sonra Rafizilerin adasına varıyor. Adada ziraat yeri olmadığından bu halkın yiyeceğinin nereden karşılandığını merak ediyor. Böylece yiyecek maddelerinin Hazra adasından getirildiğini öğreniyor.  Gemilerin dört ay sonra geleceği söylenmişken aniden kırk günden sonra gemiler sahile yanaşıyorlar ve bir hafta bekledikten sonra onu kendileriyle birlikte adaya götürüyorlar. Akdenizin ortasında beyaz serin ve tatlı suları görüyor, sonra o geçilmesi mümkün olmayan noktadan geçip Hazra adasına gidiyor ve ...

İlginç olan nokta şu ki: Iraklı bir kişi bu kadar uzun ve uzak yolu katederek, çeşitli ülkelerde o bölgenin insanlarıyla konuşuyor ve hepsinin dilini de biliyor. Acaba İspanya halkı da arapça mı konuşuyorlardı? Bu hikayeyi dikkat edilirse onun uydurma olduğu malumdur.

Son olarak şunu da söyleyelim ki, daha önce de hatırlattığımız gibi hadislerimizde Hz. Mehdi'nin (a.s) halk arasında kendisini tanıtmayarak yaşadığı, hacc merasimlerine katıldığı ve bazı sorunları çözmek için insanlara yardım ettiği kaydedilmiştir.

Hz. Mehdi (a.s) hakkında aklı kurcalayan bir soru da şu ki, acaba Hz. Mehdi'nin (a.s) evlatları var mıdır?

Bu sorunun cevabında şunu söyleyebiliriz ki, Hz. Mehdi'nin (a.s) evlendiğini ve çocuklarının olduğunu ispat veya reddedecek muteber bir delil yoktur elimizde. Elbette maslahat gereği gizlice evlenmiş olması ve evlatlarının olması ama tanınmamaları mümkündür. Gerçi bazı dualarda Hz. Mehdi'nin (a.s) çocukları olduğu veya olacağına işaret edilmiştir.[327]

Ancak ulemanın bildiği gibi, mezkur dualar bir konuyu ispatlayacak derecede sağlam değillerdir, ama bütün bunlarla birlikte yine de Hz. Mehdi'nin (a.s) çocuklarının olması uzak bir ihtimal değildir. İmam Sadık (a.s) bir hadiste şöyle buyuruyor:

"Ben, Kâim'in ailesi ve ehliyle birlikte Mescid-i Sahl'eye inişini görür gibiyim."[328]

NE ZAMAN ZUHUR EDECEKTİR?

Zuhur için bir zaman belirtilmemiştir. Hatta imamlar zuhur vaktini tayin edenleri tekzib etmişlerdir. Örneğin Fuzeyl şöyle diyor: İmam Bakır (a.s)’a "Mehdi’nin zuhurunun belli bir tarihi var mıdır?" diye sordum. üç defa şöyle buyurdu: "Her kim zuhurun vaktini tayin ederse yalan söylemektedir."[329] 

Abdurrahman b. Kesir şöyle diyor: "İmam Sadık (a.s)’ın huzurunda iken Mühezzim-i Esedi odaya girerek şöyle dedi: "Kurban olayım sana, Hz. Mehdi’nin kıyamı ve Hak devletinin kuruluşu ne zaman olacaktır?" İmam ona şöyle dedi: "Zuhur vaktini tayin edenler yalan söylemektedir. Acele edenler helak olur ve teslim olanlar kurtuluşa erer ve bize dönerler."[330] 

Muhammed b. Müslim’de şöyle der: İmam Sadık (a.s) bana şöyle buyurdu: "Her kim sana zuhurun vaktini söylerse hemen onu tekzib et. Zira biz zuhur için bir zaman tayin etmiyoruz."[331] Bu anlamada on hadis daha nakledilmiştir.

Bunca  hadisten de anlaşılmaktadır ki İmam-ı Zaman’ın zuhuru için ne peygamberler ve ne de imamlar vakit tayin etmemiştir. Böylece her türlü suistimalin önü alınmıştır. O halde zuhur vakti tayin eden bir hadis naklederlerse, eğer tevil edilir ise tevil edilmelidir. Aksi takdirde ya susulmalı ya da tekzib edilmelidir. Ebu Said-i Mehzumi’den zayıf ve mücmel bir hadis nakledilmiştir ki "Kâimimiz, Elif lam Ra de kıyam edecek" denilmektedir.

ZUHUR ALAMETLERİ

Hz. Mehdi’nin (a.s) zuhurunun bir çok alametleri zikredilmiştir. Ama bunların hepsi hakkında birer birer bahsedecek olursak kitabımız çok uzar. Dolayısıyla kısaca birkaç noktaya değinmekle yetiniyorum.

1- Bazı alametleri bildiren hadisler hadis-i vahid olup senedinde bazı meçhul kimseler yer almıştır ve dolayısıyla da yakin ifade etmemektedir.

2- Ehl-i Beyt'ten gelen hadisler zuhurun alametlerini iki kısma ayırmıştır. Bir kısım hadisler, hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmayan kesin alametlerdir. Bunlar zuhurdan önce mutlaka gerçekleşmelidir. Bir kısmı da kesin olmayan alametlerdir. Bunlar mutlak ve kesin bir şekilde zuhurun alametlerinden değildir. Bir takım şartlara bağlıdır. Eğer bu şartlar gerçekleşirse onlar da gerçekleşecektir. Ama bu şartlar gerçekleşmezse sözkonusu olaylar da gerçekleşmeyecektir. Ama buna rağmen maslahat üzere zuhur alametlerinden sayılmıştır.

3- Zuhur alametleri gerçekleşmedikçe Mehdi (a.s) asla zuhur etmeyecektir. Bunlardan bazısının gerçekleşmesi zuhurun yakınlaştığını göstermektedir; bu alametlerden bazısı ise Mehdi’nin (a.s) zuhuruna çok yakın bir zamanda gerçekleşecektir.

4- Bazı alametler va’dedilmiş Mehdi inancını teyid etmek ve olağan üstü bir vaziyyetin gerçekleşeceğini bildirmek için harikul’ade bir şekilde gerçekleşecektir. Bu alametler de mucize hükmündedir. Ve inkar edilmesi mümkün değildir.

 

SÜFYANİ'NİN ÇIKIŞI

Hz. Mehdi’nin (a.s) zuhurunun alametlerinden biri sayılan Süfyani çıkışı kimdir?

Bir çok hadislerde yer aldığı üzere Hz. Mehdi’nin zuhurundan önce Ebu Süfyan’ın neslinden olan birisi kıyam edecektir. Bu şahıs şöyle tavsif edilmiştir. Zahirde salih ve daima Allah’ı zikreden birisidir. Ama insanların en kötüsü ve soysuzudur. Bir çok insanı kandıracak kendisiyle işbirliğine razı edecektir. Şam Hims (veya Hum’s) Filistin, Ürdün ve Kinnisrin (Eski Halep) bölgelerini ele geçirecektir. Abbasi devleti ebedi olarak onun eliyle yok edilecektir. Şiilerden bir grubu katledecek ve Hz. Mehdi’nin zuhurunu duyunca onunla savaşması için bir ordu gönderecektir. Ama Hz. Mehdi’yi bulamayacak ve Mekke Medine arasında bir yerde ordusuyla birlikte yerin dibine gömülecektir.

Abbasi devleti yıllar önce yıkılmış ve Süfyani’nin eliyle yok edilecek hiç bir etkisi de kalmamıştır, şeklinde bir soru akla gelebilir ama Hz. İmam Musa b. Cafer (a.s) bir hadisin de bunun cevabını şöyle buyurmuştur: Abbasi devleti hile ve aldatmaca üzere kuruludur. Bu devlet hiçbir izi kalmayacak bir şekilde ortadan kalkacak, ama yeniden ve adeta hiçbir zarar görmemiş bir halde tekrar kurulacaktır".[332]

Bu hadisten de anlaşıldığı üzere Abbasi devleti yeniden kurulacaktır. Bu devletler ise Süfyani’nin eliyle yıkılacaktır. Denilebilir ki Süfyani’nin kıyamı kesin bir şeydir, ama nitelik ve zamanı belli değildir ve bu hususta kesin bir şey söylenemez. Örneğin Abbasi devletinin Süfyani’nin eliyle yıkılacağı kesin bir şey olmayabilir. Yani başkaları vasıtasıyla da yıkılabilir.

Bir diğer nokta da şudur: Halid b. Yezid b. Muaviye b. Ebi Süfyan halife olmak istiyordu. Ama hilafetin Mervanoğullarının elinde olduğunu görünce kendine teselli vermek ve Emevilerin moralını güçlendirmek için bu süfyani hadisini uydurdu. "Eğani" kitabının yazarı Halid hakkında şöyle diyor: O alim ve şair biriydi ve Süfyani hadisini uydurduğu söylenmektedir.[333]

Taberi şöyle yazar: Ali b. Abdullah b. Halid b. Yezid b. Muaviye 159 yılında Şam’da kıyam etmiş ve "Ben beklenilen Süfyani’yim" diyerek halkı kendine davet etmiştir.[334]

Durum böyle iken Süfyani mevzuunun uydurulmuş bir şey olduğu söylenebilir mi?

Süfyani hadisini hem Ehl-i Sünnet hem Şia rivayet etmiştir. Mütevatir olması da uzak bir ihtimal değildir. Batıl bir iddiacının varlığı sebebiyle bu hadisin batıl ve uydurulmuş olduğuna hükmedilemez. Aksine, şöyle dememziz gerekir: Süfyani hadisi halk arasında yaygın idi ve halk onu bekliyordu. Bazıları da bundan suistifade ederek kıyam etmiş ve "ben beklenilen Süfyani’yim" diyerek bir grub insanı kandırmıştır. 


 

DECCAL OLAYI

Deccal’ın zuhuru da Hz. Mehdi’nin zuhurunun alametlerinden biridir. Deccal’ı şöyle tavsif etmektedirler: Kafir birisidir. Bir gözü kördür. Bir gözü de alnındadır ve yıldız gibi parlamaktadır. Alnında şöyle yazılıdır: "Bu Kafirdir". Bunu okuma-yazması olan veya olmayan herkes okumaktadır. Beyaz bir merkebe binmektedir ki her adımı bir mil kadardır. Gökler onun emriyle yağmur yağdıracak ve yeryüzü bitki bitirecektir. Yeryüzünün hazineleri onun elindedir. Ölüyü diriltecek ve herkesin duyacağı gür bir sesle şöyle diyecektir: "Ben sizin yüce tanrınızım ki sizleri yaratmış ve rızık vermekteyim. Bana doğru koşunuz."

Denildiğine göre bu şahıs Peygamber (s.a.a) zamanında hayatta olup adı da Abdullah veya Said b. Sayd idi. Peygamber ve ashabı tanrılık iddia eden bu şahsın evine gittiler. Ömer onu öldürmek istedi. Ama Peygamber engel oldu. Şimdiye kadar da güya sağ kalmış ve ahir zamanda İsfahan’ın yahudi köylerinin birinden zuhur edecektir.[335]

Önceleri Hıristiyan olup H. 9. yılda müslüman olan Temim-ud Dari’nin "Ben Deccalı bir adada gördüm ki zincirlere vurulmuştu." dediği nakledilmiştir.[336] 

Deccal’a ingilizce Antichrist denilmektedir ki "Mesih’in düşmanı (Anti-İsa)" manasını ifade etmektedir. Deccal kelimesi belli bir insanın adı değildir. Arapça’da yalancı ve hilekar herkese "deccal" diyorlar. İncil’de de "deccal" kelimesi bir çok yerde göze çarpmaktadır.

Yuhanna’nın ilk mektubunda şöyle yazar: Yalancı kimdir? İsa’nın Mesih olduğunu inkar edenden başkası mıdır? Baba ve oğulu inkar eden deccaldır."[337]

Yine aynı mektupta şöyle yazmaktadır: Deccal’ın geleceğini duymuşsunuzdur. Şu anda da deccallar oldukça çoktur.[338]

Diğer bir yerinde: Mücessem olmuş (cisimleşmiş) İsa’yı inkar eden bir ruh, Allah’tan değildir, geleceğini duyduğunuz deccalın ruhudur ve şu anda dünyadadır.[339]  yazmaktadır.

Bir diğer babda ise şöyle geçmektedir: Dünyada bir çok sapıklar ortaya çıkmış cisimleşen İsa Mesihi inkar ediyorlar, işte onlar sapık ve deccal olanlardır.[340]

Bu İncil ayetlerinden de anlaşıldığı gibi deccal yalancı ve sapıtıcı manasınadır. Deccalın çıkışı ve hayatta olması o zamanlar da hırıstiyanlar arasında yaygın idi ve de onun çıkışını bekliyorlardı.

Hz. İsa, Deccal’ın çıkışını haber vermiş ve halkı onun fitnesinden sakındırmıştır. Bu yüzden hırıstiyanlar onu bekliyorlardı. Muhtemelen Hz. İsa’nın (a.s) haber verdiği Deccal da beş asır sonra zuhur ederek yalan yere peygamberlik iddiasında bulunan yalancı Mesih idi. Darağacına asılan da bu yalancı Mesih idi; Peygamber olan Hz. İsa Mesih değil.[341] 

İslam'da da Deccal’ın varlığı hakkında birtakım hadisler vardır. İslam Peygamber’i halkı Deccal’dan sakındırıyor ve çıkaracağı fitneleri haber veriyordu. Nitekim bir hadisinde şöyle buyuruyor: "Nuh’tan sonra gönderilen tüm peygamberler kavmini Deccal fitnesinden sakındırmışlardır."[342]

"Kendini peygamber sanan otuz deccal zuhur etmedikçe kıyamet kopmaz."[343]

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Otuz yalancı Deccal zuhur edip de Allah ve Resulüne yalan şeyler isnad etmedikçe kıyamet kopmayacaktır."[344]

Keza Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Deccal zuhur etmeden önce yetmiş Deccal zuhur edecektir."[345]

Mezkur hadislerden de anlaşıldığı gibi Deccal belirli bir şahıs adı değildir.Tüm yalancı ve saptırıcı kimseler için kullanılmaktadır. Deccal kıssasının kökenini İncil’de ve hıristiyanlarda aramak gerekir. Daha sonra bu hususta bir çok hadis özellikle Ehl-i Sünnet kitaplarında ve onların tarikiyle nakledilmiştir. Velhasıl Deccal olayının aslı doğru olabilir, ama hakkındaki tavsif ve tariflerin güvenilir bir senedi yoktur. 

Dolayısıyla Deccal olayının aslı doğru da olsa bir takım hurafe ve asılsız şeylerle karışmış ve gerçek mahiyetini kaybetmiştir. Bu nedenle şunu söyleyebiliriz: Ahir zamanda ve Hz. Mehdi’nin zuhuruna yakın bir zamanda yalancılık ve hokkabazlıkta önde gelen birisi zuhur edecek ve bu şahıs yalancılıkta diğer Deccallerden daha önde olacaktır. Yalanlarıyla bir çoklarını saptıracaktır. İnsanlara hayat, su ve ekmeklerinin kendisinin elinde olduğunu söyleyerek onları kendine uyduracaktır. İnsanların bazısı da her şeyin onun elinde olduğunu sanacaktır. Yalancılıkta öyle bir hadde gelecektir ki iyi işleri kötü, kötü işleri de iyi göstermeye çalışacak. Cehennemi cennet ve cenneti de cehennem olarak gösterecektir. Ama küfür içinde bulunduğu herkese malum olacaktır.

Ama Said b. Sayd’ın va’dedilmiş Deccal olduğu ve Hz. Resulullah’ın (s.a.a) zamanından şimdiye kadar da yaşadığı hususunda muteber bir delile sahib değiliz. Hem hadisin senedi zayıf hem de Peygamber (s.a.a) Deccal hakkında şöyle buyurmaktadır: "Mekke ve Medine’ye girmeyecektir." Halbuki Said b. Sayd Medine’de vefat etmiş ve halktan bir kısmı da onun öldüğünü görmüştür.[346]

Faraza Hz. Peygamber (s.a.a) Said’i Deccal olarak tanıtmışsa da, yalancı manasındaki deccaldır, zuhurun alametlerinden biri olan va’dedilmiş Deccal değildir. Başka bir tabirle İslam Peygamberi Said’i görmüş ve onu ashabına bir deccal örneği olarak tanıtmıştır. Evet Peygamber (s.a.a) ahir zamanda zuhur edecek olan Deccal’den sözettiği için bu ikisi karıştırılmış ve insanlar bu hususta yanılgıya düşmüş olabilirler yani Peygamber’in deccal olarak adlandırdığı Said’in ahir zamanda zuhur edecek olan Deccal olduğunu sanarak onun sağ olduğunu ve uzun süre yaşadığını söylemişlerdir.


gerekli fikri ortamın oluşması

İnsanlar arasında bunca ihtilaf sebepleri ve farklı inançlar olmasına rağmen tüm dünyanın bir hükümet tarafından idare edilmesi ve dünyadaki tüm güçlerin Hz. Mehdi’nin (a.s) devletinin eline geçmesi imkansız mıdır? Dünyanın genel durumu, beşerin akıl, idrak ve ilmi bu aşamada olduğu müddetçe elbette ki cihanşumul bir hükümet kurmak muhal bir şeydir. Ama bilindiği gibi insanoğlunun düşünce medeniyet ve bilgi düzeyi geçen asırlarda olduğu şekliyle yerinde saymamış sürekli bir ilerleme kaydetmiş ve bu aşamaya gelmiş; şu andaki düzeyde de kalmayacaktır. Kesin olarak söylemek gerekir ki beşerin ilmi düzeyi günden güne ilerlemektedir ve gelecektede düşünce, medeniyet ve sosyal çıkarları kavrama bağlamında en yüce düzeye varacaktır.

Bilindiği gibi bencillik ve menfaatcilik insanoğlunun tabii ve fıtrıˆ duygusudur, onu iş ve güce iten en büyük güç ve etken de bu kemale ulaşma isteği, saadet temini ve menfaat elde etme duygusudur. Her ferd kendi çıkarları için çalışmakta, bu yoldaki engelleri ortadan kaldırmak istemektedir; bu arada başkalarının menfaatini gözetme istememektedir. İnsan kendi menfaatlerini korumanın yolunu başkalarının menfaatini gözetmeden geçtiği görürse o zaman başkalarının menfaatlerini de gözetir ve kendi menfaatlerinin bir kısmını onlara feda etmeyi göze alır.

İnsanın mutlak bencillikten kurtulup başkalarının menfaatlerini de gözettiği ilk aşama evliliktir. Zira eşlerden herbiri diğerine muhtaç olduğunu anlamış ve bu yüzden de birleşmişlerdir. Bu ilişkinin devamı için de bencilliklerini azaltmak ve karşılıklı menfaatlerini gözetlemek zorundadırlar. Kadın ve erkeğin evliliğiyle aile kurumu vücuda gelmektedir. Hakikatte aile fertlerinden her biri sadece kendi saadet ve kemalini elde etmek istemektedir. Ama kendi saadetinin aile fertlerinin saadetine bağlı olduğunu görünce onların saadetini de istemekte ve böylece karşılıklı bir yardımlaşma içine girmektedir.

İkinci aşamada insan daha geniş bir topluluk oluşturarak onların müşterek çıkarlar uğruna şahsi çıkarılarından göz yummayı öğrenmiştir. Akrabalık bölgeleri mihveri üzerine kurulu kabileler bunun bir örneğidir. Bir kabile ferdi, aynı kabileye mansup fertlerinin menfaatlerini de gözetmeyi kabullenmiştir.

Bu sürecin devamında ve özellikle kendini savunmanın oluşturduğu zaruretler gereği daha büyük topluluklar oluştu ve millet ve ülkeler meydana geldi.

İnsanoğlunun düşüncesi şu anda bir ülkeyi bir aile sayacak dereceye ulaşmış bulunmaktadır. O, ülkesinin fertlerini ailesinin fertleri saymaktadır. Kamuoyunun mallarını ve o ülkenin zenginlik kaynaklarını o ülke bireylerinin malı bilmektedir. Bu ülkenin ilerlemesinden kıvanç duymaktadır. Dil, soy, şehir ve köy farklılıklarını görmezlikten gelmektedir. Kendi saadetini ülke halkının saadetinde görmektedir. Şüphesiz ki ülke fertleri arasındaki ilişkiler her ne kadar güçlenir ve ihtilaflar azalırsa o ülkenin ilerleme ve kalkınması da o kadar hızlanacaktır. Beşerin bugünkü medeniyet ve ilerleme seviyesi kolayca elde edilmemiştir, asırlar boyu ve binlerce tecrübe sonunda böyle bir aşamaya ulaşabilmiştir.

İnsan düşüncesi binlerce yıl boyunca çeşitli olaylar sebebiyle böylesi yüce bir aşamaya gelebilmiştir. O artık mutlak bencillik ve dargörüşlülükten geçmişe oranla biraz daha uzaklaşmış, ama henüz yeterli seviyeye gelememiştir. Dolayısıyla bu kadarıyla da yetinmeyecektir. Şu anda ilim ve sanayi alanındaki gelişmeler sebebiyle dünya ülkeleri arasında sıkı bir irtibat ve ilişki kurulmuş durumdadır. Eskiden aylar boyunca katedilen mesafeler bugün birkaç saat veya dakikada katedilmektedir. İnsanların birbirinden uzaklaştıran mesafeler oldukça kısaltılmış ve ilişkiler kolaylaştırılmıştır, iletişim ve propaganda araçları kültürleri birbirine yakınlaştırmaktadır. Böylece çeşitli sesini ülkelerin durumu ve olayları birbiriyle ilişkili hale gelmiştir. Şu anda insanlar artık ülke kapılarının kapatılıp inziva halinde yaşanılmayacağını anlamış durumdadır. Bir ülke topluluğunun tek başına kendi ülke fertlerinin saadetini temin edemeyeceği anlaşılmıştır. Bu yüzden her ülke kendi topluluğunu ilişkiler yönünden daha da güçlendirmeye çalışmaktadır.

Bu istek bazen "federatif Cumhuriyetler birliği" şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bazen bloklar şeklinde tecessüm etmekte bazen "İslami devletler birliği" şeklinde, bazen de daha başka tasnifler şeklinde tezahur etmekte boy göstermektedir. Bütün bu ve benzeri birlikler beşerin fikri gelişiminin bir nişanesidir.

Bugün insanoğlu bu birlikleri genişletmeye çalışmakta ve böylece uluslararası buhranları halletmek ve yeryüzü sakinlerinin refahını sağlamak istemektedir.

Bazı bilim adamlarına göre beşerin günümüzdeki yayılmacılığı, genel bir inkılabın ön hazırlığıdır. İnsanlık dünyası çok geçmeden bu topluluk ve birliklerin de dünyanın korkunç buhranlarını halledemeyeceğini anlayacaktır. Bu birlikler bir sorunu halledemediği gibi sürtüşmeler sebebiyle sorunları daha da kompleks hale getirecektir.

Günümüz insanı tecrübe ve deney halindedir. Bu topluluklar vasıtasıyla da bencillik ve egoistliğini mümkün derecede ikna etmeye çalışmaktadır. Ama çok geçmeden bencillik ve dargörüşlülük duygusuyla insanın saadetinin temin edilemeyeceğini anlayacak, yeryüzü muhitiyle, aile muhiti arasında hiç bir farkın olmadığını ve yeryüzü sakinlerinin bir aile konumunda olduğunu da anlayacak kendi mutluluğunu diğerlerinin dertlerini çözmekte olduğunun şuuruna varacak ve işte o zaman dünya insanları kalp ve fikirleiryle insanlar tek bir gövde mısalı mutluluk ve saadetinin birbirine bağlı olduğunun gerçeğini anlayacaklardır.

İnsanoğlu ihtilaf sebebi olan sınırlı temeller üzere kurulu kanun ve kararların dünyanın düzeni için yetersiz olduğunu bilecektir. Uluslararası toplulukların teşkili ve insan haklarının yazılması da insanların fikri tekamülü, bilinçlenmesi ve büyük fikirlerin doğuşu için bir ön hazırlıktır. Gerçi bunlar da bazı süpergüçlerin nüfuzu sebebiyle tam uygulayamadılar ve ihtilaf sebebi olan sistemlerin üstesinden gelinemedi, ama bu tür fikirler sebebiyle insanoğlu için parlak bir gelecek öngörülebilir.

Dünyanın genel durum ve olaylarına bakarak yakın bir gelecekte insanoğlunun oldukça hassas bir yol kavşağına geleceğini tahmin etmek mümkündür. Bu yol kavşağı sadece maddecilik ya da halis tevhiddir. Yani insanoğlu ya bütünüyle madde ve maddeciliğe teslim olup ilahi hükümleri terkedecektir ya da Allah’ın hükümlerine teslim olarak dünyadaki tüm buhranları ilahi kanunlarla halletmeye çalışacaktır. Ama kesin olarak denilebilir ki beşerin dini ve ilahi yaratılışı değiştirilemeyeceğine göre, ilahi dinlerin ve özellikle de İslam’ın dediği gibi Allah’ın hizbi sonunda galib gelecektir. Dünya hükümeti ve iktidar, salih ve layık insanların eline geçecektir. Büyük insanlık topluluğu insani faziletler, güzel ahlak ve doğru inançlar üzere kurulacaktır. Tüm yalancı tanrılar ve bağnazlıklar ortadan kalkacaktır. Tüm evren bir olan Allah karşısında teslim olacaktır. Böylece Kur’an ve Peygamber’in (s.a.a) davetine icabet edecektir.

Evet Kur’an-ı Kerim, Ehl-i kitab olanlara şöyle bir teklifte bulunmaktadır: "Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda müşterek (olacak) bir kelimeye gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim. O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp kimimiz kimimizi Rabler edinmeyelim". (Al-i İmran/64)

Kur’an-ı Kerim bu cihanşumul inkılab programının salahiyetli ve layık insanlar eliyle gerçekleşeceğini söylemektedir. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) de şöyle buyurmuştur: Beşerin dağınık görüşlerini, inançlarını ve çeşitli fikirlerini bir yerde ve bir hedefe doğru merkezleştiren, insanların aklını kamil kılıp uyandıran, düşmanlık ve ihtilaf sebeblerini ortadan kaldıran ve dünyada sulh ve sefa yaratan, fevkalade ve layık insan İslam Peygamberi’nin soyundan olan va’dedilmiş Hz. Mehdi’dir."

Hz. İmam Ebu Cafer (a.s) de buyurmuştur ki: "Kâimimiz kıyam edince kulların başına elini sürecek ve onların dağınık fikirlerini bir yere toplayacaktır. Onları bir hedefe doğru yöneltecek ve onlarda beğenilmiş ahlakı kemal haddine ulaştıracaktır."[347]

Hz. Ali b. Ebi Talib (a.s) de şöyle buyuruyor: "Kâimimiz kıyam edince insanların kalbindeki düşmanlık ve ihtilaf sebeblerini kökten kazıyacaktır. Böylece genel bir asayiş ve emniyet meydana gelecektir."[348]

Hz. İmam Bakır (a.s) şöyle buyuruyor: "Kâimimiz kıyam edince yeryüzünün tüm maden ve hazineleri ile halka ait her şey onun eline geçecektir."[349]

MUSTAZ’AFLARIN SON ZAFERİ

Yeryüzünün her bir köşesinde bir zalim ve müstekbir, zayıf ve mustaz'aflara hükmetmekte, onların herşeyine musallat olmuş ve herkesi kudretinden korkar hale getirmiştir. Bunlardan başka süpergüç diye bilinen zulüm çete ve sistemleri dünyanın dört bir yanına egemenliklerini kurmaya çalışıyorlar. Bütün bunlara rağmen Hz. Mehdi (a.s) nasıl kıyam ederek zafere ulaşacaktır?

Bu sorunun cevabı şu ki; Hz. Mehdi’nin (a.s) zaferi, dünya mustaz’aflarının zaferidir. (Ki dünyada çoğunluk da mustaz'aflardır ve dünyanın tüm güçleri de gerçekte onların elindedir.) Ama azınlık olan müstekbirlerin gerçek bir gücü yoktur. Hz. Mehdi’nin zaferini mümkün kılan da bu gerçektir. Konunun açıklığa kavuşması için biraz açıklama yapmak gerekiyor.

Kur’an ayetleri ve hadislerden de anlaşıldığı gibi dünya mustaz’afları Mehdi’nin (a.s) rehberliğini yürüttüğü genel bir inkılab hareketiyle müstekbirlere galib gelecek, onların tağuti rejimlerini kökten kazıyıp yok edecek ve dünyanın kudret ve idaresini ele geçirecektir. Allah Teala Kur’an’da şöyle buyuruyor: "Biz de istiyoruz ki yeryüzünde müstazaf olanlara, onları önderler yapalım, onları (yeryüzüne)mirasçı kılalım." (Kasas/5)

Görüldüğü gibi mezkur ayet, sonunda dünyanın kudret ve idaresinin mustaz'afların eline geçeceğini kesin bir şekilde müjdelemektedir. O halde Hz. Mehdi’nin (a.s) zaferi mustaz’afların müstekbirlere galebe çalmasıdır. Konunun daha iyi anlaşılması için birkaç noktaya dikkat etmek gerekir.

1- İstiz’af ne demektir ve mustaz’af kimlerdir?

2- Müstekbirlerin özellikleri nelerdir?

3- Niçin müstekbirler mustaz’aflara galıp olmuşlar?

4- Mustaz’aflar nasıl müstekbirlere galip olacaklar?

5- O cihanşumul büyük inkılabın rehberi kim olacaktır?

Kur’an’da mustaz’af, müstekbirler karşısında zikredilmiştir. Bu yüzden bu ikisini birlikte ele almamız gerekiyor. Kur’an’da müstekbirler için bir takım özellikler zikredilmiştir. Müstekbirlerden biri olan Firavun hakkında şöyle denilmektedir:

"Gerçek şu ki Firavun yeryüzünde büyüklenmiş ve oranın halkını bir takım fırkalara ayırarak bölmüştü. Onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o bozgunculardandı." (Kasas/4)

Bu ayette Firavun için üç alamet zikredilmiştir:

1- İstikbar ve büyüklenmek

2- İnsanlar arasında ihtilaf ve tefrika çıkarmak

3- Fesat ve bozgunculuk

Başka bir ayette şöyle geçmektedir: "Çünkü Firavun gerçekten yeryüzünde büyüklenen bir zorba ve gerçekten ölçüyü taşıranlardandı." (Yunus/83)

Bu ayette israf ve ölçüyü taşırmak da müstekbirlerin sıfatlarından biri sayılmaktadır. Diğer bir ayette ise: "Böylelikle kendi kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Gerçekten onlar fasık bir kavimdi." (Zuhruf/54)

Bu ayette de insanları küçümsemek müstekbirlerin sıfatlarından biri sayılmış ve bunun da insanların boyun eğme ve itaat nedenlerinden biri olduğu söylenmiştir.

Başka bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Karun’u, Firavun’u ve Haman’ı da (yıkıma uğrattık.) Andolsun Musa onlara apaçık delillerle gelmişti. Ancak onlar yeryüzünde büyüklendiler." (Ankebut/39)

Bu ayette ise hakkı kabul etmemek istikbarın alametlerinden biri sayılmıştır. Başka bir ayetteyse şöyle buyurmuştur:

"Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar (müstekbirler) içlerinden iman edip de onlarca zayıf bırakılanlara (mustaz’aflara) dediler ki: "Salih’in gerçekten Rabbi tarafından gönderildiğini biliyormusunuz?" Onlar: "Biz, gerçekten onunla gönderilene inananlarız." dediler. Büyüklük taslayanlar (müstekbirler de şöyle) dedi: "Biz de gerçekten sizin inandığınızı tanımayanlarız." (A’raf/75-76)

Başka bir ayette küfür ve şirki yaymak müstekbirlerin alametlerinden biri sayılmıştır. "Za’fa uğratılanlar da büyüklük taslayanlara: "Hayır siz gece-gündüz hileli düzenler (kurup) bizim Allah’ı inkar etmemizi ve O’na eşler koşmamızı emrediyordunuz" dediler." (Sebe/33)

Görüldüğü gibi mezkur ayetlerde müstekbirler için tam yedi özellik sayılmaktadır:

1- Büyüklenme ve istikbar

2- İhtilaf ve tefrika çıkarmak

3- İsraf

4- Tahkir ve küçümsemek

5- İfsad ve bozgunculuk

6- Hakkı kabullenmemek

7- Küfür ve fesadı yaymak

Bu ayetlerin genelinden de anlaşıldığı üzere müstekbirler haksız yere kendilerinin diğerlerinden üstün olduğunu iddia ederek şöyle derler: "Biz siyasetçi, işbilir ve akıllı kimseleriz. Sizin çıkarınızı sizlerden daha iyi biliyoruz. Sizin aklınız kendi maslahatlarınızı anlayacak durumda değildir. Bizlere itaat edin ki saadet ehli olasınız." İstikbarın önemli özelliklerinden biri ihtilaf ve tefrika çıkarmaktır. Renk, soy din, mezheb dil, kavim, milliyet, ülke, şehir, memleket, vilayet vb. yüzlerce ihtilaf sebebi olan etkenler nedeniyle insanlar arasında ihtilaf ve tefrika çıkarmaktadırlar. Halka egemen olabilmek için küfür, şirk fesad ve günahları yayarlar, bu vesileyle yönetim merkezlerini kendi ellerine alır, mallarına el koyar ve servetleri keyfi bir şekilde harcarlar; ülkeyi savunmak bahanesiyle ordu ve silah temin ederler, güya asayiş ve ihtiyaçların temini için kendi lehlerine bir takım adli ve idari teşkilatlar kurar ve beytulmalı istedikleri şekilde har vurup harman savururlar, istediklerine bağışta bulunurlar. Gerçekte ise onlar yalancılardır, kendi hakimiyetlerini sürdürmekten başka amaçları yoktur. Müstekbirler gerçekte büyük değillerdir, güçleri yoktur. Yalan ve hilelerle halkın gücünü kendi güçleri olarak kullanır ve onları tahkir ederler.

Buradan mustaz'afın manası da anlaşılmaktadır: Mustaz'af zayıf ve güçsüz demek değildir. Mustaz'af, aslında müstekbirlerin telkinleri, hilekarlıkları ve yalancı propogandaları sebebiyle asıl gücünü unutmuş, kulluk ve zillete düşmüş kimse demektir. Gerçek güç bizzat halkındır. Yer, su, hava doğal kaynaklar, iş gücü, ilim sanat ve buluş gücü hep halka aittir. Ordunun gücü adalet ve idari güç… hepsi halkındır. İlim, buluş ve sanayi gücü de milletin fertlerine aittir. O halde toplumsal kudretin kaynağı bizzat halktır. Eğer halkın işbirliği ve yardımı olmazsa zorba yöneticilerin ne güçleri vardır? Ama müstekbirler hile, yalan ve propogandalar vasıtasıyla halkı kendi kimliğinden uzaklaştırmış ve zayıf düşürmüştür. Onları kendileri vasıtasıyla ezmekte ve sömürmektedirler, müstekbirler azınlıktır, ama tarih boyunca halkları cahil ve zayıf düşürmeye çalışmış buna dayanarakta onlara hakimiyet kurmuşlardır.

İlahi peygamberler bu zayıf düşürülen halkları uyandırmakla görevlendirilmişlerdi. Böylece onları kendi fıtri ve ilahi güçlerinden haberdar ederek özgürlüğe kavuşturmak istiyorlardı. Peygamberler daima müstekbirleri ifşa etmek, onların yalancı güç ve kudretlerini yok etmek için çalıştılar, mustaz'afları müstekbir ve tağutların yalancı kudretleri karşısında kıyam etmeye ve sömürgecilik bağlarını parçalayıp koparmaya teşvik ettiler.

Hz. İbrahim (a.s) Nemrud adlı tağuta karşı kıyam etti, Hz. Musa (a.s) Firavun’a karşı kıyam etti, Hz. İsa (a.s) asrının zalim ve zorbaları karşısında kıyam ederek mahrumları kurtarmaya çalıştı.

Hz. Muhammed (s.a.a) de Ebu Cehil, Ebu Süfyan, Ebu Leheb, Kayser ve Kisralar karşısında kıyam etti ve mustaz'afları kurtarmak için cihada koyuldu. Peygamberler müstekbirlerin aksine hep halkı uyandırmaya çalışmışlardır. Şirk, putperestlik ve fesatla savaşmış, halkı tevhid ve vahdete davet etmiş, zulüm ve zorbalığa karşı çıkmışlardır. Nitekim Allah Teala da Kur’an’da şöyle buyurmaktadır:

"Andolsun biz her ümmete: Allah’a kulluk edin ve tağuttan kaçının" (diye tebliğ etmesi için) bir peygamber gönderdik." (Nahl/36)

Kur’an şöyle buyurmaktadır: "Artık kim tağutu tanımayıp Allah’a inanırsa o sapasağlam bir kulpa yapışmıştır." (Bakara/256)

Kur’an mustaz'afları kurtarmak için cihad etmeyi de müslümanların görevlerinden biri olarak kabul etmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Size ne oluyor ki Allah yolunda ve: "Rabbimiz bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu, sahib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla" diyen mustaz'afi erkekler, kadınlar ve çocukların adına savaşmıyorsunuz? İman edenler Allah yolunda savaşırlar küfredenler de tağutun yolunda savaşırlar. Öyleyse şeytanın dostlarıyla savaşın. Hiç şüphesiz şeytanın hileli düzeni pek zayıftır." (Nisa/75-76)

Buraya kadar ki bahsimiz neticesinde şu dört mesele ispat edilmiş oldu:

1- Halka hükümet eden müstekbirler azınlıktır, hakiki bir güçleri yoktur. Onlar sadece Allah'ın mustaz’aflara vermiş olduğu güc kullanmakta ve onları zayıf düşürmektedirler.

2- Mustaz’aflar halkın çoğunluğu olup Allah'ın verdiği gerçek kudretin sahibleridir. Onlar zayıf ve güçsüz değillerdir; müstekbirlerin telkinleri vasıtasıyla kendilerini zayıf sanmaktadırlar.

3- Mustaz'afların talihsizliğinin en önemli etkeni onların zayıf oldukları duygusuna kapılmalarıdır. Onlar müstekbirleri güçlü sandıkları için onların oyuncağı olmaktadırlar. Onlara itaat ederek her türlü mahrumiyet ve zillete razı olmaktadırlar. Ve muhalefet etmeye cesaret edemezler. Mustaz'af halkın en zor ve tedavisi imkansız hastalığı kendi büyük güçlerini unutmaları ve müstekbirlerin yalancı güçleri karşısında kömpleksedüşmeleridir. Böylece sömürü ve zorbalığa kapı aralamakta ve tağutlara kendi elleriyle teslim olmaktadırlar.

4- Mustaz'af ve mahrum halkın tek kurtuluş yolu kaybettikleri güçlü ve büyük şahsiyetlerine yeniden kavuşmalarıdır. Genel bir inkılab ve saldırı ile tüm esaret bağlarını koparmalı ve müstekbirlerin hakimiyetini temelden kazımalıdırlar. Bu mümkün bir şeydir. Eğer bilginler, kaşifler, işçiler, memurlar, ordu mensupları, çiftçiler, zanaatkarlar diğer meslek sahipleri kendilerine gelir ve güçlerinin farkına varırlarsa müstekbirlerin hükümeti bir anda kendiliğinden yıkılır. Eğer tüm güçler, beyinler, ordular ve silahlar mustaz'aflar için çalışır ve bu yolda seferber olursa artık müstekbirlerin ne gücü kalır ki?

Bu gerçi zordur, ama mümkündür. Kur’an da böyle aydın bir çağı müjdeleyerek şöyle buyurmaktadır:

"Biz de istiyoruz ki yeryüzünde müstaz'aflara lütfedelim, onları önderler yapalım. Onları (ötekilerin mülküne) mirasçı kılalım. Ve (istiyoruz ki) onları yeryüzünde iktidar sahipleri olarak yerleşik kılalım…" (Kasas/5)

Bu cihanşumul inkılab Hz. Mehdi, muzaffer ve fedakar ashabı tarafından gerçekleştirilecektir. Hz. İmam Muhammed Bakır (a.s) bir hadiste şöyle buyurmaktadır: "Kâimimiz kıyam edince Allah Teala elini kullarının başının üzerine koyacak, böylece onların akılları başlarına gelip kendilerini toparlayacaklardır."[350] 

Kur’an-ı Kerim’de de yer aldığı üzere bu büyük ve kapsamlı inkılab din adına ve ilahi kanunları icra etmek için gerçekleşecektir. Bunun rehberi de Hz. Mehdi’dir (a.s). Salih ve fedakar müminler de onun yanında yer alacak ve cihad edeceklerdir.

Kur’an şöyle buyurmaktadır: "Allah içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara şöyle vadetmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl "güç ve iktidar sahibi yaptıysak onları da yeryüzünde güç ve iktidar sahibi kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar yalnızca bana ibadet ederler ve bana hiç bir şeyi ortak koşmazlar. Kim ki bundan sonra küfre saparsa işte onlar fasık olandır." (Nur/55)

Bazı hadislerde de yer aldığı üzere mezkur ayetten maksad Hz. Mehdi (a.s) ve ashabıdır. İslam dini onlar vasıtasıyla yayılacak ve tüm dinlere galib gelecektir. Kur’an ve masumlardan nakledilen hadisler mustaz'afların gaflet uykusundan uyandıkları, büyük güçlerinin farkına vardıkları ve müstekbirlerin zayıflığının bilincine vardıkları bir günü müjdelemektedir. Hz. Mehdi (a.s)’ın rehberliği sayesinde herkes tevhid bayrağı altında toplanacak, iman gücüyle tek saf halinde müstekbirler karşısında kıyam edecektir. Cihanşumul bir hareket ile istikbar rejimlerine karşı saldırıya geçecek ve onları birbiri ardınca devirecektir. Küfür, şirk zulüm ve maddeciliğin kökten silinip atıldığı ilahi vaadlerin gerçekleştiği bir altın çağda her yeri adalet ve tevhid kuşatacaktır. Halk arasında ihtilaf kalkacak, ihtilaf nedenleri kökten kurutularak ve temelsiz sınırlar ortadan kaldırılacaktır. Tüm insanlar sulh, refah ve mutluluk içinde yaşayacaktır.

NİÇİN HZ. MEHDİ (A.S) ZUHUR ETMİYOR?

Küfür, zulüm ve maddeciliğin her yeri kapladığı bir çağda niçin Mehdi (a.s) zuhur etmemekte ve alemdeki kargaşalıklara son vermemektedir?

Belirli hedef için başlatılan bir kıyam her açıdan elverişli bir ortam vücuda gelmedikçe zafere ulaşamaz. Başarının önemli şartlarından birisi halkın bu hareketi sahiplenmesi ve onu desteklemesidir. Aksi takdirde kıyam yenilgiye uğrar. Hz. Mehdi’nin (a.s) kıyamı da bu kaideye dahildir, zafere ulaşabilmesi için uygun şartların vücuda gelmesi gerekmektedir. Hz. Mehdi’nin (a.s) inkılabı yüzeysel ve basit bir hareket değildir. Cihanşumul ve kapsamlı bir inkılâptır ve çok yüce ilahî hedeflere sahiptir. Bu hedeflerin manaviyatla ilgili olanı bir yan, sirf insanlık toplumnun idaresiyle ilgili olan yanı bile akıl almaz derecede yüce ve idealdır. Ve bütün bunların gerçekleşmesi elbette insanlarda özel bir ortamın oluşmasını gerektirmektedir.

Toplumsal ırk, ülke, dil, ve mezhebi ihtilafları ortadan kaldırmak ve bütün insanları barış ve mutluluk içinde yaşatacak bir nızam kurmak istemektedir. Bunun gerçekleşmesı için suyun kaynaktan temizlenmesi ve ihtilaf sebeplerini kökten yok edilmesi gerektir. Hz. Mehdi (a.s) küfür ve maddeciliği kökten kaldırmak, bütün insanları ilahi kanunlara davet etmek ve İslâm dinini dünyaya hâkim kılmak insâni sıfat ve faziletlerle güzel ahlak üzere kurulu salih cihanşumul bir toplum oluşturacaktır.

Elbette böylesi konuları söylemek ve yazmak zor değildir. Ama bilimadamı ve araştırmacıların da bildiği gibi böyle cihanşumul ve derin bir inkılabın vücuda gelmesi kolay değildir. Gerekli şartlar oluşmadıkça böyle bir inkilâp da oluşamaz. Böyle bir inkılâp insanların bilinçtenmesine bağlıdır ve bütün insanlar özellikle de bu inkılabın öncüleri sayılan müslümanlar tamamen hazırlıklı olmalıdırlar. Kur’an-ı Kerim bu inkılabın ilk şartının selahiyet ve liyakat olduğunu açıklayarak şöyle buyurmaktadır:

"Andolsun biz zikir’den sonra Zebur’da da "hiç şüphesiz yeryüzüne salih kullarım varisçi olacaktır" diye yazdık."

(Enbiya/105)

O halde insanlık kemale ulaşmadıkça ve hak hükümeti kabule hazır olmadıkça Mehdi (a.s) asla zuhur etmeyecektir. Fikrî olgunluk elbette ki aniden yani birden bire oluşan birşey değildir; nice zamanlar boyunca meydana gelen çeşitli tecrübe ve olaylar neticesinde gerçekleşmektedır. İnsanlar şu ülke, bu ülke diyerek hayali sınırlar yüzünden kim bilir daha ne kadar savaşıp kan dökecek, ama sonunda bu sınırların hayali ve boş şeyler olduğunu anlayacaklardır. Böylece ihtilaf sebebi olan hudutlardan vazgeçecek, bütün dünyayı bir ülke sayacak insanları bu ülkenin vatandaşı kabul edecek, iyi ve kötü günde ortak kadere sahip olduklarına inanacaklardır. İşte o zaman zenci-beyaz, sarı-kızıl, Asyalı-Afrikalı, Avrupalı-Amerikalı, şehirli-köylü, Arap ve Arap olmayan herkese bir gözle bakılacak.

Bilimadamları genel refarm ve insanların mutluluğu için nice sıstemler oluşturup maddeler ekleyecek, bir müddet sonra ise onları lağvederek, yerine yeni kanunlar koyacaklardır. Ve sonunda bütün bunlardan bıkacak, beşeri fikirlerin ürünü olan bu kanunların zayıflığını anlayacak bu kanunlar vasıtasıyla yapmak istedikleri refarmlardan ümidini keserek yegane ıslah yolunun ilahi kanunları icra ederek peygamberlere uymak olduğunu itiraf edeceklerdir. İnsanoğlu henüz Allah’ın kanunları karşısında teslim olmaya hazır değildir. Bilimsel ilerlemeler ve buluşlar vasıtasıyla insanların saadetinin temin edilebileceği sanılmaktadır; bu sebeple beşer ilahi programlar ve maneviyat bir kenara bırakmış; dörtnala maddiyata doğru koşar olmuştur. Bu hevese kapılan insanlar sonunda çıkmaslarla karşılaşıp usanacaklardır. O zaman da ilim ve buluşların insanı fezaya uçurduğunu, yıldızlara boyun eğdirdiğini ve öldürücü silahları temin ettiğini ama hiçbir zaman dünyada ki sorunları çözemediğini, sömürgeciliği ortadan kaldıramadığını ve insanı ruhsal huzur ve saadete ulaştırmadığını itiraf edecektir.

İnsanoğlu gördüğü her idareçi ve yönetimini kabul ettiği her nizamdan sürekli birtakım beklentileri olmuş, zulüm ve tecavüzleri önlemesini, insanların huzurunu temin etmesini istemiş ama bu arzusuna ulaşması ve umulan yönetim şekline kavuşması pek zor olmuştur.

Her asırda yeni bir yönetim kurulmuş veya yeni bir yönetici iş başına gelmış ama bir müddet sonra durumun eskisi gibi olduğunu ve hiçbir şeyin farketmediğini görmüştür. Bundan sonra da belki de çeşitli hükümetler kurulacak, aldatıcı partiler meydana gelecek, sonunda salahiyetsiz oldukları ortaya çıkacaktır ve insanoğlu nihayet onlardan ümidini kesecek, ilahi nizama susayacak ve tevhid hükümetini kabule hazırlanacaktır. Hişam b. Salim İmam Sadık (a.s)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Halkın tüm kesimleri iktidara ulaşmadıkça Hz. Mehdi zuhur etmeyecektir." Böylece hiçkimse "eğer biz egemen olup hükümet kursaydık adaletli davranırdık" diyemeyecektir.[351]

İmam Bakır (a.s) şöyle buyuruyor: "Bizim devletimiz en son devlettir. İktidar liyakati olan her hanedan bizden önce hükümet edecektir ki bizim hükümetimiz kurulduğunda "eğer hükümet etseydik bizde Al-i Muhammed -Muhammed soyu- gibi davranırdık" demesinler. "Akibet takva sahiplerinindir" ayetinin manası da budur."[352]

Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi henüz insanlık tevhid hükümetini kabule hazırlıklı değildir. Ama sürekli bu büyük nimetten mahrum kalacak da değildir. Allah Tealâ tüm varlıkları kemaline ulaştıracaktır. İnsanoğlu yeryüzüne ayak bastığı günden beri saadetini temin eden adil bir nizamda yaşamayı arzulamış ve hep bunun için çalışmıştır. Sürekli can-u gönülden adalete dayalış salih bir toplum ve parlak bir çağı arzulamış ve tecavüz ve zulmün yok olmamasını ümit etmiştir. İnsanın bu isteği elbet boşuna değildir. Allah Teala’da insanı bu hedefe ulaşmaktan mahrum etmeyecektir. Şüphesiz birgün tüm insanlar kendine gelecek çeşitli hüküm, kanun ve maksatlardan ümidini kesecek, kendi elleriyle vücuda getirdikleri sorunlardan bıkacak ve her açıdan ilahi kanunlara yönelecektir. Sosyal sorunların çözümünün peygamberlerin ekolünde arayacak, iki değerli şeye muhtaç olduklarını anlayacaklardır: Birincisi açık, denenmemiş ve kamil ilahi nizam ve kanunlar, ikincisi ise ilahi program ve hükümleri icra etmekte yanlışlığa düşmeyen ve tüm insanlara eşit gözle bakan masum bir idareci! Allah Teala Hz. Mehdi (a.s)’ı böyle hassas bir zaman için bekletmiş ve İslam’ın kanun ve programlarının ilmini ona emanet bırakmıştır.

BAŞKA BİR NEDEN

Ehl-i Beyt (a.s)’ın rivayetlerinde zuhurun ertelenmesi için başka bir neden de zikredilmiştir. Hz. İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmaktadır: "Allah Tealâ kafir ve münafıkların sulbünde imanlı insanların tohumunu gizlemiştir." Bu yüzden Hz. Ali (a.s) kafirleri rastgele öldürmekten imkan dahilinde sakınıyordu, onlardan mümin evlatlar dünyaya gelincede eline geçirdiğini öldürüyordu. Bizim kâimimiz de bu ilahi emanetler kafirlerin sulbünden çıkmadıkça zuhur etmeyecektir, daha sonra zuhur edecek ve kafirleri öldürecektir."[353]

İmam-ı Zaman (a.s) tüm kafirleri İslam’a çağıracak, kabul eden herkes ölümden kurtulacak ve her kim İslam’ı kabul etmezse öldürülecektir. Diğer taraftan tarih boyunca gördüğümüz gibi, kafir ve münafıklardan nice mümin insanlar vücuda gelmiştir. Asr-i saadetteki müslümanlar da kafir babalardan vücuda gelmemişler miydi? Eğer Hz. Resulullah (s.a.a) Mekke’nin fethinde kafirlerin hepsini öldürseydi onların soyundan onca müslüman dünyaya gelmezdi. Allah Teala lütfu gereği soyundan mümin insanlar dünyaya gelsin diye insanlara mühlet vermektedir. Madde alemi belirlenmiş bir sınır çerçevesinde mümin insanların meydana gelmesi için yaratılmıştır. İnsanlar ürün verdiği ve ondan mümin insanlar dünyaya geldiği sürece baki kalmalıdır. Bu durum insanların tevhidi nizam kabule hazır oldukları bir zamana kadar devam edecektir. İşte o zaman İmam-ı Zaman Hz. Mehdi (a.s) zuhur edecek, kafirlerin çoğu onun eliyle iman edecektir. İnsanlardan küfür ve maddeciliğinde ısrar edenler ise neslinden mümin kimseler vücuda gelmeyecek olanlardır.

ZUHUR ZAMANINI NASIL BİLİNİR?

Bu noktada akla şöyle bir soru gelebilir: "İmam-ı Zaman Hz. Mehdi (a.s) zuhur zamanının geldiğini nasıl anlayacaktır? Eğer Allah’ın kendisine haber vereceğini söylerseniz; o halde kendisine vahyediliyor demektir ve dolayısıyla da imamla peygamber arasında hiç bir fark kalmaz."

Evvela imamet bahsinde yer alan rivayet ve burhanlardan da anlaşıldığı üzere İmam (a.s) da gayb alemi ile irtibat halindedir ve ihtiyaç anında bir takım hakikatleri gaybi yolla bilmektedir.

Bu yüzden Allah Teala zuhur anını ona ilhamla bildirebilir. Hz. Sadık (a.s) "Çünkü o boruya (sur’a) üfürüldüğü zaman" ayetinin tefsirinde şöyle buyurmaktadır: "Bizlerden biri muzaffer,[354] ve gizli bir imamdır. Allah Teala onu zahir kılmak istediğinde kalbinde bir etki yaratır ve o da böylece kıyam eder."[355]

Ebu Carud şöyle diyor: Hz. İmam Muhammed Bakır'a "Kurban olayım, bana Sahib-ul Emr hakkında bazı bilgiler ver." diye arzedince şöyle buyurdu: "Geceleyin ibadet ederken insanların -Allah’tan- en çok korkanı ve sabah vakti insanların en cesur ve korkusuzu olmaktadır; programı gece-gündüz kendisine vahyolmaktadır." İmam’a (a.s) "Kendisine vahiy mi olmaktadır?" diye sordum. şöyle buyurdu: "Vahiy olmakta ama bu Peygamber’e vahiy olan bir vahiy değildir. Belki Hz. Meryem, Hz. Musa’nın annesi ve balarısına edilen vahy gibidir. Ey Eba Carud Al-i Muhammed’in Kâim’i Allah katında Meryem, Musa’nın annesi ve bal arısından daha değerlidir."[356]

Bu ve benzeri hadislerden de anlaşılmaktadır ki İmam-i Zaman’a (a.s) da vahy ve ilham edilmektedir. Ama buna rağmen imam ve peygamber arasında büyük bir fark vardır. Zira peygamber teşri sahibidir. Ona şeriat kanunları vahyedilmektedir. Ama imama kanun ve hükümler vahyolmamaktadır. İmam kanun ve hükümlerin hafız ve koruyucusudur.

Ayrıca, Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) imamlar vasıtasıyla zuhur zamanını ona haber vermiş olabilir. Örneğin bir takım belirli olayları zuhur zamanının alametlerinden saymış olabilir. Böylece İmam-ı Zaman (a.s) da o alametlerin zuhurunu gözetlemektedir. Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmaktadır: "Mehdi’nin zuhur zamanı gelince Allah Teala onun kılıç ve bayrağını konuşturur ve onlar da "Ey Allah’ın dostu, kalk ve Allah’ın düşmanlarını öldür." derler".[357]

Mezkur ihtimali tüm imamların programının mühürlenmiş bir şekilde Allah Teala tarafından Hz. Peygamber-i Ekrem’e (s.a.a) nazıl olduğunu ve Peygamber’in (s.a.a) de bunu Ali b. Ebu Talib’e (a.s) teslim ettiğine bildiren rivayetler de bu konuyu desteklemektedir. Bu rivayetlere göre, Hz. Ali (a.s)'ın hilafeti zamanında kendi sayfasını açtı ve onunla amel etti. Daha sonra onu İmam Hasan’a (a.s) verdi, o da aynı şekilde yaptı. İmamlardan her biri kendi zamanında kendisi için yazılana amel etmişlerdir. Şu anda da İmam-ı Zaman’ın program listesi kendi elinde bulunmaktadır.[358] 

KlYAM İÇİN GEREKLİ HAZIRLIKLAR BİR GECEDE TAMAMLANIR

Ayrıca Ehl-i Beyt (a.s) hadislerinden de istifade edildiği üzere Hz. Mehdi’nin (a.s) zuhuru esnasında bir takım olaylar vuku bulacak ki bu olaylar İmam’ın ilerleme ve başarıya ulaşması için gerekli şartları hazırlayacaktır. Öyle ki bazı hadislerde yer aldığı üzere Allah'ın iradesiyle bir gecede işleri düzelecek ve kıyamın ön hazırlıkları tamamlanacaktır. Örneğin:

Abdulazim Haseni Hz. İmam Muhammed Taki'den (a.s) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Kâimimiz Mehdi'dir ki gaybet döneminde onun zuhurunu beklemek ve zuhur edince de ona itaat etmek gerekir. O benim üçüncü (göbekten) evladımdır. Muhammed’i (s.a.a) peygamber, bizleri de imam seçen Allah’a andolsun ki eğer dünyanın bir günlük ömrü de kalsa Allah Tealâ Mehdi’nin zuhuru için o günü uzatır. Hz. Mehdi kıyam edecek ve zulümle dolan yeryüzünü adaletle dolduracaktır. Allah Teala onun işlerini bir gecede düzenler. Nitekim Kelimullah Hz. Musa’nın işini de bir gecede düzeltti. Musa eşi için ateş getirmeye gitti, ama risalet ve nübüvvet tacıyla geri döndü." Daha sonra İmam "Şiilerin en iyi amellerinden birisi kurtuluşu beklemektir."[359]  diye buyurdu.

Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmaktadır: "Vaadedilmiş Mehdi bizdendir. Allah Teala onun işlerini bir günde yoluna koyacaktır."[360] 

Hz. Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Sahib-ul Emr’in doğumu insanlara gizli kalacaktır. Ta ki zuhur ettiğinde hiç kimsenin bey’atı boynunda kalmasın. Allah Tealâ onun işlerini bir gecede yoluna koyacaktır."[361]

İmam Hüseyin (a.s) şöyle buyurmuştur: "Dokuzuncu (göbekten) evladımda Yusuf ve Musa’nın birer sünneti vuku bulacaktır. Biz Ehl-i Beytin Kâimi odur. Allah Teala onun işlerini bir gecede yoluna koyacaktır."[362]

 

KURTULUŞU BEKLEMEK

Müslümanların Hz. Mehdi İmam-ı Zaman’ın gaybeti zamanında mükellefiyetleri nelerdir?

Alimler bir takım vazifeler tayin etmiş ve kitaplarında yazmışlardır. Örneğin İmam’a dua etmek, onun adına sadaka vermek, onun adına hacca gitmek ve haccettirmek, İmam'ı Allah'a vesile kılmak vb. görevler… Elbette bunların hepsi de kendi yerinde iyidir ve izaha gerek yoktur. Rivayetlerde yer alan ve açıklama gerektiren en önemli vazife kurtuluşu beklemektir. Kurtuluşu bekleme hakkında masum imamlardan bir çok rivayet nakledilmiş ve hadis kitaplarında yer almıştır. Örneğin:

Hz. Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Her kim biz Ehl-i Beyt’in velayetiyle kurtuluşu bekler bir halde ölürse Kâim’in ordugahında yer alan kimse gibidir."[363] 

Hz. Rıza (a.s) babasından naklen Hz. Resulullah’ın (s.a.a) "Ümmetimin en iyi ameli kurtuluşu beklemektir." buyurduğunu nakletmektedir.[364]

Hz. Ali b. Ebi Talib (a.s) şöyle buyuruyor: "Bizim devletimizi bekleyen birisi Allah yolunda kanını ve canını veren kimse gibidir."[365] 

Hz. Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: "Sabır ve kurtuluşu beklemek ne kadar iyidir! Allah Tealâ’nın da Kur’anda "Öyleyse bekleye durun; şüphesiz ben de sizlerle birlikte bekleyenlerdenim."[366] diye buyurduğunu duymadınız mı? O halde sabırlı olun. Çünkü kurtuluş ümitsizlikten sonra gelecektir. Sizden öncekiler sizlerden daha sabırlı idiler."[367]

Bu ve benzeri hadisler oldukça fazladır. Ehl-i Beyt İmanları daima Şiaya kurtuluş beklentisi içinde olmalarını tavsiye ediyor ve şöyle buyuruyorlardı: "Kurtuluşu beklemek de bir çesit kurtuluştur. Kurtuluş beklentisi içinde olanlar hakikatte savaş meydanında kafirlerle savaşan ve kanını veren kimse gibidir. O halde gaybet zamanında müslümanların en büyük görevi şüphesiz ki kurtuluşu beklemektir."

Şimdi kurtuluşu beklemenin manasının ne olduğuna bakalım. İnsan nasıl bir kurtuluş beklentisi içinde olabilir? İnsanın sadece diliyle "Ben İmam-ı Zaman’ın zuhurunu bekliyorum." demesi yeterli midir? Veya ağlayıp sızlayarak "Allah’ım İmam-ı Zaman’ın zuhurunu tez kıl" dememiz yeterlimidir? Veya günlük namazların ardından mukaddes ziyaretgahlarda İmam’ın acilen zuhuru için dua etmemiz, Cuma günleri Nudbe duası okumamız yeterli midir?

Elbette ki bunların hepsi de kendi yerinde güzeldir, ama sadece bu amellerle "kurtuluşu bekleyen birisi" haline gelineceğini hiç sanmıyorum.

Her türlü sosyal görev karşısında yüksünen, iyiliği emretmeyen, kötülükten sakındırmayan, fesad karşısında susan, zulüm ve zorbalığa seyirci kalıp sadece" Allah’ım İmam-ı Zaman’ın zuhurunu acil kıl ki fesatları yok etsin." diye dua eden insan ile Allah yolunda her şeyinden geçen ve savaş meydanlarında al kanlara boyanan mücahid, hiç bir olur mu?

O halde kurtuluşu beklemenin daha değerli ve dakik bir manası olmalıdır. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için iki önemli hususu arzetmeyi gerekli görüyorum:

1- Hadislerden de anlaşıldığı üzere İmam-ı Zaman’ın (a.s) programı oldukça geniş ve zor bir programdır. Zira tüm dünyayı ıslah etmesi, zulmü bütünüyle yok etmesi, maddecilik ve küfrü ortadan kaldırması ve tüm insanları ilahi varlıklar haline getirmesi vaadedilmiştir. O, islam’ı tüm dünyaya hakim kılmalı, adaleti tüm dünyayı kaplamalı, insanları hayali ve yanlış fikirlerden kurtarmalı ve tüm insanları ilahi bayrak altında toplamalıdır; o tüm kavim, millet ve soyları tevhid bayrağı altında biraraya getirecek, dünyayı bizzat yönetecektir. Konuya vakıf bilimadamları ve araştırmacıların da tasdik ettiği üzere böyle bir program oldukça zor ve ağırdır; o kadar ki bazıları böyle bir şeyin gerçekleşebileceği hususunda şüphe bile etmektedirler. Böyle geniş ve yüce bir program ancak insanların fıtrat ve tabiatı tarafından kabul gördüğü zaman uygulanabilir. Efkar-ı Umumi (kamu oyu) o kadar ilerleme kaydetmelidir ki böyle bir ilahi programı arzulamalı ve İmam-ı Zaman’ın zuhuru için gerekli şartları temin etmeye çalışmalıdır.

2- Ehl-i Beyt’in hadislerinden de anlaşıldığı üzere İmam-ı Zaman (a.s) ve taraftarları savaş ve cihad vasıtasıyla küfür ve maddeciliğe galip olacak ve savaş gücüyle zulüm ve dinsizlik taraftarlarını yenmektedir. Bu hususta bir çok hadis vardır. Örneğin:

İmam Muhammed Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: "Hz. Mehdi (a.s) de ceddi Muhammed gibi kılıçla kıyam edecek, Allah ve Resulünün düşmanlarını katledecektir; kılıç ve korkuyla galib gelecek ve ordusunun hiç bir ferdi yenik düşmeyecektir".[368]

Beşir şöyle der: Ebu Cafer’e (a.s) şöyle bir soru sordum: İnsanlar diyorlar ki Mehdi kıyam edince işler kendiliğinden düzelecek ve bir damla kan dökülmeyecektir. Bu denilenler doğru mudur?" İmam (a.s) şöyle buyurdular: "Allah’a andolsun ki bu doğru değildir. Eğer böyle bir şey mümkün olsaydı Hz. Resulullah (s.a.a) için gerçekleşirdi. Halbuki Hz. Resulullah’ın (s.a.a) savaş meydanlarında dişleri kanadı ve mübarek alnı yarıldı. Allah’a andolsun savaş meydanlarında ter ve kanlar dökülmedikçe Sahib-ul Emr’in kıyamı başarıya ulaşmaz." İmam (a.s) bunu söylerken eliyle mübarek alnına dokundu.[369]

Anlaşıldığı gibi Hz. Mehdi’nin (a.s) zaferi sadece ilahi yardım ve gaybi güçle değildir. Mucizevî bir şekilde zahiri güçten istifade etmeksizin ıslah hareketlerini başlatmak istememektedir. İlahi yardımların yanısıra ordu ve silah gücünden de istifade edecektir. (ilim, teknoloji ve korkunç savaş silahlarının ilginç gelişimini de gözönünde bulundurunuz.)

O halde Hz. Mehdi’nin zuhur şartları nelerdir? Müslümanların bu hareket karşısında görevi nedir? Hangi durumda müslümanların Hz. Mehdi’nin cihanşumul bir kıyamı için hazır olduklarını ve ilahi güçle donanmış bir devletin ortaya çıkışını beklediklerini söyleyebiliriz? Ehl-i Beyt’in (a.s) hadislerinden anladığım kadarıyla İmam’ın gaybeti zamanında müslümanların görevi kendi nefislerini ıslah etmek için çalışmaları ve Kur’an ile amel etmeleridir. Keza İslam’ın toplumsal program ve hükümlerini kendi aralarında icra etmelidirler. İslam’ın iktisadi programlarını icra ederek iktisadi sorunları halletmeli, fakirlik, işsizlik ve malların belli ellerde toplanması önlenmeli, İslam’ın nurani kanunları vasıtasıyla zulüm ve haksızlık mümkün mertebe yok edilmeye çalışılmalı ve kısacası İslam’ın ibadi, hukuki, iktisadi, içtimai ve siyasi programları tümüyle icra edilmelidir. Böylece tüm insanlara bunun parlak sonuçlarını pratikte de göstermek mümkün olacaktır. Müslümanlar ilim ve teknoloji tahsilinde ciddi olmalı, eski geri kalmışlık ve gevşeklikleri telafi etmelidirler; sadece medeniyet kervanına ulaşmakla kalmamalı, her hususta en önde olmaya çalışmalı, insanlara İslam’ın nurani kanun ve hükümlerinin tüm sorunlarını halledebileceğini ve her iki alemin saadetini temin edebileceğini göstermeli, İslam’ın nurani program ve kanunları sayesinde medeni, bağımsız ve güçlü bir İslam devleti kurmaya çalışmalıdır.

Bununla yetinmeyip emperyalist güçlere karşı  mukavemet etmeli dünya milletlerini aydınlatmaya soyunmalıdırlar. Savunma gücünü takviye etmeli, askeri güçlenme ve savaş silahlarını temin konusunda gücü oranında çalışmalı, İslam’ın içtimai, iktisadi ve siyasi programlarını belirlemeli, bunları insanlara ileterek ilahi programların üstünlük ve değerini dünyaya ispat etmeli, dünya kamuoyunu ilahi kanunları kabule hazırlamalıdır. 

Bu yolda çalışanları; yani Hz. Mehdi İmam-ı Zaman’ın mukaddes hedeflerini gerçekleştirmek ve kıyamı için yukarida zikredilen gerekli şeyleri temin maksadıyla ciddi bir şekilde çalışanları "kurtuluşu bekleyen" adıyla adlandırmak ve hakkında "kendisini Mehdi’nin (a.s) kıyam ve zuhuru için hazırlıyor." demek yerindedir. Böyle fedakar insanların savaş meydanlarında al kanlara boyanan insanlar gibi olduğunu söylemek de mübalağa olmayacaktır.

Ama sorunlarını beşeri kanunların halletmesini bekleyen, İslam’ın siyasi, içtimai kanunlarını bütünüyle görmezlikten gelen, İslam’ın hükümlerini camilere hapseden, topluluk ve pazarlarında İslam'dan bir eser görülmeyen, fesad ve zulmün her çeşidini uygulayan ama "Allah’ım İmam’ın Zuhurunu acil kıl." demekten başka bir tepki göstermeyen, ilim ve teknolojide başkalarını taklid eden, aralarında ihtilaf ve dağınıklık olan, düşmanlarla anlaşan, ama kendi aralarında uzlaşamayan bir topluluk hakkında "Al-i Muhammed’in (a.s) devletini ve Mehdi’nin (a.f) hareketini bekleyen bir millettir" demek elbette ki mümkün değildir. Böyle insanlar İslam’ın cihanşumül hükümetinin kurulması için hazırlıklı değillerdir; her gün yüzlerce defa "Allah’ım İmam Mehdi’nin (a.f) zuhurunu acil kıl." deseler de durum değişmeyecektir.

Bu konuyu, kurtuluşu beklemekle ilgili rivayetlerden de açıkça anlayabiliriz. Ayrıca diğer rivayetlerde de buna işaret edilmiştir. Örneğin İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmaktadır: "Bir ok  saklamakla da olsa kendinizi savaş ve cihad amacıyla Kâimimizin zuhur ve kıyamı için onun safında yeralmaya hazırlayın."[370] 

Abdulhamid Vasiti şöyle der: Hz. Bakır’a (a.s) şöyle arzettim: Biz zuhuru beklerken iş-gücümüzden olduk." İmam şöyle buyurdu: "Ey Abdulhamid! Canını Allah yoluna adayan birinin işlerini Allah Teala’nın düzelteceğine inanıyor musun? Allah’a andolsun ki Allah işlerinde kolaylık sağlayacaktır. Allah emrimizi ihya eden kula rahmet etsin." Abdulhamid şöyle dedi: -Eğer Kâim’in kıyamından önce ölürsem ne olacak?- İmam şöyle buyurdu: "Sizlerden her kim -Eğer Kâimi derkedersem ona yardım edeceğim- derse o imamla birlikte düşmana kılıç sallayan ve hatta onun yanında şehadete eren kimse gibidir."[371]

Ebu Basir şöyle diyor: Birgün İmam Sadık (a.s) ashabına şöyle buyurdu: "Sizlere amellerinizin Allah nezdinde kabul sebebi olan şeyleri haber vereyim mi?" Ebu Besir -Evet ey Resulullah’ın evladı!- dedi. İmam: "Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:" dedi, "Allah’ın birliğine ve Muhammed’in (s.a.a) peygamberliğine şehadette bulunmak, bizlerle dost olmak düşmanlarımızdan uzak durmak imamlar karşısında teslim olmak, takva, ciddiyet, sükunet ve Kâim’in kıyamını beklemektir" dedi. Daha sonra şöyle devam etti: "Bizim Allah Teala’nın istediği bir zamanda kurulacak olan bir devletimiz vardır. Kâim’imizin dost ve ashabından olmak isteyen kurtuluşu beklemelidir. Takva sahibi olmalı, iyi ahlak ile ahlaklanmalı ve Kâim’imizin zuhurunu beklemelidir. Eğer bu hal üzere ölürse Mehdi’ye kavuşan kimselerin sevabına nail olur. Ey şiiler! Ciddi bir şekilde çalışıp çabalayın ve Mehdi’nin zuhurunu bekleyin! Ey Allah’ın rahmet ve teveccühüne mazhar olanlar, zaferiniz kutlu olsun!"[372] 

KIYAM ETMENİN CAİZ OLMADIĞINI İFADE EDEN HADİSLERİN TAHLİLİ

(1. BÖLÜM)

Yukarıda belirtilen noktalardan da anlaşıldığı gibi şia dünyası Hz. Mehdi’nin (a.s) gaybeti zamanında İslam hükümetini kurmak ve İslam’ın içtimai ve siyasi kanunlarını bütünüyle icra etmek için çalışmakla yükümlüdürler. Bu vesileyle Mehdi’nin (a.f) cihanşumul kıyam ve zuhurunun önhazırlıklarını yapıyorlar. Halbuki bazı hadisler Mehdi’nin (a.s) kıyamından önce yapılacak olan her türlü kıyamı yasaklamaktadır, bu hadislerı iki açıdan incelemek gerekir. Birincisi sened yönünden sahih ve muteber olup olmadığına bakmalıyız. İkinci olarak mana yönünden ele almalı ve bu hadislerin her türlü kıyam ve hareketi yasak kıldığına delalet edip etmediğine bakmalıyız. Elbette hadislerde inceleme yapmadan önce önbilgi olarak birtakım konuları hatırlatmayı gerekli görüyoruz. O halde meseleyi iki bölümde inceleyeceğiz.

1- İslam'da devlet

2- Hadislerin incelenmsi

İSLAM’DA DEVLET KAVRAMI

İslam’ın kanun ve hükümlerini incelediğimizde İslam dininin sadece itikadi ve ibadi bir din olmadığını görüyoruz. İslam tam anlamıyla itikadi, ibadi, ahlaki, siyasi ve sosyal bir dindir; İslam’ın kanun ve hükümleri tamamıyla iki kısma ayrılır:

1- Ferdi Hükümler: Namaz, oruç teharet, necaset, hac, yiyecekler, içecekler vb. insanın bunlarla amel etmesinde devlet ve sosyal yardımlaşmaya ihtiytacı yoktur. Tek başına da bunları yapabilir.

2- İçtimai Hükümler: Cihad, savunma, iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, ihtilafları halletmek, kısas, hudud, diyetler, tazirler, medeni ve yargı hükümleri, müslümanların kafirler ve birbirleriyle olan ilişkileri, zekat, hums vb. gibi hükümler insanların siyasi ve içtimai hayatıyla ilgilidir. İnsanlar birlikte yaşamak zorunda olduğundan toplumsal hayatlarında bir takım sürtüşmelerle karşılaşmakta, bu yüzden de her türlü saldırganlığı önleyecek birtakım kanunlara ihtiyaç duyulmaktadır. Mukaddes İslam dini bu önemli ve hayati meseleyi unutmamıştır. Bu yüzden hukuki, cezai ve medeni kanunlar tedvin etmiş, ihtilafları halletmek için bir takım adli hükümler öngörmüştür. Allah yolunda cihad, İslam ve müslümanları savunmak da İslam’ın kanun ve hükümlerinin büyük bir bölümünü teşkil etmektedir. Bu hususta onlarca ayet ve yüzlerce hadis vardır. Örneğin Allah Tealâ müminlere şöyle buyurmaktadır.

 

* * * * * * * * * *

"Allah hakkında gerektiği gibi cihad edin." (Hacc/78)

"(Yeryüzünde) Fitne kalmayıncaya ve din (yalnız) Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın." (Bakara/193)

"…Bu durumda küfrün önderleriyle çarpışın. Çünkü onlar yeminleri olmayan kimselerdir; belki cayarlar." (Tevbe/12)

Bu ayetlerden müslümanların İslam’ın tanıtılması  ve küfürle savaş için cihad etmekle yükümlü oldukları anlaşılmaktadır. Hatta bazı ayetlerde savunma güçlerini arttırmak için çalışmaları ve düşmanlar karşısında mücehhez ve hazır bir güç bulundurmaları emredilmektedir.

Kuran-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın. Bununla Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanınız ve bunların dışında sizin bilmeyip Allah’ın bildiği diğer (düşmanları) korkutup caydırasınız diye." (Enfal/60)

O halde sonuç olarak diyebiliriz ki askeri teşkilat ve tesisler İslam’ın bir parçasıdır. Müslümanlar savunma gücünü arttırmak, keşifler, her türlü silahların üretimi… vb. hususlarda ciddi bir şekilde çalışmakla yükümlüdür. Öyle ki İslam düşmanları, daima İslam gücünden korkmalı ve müslümanlara saldırıda bulunmayı akıllarından bile geçirmemelidirler.

İYİLİĞİ EMRETMEK VE KÖTÜLÜKTEN SAKlNDlRMAK

İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak da İslam’ın önemli ilkelerinden biri olup tüm müslümanların görevidir. Tüm müslümanların zulüm, fesad, istikbar, saldırı, günah ve tecavüze karşı mümkün olan her yolla savaşmaları farzdır. Ayrıca tevhid ve dindarlığın yayılması ve insanların hayır ve salaha daveti için çalışıp çabalamak da farzdır. Bu hususta onlarca ayet ve yüzlerce rivayet vardır. Örneğin Kur’an şöyle buyurmaktadır: "Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır." (Al-i İmran/104)

"Siz insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah’a iman edersiniz." (Al-i İmran/110)

KISACA

 İslam'ın içtimai ve siyasi hükümleri (cihad, savunma yargı, hukuki, icrai ve medeni kanunları, iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, fesadla savaş, sosyal adaletin sağlanması…vb.) belirli bir düzen ve yapı gerektirmektedir. Bunlar İslami bir hükümet olmayınca icra edilemez.

O halde denilebilir ki İslam'ın hukuki, askeri, güvenlik, iktisadi, içtimai ve siyasi programları İslam dininde bilfiil varolan bir şeydir. İslam dininin sahibi böyle kanun ve programlara gereken önemi vermekle kalmamış bunların icra gücü olan İslam hakimine de (ululemr) yeterince önem vermiştir. Cihad ve savunma savaşı, askeri bir teşkilatlanma olmaksızın gerçekleşebilir mi? Zulüm, tecavüz, başkalarının hakkına saldırı, sosyal adaleti yok etmek vb. kötülüklerle savaşmak ve anarşiyi önlemek güvenlik ve yargı organları olmaksızın gerçekleşebilir mi?

İslam böyle kanun ve programları teşri ettiği için, bu kanunları uygulayacak birisini de elbet belirlemiş olsa gerek. İslam devletinin manası da budur. İslam hakimi işbu geniş idarenin başında bulunandır. Bu şahıs ilahi kanunları tümüyle icra ederek insanları idare etmektedir. O halde İslam'da devlet vardır ve de onun ayrılmaz bir parçasıdır.

HZ. RESULULLAH (S.A.A) MÜSLÜMANLARlN İDARECİSİYDİ

Hz. Resulullah (s.a.a) hayattayken İslami hükümetin başında bulunuyordu. Müslümanların işlerini idare ediyor ve Allah tarafından bu büyük görevi yapmak için geniş bir yetki taşıyordu. Kur'ân-ı Kerim şöyle buyurur: "Peygamber müminler için kendi nefislerinden daha evladır."[373]

"Öyleyse aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların isteklerine uyma."[374]

O halde Hz. Resulullah (s.a.a) iki makama sahipti: Bir yandan vahy vesilesiyle Allah Teâla ile irtibat halindeydi; şer'i hüküm ve kanunları alıp insanlara iletiyordu; diğer taraftanda İslam ümmetinin idareciliğini yapıyordu. İslam'ın sosyal ve siyasi program ve kanunlarıyla müslümanları idare ediyordu.

Hz. Resulullah'ın (s.a.a) siretini incelediğimizde, O'nun müslümanların işlerini ıslah ettiği ve onlara hükmettiği açıkça görülür. Hakim ve vali tayin ediyor, kadı gönderiyor, cihad emri veriyor, kısacası bir ümmetin idaresi için gerekli tüm işleri yapıyordu.[375]

Bu görev Allah tarafından kendisine verilmişti, İslam'ın içtimai ve siyasi hükümlerini icra etmekle yükümlüydü. Müslümanlar da cihad etmekle görevliydi ve Hz. Resulullah (s.a.a) da onları cihad için seferber kılmakla görevlendirilmişti. Örneğin Kur'ân şöyle buyuruyor: "Ey Peygamber, müminleri savaşa hazırlayıp-teşvik et."[376]

"Ey Peygamber, kafirlerle ve münafıklarla savaş ve onlara karşı şiddetli davran" (Tevbe/73)

Hz. Resulullah (s.a.a) insanlara hükümet etmek ve aralarında hükmetmekle görevliydi. Nitekim Kur'ân'da şöyle buyurulmaktadır:

"Şüphesiz Allah'ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için biz sana kitabı hak olarak indirdik. (Sakın) hainlerin savunucusu olma."[377]

Buradan da anlaşıldığı üzere Hz. Resulullah (s.a.a) nübüvvet, vahy alma ve insanlara iletme makamına sahib olmakla birlikte müslümanların idareciliği ve hükümeti makamında da bulunuyordu. İslam'ın içtimai ve siyasi hükümleriyle müslümanları idare etmekle yükümlüydü ve bu hususta tam bir yetkiye sahipti. Öte yandan müslümanlar da, Resulullah'ın (s.a.a) devletle ilgili ve diğer emirlerine itaat etmekle görevliydiler. Nitekim Kur'ân-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de".[378]

 "Allah'a ve Resulüne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider."[379]

"Biz peygamberlerden hiç kimseyi, ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik."[380]

Bu vb. ayetlerde Hz. Resulullah'a (s.a.a) itaat, Allah'a itaatin yanında yer almış, müslümanlara hem Allah ve hem de Resulüne itaat etmeleri emredilmiştir. Allah'a itaat ise Resulullah (s.a.a) vasıtasıyla gönderilen hükümlere itaat etmekle gerçekleşir. Öte yandan müslümanlara, Resulullah'ın (s.a.a) özel emirlerine itaat etmek de farz kılınmıştır. Resulullah'ın (s.a.a) özel emirleri ise hükümet ile ilgili emirleri olup müslümanların hakimi olarak teşri ettiği hükümlerdir. Bu yüzden itaat etmek de farzdır. Elbette Resule itaat Allah'a itaatten bağımsız ve ayrı bir şey değildir. Belki Allah öyle emrettiği için ona itaat etmek de farz kılınmıştır. O halde hükümet asr-ı saadette de dinin bir parçasıydı ve Hz. Resulullah (s.a.a) bilfiil bu görevi yürütüyordu.

 

HZ. RESULULLAH'TAN (S.A.A) SONRA İSLAM DEVLETİ

Hz. Resulullah'ın (s.a.a) vefatından sonra nübüvvet, teşri ve vahy sona erdi, ama dini hüküm ve kanunlarla bu cümleden olarak İslam'ın sosyal ve siyasi programları müslümanlar arasında baki kaldı. Burada insanın aklına şu soru gelmektedir: "Acaba Hz. Resulullah'ın (s.a.a) vefatından sonra hakimiyet ve idarecilik makamı da nübüvvet makamı gibi bütünüyle sona mı ermiştir? Hz. Resulullah kendisinden sonraki hakim ve idareci hakkında hiç bir teşebbüsde bulunmamış mıdır? Bu işi müslümanlara mı bırakmıştır? Yoksa hassas ve oldukça önemli bu meseleden gaflet ederek bu makama hiç kimseyi tayin etmemiş midir?

Şiiler müslümanların hakimi, İslami kanun ve programların icraatçısı olan Hz. Resulullah'ın İslami hükümetin devam etmesi gerektiğinin tümüyle farkında olduğuna inanmaktadırlar. O, müslümanların devletsiz yaşayamayacağını çok iyi biliyordu. Bir devletin İslami olması için de idarecisinin alim, İslam'ı tanıyan, takvalı, emin ve adil birisi olması gerekir. Böyle bir idareci dini program ve hükümleri uygulayarak İslam hükümetini ayakta tutar. Bu yüzden Hz. Resulullah (s.a.a) Allah'a davetin başlangıcında uygun fırsatlarda Hz. Ali'yi (a.s) müslümanların imamı ve kendi halifesi olarak tanıttı. Bu husustaki bir çok hadis sünni-şii kitaplarında mevcuttur. Bu cümleden olmak üzere Ved'a Haccı'nda Gadir-i Hum denilen yerde mola verdi ve ashabından binlerce kişi önünde şöyle buyurdu:

"Ben müminler için kendi nefislerinden daha evla değil miyim?" Orada olanlar "Evet, ya Resulullah" dediler. Daha sonra şöyle buyurdu: "Ben her kimin velisi (idarecisi, hakimi) isem Ali de onun velisidir. Allah'ım! Ali'nin dostlarına dost ve düşmanlarına düşman ol." Bu esnada Ömer b. Hattab Hz. Ali (a.s) ile görüştü ve ona şöyle dedi: "Ey Ebu Talib'in oğlu! Yeni makamın uğurlu ve kutlu olsun! Sen benim ve kadın-erkek bütün müminlerin velisi oldun."

Bu hadislerden de anlaşıldığı üzere Hz. Resulullah (s.a.a) müslümanlara devlet başkanlığı yapmış ve bu makamı kendinden sonra Hz. Ali'ye (a.s) bırakmıştır. Ne var ki onu çok daha önceden bu makamı üstlenmeye hazırlamış, gerekli ilim ve bilgilerini ona aktarmıştır. Keza onun zati bir ismet ve ilim makamının olduğunu da biliyordu, dolayısıyla onun imamet makamına salahiyetli olduğundan da haberdardı. Bu yüzden Allah'ın emriyle onu bu makama seçti. Hz. Ali b. Ebu Talib (a.s) hem İslam'ın hüküm ve kanunlarının hafızı, hem de bu kanunların icraatçısıydı. Hz. Resulullah (s.a.a) Gadir-i Humd'a velayet makamını, Hz. Ali'ye (a.s) bıraktı. Ömer de bunu biliyordu ve bu yüzden de onu kutladı.

Müslümanlar da bu manayı derkederek kendisine bey'at ettiler, ona sadık kalacaklarına söz verdiler. Mevzu bundan başka bir şey olsaydı, biate ne gerek vardı?

HZ. ALİ B. EBU TALİB (A.S) HZ. RESULULLAH'lN (S.A.A) MENSUB HALİFESİYDİ

Hz. Resulullah (s.a.a) Allah'ın emriyle imamet makamını Hz. Ali'ye (a.s) devrederek bu vesileyle müslümanların imametini ve kendi hakimiyetini devam ettirdi. Neyazıkki Hz. Resulullah'ın (s.a.a) vefatından sonra ashabdan bazısı hilafeti ele geçirmeye kalkıştılar. Halkın cehalet ve zayıflığından istifade ederek Hz. Ali'nin (a.s) meşru hakkını ele geçirdiler ve böylece İslam hükümetini asıl yolundan saptırdılar. Hz. Ali'nin (a.s) bey'atten çekinmesi, onca hutbeler okuması ve şikayetlerde bulunması da müslümanların idarecilik ve hakimiyet makamının gasbedilmesi sebebiyleydi; dini öğretiler ve hükümleri beyan etmek için değil. Halifeler hükümleri beyan etmeyi Hz. Ali'nin (a.s) elinden almamışlardı. Hatta halifeler hazretin ilmi şahsiyetini itiraf etmekte ve zor durumda kaldıklarında sorunları halletmek için kendisine müracaat etmekteydiler.

Hz. Ali (a.s) halife olunca tüm devlet işlerini uhdesine aldı. Vali ve kadı tayin ediyor, zekat ve hums toplamak için memurlar gönderiyordu; cihad ve savunma hükmü veriyor, ordu komutanları tayin ediyor vb. hükümet işlerini bizzat yürütüyordu. Talha ve Zübeyr muhalefet etmiş, Cemel savaşına sebeb olmuşsa bu, onların Hz. Ali'nin (a.s) ilmi makamına değil, onun iktidarına karşı olmalarındandı. Ebu Süfyanoğlu Muaviye'nin hükümleri beyan konumunda Hz. Ali (a.s) ile hiç bir anlaşmazlığı yoktu, aksine, Muaviye'nin tek derdi iktidarı ele geçirmekti.

Görüldüğü gibi Hz. Resulullah (s.a.a) vefat edince İslami hükümet dönemi sona ermemiştir, aksine, Hz. Ali'nin (a.s) bu makama seçilmesiyle İslami hükümetin devam etmesinin gereği vurgulanmıştır. Buradan da anlaşılmaktadır ki Allah Teâla daima sosyal ve siyasi kanunların icra edilmesini ve tarih boyunca İslam devletinin devam etmesini istemiştir. Hz. Ali'de (a.s) imamet ve hakimiyet makamına, kendisinden sonra Hz. Hasan'ı (a.s) o da kendisinden sonra İmam Hüseyin'i (a.s) ve o da oğlu Hz. Seccad'ı (a.s) tayin etmişlerdir. Böylece her imam kendisinden sonraki imamı tayin etmiştir. İmamların hepsi de ismet, taharet, ilim, ilahi bilgi ve zati kemal ve salahiyet makamının yanısıra müslümanların hakimiyet ve imamet makamına da sahipti. O halde masumların hakimiyeti İslam'ın kopmaz bir parçasıdır. Ne varki bazılarının iktidar hırsı yüzünden Ali (a.s) dışında (ki o da kısa bir müddet için) hiçbir imam, kendi meşru hakları olan hakimiyet makamına bilfiil geçememiş ve İslam'ın egemenliğini devam ettirememiştir.

GAYBET ZAMANlNDA İSLAM DEVLETİ

Şimdi şu soru karşımıza çıkmaktadır: İslam'ın siyasi ve sosyal programları ve hükümlerinin gaybet zamanındaki durumu ne olacaktır? Acaba masum bir imamın olmadığı zamanlarda Allah Teâla siyasi ve sosyal hükümlerden el mi çekmiştir ve müslümanların hiç bir görevi yok mudur? Acaba İslam'ın büyük bir bölümünü teşkil eden bu hükümler sadece Hz. Resulullah'ın (s.a.a) kısa hayat dönemi için teşri edilerek, Hz. Mehdi (a.f) zuhur edinceye kadar öylece bir köşeye mi itilmelidir? Bu uzun müddet boyunca İslam, cihad, savunma hadlerin icrası, kısas, ta'zirler, zulümle savaş, mahrumları koruma, fesadla mücadele vb. hükümlerden el çekmiş ve İslam'ın bu büyük bölümünü Hz. Mehdi'nin (ruhumuz ona feda olsun) zuhuruna kadar ertelemiş midir? Bunca ayet ve rivayetlerin sadece tartışmak ve bahsetmek için kitaplarda yer aldığını söylemek ne derece inandırıcı olacaktır? Akl-ı selim hiçbir müslüman böyle bir iddiada bulunmaz elbet, İslam düşünürleri bu hükümlerin de icra için geldiğini elbet bilirler. Bu da demektir ki İslam dini her asırda hükümlerinin icra edilmesini istemektedir. İslam'ın siyasi ve sosyal hükümleri teşri ettiği ama bunları icra edecek bir mevki düşünmediği elbette söylenemez.

GAYBET ZAMANlNDA MÜSLÜMANLARlN DURUMU

Hz. Peygamber (s.a.a) ve masum imamların Allah tarafından müslümanların idareciliğine tayin edildikleri doğrudur ve bu yolda çalışmak gerekir; ama asıl görev müslümanlara bırakılmıştır. İslami hükümetin teşkili ve Peygamber veya İmam'ı hakim kılmak için ciddi bir şekilde çalışmalı, onlara bu hususta itaat etmelidir. Masum imamın olmadığı zamanlarda da müslümanlar İslami bir hükümetin teşkili ve İslam'ın siyasi ve sosyal hükümlerinin icrası yolunda ciddi bir şekilde çalışmalıdırlar. Çünkü İslam her zamana şamil bir dindir ve neticede bu zamanda da hükümlerinden el çekmemiş ve müslümanlardan bu hükümlerle amel etmesi istenmiştir. Nitekim İslami hükümlerin çoğu müslümanların geneline hitap etmektedir.

Örneğin: "Allah adına gerektiği gibi cihad edin."[381]

"Hafif ve ağır savaşa kuşanıp çıkın ve Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad edin."[382]

"Allah'a ve O'nun Rasulüne iman ederseniz mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz."[383]

"Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın (ancak) aşırı gitmeyin."[384]

"İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Öyleyse şeytanın dostarıyla savaşın. Hiç şüphesiz şeytanın hileli düzeni pek zayıftır."[385]

"Fitne kalmayıncaya ve din, yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın."[386]

"Size ne oluyor ki Allah yolunda savaşmıyor sunuz?"[387]

"Küfrün önderleri ile çarpışın."[388]

"Sizde müşriklerle topluca savaşın."[389]

"Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın."[390]

"Hırsız erkek ve hırsız kadının (çalıp) kazandıklarına bir karşılık Allah'tan da "tekrarı önleyen kesin bir ceza" olmak üzere ellerini kesin."[391]

"Zina eden kadın ve zina eden erkeğin herbirine yüzer sopa vurun."[392]

"Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun."[393]

"Ey iman edenler! Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun."[394]

Bu ve benzeri birçok ayetlerde bütün müslümanlara hitap edilmiştir ve onlardan İslami hükümetin salahiyetinde olan toplumsal görevleri ifa etmeleri istenmiştir. Örneğin Allah yolunda cihad etmeleri, düşmanlarla, küfrün elebaşları ve müstekbirlerle savaşmaları, insanları hayır ve selaha davet etmeleri, fesad, günah ve zulümle savaşmaları emredilmiş, dünyada adaleti ikame etmeleri ve ilahi hükümleri icra etmeleri istenmiştir.

Bu mevzu etrafında düşünülecek olursa kolayca anlaşılacaktır ki mezkur önemli sosyal işlerin icrası geniş bir yargı mekanizması ve İslam devleti olmaksızın imkansızdır. Müslümanlar da kendilerinden bu istendiği için İslam'ı bir hükümetin ön şartlarını temin etmekle görevlidirler. Başka bir deyişle, tüm boyutları ile din; İslami bir devlet olmaksızın icra ve ikame edilemez. Bilindiği gibi dinin ikamesi bütün müslümanların görevidir. Allah Teâla şöyle buyurmaktadır: "O: "Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" diye dinden Nuh'a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi İbrahim'e Musa'ya ve İsa'yada vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri etti."[395]

Kur'ân'ın genel hitabeleri İslam'ın ictimai ve siyasi hükümlerinin devamlılığı ve Kur'ân'ın ilgili ayetinden de anlaşıldığı üzere müslümanlar masum bir imamdan mahrum oldukları zaman bizzat İslami bir devlet kurmak için çalışmak, tüm boyutları ile dini ikame etmeye çaba sarfetmelidirler.

Başka bir deyişle, eğer devlet olmaksızın yaşanılamayacağına, Allah Teâla'nın kargaşalığı sevmediğine, insanın dünyevi ve uhrevi saadeti için özel bir devlet sistemi öngördüğüne, bu maksatla siyasi, ictimai hükümler teşri ettiğine, İslami devletin teşkili ve İslam'ın ictimai ve sosyal, hükümlerinin icrasının Hz. Resulullah'ın (s.a.a) hayatına münhasır olmadığına, bu hükümlerin tüm asırlar da icra edilmesi gerektiğine ve dini tüm boyutları ile uygulamanın müslümanların görevi olduğuna inanıyorsak İmam-ı Zaman'ın gaybeti zamanında da müslümanların en büyük görevinin İslm devletini te'sis etme yolunda ciddi bir şekilde çalışmak olduğunu söylemek gerekir. Böylece İslam'ın siyasi ve içtimai hükümlerinin icra edilmesiyle sıhhatli bir çevre oluşturulacak ve bu çevrede Allah Teâla'ya ibadet ve itaat edilecek, nefisler terbiye olacak ve Allah'a doğru yapılan seyr-u süluk için gerekli şartlar gerçekleştirilebilecektir.

 

 

İKİ DELİL

Devlet tesisinin zarureti ve bu devleti devam ettirmek için çalışmanın gerekliliği akl-ı selim sahibi herkesin kabul ettiği sarih bir delildir. İslam da bu akli delili reddetmemiş, teyid etmiştir. Bu yüzden Uhud savaşında İslam Peygamberi'nin (s.a.a) öldürüldüğü haberi savaşla meşgul olan İslam askerlerinin kulağına çalınınca morallerini kaybederek dağıldılar. İşte o sırada şu ayet nazil oldu.

"Muhammed yalnızca bir peygamberdir. Ondan önce nice peygamberler gelip-geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz topuklarınız üzerinde gerisin geriye mi döneceksiniz?"[396]

Yani Peygamber'in ölümü veya öldürülmesi ile içtimai düzeninizi kaybedecek ve cihaddan el mi çekeceksiniz? Görüldüğü gibi mezkur ayet içtimai ve İslami düzenin korunup sürdürülmesini müslümanların selim aklına havale etmiştir. İlgili ayet Hz. Peygamber'in (s.a.a) ölümü veya öldürülmesi halinde müslümanların içtimai ve İslami düzenlerinden el çekmemesi ve cihadı terketmemeleri gerektiğini vurgulamaktadır.

İkinci delil ise şudur: Hz. Resulullah'ın (s.a.a) vefatından sonra Sakife-i Beni Saide'de toplananların hepsi İslami hükümetin devamlılığını savunuyor hiç kimse bir hakim ve halifeye ihtiyaç olmadığını iddia etmiyordu, yegane ihtilaf halifenin kim olacağı hususundaydı. Ensar, "Emir ve halife bizden olmalıdır" diyordu. Muhacirlerse "Biz bu makama daha layığız" diyor bazıları da "Biz emir olalım sizler vezir olun." diyordu. Kimi de "Bizden bir kişi ve sizden de bir kişi emir olsun." diyordu. Ama hiç kimse, "halifenin varlığı zaruri değildir, halife olmaksızın da biz yaşayabiliriz." demiyordu.

Hatta Hz. Ali (a.s) Hz. Resulullah (s.a.a) tarafından bu makama tayin edildiğini ve bu ilahi hakkının zayi edildiğini söylüyordu. Nitekim Sakife-i Beni Saide cereyanına muhalefet etti, ashabtan bazısı da onu destekledi. Ama hiç kimse Hz. Resulullah'ın (s.a.a) hükümetinin devam etmemesi gerektiğini iddia etmedi. "Halifenin ne zarureti var ki bu kadar acele ediyorsunuz?" diye itiraz edilmedi, Hz. Ali (a.s) "Ben bu makama daha layığım, zira Hz. Resulullah (s.a.a) beni bu makama tayin etti, zati liyakat, ismet ve ilim sahibi biriyim" diyordu. Hz. Ali (a.s) da hakkının zayi edildiğini ve İslami hilafetin raydan çıkartıldığını söylemesine rağmen sadece İslami hükümetin beka ve devamlılığı uğruna halifelere muhalefet etmek ve onları zayıflatmak teşebbüsünde bulunmadı. İslam'ın azametinin devamı için onlara fikri açıdan yardım da ediyordu. Halifeler tarafından yakın akrabalarına verilen görevleri kabul ediyor, onları bu makamı kabulden alıkoymuyordu. Buradan da anlıyoruz ki Hz. Ali (a.s) bir devletin varlığını lazım ve gerekli biliyordu. "Hüküm sadece Allah'ındır." diyen haricilere "Bu hak bir sözdür; ama bununla batıl kasdedilmektedir, evet hüküm sadece Allah'ındır. Ama onlar "Emirlik ve hükümet Allah'ındır." diyorlar. Halbuki insanlara iyi veya kötü emir lazımdır. Ta ki mümin bu emirlik sayesinde salih amellerde bulunsun, kafir güvenlik ve emniyet içinde yaşasın, Allah taktir ettiği zamanı onunla yürütür, taki devlet başkanı vasıtasıyla ganimet ve vergiler toplansın, onun vasıtasıyla İslam düşmanlarıyla savaşılsın, yolların güvenliği sağlansın, zayıfın hakkı güçlüden alınsın, böylece iyiler rahat ve huzur içinde yaşasın ve kötülerin şerrinden emanda kalınsın."[397]

O halde İslam devletinin tesisi ve devamının zarureti hususunda asla şüphe etmemek gerekir. Bu önemli ve ağır görev tüm müslümanlara bırakılmıştır. Peygamber ve masum imam aralarında olduğu zaman onların devletini tesis ve takviye etmeye çalışmalı, onlar olmadığı zaman da İslami, özellikle de siyasi ve içtimai meseleleri bilen, takva sahibi, siyasi liyakati olan ve idarecilik dirayetine sahip bir fakihi imamlık makamına seçmelidirler. Zira böyle bir şahsın önderlik ve hakimiyeti masum imamlarca da kabul edilmiş ve tavsiye edilmiştir. Böyle bir şahıs İslam ümmetine önderlik edebilir ve İslam'ın siyasi-içtimai programlarını icra edebilir.

Burada şunu da önemle hatırlatmak gerekir ki İslami hükümet ve velayet-i fakih konusu oldukça dakik ve uzun bir konudur, başlıca bir kitap yazmayı gerektirir, bu kısa bahsimizde meseleyi teferruatıyla ele alamayacağımız ortadadır. Bu yüzden Mehdi'nin (a.s) kıyamından önce kıyam ve devlet kurmayı caiz görmeyen hadisleri şüpheli bir bakış açısıyla değerlendirmek gerekir. Zira cihad, savunma, hudud, diyet, kısas, ta'zirler, yargı, şehadet, iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, zulümle savaş, mahrumları savunma… vb. hükümler İslam'ın kesin hükümlerindendir ve bunda hiçbir şüpheye de yer yoktur. Bu hükümler mutlaka icra edilmelidir. Bu hükümlerin icrası için de İslami bir devletin varlığı zaruridir. İslami bir devletin teşkili için de cihad ve toplu kıyamlar yapılmalıdır. O halde mezkur hadisler, bu bakış açısıyla incelemek gerekir. Uygun bir fırsatta bu konuyu dakik bir şekilde incelemeyi ve daha iyi bir değerlendirmesini yapmayı ümid ederiz.

HADİSLERİN İNCELENMESİ

(2. BÖLÜM)

Şimdi Hz. Mehdi'nin (a.s) kıyamından önce yapılacak olan her türlü kıyama karşı çıkan hadisleri incelemeye çalışalım. İslam'ın büyük bir bölümünü içtimai ve siyasi hükümler teşkil etmektedir. Allah yolunda cihad, İslam ve müslümanları savunmak, küfürle savaş, mahrum ve mustaz'afları savunmak, iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak… tek kelimeyle dinin ikamesi müslümanların kesin ve zaruri görevlerindendir. Ama bazı kimseler birkaç hadise bakarak bu önemli görevini terkedebilir ve bir takım dini merasimler ile kendini avutabilir. Bu yüzden mezkur hadisleri tümüyle incelemeye çalışacağız. Bu hadisler genel olarak beş kısma ayrılmaktadır.[398]

1. KlSlM

Bazı hadislerde şiilere zımnen şöyle tavsiye edilmektedir: Kıyam eden ve sizleri silahlı kıyama davet eden kimselerin davetini dikkatle düşünüp taşınmadan kabul etmeyin, kıyam edeni ve hedefini araştırın, eğer rehberlik şartlarına sahib olmaz veya batıl bir hedefi takib ediyorsa Peygamber hanedanından bile olsa davetine icabet etmeyin. Örneğin şu hadis: Yani: İys b. Kasım şöyle diyor: "Hz. Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğunu duydum. "Bir ve eşi olmayan Allah'tan sakınınız. Nefsinizi kontrol ediniz. Allah'a andolsun bir adamın hayvanları olsa ve bir çoban tutsa ama bir müddet sonra bu çobandan daha iyi ve becerikli birini bulsa o önceki çobanı terkeder ve bu yeni çobanı tutar. Allah'a andolsun ki eğer iki canınız olsaydı birinci canınızla savaşır, tecrübe edinir ve diğer canınız baki kalıp eski tecrübelerden istifade etseydi (hiç bir sakıncası olmaz) öyle yapardınız. Ama hakikat öyle değildir. Herkesin bir canı vardır. Yok olan artık dönemez. O halde iyi düşününüz ve en iyi yolu seçiniz. O halde bizden olan biri gelir ve sizi kıyama davet ederse dikkatle düşününüz, hangi maksatla kıyam ettiğine bakınız. Sırf başkaldırmış olmasına kanarak. "Zeyd b. Ali de kıyam etmişti" demeyiniz. Zira Zeyd alim ve doğru bir insandı. O sizi kendi nefsine çağırmıyor, Ehl-i Beyt'in rızasına davet ediyordu. Eğer galip gelseydi mutlaka vaadettiği şeylerle amel ederdi. Zeyd sultana karşı kıyam etti ve onu yıkmak istedi. Ama bugün bizim adımıza kıyam eden bu şahıs sizi neye davet ediyor? Acaba sizi Ehl-i Beyt'in rızasına mı davet ediyor? Ben sizleri de şahid tutuyorum ki ben bu şahsın kıyamından razı değilim. O yanında hiç kimse yokken bugün bizlere isyan ediyor. Yarın kudrete erişirse bizi hiç dinlemez. Siz sadece bütün Fatıma evlatlarının kabul edip birleştiği kimseyi kabul ediniz. Allah'a andolsun sizin rehber ve imamınız da onların kabul edip birleştiği kimsedir. Receb ayı gelince Allah'ın yardımına koşunuz. Eğer isterseniz Şaban'a erteleyiniz. Bunun hiçbir zararı yoktur. Eğer isterseniz oruç tutarken de ailenizin arasında olunuz. Belki bu sizler için daha iyidir. Alamet ve nişane istiyorsanız Süfyani'nin kıyamı sizler için yeterlidir."

Hadis sahihtir ve ravileri de güvenilir kimselerdir.[399]

BU HADİSİN MANASI ÜZERİNE BİR İNCELEME

 İmam Sadık (a.s) bu hadiste şöyle demektedir: Kendinize dikkat ediniz, boş yere kendinizi tehlikeye atmayınız. Her kıyam edip sizleri yardıma çağırana icabet etmeyiniz. Eğer imamlık iddiasında bulunursa ve toplumda ondan daha alim ve layık birisi olursa onun davetini kabul etmeyin. (Masum imamlar zamanında durum böyleydi). Kıyamı gerçekleştiren kimseyi inceleyiniz, hedefine bakınız. Eğer doğru birisi değilse veya hedefi hak değilse davetine icabet etmeyiniz. Bu şahsın kıyamını (muhtemelen Muhammed b. Abdullah b. Hasan'ın kıyamını) Zeyd b. Ali'nin kıyamıyla kıyaslayıp, "Zeyd de kıyam etti, o halde bunun kıyamı da sahihtir" demeyiniz. Zira Zeyd ne imamlık iddiasında bulundu ve ne de halkı kendine davet ediyordu. Hz. Zeyd (a.s) batıl hükümeti devirmek istiyordu. Hükümeti ehline vermek niyetindeydi. Eğer galip gelseydi sözünde duracaktı. Ama şimdi kıyam eden kimse böyle değildir. Bu şahıs, va'dedilmiş Mehdi ünvanıyla kıyam eden Muhammed b. Abdullah b. Hasan idi.

Ebul Ferec-i İsfahani şöyle diyor: Muhammed'in ailesi onu Mehdi olarak biliyor ve rivayetlerdeki va'dedilmiş Mehdi olduğunu sanıyordu.[400] Diğer bir yerde de şöyle yazar: Herkes Muhammed b. Abdullah'ın Mehdi olduğuna inanıyordu. Bu konu o kadar meşhur idi ki Haşimoğulları ile Ebu Talib ve Abbasoğullarından bir grup ona biat ettiler.[401] Muhammed de halka şöyle diyordu: "Siz beni Mehdi biliyorsunuz, gerçek te budur zaten."[402]

Sözün kısası Muhammed b. Abdullah b. Hasan, Hz. İmam Sadık (a.s) zamanında va'dedilmiş Mehdi adıyla kıyam etmiş ve halkı kendine davet etmiştir. İmam Sadık (a.s) İys b. Kasım ve diğer şiilere şöyle demiştir: Kendinizi kontrol ediniz ve kendinizi tehlikeye atmayınız, bu şahsın kıyamını Zeyd'in kıyamı ile mukayese etmeyiniz! Zira Zeyd imamet iddiasında bulunmuyordu. Halkı Ehl-i Beyt'e davet ediyordu!"

Buradan da anlaşılmaktadır ki İmam Sadık (a.s) insanları mutlak kıyamdan alıkoymamaktadır. Aksine kıyamın iki çeşit olduğunu ifade etmektedir: Birinci kıyam çeşidi Muhammed b. Abdullah b. Hasan ve benzeri kimselerin kıyamıdır ki batıl bir kıyamdır ve müslümanlar böyle kimselerin davetini kabul etmemeli, nefislerini tehlikeye atmamalıdırlar. İkinci kıyam çeşidi ise akıl ve şeriat ölçülerine uyan sahih kıyamlardır, (Zeyd b. Ali'nin kıyamı gibi) hem hedefi doğru ve hem de rehberlik şartlarına sahib biriydi. İmam Sadık (a.s) böyle kıyamları yasaklamadığı gibi teyid de etmektedir. Dolayısıyla bu hadisden de anlaşılmaktadır ki Zeyd b. Ali'nin (a.s) kıyamına benzer kıyamlar imamlar (a.s) tarafından kabul görmüş olan kıyamlardır. Hz. Zeyd'in değerli şahsiyetini ve kıyamının hedeflerini incelemek için de uzun bir bahse gerek vardır ki bu kısa sürece sığdırmak kabil değildir. Yine de kısaca şöyle diyebiliriz:

1- Kıyamın rehberi Hz. Zeyd (a.s) takvalı, alim, sadık ve rehberlik liyakatine sahib biriydi. Nitekim İmam Sadık (a.s) onun hakkında şöyle buyurmuştur: "Amcam Zeyd hem dünyamıza ve hem ahiretimize faydalıydı. Allah'a andolsun ki rabbi yolunda şehid oldu. O da Resulullah, Ali b. Ebi Talib, Hasan ve Hüseyin (a.s) ile birlikte şehid olanlar gibidir."[403]

Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: "Kufe'de celal ve azamet sahibi olan Zeyd adında birisi kıyam edecektir. Kendisine uyanlar dışında ne öncekilerde ve ne de sonrakilerde bir benzeri yoktur. Zeyd ve ashabı kıyamette bir takım tomarlarla zahir olacaktır. Melekler onları karşılayarak şöyle diyecekler: Bunlar baki kalanların ve hakka davet edenlerin en iyileridir. Resulullah da onları karşılayacak ve şöyle buyuracaktır: Evladım, siz kendi görevinizle amel ettiniz! Şimdi sualsiz hesapsız girin cennete!"[404]

Hz. Resulullah (s.a.a) İmam Hüseyin'e şöyle buyurdular: "Senin neslinden Zeyd adında birisi çıkacaktır. O ve ashabı kıyamet gününde güzel ve beyaz yüzlerle mahşur olacak ve cennete gireceklerdir."[405]

2- Hz. Zeyd'in kıyam hususunda sahih ve doğru bir hedefi vardı. İmamlık iddiasında bulunmadı. O tağutların rejimini yıkmak ve hakkı, haksahibine yani masum imama vermek istiyordu. Eğer zafere ulaşsaydı sözünde duracaktı. Nitekim İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah amcam Zeyd'e rahmet etsin, eğer galib gelseydi sözünde duracaktı. O halkı Al-i Muhammed'in kabul ettiği bir şahsa davet ediyordu ve o şahıs bendim."[406]

Yahya b. Zeyd şöyle diyor: "Allah babama rahmet eylesin. Allah'a andolsun ki o büyük abidlerden biridir. Geceleri ibadet eder, gündüzleri oruç tutar, Allah yolunda cihad ederdi. Ravi diyor ki: Yahya'ya şöyle dedim "Ey Rasulullah'ın evladı, elbette ki imam böyle olmalıdır" Yahya "Babam imam değildi" dedi, "zahid, mücahid ve büyük seyyidlerden biriydi." Ravi yine şöyle der: "Baban imamlık iddiasında bulundu ve Allah yolunda cihad için kıyam etti. Halbuki Hz. Peygamber'den yalan yere imamlık iddiasında bulunanlar hakkında birtakım hadisler rivayet edilmiştir" deyince Yahya şöyle cevap verdi. "Ey Allah'ın kulu böyle konuşma, babam hakkı olmadığı bir makamı iddia etmeyecek kadar akıllıydı. Babam halka şöyle diyordu: "Ben sizleri Al-i Muhammed'in ittifak ettikleri bir şahsa davet ediyorum. Babamın maksadı amcam Cafer idi. Ravi "O halde Cafer b. Muhammed imam'dır." deyince Yahya "Evet" dedi, "O Haşimoğulları'nın en alimidir."[407]

Zeyd de İmam Sadık'ın (a.s) ilim takva ve faziletini itiraf ediyor ve bir yerde şöyle diyordu, "Cihad etmek isteyenler bana doğru gelsin, ilim taleb edenler ise yeğenim Cafer'e gitsin."[408]

Zeyd'in askerleri de İmam Sadık'ın (a.s) imamet ve faziletini itiraf etmedeydi. Ammar-i Sabati şöyle diyor: "Adamın birisi Zeyd'le birlikte kıyam eden Süleyman b. Halid'e "Zeyd hakkında ne düşünüyorsun? Zeyd mi faziletlidir, yoksa Cafer b. Muhammed mi?" diye sordu. Süleyman şöyle cevap verdi: "Allah'a andolsun ki Cafer b. Muhammed'in bir günü Zeyd'in tüm ömründen daha değerlidir." Daha sonra başını sallayarak Zeyd'in yanına gitti ve olayı kendisine anlattı. Ammar şöyle diyor: "Ben de Zeyd'in yanına gittim ki o şöyle diyordu: "Cafer b. Muhammed, dini hükümler hususunda bizim imamımızdır."[409]

3- Zeyd'in (a.s) kıyamı hesaplanmamış, hazırlık görülmemiş duygusal bir kıyam değildi. Oldukça dakik ve hesaplı bir kıyamdı. Kıyamının sebebi, iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak ve tağut hükümetiyle savaşmaktı. Zeyd (a.s) tağut rejimini devirip hakkı hak sahibine vermek istiyordu. Bu yüzden müslümanların çoğu onun davetini kabul etti. Böylece cihada hazırlandılar.

Ebu-l Ferec-i İsfahani şöyle yazıyor: "Kufe halkından 15 bin kişi Zeyd'e biat etti. Ayrıca Medain, Basra, Vasit, Musul, Horasan ve Gorgan halkından çoğu onun davetini kabul ettiler."[410]

Zeyd'in kıyamı o kadar gerekli ve yerinde bir kıyamdı ki Ehl-i Sünnet alimlerinin çoğu onun davetini kabul ederek yardımına koştular. Ebu Hanife de onu destekledi. Fazl b. Zübeyr şöyle diyor: "Ebu Hanife bana "alimlerden kaç kişi Zeyd'in davetini kabul etti" diye sordu. Ben "Selime b. Kuheyl, Yezid b. Ebi Ziyad, Harun b. Saad, Haşim b. Bureyd, Ebu Haşim-i Süryani, Haccac b. Dinar ve birkaç kişi daha "diye cevap verdim. Ebu Hanife bana bir miktar para vererek. "Bu paraları Zeyd'e ver" dedi, "ve bununla mücahidlere silah almasını söyle". Ben de paraları alarak Zeyd'e verdim."[411]

Diğer bir önemli nokta da şudur; Zeyd kıyam konusunu daha önce İmam Sadık (a.s) ile görüşmüş ve İmam kendisine şöyle demişti: "Amcacığım eğer öldürülmene ve bedeninin Kufe çöplüğünde darağacına asılmasına razıysan istediğin gibi hareket et."[412]

Zeyd buna rağmen kıyam etmekte kararlıydı. Şehadete ereceğini bildiği halde önemli görevinden vazgeçmeyerek sonuna kadar sürdürdü ve Allah yolunda cihad ederek şehadete ulaştı. İmam Rıza (a.s) onun hakkında şöyle buyurdu: "Zeyd b. Ali Al-i Muhammed'in alimlerinden biriydi. Allah için gazaplandı, düşmanlara karşı cihad etti ve şehadete ulaştı."[413]

İmam Cafer (a.s) ise o'nun hakkında şöyle buyurdu: "Allah amcam Zeyd'e rahmet etsin. O halkı Al-i Muhammed'in ittifak ettikleri birine davet ediyordu. Eğer zafere ulaşsaydı sözünde duracaktı."[414]

Şimdi yine asıl konumuza dönelim. Gördüğünüz gibi, İys b. Kasım'ın naklettiği rivayeti İslami hareketlere muhalif rivayetlerden sayamayız. Aksine bu rivayet gerçek İslami hareketleri teyid etmektedir. Hatta bu hadislerle diğer hadisleri de tevcih ve tefsir etmek mümkündür ki bu rivayetler önderi gerekli şartlara sahip olmayan veya hazır olunmadan yapılan kıyamlara muhalefet etmektedir. Ama gerçek İslami kıyamlar, örneğin Zeyd b. Ali'nin kıyamı gibi reddedilmeyerek, imamlarca da teyid edilmiştir. Buradan da anlaşılıyor ki Vesail kitabının bu babında yeralan 11. hadis de her türlü kıyama karşı çıkan bir hadis değildir. Hadisin Arapça Metni şöyledir: Yani İmam Rıza (a.s) Me'mun'a: "Kardeşim Zeyd'i Zeyd b. Ali b. Hüseyin ile kıyas etme, Zeyd b. Ali, Âl-i Muhammed'in alimlerinden idi ki Allah için gazaplandı ve Allah'ın düşmanlarıyla savaştı. Sonunda da şehadete ulaştı. Babam Musa b. Cafer (a.s) şöyle buyurdu: "Babam Cafer b. Muhammed'in (a.s) şöyle buyurduğunu işittim: Allah amcam Zeyd'e rahmet etsin, o halkı Âl-i Muhammed'in ittifak ettiği birine davet ediyordu. Eğer zafere ulaşsaydı sözünde duracaktı." Zeyd, kıyamı ile ilgili olarak benimle meşveret etti. Ben de ona: "Eğer öldürülmene ve bedeninin Kufe çöplüğünde darağacına asılmasına razıysan doğru bildiğin şekilde hareket et." Daha sonra İmam Rıza (a.s) şöyle devam etti: Zeyd b. Ali, hakkı olmayan bir şeyi iddia etmiyordu. O, hakkı olmayan bir şeyi iddia etmekten beri ve münezzeh biriydi. Halka, "sizleri Al-i Muhammed'in ittifak ettiği kimseye davet ediyorum." diye buyururdu.

Mezkur hadis, sened açısından sahih değildir. Ravileri rical ilminde belirsiz kimseler olarak tanıtılmıştır. Ama mana açısından kıyama muhalif hadislerden sayılamaz. Çünkü bu hadiste Zeyd b. Ali'nin (a.s) kıyamı gibi kıyamlar teyid edilmiştir. Sadece Zeyd b. Musa eleştirilmiştir. Zeyd b. Musa Basra'da kıyam etti insanları kendine davet etti, evlerini ateşe verdi, mallarını zorla aldı ve sonunda da ordusu yenilerek kendisi yakalandı. Me'mun onu affetti ve İmam Rıza'nın (a.s) yanına gönderdi. İmam Rıza (a.s) onu serbest bırakmalarını emretti. Ama onunla asla konuşmayacağına da yemin etti.[415]

Görüldüğü gibi bu hadiste Zeyd b. Musa'nın kıyamı eleştirilmiştir. Ama bu her kıyamın men edildiği anlamına gelmez, aksine Zeyd b. Ali'nin (a.s) kıyamı gibi kıyamlar ise teyid edilmiştir.

2. KlSlM HADİSLER

Bu hadisler Mehdi'nin (a.s) kıyamından önceki kıyamların sonunda bozguna uğrayıp yenileceğini beyan eden hadislerdir.

1. Hadis: İmam Seccad (a.s) şöyle buyurdu: "Allah'a andolsun ki Kâim'in kıyamından önce bizden kimse kıyam etmez. Daha önce kıyam edenin örneği, yuvasından dışarı çıkan ama uçamadan önce çocuklar tarafından tutulup oynatılan bir kuş yavrusu örneğine benzer."[416]

 

HADİSİN SENEDİ: Mezkur hadis muhaddislerin tabiriyle merfu hadistir. Bazı ravileri gösterilmediğinden kim veya kimler olduğu bilinmemektedir, bundan dolayı hadis muteber değildir.

2. Hadis: İmam Muhammed Bâkır (a.s) şöyle buyuruyor: Kâim'imizin kıyamı Hz. Resulullah'ın (s.a.a) kıyamı gibidir. Biz Ehl-i Beyt'ten Kâim'in kıyamından önce kıyam edenin örneği ise yuvasından dışarı çıkan ama uçamadan önce çocuklarca (yakalanıp) oynanılan kuş yavrusu örneği gibidir."[417]

3. Hadis: İmam Bâkır (a.s) şöyle buyurdu: "Biz Ehl-i Beyt'ten zulmü ortadan kaldırmak ve hakka davet etmek için kıyam eden herkes Bedir'de hazır bulunan mücahidlere yardıma koşan, defnedilecek hiç bir ölüsü ve tedavi edilecek hiç bir yaralısı olmayan topluluk kıyam etmedikçe, belaya düçar olacak, yenilecektir." Ben "Ebu Cafer'in (a.s) kasdettiği topluluk kimlerdir? diye sordum "Melekler"  buyurdu."[418]

4- Hadis: Eb'ul-Carud şöyle diyor: İmam Sadık'tan (a.s) bana tavsiyede bulunmasını istedim. Hazret şöyle buyurdu: "Sana takvalı olmanı, evine bağlı kalmanı, insanların eziyetine sabretmeni ve bizden kıyam edenlerden sakınmanı tavsiye ediyorum." Zira onlar batıl üzeredirler. Hiç bir hedefleri yoktur. Bedir'de Resulullah (s.a.a) ile birlikte hazır bulunan, defnedilecek hiç bir ölüsü, kaldırılacak bir düşeni ve tedavi edilecek bir yaralısı olmayan topluluk kıyam etmedikçe bir zulmü ortadan kaldıracak ve İslam'ı aziz kılacak hiç bir topluluk kıyam etmeyecektir." Ben "Bu topluluk kimdir?" diye sordum. "Melekler" diye buyurdu.[419]

HADİSİN SENEDİ: Bu üç hadis de sened açısından muteber diğildir. Zira ravisi Eb'ul Carud, Zeydiye mezhebinden olup, Carudiye fırkasının kurucusudur. Rical kitaplarında "zayıf" olarak tavsif edilmiştir.

HADİSLERİN MANASlNlN İNCELENMESİ

İmam (a.s) bu hadislerde ısrarla niçin kıyam etmediğini soran bazı şiilere cevab olarak imamlardan kıyam edenin öldürüleceğini, zafere ulaşamayacağını ve bunun da İslam'ın yararına olmadığını ifade etmiştir. Ehl-i Beyt imamlarından kıyam edip zafere ulaşacak olan sadece Hz. Mehdi'dir (a.s). İlahi melekler de ona yardım etmek için nazil olacaktır. O halde bu hadisler de imamların kıyam etmemesinin nedenini beyan etmekte, başka kıyamlarla hiç bir ilgisi bulunmamaktadır.

İmam'ın "Bizden" kelimesinden maksadı "Seyyid aleviler" ise ve İmam, alevilerden kıyam edenlerin sonunda yenileceğini beyan ediyorsa yine bu da kıyamın yasaklandığına delil olamaz. Eğer böyle olduğu farzedilse bile bu hadisler bir gerçeği haber vermektedir ki o da Hz. Mehdi'nin (a.s) zuhurundan önce yapılan kıyamlar tam bir zafer elde edemeyecek ve rehberleri öldürülecektir. Ama bu hadisler Allah yolunda cihad, İslam ve müslümanları savunmak, iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak ve zulümle savaşmak gibi kesin ve şer'i görevleri müslümanların üzerinden kaldırmamaktadır. Öldürülmekten haberdar olmakla görevini yapmak farklı şeylerdir. İmam Hüseyin de (a.s) öldürüleceğini bildiği halde İslam'ı savunmak için tağuti düzenin aleyhine kıyam ederek görevini yerine getirdi ve sonunda şehid oldu.

Nitekim Zeyd b. Ali de (a.s) şehadete ulaşacağını İmam Cafer Sadık'tan (a.s) duyduğu halde yine de şeri göreviyle amel etti ve sonunda şehadete erdi. Allah yolunda cihad, İslam'ı savunmak, iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, mahrum ve mustaz'afları savunmak da (bu yolda kayıp bile verseler) tüm müslümalara farzdır. Çünkü öldürülmek, yenilmek demek değildir. Aslında bugün İslam dünyada yayılmış ve bâki kalmışsa İmam Hüseyin (a.s), dostları Zeyd b. Ali, Yahya b. Zeyd, Fahh şehidi Hüseyin vb. İslam tarihindeki şehitlerin fedakarlıkları sayesindedir.

O halde mezkur hadisler müslümanlardan cihad, savunma, iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak gibi şer'i hükümleri kaldırmıyor.

 

3. KlSlM HADİSLER

Bazı hadisler de Mehdi'nin (a.s) kıyamına özgü alametlerin zuhurundan önce her türlü kıyam ve hareketleri menetmektedir.

1. Hadis: Hz. Sadık (a.s) Sudeyr'e şöyle buyurdu. "Ey Sudeyr, evine bağlı kal, evinden çıkmayanlardan ol. Gece ve gündüz sakin durdukça sen de sakin dur. Süfyani'nin kıyam ettiğini duyunca yaya da olsa bize doğru gel."[420]

 

HADİSİN SENEDİ: Mezkur hadis senet açısından muteber değildir. Zira senette adı geçen Osman b. Said Vakıfi mezhebinden olan birisidir. Musa b. Cafer (a.s) zamanında hazretin vekili idi. Ama imamın vefatından sonra Vakıfi mezhebini seçti ve İmam Rıza'ya (a.s) mallarını göndermedi. Bu yüzden İmam Rıza (a.s) kendisine hiddetlenmişti. Gerçi mallarını kendisine iade etti. Keza Sudeyr b. Hekim-i Sayrefi'nin güvenilirliği hususunda da şüphe edilmektedir.

2. Hadis: İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Kâim'in kıyamından önce beş alamet zuhur edecektir: Sayha (semavi ses), Süfyani'nin kıyamı, yer çökmesi, Nefs-i Zekiyye'nin öldürülmesi ve Yemani'nin kıyamı. Ravi: "Ey Resulullah'ın evladı, siz Ehl-i Beyt'ten olan birisi bu alametlerin zuhurundan önce kıyam ederse biz de onunla kıyam edelim mi" diye sorunca? İmam "Hayır." diye cevab verdi.[421]

HADİSİN SENEDİ: Bu hadis de güvenilir bir hadis değildir. Zira Ömer b. Hanzala'nın güvenilir biri olduğu ispat edilmemiştir.

3. Hadis: Cabir İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle buyurduğunu naklediyor: "Sana diyeceğim alametler zuhur etmedikçe yerinden kıpırdama. Gerçi senin bu alametleri derkedeceğini sanmıyorum. Falan oğullarının (Belki de Abbasoğulları'nın) ihtilafı, gökten seslenen bir münadi ve Dimeşk tarafından gelen bir ses."[422]

HADİSİN SENEDİ: Mezkur hadis de pek güvenilir bir hadis değildir. Zira Ömer b. Ebi'l Mikdam meçhul birisidir. Şeyh-ut Taife iki yoldan Fazl b. Şazan'dan hadisler rivayet etmektedir ki her iki yol da zayıf sayılmıştır.

4. Hadis: Hüseyin b. Halid diyor ki: "İmam Rıza'ya (a.s) "Abdullah b. Bekir bir hadis nakletmektedir ki sizlere takdim etmek istiyorum." dedim. Hazret "Hangi hadis?" diye sordu. Ben dedim ki: İbn-i Bekir, Ubeyd b. Zürare'den naklen şöyle diyor: Ben İbrahim b. Abdullah b. Hasan kıyam edince İmam Sadık'ın (a.s) yanındaydım. Ashaptan birisi İmam'ın huzuruna vararak şöyle dedi: Sana feda olayım, Muhammed b. Abdullah b. Hasan kıyam etti. Onunla birlikte kıyam hakkında ne diyorsunuz?" İmam (a.s) şöyle buyurdular: "Yer ve gökler sakin durdukça siz de sakin durun. O halde ne bir kâim ve ne de bir kıyam vardır." İmam Rıza (a.s) da şöyle buyurdu: "İmam Sadık (a.s) doğru buyurmuştur. Ama gerçek İbn-i Bekir'in anladığı gibi değildir. İmam (a.s), gökten ses gelmediği ve yeryüzü orduyu yutmadığı müddetçe siz de hareket etmeyin" demek istiyordu."[423]

HADİSİN SENEDİ: Mezkur hadis de senet açısından güçlü değildir. Senette adı geçen Ahmed b. Muhammed-i Alevi rical kitaplarında meçhul birisi olarak anılmaktadır. Keza Hüseyin b. Halid adında da iki kişi vardır. Birisi Eb'ul A'la ve diğeri Seyrafi. Bunların her ikisi de güvenilir sayılmamıştır.

5. Hadis: İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdu: "Dilinize hakim olun ve evlerinizden ayrılmayın. Zira size halka ulaşmayan bir şey ulaşmaz ve Zeydiye sizlere daima bela siperi olacaktır."[424]

HADİSİN SENEDİ: Mezkur hadis de senet açısından güvenilir bir hadis değildir. Senette adı geçen Ali b. Esbat bu hadisi kim olduğu belli olmayan bir takım kişilerden nakletmektedir. Ayrıca senette yer alan Cafer b. Muhammed b. Malik de bazı rical alimleri tarafından zayıf sayılmıştır.

6. Hadis: İmam Bâkır (a.s) şöyle buyurdu: "Gökler sakin durdukça siz de sakin durun ve hiç kimsenin aleyhine kıyam etmeyin. Sizin işiniz gizli değildir. Allah'ın ayetlerinden biridir ve insanların elinde olan bir şey değildir."[425]

HADİSİN SENEDİ: Mezkur hadis de senet açısından muteber değildir. Senette yer alan Minhal b. Cemil rical kitaplarında "rivayeti zayıf" kimse olarak tanınmaktadır.

HADİSLERİN MANASlNlN ETÜDÜ

Hadislerin manasını etüd etmeden önce şu noktayı hatırlatmak gerekir ki şiiler daima Hz. Mehdi'nin (a.s) kıyamını bekliyorlardı. Zira şiiler Hz. peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt İmamlarından yeryüzünün zulümle dolduğu bir zamanda Hz. Mehdi'nin (a.s) kıyam edeceğini ve yeryüzünü adaletle dolduracağını da duymuşlardı. Bu imamın galip geleceğini ve ilahi yardımlar gördüğünü işitmişlerdi. Bu yüzden sadr-ı islam'daki o buhranlı durumda Hz. Mehdi'nin (a.s) kıyamı şiiler arasında sürekli sözkonusu edilen konulardandı. Mutahhar imamlara "Her tarafı zulüm kaplamış niçin kıyam etmiyorsunuz?" Bazen de "Al-i Muhammed'in Kâim'i ne zaman kıyam edecek?" diyor Kâim'in kıyamının alametlerini de soruyorlardı. Bu esnada bazı alevi seyyidler durumdan istifade ederek, Mehdi adıyla kıyam ediyor ve tağuti hükümetleri devirmek için cihad ediyor ama çok geçmeden yeniliyorlardı.

Bu hadisler böylesi bir ortamda ifade edilmiştir. O halde imam bir veya birkaç sahabisine, "oturun Süfyani'nin kıyamını veya gökten bir sesi veya başka bir alametin zuhurunu bekleyin." demişse bu şu manadadır ki "Şu anda kıyam eden kimse, rivayetlerde vadedilmiş Mehdi değildir. Benim de kıyam etmemi beklemeyin, zira ben vadedilmiş Mehdi değilim. Sabredin, ta ki Âl-i Muhammed'in Kâim'i kıyam etsin. Onun kıyamının özel bir takım alametleri vardır. Mehdi adıyla kıyam eden ve sizi yardıma çağıran herkese dikkat edin. Eğer özel alametleri haiz ise davetini kabullenin, yoksa ona aldanmayın ve davetini kabul etmeyin. Bilin ki o vadedilmiş Mehdi değildir." Mezkur hadisler hakikatte cihad, iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, islam ve müslümanları savunmak zulümle savaşmak, mahrum ve mustaz'afları desteklemek gibi farz olan görevleri ortadan kaldırmamaktadır. Her türlü zulüm, fuhuş, kötülük, küfür ve hatta islam'ı tehdid eden komplolar karşısında Hz. Mehdi (a.s) kıyam edip yeryüzünü adaletle dolduruncaya kadar sessiz durmamızı da istememektedir. Böyle batıl bir şeyi Ehl-i Beyt İmanlarına (a.s) isnad etmek doğru değildir. Her halukârda susmak caiz ise niçin Hz. Ali (a.s) düşmanlarla savaştı? Niçin imam Hüseyin (a.s) zalim Yezid rejiminin aleyhine kıyam etti? Niçin masum imamlar Zeyd b. Ali'nin (a.s) kanlı kıyamını desteklediler? O halde mezkur hadisler de mutlak kıyama muhalif olan hadislerden değildir.

4. KlSlM HADİSLER

Bu hadislerde şiilere kıyam ve harekette acele etmemelerini tavsiye etmektedir.

1. Hadis: İmam Bakır (a.s) şöyle buyurdu: "Toz-toprak, onu etrafa saçan kimsenin üzerine konar. Acele edenler helak olur. Onlar (devletler) sadece kendilerine karşı çıkanları kasdederler…. Ey Ebu Mirhef acaba kendilerini Allah yoluna adayanlara, Allah'ın bir kurtuluş yolu göstermeyeceğini mi sanıyorsun. Hayır, Allah'a andolsun ki Allah onlara bir kurtuluş yolu gösterecektir."[426]

 

HADİSİN SENEDİ: Mezkur hadis senet açısından güçlü bir hadis değildir, zira Muhammed b. Ali Kufi (Muhammed b. Ali b. İbrahim) rical kitaplarında zayıf birisi olarak tanıtılmıştır. Ebu-l Mirhef ise meçhul birisidir.

 

HADİSİN MANASlNlN ETÜDÜ: Mezkur hadisten de anlaşıldığı gibi bir grup zamanın halifesine karşı kıyam etmiş ve yenilmişlerdi. Bu yüzden ravi şiilerin de takib altına alınacağından korkmaktadır. Bunu sezinleyen İmam da ona teselli vermekte ve "korkma sadece kıyam edenler takib edilir. Sizlere bir zarar gelmez. Siz sabredin ta ki kıyam vakti gelsin ve sizler için bir kurtuluş yolu gözüksün." demektedir. O halde bu rivayet de kıyama muhalif diğildir.

2. Hadis: İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "Kendini Allah yoluna adayan kimseyi Allah mutlaka cennete sokar."[427]

HADİSİN SENEDİ: Bu hadis de senet açısından zayıftır. Ravileri güvenilir kimseler değildir.

HADİSİN MANASlNlN ETÜDÜ: İmam Sadık (a.s) bu hadisinde sabır ve dirençli olmayı tavsiye ediyor. Bu yüzden de sessiz kalmak ve kıyamdan çekinmek gerektiğinin delili olamaz. Hatta daha çok kıyamlı niteliğindedir.

3. Hadis: Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır: "Yeryüzünde direnin ve sabredin, söylentilere uyup ellerinizi oynatmayın, kılıçlarınızı sıyırmayın. Allah'ın tez olmasını dilemediği hususlarda acele etmeyin. Çünkü Rabbinin, Rasulünün ve O'nun Ehl-i Beyt'inin hakkını tanımak suretiyle içinizden yatağında ölen de şehittir, ecri de Allah'a aittir. Temiz amelinin sevabına ulaşacağı da kesindir. Niyeti, kılıcını sıyırıp cihad etmiş derecesine yükseltir onu, çünkü her şeyin bir zamanı, bir müddeti vardır."[428]

HADİSİN SENEDİ: Aynı hadis Nehc-ül Belağa'da da yer almıştır ve muteberdir.

4. Hadis: Fazl şöyle diyor: İmam Sadık'ın (a.s) huzurunda olduğum bir sırada Ebu Müslim'in mektubu geldi. İmam mektubu getirene "Mektubunun cevabı yoktur. Hemen yanımdan uzaklaş." diye buyurdu. Ravi "Sana feda olayım o halde bizimle sizin aranızda olan alamet nedir?" diye sordu. İmam "Süfyani kıyam edinceye kadar hareket etmeyin, o zaman bize doğru koşun" buyurdu ve bu sözünü üç defa tekrarladı. O halde Süfyani'nin kıyamı kesindir."[429]

HADİSİN SENEDİ: Bu hadis de senet açısından muteberdir.

5. Hadis: Resulullah (s.a.a) Ali'ye (a.s) şöyle buyurdu: "Ey Ali büyük kayaları yerinden sökmek, süresi dolmamış bir devleti devirmekten daha kolaydır."[430]

HADİSİN SENEDİ: Mezkur hadis sened açısından güçlü değildir. Zira Hammad b. Amr meçhul bir insandır. Enes b. Muhammed de müphem bir insandır. Babası Muhammed de rical kitaplarında müphem olarak tavsif edilmiştir.

6. Hadis: Mualla şöyle diyor: "Abdusselam, Sudeyr ve bir kaç kişinin mektubunu İmam Sadık'a (a.s) götürdüm. O zamanlar "siyah giysililer" zuhur etmemiş ve Abbasoğulları ortaya çıkmamış idi. Mektupların içeriği şuydu: "Biz devlet ve önderlik görevini size vermeyi kararlaştırdık. Sizin görüşünüz nedir?" İmam (a.s) mektupları yere atarak şöyle buyurdu: "Heyhat! Heyhat!.. Ben onların imamı değildim ki! (bana danışarak kıyam etmiş değiller, bu hareketin lideri ben değilim) va'dedilmiş Mehdi'nin Süfyani'yi öldüreceğini bunlar bilmiyorlar mı?"[431]

 

HADİSİN SENEDİ: Geçen hadis de sened açısından muteber değildir. Çünkü Sabah b. Seyyabe meçhul birisidir.

 

HADİSLERİN MANASlNlN ETÜDÜ: Bu hadislerin manasını etüd etmeden önce şu noktalara dikkat etmek gerekir:

1- Şiiler, Ehl-i Beyt İmanları zamanında daima Hz. Mehdi'nin (a.s) zuhurunu bekliyorlardı. Zira onun kıyam edeceğini Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt İmamlarından (a.s) duymuşlardı.

2- Şiiler, o zamanlar oldukça zor şartlarda yaşıyor, zalim halifelerce takibe alınmışlardı. Zindanlara atılıyor, sürgünlere gönderiliyor veya öldürülüyorlardı.

3- Arada bir alevi seyyitlerden birisi zalim hükümetler karşısında kıyam ediyor ve zulüm altında inleyen halk da onları va'dedilmiş Mehdi sanıp yardımına koşuyorlardı. Ama bir müddet sonra yeniliyor ve öldürülüyorlardı.

4- Zamanın halifelerinin kıyam ve Kâim konusuna karşı özel bir alerjileri vardı. Daima korku ve dehşet içinde yaşıyorlardı. Alevi seyyitleri özellikle de ileri gelenlerini sıkı bir kontrol altında bulunduruyorlardı. Mezkur hadisler bu şartlarda ifade edilmiştir. Her türlü belaya müptela olan şiiler de ısrarla imamlardan kıyam etmelerini yada Mehdi adıyla kıyam eden alevi seyyitlerin yardımına koşmak için izin istiyorlardı. İmamlar ise henüz Mehdi'nin kıyamının vakti olmadığını ve acele etmemlerini tavsiye ediyorlardı. Kıyam edenler hep va'dedilmiş Mehdi adıyla kıyam ediyorlardı. Halbuki Mehdi'nin kıyamının henüz gerçekleşmemiş bir takım alametleri vardı. Üstelik onlar imamları (a.s) iktidara getirmek için kıyam etmemişlerdi. Dolayısıyla da yenilgiye mahkum idiler.

Ayrıca zalim iktidarları devirmek için gerekli şartlar da mevcut değildi. Bu sebeble, iktidarları devirmek oldukça zor idi. İmamlar da bu yüzden kurtuluş hasıl oluncaya kadar sabretmelerini söylüyor, "Mehdi'nin kıyamı hususunda acele etmeyin, yoksa helak olursunuz. Sizler kıyam ve ıslah niyetinde olduğunuz ve bunun için bir takım önhazırlıklar gördüğünüzde sevabına nail olacaksınız." diyorlardı.

Velhasıl bu hadisler acele etmeyi ve olgunlaşmamış, ham bir hareket başlatmayı yasaklamaktadır. Ama dinsizlik, küfür, istikbar ve zulümle mücadele için büyük bir kıyam ve hareketin önhazırlıklarını görmekten menetmemektedir. Hadisler cihad, iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, mahrum ve mustaz'afları savunmak gibi farzların Mehdi'nin (a.s) gaybetinde geçersiz olduğunu ifade etmemektedir. Aksine, Mehdi'nin (a.s) acil zuhuru için dua etmeli, fesat ve zulüm karşısında susmamalıdır. O halde bu hadisler de mutlak kıyam ve harekete muhalif olan hadislerden değildir.

 

5. KlSlM HADİSLER

Bazı rivayetler Mehdi'nin kıyamından önce elinde bayrakla kıyam edenlerin tağut olduğunu ifade ediyor.

1. Hadis:  İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "Kâim'in kıyamından önce dalgalandırılan ve İslam ahkamına dayanmayan her bayrak sahibi Allah karşısında ibadet edilen bir tağuttur."[432]

HADİSİN SENEDİ: Bu hadis senet açısından iyi ve ravileri güvenilir kimselerdir.

2. Hadis: İmam Bakır (a.s) şöyle buyuruyor: "Mehdi'nin kıyamından önce yükseltilen her bayrağın sahibi tağuttur."[433]

HADİSİN SENEDİ: Bu rivayet senet açısından iyi ve güvenilir değildir, senette adı geçen Hasan b. Ali b. Ebi Hamza rical kitaplarında yalancı, mel'un ve Vakıfi mezhebinden olan birisi olarak yer almıştır.

HADİSİN MANASlNlN ETÜDÜ: "Raye" bayrak manasınadır. Bayrak yükseltmek ise hakim sınıfa karşı savaş ilan etmek demektir. Bayrak sahibi ise hakim sınıfı devirmek için kıyam eden ve insanları yardıma çağıran önder ve rehberden ibarettir. Tagut ise ilahi hadleri çiğneyen, Allah'ın kullarını Allah'ın hakimiyeti karşısında kendi hakimiyetini kabule zorlayan ve onları kendisine teslim olmaya mecbur eden zalim kimse demektir.

Mezkur bayrak sahipleri Allah'ın hükümeti karşısına bir hükümet kurmak ve kendi isteklerini icra etmek istemektedir. Böyle bir bayrak sahibi (önder) tağut olarak tanıtılmıştır. O halde hadisin manası şudur ki Kâim'in kıyamından önce yükseltilen bayraklar ve halkı kendine itaate çağıran rehberler tağuti bayrak ve önderlerdir. Bu tağut, Allah'ın hakimiyetine tecavüz etmekte ve halkı kendisine itaate davet etmektedir. Yani dini olmayan kıyamlar reddedilmiştir. Ama dini savunmak ve Kur'an'ın hükümlerini hakim kılmak için yapılan kıyamlar reddedilmemiştir. Çünkü bu taktirde dine karşı kıyam edilmemiştir ve böyle bir hareketin önderi de tağut değildir. Aksine tağutun düşmanıdır. Böyle bir önder insanları kendine itaat ve ibadet etmeye çağırmaz. Alemlerin Rabbine itaate çağırır. Böyle bir hareket de Hz. Mehdi'nin (a.s) aleyhine değil lehine yapılan bir harekettir ve O'nun inkılabının önhazırlıklarıdır.

Mehdi'nin kıyamındam önce yükseltilen her bayrak sahibinin tağut olduğunu iddia edebilir miyiz? Hz. Ali (a.s) de Muaviye'nin tağuti hükümeti karşısında kıyam etmedi mi? İmam Hasan (a.s) Muaviye'ye savaş ilan etmedi mi? İmam Hüseyin (a.s) da İslam'ı savunmak ve Yezid'in zalim hükümetine karşı savaşmak için kıyam etmedi mi? Zeyd b. Ali b. Hüseyin (a.s) da Kur'an'ı savunmak ve zulümle savaşmak için kıyam etmedi mi?

 

DEĞERLENDİRME

Gördüğünüz gibi bu bölümdeki hadislerin çoğu zayıf ve muteber olmayan hadislerdir. Bu hadislere itimad edilemez. Ayrıca bu hadisler bir kaç kısımdan oluşarak şu anlamları ifade etmektedir.

1- Kıyam eden ve sizleri yardıma çağıran herkesin davetini düşünmeden kabul etmeyin. Davet edeni ve hedeflerini iyice inceleyin. Mehdi adıyla kıyam etmiş ve ilahi hedefi olmayan kimselerin davetini kabul etmeyin, henüz Hz. Mehdi'nin (a.s) kıyamının zamanı gelmemiştir.

2- İmamları kıyama davet eden şiilerin ısrarına rağmen onların kıyam etmemesi de göstermektedir ki Mehdi'nin kıyamından önce kıyam edenlerin tümü yenilecek ve öldürülecektir. Çünkü Mehdi'nin (a.s) cihanşumul kıyamının önhazırlıkları görülmüş değildir.

3- Mehdi'nin kıyamının özel alamet ve nişaneleri vardır. Dolayısıyla bu alametlerin zuhurundan önce, Mehdi adıyla kıyam edenin davetini kabul etmeyin.

4- Herhangi bir hükümeti devirmek için bir takım önhazırlıklar ve uygun şartların oluşması gerekmektedir. Bu şartlar oluşmadan kıyama kalkışanlar yenilgiye uğrayacaklardır.

5- Mehdi'nin (a.s) kıyamından önce Allah'ın hakimiyeti karşısında yükseltilen her bayrağın sahibi, Allah'ın hudutlarını çiğneyen bir tağuttur ve de davetine icabet edilmemelidir.

Görüldüğü gibi geçen hadisler sadece rehberi Mehdi'lik iddiasında bulunan, ilahi olmayan bir hedef taşıyan veya gerekli şartlar oluşmadan başlatılan kıyamları menetmektedir. Ama eğer Mehdi'lik iddiasında bulunmaz ve Allah'ın hakimiyeti karşısında, iktidar için kıyam etmez; aksine, İslam ve Kur'an'ı savunmak, zulümle savaşmak ve ilahi adalet hükümetini kurup semavi kanunları tümüyle icra etmek için kıyam eder ve gerekli şartları da gözönünde bulundurulursa böyle bir kıyam menedilmemiştir. Böyle bir hareketin bayrağı da elbet ki tağutun bayrağı değil, tağuta karşı yükseltilen bir bayraktır. Bu, Allah karşısında bir hükümet kurmak değil, aksine, Allah'ın hakimiyeti ve Hz. Mehdi'nin (a.s) cihanşumul hükümeti yolunda kurulan bir hükümettir. O halde mezkur hadisler kıyama muhalif hadisler değildir.

SONUÇ VE..

Konumuz uzadığından ilkönce iki bölümün özetine kısaca bir değinelim ve daha sonra sonucu değerlendirmeye çalışalım. İlk bölümde şu konular ispat edildi:

1- İslam'ın büyük bir bölümünü siyasi ve içtimai hükümler teşkil etmektedir. Örneğin cihad, savunma, zulümle savaş; adalet, cezai, hukuki ve medeni kanunlar, iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, müslümanların birbirleriyle ve kafirlerle olan ilişkileri vb…

2- İslam'ın kanun ve hükümleri uygulanmak için gelmiştir, sırf okumak, tartışmak ve yazmak için değil.

3- İslam kanunlarının tam icrası geniş boyutlu bir devletin varlığını gerektirmektedir. Müslümanlar arasında daima semavi kanunların icra görevini uhdesine alan fertler bulunmalı ve bu vesileyle müslümanları idare etmelidirler. O halde "devlet" müessesesi İslam'ın aslında vardır ve bu devlet olmadıkça İslam tam olarak uygulanamaz.

4- Hz. Resulullah (s.a.a) müslümanların işlerinin idaresinin ve İslam kanunlarını icra etmenin de sorumluluğunu bilfiil kendi uhdesinde bulunduruyordu.

5- İslam'ın içtimai, ve siyasi kanunlarının tümüyle uygulanmasının farz olması sadece Hz. Resulullah'ın (s.a.a) hayatına özgü bir şey değildir, kıyamete kadar devam etmelidir.

6- Peygamber veya imam hayatta olduğunda müslümanlar ilahi devletin tesisi ve peygamber veya imamın kudretini hakim kılmak için çalışmalı ve peygamberlerin emirlerine itaat etmelidirler. Eğer aralarında masum bir önder yok ise yine de takvalı, yöneticilik dirayeti olan ve müslümanların işlerini bilen bir müçtehidi toplumun rehberliğine seçmeli onun liderliğini hakim kılmak için çalışmalı ve emirlerine itaat etmelidirler. Yani İslam kanunlarını hakim kılacak bir hükümet kurmalıdırlar. İslam hükümetinin manası da budur zaten.

Bahsimizin ikinci bölümünde de kıyama muhalif hadislerin manasını etüd etmeye çalıştık.

Şimdi insanlığın pak ve temiz vicdanını hakemliğe davet ediyoruz. Acaba mezkur hadisler gördüğünüz sened ve ifadelerle böylesi kesin ve önemli bir görevi, yani, İslam kanunlarını uygulama farizasını iptal edebilir mi? Acaba cihad, savunma, iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, zulümle savaş, mahrum ve mustaz'afları desteklemek… vb görevleri emreden onca ayet ve rivayetlere rağmen böyle önemli bir teklifin Hz. Mehdi'nin (a.s) gaybetinde kaldırıldığını söyleyebilir miyiz?

Acaba bu hadislere dayanarak Allah Teala'nın bu süre boyunca tüm siyasi ve içtimai hükümlerden yüz çevirerek, herşeyi Hz. Mehdi'nin (a.s) zuhur edeceği güne ertelediğini kabul edebilir miyiz? Acaba İslam tehlikeyle karşı karşıya kalsa da onu savunmak bize düşmez diyebilir miyiz? Acaba müşrik ve kafirler müslümanlara galip gelse tüm işlerine hakim olsa ve onların namus, mal ve canlarını sultaları altına alsa bile yine de müslümanlar sessiz kalmalı, sabretmeli ve İmam-ı Zaman'ın (a.s) kıyam edip alemi ıslah etmesini beklemelidirler diyebilir miyiz? Acaba bu hadisler onca ayet ve rivayetler karşısında bir değer ifade edebilir mi? Örneğin:

"Küfrün önderleriyle çarpışın. Çünkü onlar, yeminlerine sadık olmayan kimselerdir."[434]

"Onların sizlerle topluca savaşması gibi siz de müşriklerle topluca savaşın"[435]

"Fitne kalmayıncaya ve din yalnızca Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın."[436]

"Size ne oluyor ki Allah yolunda ve… zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?"[437]

"…Öyleyse şeytanın dostlarıyla savaşın. Hiç şüphesiz şeytanın hileli düzeni pek zayıftır."[438]

"Allah adına gerektiği gibi cihad edin."[439]

"Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, (ancak) aşırı gitmeyin."[440]

"Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun."[441]

"Allah için şehidler olarak adaleti ayakta tutun."[442]

"Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın."[443]

Ve buna bezer onlarca ayet ve yüzlerce hadis… Mezkur zayıf senetli hadisler İslam'ın daimi ve zaruri tekliflerini elbette ki ortadan kaldıramaz. Tüm müslümanlar İslam ile müslümanları savunmak ve Kur'an'ın saadet kaynağı kanunlarını uygulamak için ciddi bir şekilde çalışmalıdırlar. Hatta bu umumi seferberlik ve cihada sebep olsa bile…

Özellikle de İslam alimlerinin bu önemli görevde büyük ve ağır sorumluluğu vardır, çünkü alimler peygamberlerin varisi, dinin koruyucuları ve halkın sığınağıdırlar. İslam alimleri kafir ve zalimler karşısında susamaz, mahrum ve mustaz'af halka önderlik yapmaktan kaçınamazlar. Hz. Ali (a.s) da şöyle buyuruyor: "Taneyi yaran ve insanı yaratan Allah'a andolsun ki eğer biat için hazır olmasaydılar, bu vesileyle bana hüccet tamamlanmasaydı ve Allah'ın zalimlerin doyasıya yemesi ile mazlumun aç kalması karşısında alimlerden susmayacaklarına dair almış olduğu o söz olmasaydı hilafet devesinin yularını boynuna atar, salıverirdim."[444]

İmam Hüseyin (a.s) da Hz. Peygamber'den (s.a.a) şöyle nakletmektedir: "Her kim Allah'ın haramını helal eden, Allah'ın ahdini bozan, Resulullah'ın (s.a.a) sünnetine aykırı davranan, insanlar arasında günah ve düşmanlıkla amel eden zalim bir sultanı görür, söz ve davranışlarıyla ona karşı çıkmazsa onu da zalimin gireceği yere (cehenneme) sokması Allah'ın hakkıdır."[445]

Yine şöyle buyuruyor: "Hükümlerin ve işlerin dizginleri ilahi alimlerin elindedir. Zira onlar Allah'ın haram ve helalinin eminleridir. Ama sizler bu makamı kaybettiniz. Bu makam haktan ayrılıp Peygamber'in sünneti hakkında ihtilafa düştükten sonra sizlerden alındı. Halbuki apaçık deliller vardı elinizde. Eğer eziyetlere sabredip Allah yolundaki zorluklara tahammül etseydiniz Allah'ın işleri sizlere gelir, sizlerden çıkar ve sizlere müracaat edilirdi. Ama sizler, zalimleri kendi yerinize oturttunuz. İlahi işleri onların uhdesine bıraktınız, ta ki şüpheli işlerde (kendi istedikleri şekilde) amel etsinler ve keyfi bir idare uygulasınlar… Evet, onları sizlere hakim kılan şey ölümden kaçmanız ve fani dünya hayatını sevmenizdir! Sizler zayıf ve mahrum halkı zalimlerin eline teslim ettiniz! Böylece onlar da bazılarını köle edindiler bazılarını da bir lokma ekmeğe muhtaç hale getirdiler! Memleketi istedikleri gibi idare ettiler! Zevklerini tatmin için bir çok rezaletler çıkardılar. Kötülerin yoluna uydular ve Allah'a karşı küstahlık ettiler."[446]

Evet, İslam alimlerinin böylesine ağır ve önemli görevi vardır! Eğer bu görevleriyle amel etmezlerse kıyamette hesap vermek zorunda kalacaklardır. İslam alimlerinin görevi sadece okumak, tartışmak, yazmak, namaz kılmak ve hükümleri beyan etmek değildir; bilakis, en büyük görevleri dini savunmak, kafirlerle savaşmak, İslam'ın kanunlarını uygulamak ve mahrumları desteklemektir! Eğer bu görevlerini ihmal ederlerse Kahhar olan Allah katında hiç bir özürleri yoktur! Bir kaç zayıf hadise sarılmakla bu önemli görevlerini ifa etmek sorumluluğundan kurtulamazlar.

Sahi, Hz. Resulullah (s.a.a) İslam düşmanlarının tehlikeli komploları ve İslam ülkelerinin içler acısı durumu karşısında susmamıza izin verir mi? Sırf tahsil, ibadet veya namaz kıldırmakla yetinmemize izin verir mi? Elbette ki hayır!


ZUHURUN NİTELİĞİ

Ehl-i Beyt imamlarından nakledilen hadislerden anlaşılmaktadır ki dünyanın şartları elverişli hale gelince ve insanların tümü Hak hükümetini kabule hazır duruma gelince Allah Teala Hz. Mehdi'ye kıyam emrini verecektir. O zaman hazret umulmadık bir anda Mekke'de zuhur edecek ve Hakk'ın münadisi onun zuhurunu tüm insanlara duyuracaktır. Davetinin ilk aşamasında çeşitli rivayetlerde (113) kişi olduğu ifade edilen bir grup seçkin insan onun velayetini kabul edip ona koşacaklardır.

Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Mehdi (a.s) kıyam edince şii gençler önceden bir sözleşme olmaksızın Mekke'de bir araya geleceklerdir."[447]

İmam (a.s) zuhurundan sonra umumi ve genel daveti başlatacaktır. Herşeyden ümidini kesmiş insanlar onun etrafına toplanacak ve ona biat edeceklerdir. Kısa bir süre içinde cesur, fedakar ve ıslah yanlısı birçok insan onun safında yer alacaktır. İmam Muhammed Bakır (a.s) ve İmam Cafer Sadık (a.s) Hz. Mehdi'nin (a.s) yardımcıları hakkında şöyle buyurmuştur: "Onlar dünyanın doğusunu ve batısını ele geçireceklerdir. Onlardan her birisinin kırk insan kadar gücü vardır. Kalpleri demir gibidir. Öyle ki, hedefleri yolunda demir dağlara bile rastlasalar o dağları yerinden söküp atarlar! Allah'ın rızasını temin etmedikçe de savaştan geri durmazlar."[448]

O zaman zalim ve vicdansız idareciler tehlike hissedecek, savunmaya geçecek ve dostlarını muhalefete çağıracaklardır. Ama zulüm ve tecavüzden usanan ıslahatçı askerler son kararı alarak elbirliği halinde üstlerine karşı saldırıya geçecek ve İmam Allah'ın yardımıyla zalimlerin kökünü kazıyıp onları öldürecektir.Bu sırada herkesi korku, dehşet kaplayacak ve bu Hak devletine teslim olacaktır. Kafirlerin çoğu hak ve doğruluk belirtilerini görünce İslam'ı kabul edecek. Küfür ve zulümlerinde ısrar edenler ise Hz. Mehdi'nin (a.s) ordusu tarafından öldürülecek, yegane güçlü İslam devleti tüm dünyaya hakim olacak ve insanlar tüm varlığı ile bu devleti korumaya çalışacak.[449] İslam dini her yere yayılarak dünyanın dini haline gelecektir."[450]

 

KAFİRLERİN AKİBETİ

Ayet ve rivayetlerde yer aldığı üzere yeryüzünün hakimiyeti kitab ehli olmayan kafirlerle materyalistlerin (maddecilerin) elinden alınacak ve iktidar bütünüyle dünyanın layık şahsiyetleriyle müslümanların eline geçecektir. Burada örnek olarak birkaç ayet zikredelim:

Allah (c.c) Enbiya suresinin 105. ayetinde şöyle buyurmaktadır: "Andolsun biz Zikir'den sonra Zebur'da da "Hiç şüphesiz yeryüzüne salih kullarımız varisçi olacaktır" diye yazdık."

Saff suresinin 9. ayetinde de şöyle buyurmaktadır: "Peygamberlerini hidayet ve hak din üzere gönderen O'dur. Öyle ki onu (hak din olan İslam'ı) bütün dinlere karşı üstün kılacaktır; müşrikler hoş görmese de!"

Nur suresinin 55. ayetinde şöyle buyurmaktadır: "Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara vaadetmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl güç ve iktidar sahibi kıldıysa, onları da yeryüzünde güç ve iktidar sahibi kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe kavuşturacaktır. Onlar yalnızca bana ibadet ederler ve bana hiç bir şeyi ortak koşmazlar."

Ve Kasas suresinin 5. ayetinde şöyle buyurmaktadır: "Biz ise yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak onları önderler yapmak ve mirasçılar kılmak istiyoruz."

Bu ayetler ileride dünya önderliğinin layık müslümanlar ve müminlerin eline geçeceğini müjdelemektedir. İslam bütün dinlere galib gelecek ve rivayetlerde de yer aldığı üzere Hz. Mehdi'nin (a.s) hakimiyeti zamanında, şirk ve küfür düzenleri yok olacak, muvahhid insanlar dışında hiç kimse sağ kalmayacaktır.

Bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmaktadır: "Eğer dünyanın bir günlük bir ömrü de kalsa Allah Teala adı benim adım, ahlakı benim ahlakım ve künyesi Ebu Abdullah olan birini gönderecek ve O'nun vasıtasıyla dini (ilk azametine) kavuşturacak ve ona bir takım fetihler nasib edecektir. Muvahhid insanlar dışında yeryüzünde hiç kimse baki kalmayacaktır. Hz. Resulullah'a "Bu şahıs hangi evladınızın soyundan olacaktır?" diye sorulunca da Hazret eliyle İmam Hüseyin'e dokunarak "Bundan" diye buyurdu."[451]

Ebu Cafer (a.s) şöyle buyurmuştur: "Kâim ve ashabı bir tek müşrik kalmayıncaya kadar savaşacaktır."[452]

YAHUDİ VE HIRİSTİYANLARIN AKİBETİ

Bazı ayetlerin zahirinden anlaşıldığı üzere Yahudi ve hıristiyanlar kıyamete kadar baki kalacaklardır.

Allah Teala Maide suresinin 14. ayetinde şöyle buyurmakta: "Ve "biz Hıristiyanlarız" diyenlerden kesin söz almıştık. Sonunda onlar kendilerine hatırlatılan şeyden pay almayı unuttular. Böylece biz de kıyamete kadar aralarına kin ve düşmanlık saldık."

Allah Teala Al-i İmran suresinin 55. ayetinde de şöyle buyurmaktadır: "Hani Allah İsa’ya demişti ki: "Ey İsa, doğrusu senin hayatına ben son vereceğim. Seni kendime yükselteceğim, seni küfredenlerden temizleyeceğim ve sana uyanları kıyamete kadar küfre sapanların üstüne geçireceğim."

Allah Teala ilk ayette hıristiyanların arasında kıyamete kadar kin ve düşmanlık salacağını bildirmektedir. İkinci ayette ise hıristiyanların kıyamete kadar kafirlere galip geleceğini va’detmektedir. Bu iki ayetin zahirinden de anlaşıldığı gibi hıristiyanlık Hz. Mehdi’nin (a.s) hükümeti zamanında da baki kalacaktır.

Allah Teala Maide suresinin 64. ayetinde de şöyle buyurmaktadır: "Yahudiler: "Allah’ın eli sıkıdır" dediler. Onların eli bağlandı ve söylediklerinden dolayı lanetlendiler. Hayır; O’nun iki eli açıktır. Nasıl dilerse infak eder. Andolsun Rabbin’den sana indirilen, onlardan çoğunun tuğyanlarını ve küfürlerini artıracaktır. Biz de onların arasına kıyamet gününe kadar sürecek düşmanlık ve kin salıverdik."

Gördüğümüz gibi ayetlerin zahiri; Yahudilik ve Hıristiyanlık dininin kıyamete kadar baki kalacağını bildirmekte ayrıca bazı hadislerden de bu mana anlaşılmaktadır. Örneğin; Ebu Basir şöyle diyor: "İmam Sadık’a (a.s) "Hz. Mehdi zimmilere ne yapacaktır?" diye sordum. Hazret şöyle buyurdu: "Peygamber gibi onlarla anlaşma yapacak ve onlar da zillet içinde cizye vereceklerdir."[453]

Hz. Ebu Cafer (a.s) şöyle buyurmuştur: "Sahib-ul Emr, Mehdi olarak adlandırılmıştır. Zira Tevrat ve diğer semavi kitapları Antakya’daki bir mağaradan çıkaracaktır. Tevrat ehli kimseler arasında Tevrat’la, İncil ehli kimseler arasında İncil’le, Zebur ehli kimseler arasında da Zebur’la ve Kur’an ehli kimseler arasında da Kur’an’la hükmedecektir."[454]

Bu ayet ve rivayetler karşısında bir takım muhalif hadisler de vardır ki Hz. Mehdi’nin (a.s) devletinde müslümanlardan başka hiç kimsenin baki kalmayacağını ifade etmektedir. Mehdi (a.s) Yahudi ve Hıristiyanlara İslam dinini anlatacaktır. Kabul eden ölümden kurtulacak, kabul etmeyen ise öldürülecektir. Örneğin:

İbn-i Bukeyr şöyle diyor: Ebul Hasan’dan (a.s) "Oysa göklerde ve yerde her ne varsa istese de istemese de O’na teslim olmuştur."[455] ayetinin tefsirini sorunca Hazret şöyle buyurdu: "Bu ayet Kâim hakkında nazil olmuştur. Mehdi zuhur edince İslam dinini Yahudi, Hıristiyan, Sabii ve kafirlere takdim edecektir. Her kim kendi isteği ile İslam’ı kabul ederse o zaman iman, namaz, zekat ve diğer farzları onlara emreder. Her kim İslam’ı kabul etmezse boynunu vurur, böylece yeryüzünde sadece muvahhidler kalır. "İbn-i Bukeyr şöyle diyor: Hazret’e dedim ki feda olayım sana, yeryüzündeki insanlar öldürülemeyecek kadar çoktur." Hazret şöyle buyurdu: "Allah bir işi irade ederse çok olanı az, ve az olanı da çok kılar."[456]

Hz. Ebu Cafer (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah Teala dünyanın doğu ve batısının fethini Mehdi’ye nasib kılacaktır. Mehdi’de (a.s) sadece Muhammed’in dini baki kalıncaya kadar savaşacaktır."[457]

Hz. Ebu Cafer (a.s) "Müşrikler istemese de dini (İslam’ı) bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber’ini hidayetle ve hak dinle gönderen O’dur."[458] ayetinin tefsirinde şöyle buyurmaktadır: "Muhammed’e (s.a.a) iman edenlerden başka hiç kimse baki kalmaz."[459]

Gördüğünüz gibi bu husustaki ayetler iki kısımdır. Bazıları Kur’an ile uyumlu,  bazıları ise muhalif ve uymamaktadır. Ulemanın da bildiği gibi Kur’an’la uyum içinde olan hadisler muhalif hadislerden daha muteber ve kabule şayandır. O halde Mehdi’nin (a.s) hükümetinde Yahudi ve Hıristiyanlar baki kalacaktır. Şöyle ki şirk ve teslis inancını bırakacak, tek ilaha inanarak ve İslam hükümetinin himayesi altında yaşayacaklardır. Buna bağlı olarak batıl devletler yıkılacak, dünyanın idaresi ve kudreti layık insanların eline geçecek İslam dini diğer tüm dinlere galib gelecek, tevhid nidası dört bir yanda duyulacaktır. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurur: "Kâim’imiz kıyam edince "Eşhedu en la ilahe illellah ve enne Muhammeden Resulullah" her yerde yankılanacak ve duyulacaktır."[460]

Hz. Ebu Ca’fer (a.s) şöyle buyurmuştur: "Kâim’imiz kıyam edince yeryüzündeki batıl devletlerin hepsi yıkılacaktır."[461]

Hz. Ebu Cafer (a.s) "Onlar ki yeryüzünde kendilerini yerleştirir iktidar sahibi kılarsak; dosdoğru namaz kılarlar, zekatı verirler…"[462] ayetinin tefsirinde şöyle buyurmuştur: "Bu ayet imamlar, Mehdi ve ashabı hakkında nazil olmuştur. Allah onları tüm dünyaya hakim kılacaktır. Onlar vasıtasıyla dini güçlendirecek, batıl ve bid’at şeyleri ise, akılsızların hakkı çiğneyip yok ettiği gibi yok edip ortadan kaldıracaktır. Öyle ki, zulümden hiçbir iz kalmaz, iyiliği emreder ve kötülükten sakındırırlar."[463]

Ebu Basir şöyle diyor: İmam Cafer Sadık’a (a.s) "Ey Resulullah’ın evladı! Siz Ehl-i Beyt’in Kâimi kimdir?" diye sordum. Hazret şöyle cevap verdi: "Ey Ebu Basir, O benim oğlum Musa’nın beşinci göbekten torunudur. O, cariyelerin en iyisinin evladıdır. Gaybeti o kadar uzayacaktır ki insanlardan bazısı şüpheye düşecekler ve nihayet Allah Teala onu zahir kılacaktır. Dünyayı fethedecek, İsa b. Meryem (a.s) nazil olarak onun imametinde namaz kılacaktır. O zaman yeryüzü Allah’ın nuruyla aydınlanacak, Allah’tan başkasına ibadet edilen her yer, Allah’a ibadet edilen yerler haline gelecek; müşrikler istemese de, din o gün sadece Allah’ın dini olacaktır."[464]

Hz. Peygamber (s.a.a) Hz. Ali’ye (a.s) şöyle buyurdu: "Benden sonraki imamlar oniki kişidir. İlkleri sen ve sonları ise Allah’ın tüm dünyayı fethetmeyi kendisine nasib kılacağı Mehdi’dir (a.s)."[465]

 


İNSANLARIN ÇOĞU ÖLDÜRÜLECEK Mİ?

Bu arada bazı okuyucuların aklına şöyle bir soru gelebilir:

"Bilindiği gibi şu anda müslümanlar diğer din mensublarına oranla azınlıktadır, insanların çoğunu müslüman olmayanlar teşkil etmektedir. Şiiler de diğer İslam mezheplerine oranla azınlıktadır, şiiler arasında da birçok zalimler vardır. Dünyanın şu an ki durumu böyle ve gelecekte de böyle olacağa benziyor. Buna göre şu tahmini yapabiliriz. Mehdi’nin zamanında da şiiler azınlıkta olacaktır. Bu bilgiler ışığında şimdi sizlere soruyorum: Çoğunluk olan insanların, azınlık tarafından öldürülmesi ve de buna dünyanın hiç bir şey dememesi mümkün müdür? Ayrıca insanların çoğu öldürülürse dünya büyük bir mezarlık haline dönüşür. Geriye kalan azınlık mezarlığa mı hükmedecektir? Böyle bir hareketi, cihanşumul ıslah hareketi olarak adlandırmak mümkün değildir."

Herşeyden önce şunu hemen hatırlatalım ki biz dünyanın geleceği hakkında yeterli bir bilgiye sahip değiliz. Ve geleceği geçmişle kıyaslayamayız. Şu kadarı bilinmektedir ki insanlar kabiliyet ve fikir açısından bir gelişme içindedirler. Hergün hakkı kabule daha da bir eğilim göstermektedir. Şimdi de duyulduğu gibi doğu ve batıda ki birçok aydınlar kendi ekollerinin artık vicdanlarını ikna edemediğine inanmaktadırlar. Diğer yönden ilahi ve dinsel duyguları da onları rahat bırakmamaktadır. Bu yüzden hertürlü bozuk inanç ve hurafelerden münezzeh olan kudret ve maneviyatı bulunan, deruni isteklerini temin eden ve kendilerini manevi ve ruhani besinlerden nasiplendiren bir din arıyorlar. Belkide yakın bir gelecekte insanlar, İslam’ın hakkaniyetini anlayacak ve bütün bu arzularını temin edecek yegane dinin İslam olduğunu öğreneceklerdir.

Neyazık ki biz, insanlara İslam’ın nurani gerçeklerini duyurabilecek araçlara sahip değiliz. Ama birtaraftan insanların hakikati arama duygusu ve diğer taraftan da İslam’ın sağlam hükümleri sonunda bu sorunu çözecektir. İşte o zaman insanlar, grup grup İslam’ı kabul edecek ve müslümanlar çoğunluğu teşkil edecektir. Ayrıca birtakım delillerden de anlaşıdığı kadarıyla Hz. Mehdi (a.s) zuhur edince İslami gerçekleri insanlığa sunacak ve İslam’ın inkılapçı programlarını duyuracaktır. İnsanların çoğu İslam’ı kabul edecek ve ölümden kurtulacaktır. Zira bir yandan insanlar hakikatleri anlamada kemale ermiştir, diğer taraftan da Hz. Mehdi’nin (a.s) eliyle gerçekleşen birtakım kerametler müşahede edecektir. Aynı zamanda inkılap rehberinin tehlike ilanını duyacak ve dünyanın durumunun normal olmadığını göreceklerdir. Böylece insanların çoğu İslam’ı kabul edecek ve ölümden kurtulacaktır. Ama bütün bunlara rağmen İslam’ı kabul etmeyenler eğer Yahudi ve hıristiyan iseler öldürülmeyecekler ve İslam devletinin himayesi altında yaşayacaklardır. Sadece kafirler ve inatçı zalimler öldürülecektir ki bunların sayısı da oldukça azdır.

İSLAM ÖĞRETİLERİ TÜM DÜNYAYA KUM ŞEHRİNDEN DUYURULACAKTlR.

Ehl-i Beyt (a.s) imamlarından nakledilen rivayetlerde yeraldığı üzere yakın bir zamanda Şia alimleri Şia mezhebinin hüküm ve inançlarının değerini anlayacak ve içinde bulunduğu düzensizliklere son verecektir. Çağdaş propaganda araçlarını kullanacak ve insanların saadetini temin eden İslam hükümlerini tüm dünyaya duyuracaktır. Böylece de Hz. Mehdi’nin (a.s) zuhuru için gerekli ön hazırlıklar yapılmış olacaktır. O günü görmek ümidi ile.

Hz. İmam Cafer (a.s) şöyle buyuruyor: "Çok geçmeden Kufe’de mümin kalmayacaktır. İlim ve bilgi kendi yuvasında saklanan bir yılan gibi o şehirden çıkacak ve hiçbir belirtisi kalmayacaktır. Daha sonra Kum şehrinde ortaya çıkacaktır. O ilim ve fazilet madeni olan bir şehirdir. Ve oradan da diğer bölgelere dağılacaktır. Öyleki yeryüzünde kadınlarda dahil birtek cahil kalmayacaktır.

Bu olay Hz. Mehdi’nin (a.s) kıyamından önce meydana gelecektir. O halde Allah Kum’u ve ehlini bir hüccet kılacaktır. Eğer böyle olmasaydı yeryüzü ehlini helak eder ve birtek hüccet baki kalmazdı. İlim ve bilgi tüm dünyaya Kum’dan yayılacaktır. Böylece insanlara hüccet tamamlanmış olacak ve yeryüzünde ilim ve dini duymayan hiçkimse kalmayacaktır. Daha sonra Hz. Mehdi (a.s) zuhur edecek, böylece Allah’ın azap ve gazap nedenlerini temin edecektir. Allah Teala ise sadece hüccetini inkar ettikleri taktirde insanlardan intikam almaktadır."[466]

Diğer bir hadiste yine İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmaktadır: "Allah Teala insanlara Kufe ve ahalisiyle ihticacta bulunmuştur. Diğer bölgeler ise Kum şehri ile ihticacta bulunmuştur. (Hücceti ikame etmiştir.) Doğu ve batıdaki tüm insanlara da Kum ahalisi vasıtasıyla ihticacta bulunacaktır. Allah Kum ahalisini asla zelil etmeyecektir. Sürekli ilahi tevfik ve teyidlere mazhar olacaklardır.

Daha sonra İmam (a.s) şöyle buyurdu: Kum’un dindarları ile bizzat din değersiz sayılacak ve ilgisiz kalacaktır. Ama Kum yıkılır ve halkı yok olursa diğer bölgelere karşı bir hüccet kalmaz, gök yerinde sabit kalmaz ve insanlara fırsat verilmezdi. Kum ve ahalisi bütün tatsız olaylardan mahfuz kalacak ve öyle bir zaman gelecek ki Kum ve ahalisi bütün insanlara hüccet olacaktır. O, bizim Kâim’imizin zuhuruna kadar süren gaybet dönemidir. Eğer böyle olmasaydı yeryüzü insanları yutardı. Melekler tüm belaları Kum ve ehlinden def etmektedirler. Kum şehrine saldıran kimseyi, zalimleri helak eden (Allah) helak eder, ağır belaya uğratır veya daha güçlü bir düşmana mağlub kılar. Allah Teala Kum ve ahalisini zalimlere, Allah’ın zikrini unuttukları gibi unutturur."[467] 

Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: "Kum’dan birisi insanları Hakk’a davet edecektir. Bazıları davetini kabul edecek ve onun etrafına toplanacaklardır. Onlar demir parçaları gibi sert ve metindirler, en sert fırtınalar bile onları söküp atamaz, savaştan bıkmaz ve asla korkmazlar, sadece Allah’a tevekkül ederler. Akibet muttakilerin ve sakınanlarındır."[468]

Okuyucular şunu sorabilirler: Sizler ileride müslümanların çoğunluğu teşkil edeceğini tahmin ettiniz. Bu tahmininiz bazı hadislerle ters düşmektedir. Örneğin Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Bir zaman gelecek ki Kur’an ve İslam’ın sadece adı kalacaktır. Niceleri müslüman olarak adlandırılırlar, ama gerçekte onlar İslam’dan en uzak olanlarıdır, camileri mükemmel ama hidayetten mahrumdur."[469]

Cevap olarak şöyle diyoruz: Hz. Peygamber (s.a.a) bu vb. hadislerde sadece islam’ın gerçeğinin birgün unutulacağını ve sadece kabuk ve şeklinin baki kalacağını haber vermiştir. Müslümanlar da islam’ın asıl gerçeğinden uzak düşeceklerdir. Bu durum müslümanların çoğunluk olmasıyla zıt değildir. Bunlar, müslüman oldukları halde İslam’ın nuraniyet ve hakikatinden hakkıyla istifade etmeyebilir ve İslam’dan gaflet edebilirler. Ama Hz. Mehdi (a.s) vasıtasıyla İslam yeniden ihya edilecektir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.a) de şöyle buyurmuştur: "Ruhumu elinde tutan Allah’a andolsun ki İslam ve müslümanlar sürekli artış kaydetmekte, şirk ve müşrikler ise eksilmektedir." Daha sonra şöyle buyurdu: "Ruhumu elinde tutan Allah’a andolsun ki gecenin ulaştığı heryere bu din mutlaka ulaşacaktır."[470]

Özetle şu denilebilir: Hz. Mehdi (a.s) zuhur etmeden önce müslümalar sürekli artacaktır, Hz. Mehdi (a.s) kıyam edince insanların çoğu müslüman olacaktır. Çünkü beşerin ilim ve kabiliyet düzeyi gelişmiş, Hakkı kabule daha müsait ve hazır hale gelmiş olacaktır. Rivayettede şöyle yeralmıştır:

Hz. İmam Bakır (a.s) şöyle buyuruyor: "Kâim’imiz kıyam edince Allah kullarının başına lütuf elini sürecek, dikkatlerini toplayacak ve akıllarını kamil kılacaktır."[471]

Hz. Ali (a.s) şöyle buyurur: "Ahir zamanda, halkın cahillik ve zorluğu anında Allah Teala bir insan gönderecek ve onu melekleriyle güçlendirip destekleyecektir. Allah, Mehdi’nin yardımcılarını korur, onlara ayet ve alametlerle yardımcı olur ve onları yeryüzünün tüm insanlarına galib kılar. Böylece insanlar ister istemez hak dine girerler. O, yeryüzünü adalet, nur ve apaçık delillerle dolduracaktır. Bütün ülkeler tümüyle itaat edecek ve onun karşısında saygı gösterecektir. Öyle ki tüm kafirler iman edecek ve tüm kötüler salih kullar olacaktır."[472]

DÜŞMANLARlNlZ BİRBİRİNE DÜŞECEKTİR

Dünyanın genel durumu, tehlikeli buluşların ilerlemesi, Doğu-Batı’nın silahlanma yarışı ve insanlığın içine düştüğü ahlaki bozukluk karşısında büyük devletlerin, hatta Yahudi ve hıristiyanların birbirine düşeceği ve insanların çoğunun bu bencillik savaşında yok olacağı tahmin edilmektedir. Bazıları da türeyecek olan bir takım tehlikeli hastalıklarla can verecektir.

Abdulmelik şöyle diyor: "Hz. İmam Bakır’ın (a.s) yanından kalktım ve ağlar bir halde şöyle dedim: Ben, gücüm ve kuvvetim varken Mehdi’nin (a.s) zamanını derkedeceğimi ümit ediyordum." İmam (a.s) şöyle buyurdu: "Acaba sizler evlerinizde güvenlik içindeyken düşmanlarınızın birbiriyle savaşmasına razı değil misiniz? Mehdi kıyam edince her biriniz kırk insan kadar güçlü olacaktır. Kalpleriniz demir gibi olacak. Öyle ki, dağlara vursanız dağlar yarılır. Yeryüzünün hükümet ve hazinedarlığı sizin olacaktır."[473]

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Kâim’imizin ölümünden önce iki ölüm gerçekleşecektir. Birisi kırmızı ölüm, diğeri ise beyaz ölüm. Öyle ki yedi kişiden beş kişi ölecektir. Kırmızı ölüm öldürülmek ve beyaz ölüm ise Taun hastalığı sebebiyle ölmektir."[474]

Zürare şöyle diyor: İmam Sadık’a (a.s) "Gökten bir sesin geleceği doğru mudur? diye sordum. İmam "Evet! Allah’a andolsun ki her kavim o sesi kendi dilleriyle duyacaktır." İmam daha sonra "Onkişiden dokuzu ölmedikçe Kâim kıyam etmeyecektir." diye buyurdu.[475]

SAVAŞTAN BAŞKA ÇARE YOK

Bu noktada "Hz. Mehdi (a.s) kan dökmeden ve savaşmadan devletini kuramaz mı?" şeklinde bir soru da gelebilir akla.

Tabiatıyla böyle bir şey mümkün değildir. Beşerin ilmi düzeyi yükseldikçe iyi ve salih insanlar çoğalacak, ama yine de zalim ve despot insanlar da var olacaktır; bunlar hakka düşman olacak ve hiç bir şekilde inatçılıktan vazgeçmeyeceklerdir. Bu tip insanlar çıkarlarını korumak için Hz. Mehdi’nin (a.s) aleyhine kıyam edecek, gücü oranında direnecek ve savaşacaktır. Böylesi insanları susturmak için savaş ve kan dökmekten başka bir çare yoktur. Bu yüzden Ehl-i Beyt imamlarından nakledilen rivayetlerde savaş ve kan dökmenin kesin olduğu göze çarpmaktadır. Örneğin Beşir şöyle naklediyor: "Ebu Cafer’e (a.s) şöyle dedim: İnsanlardan bazısı "Mehdi kıyam edince işler kendiliğinden düzene girecek ve bir damla olsun kan dökülmeyecektir." diyor. Bu doğru mu?" İmam şöyle buyurdu: "Allah’a andolsun ki bu doğru değildir. Eğer bu iş mümkün olsaydı Hz. Resulullah (s.a.a) için mümkün olurdu. Halbuki düşmanla savaşta Hz. Resulullah’ın dişleri kırıldı ve mübarek alnı yaralandı. Allah’a andolsun ki Mehdi’nin işi savaş meydanında ter ve kan dökülmedikçe yoluna girmez." "İmam (a.s) daha sonra elini mübarek alnına sürdü."[476]

 


HZ. MEHDİ’NİN (A.S) SİLAHI

Bazı müslümanlar "Hz. Mehdi (a.s) kılıçla kıyam edecek deniliyor; bu ise kabul edilecek bir şey değildir, insanoğlu yüzlerce silah bulmuş atom ve hidrojen bombaları keşfetmiştir. Bu bombalar kilometrelerce uzaktaki insanları bile ortadan kaldırıyor. Silah sanayiinin ilerlemesi insanloğlunun gözünden rahat uykuyu almış durumda. Şüphesiz ileride daha da gelişmiş silahlar keşfedilecektir. Şimdi bu durumda Hz. Mehdi’nin (a.s) kılıçla savaşıp zafere ulaşacağını söylemek doğru olur mu?" demektedirler.

Hz. Mehdi’nin kılıçla kıyam edeceği hadislerde vardır. Örneğin: İmam Muhammed Bakır (a.s) şöyle buyuruyor: "Mehdi şu açıdan ceddi Muhammed’e benziyor ki kılıcıyla kıyam edecek, Allah ve Resulünün düşmanlarını katledecektir. Kılıç gücüyle, düşmanlarını korkudan dehşete düşürerek zafere ulaşacak ve hiç bir bayrağı (bölüğü) yenik dönmeyecektir."[477]

Kılıçla kıyam derken, savaş kestedilmektedir. Yani savaş ve kan Hz. Mehdi’nin (a.s) kıyamının ayrılmaz bir parçasıdır. O, İslam dinini yaymak, zulüm ve tecavüzleri engellemekle görevlidir, savaş ve kılıç zoruyla da olsa bu hedefini gerçekleştirecektir. Ama diğer imamların böyle önemli bir görevi yoktu. Öğüt ve nasihatla yetiniyorlardı. Kılıçla kıyam; onların yegane silahının kılıç olduğu anlamına gelmez, Hatta çağdaş silahlara galip gelecek yeni silahlar da bulabilir.

Gerçek şu ki, bizim dünyanın geleceği hakkında yeterli bilgimiz yoktur. İnsanlar ve teknolojinin geleceğinden haberdar değiliz. Bu yüzden geleceği de geçmişle kıyaslayarak hüküm vermek doğru değildir. Biz ileride ilim, kudret, medeniyet ve teknolojide hangi milletin üstün geleceğini de bilemiyoruz. Belki gelecekte dağınık İslam milletleri gaflet uykusundan uyanır, küçük ihtilafları bir kenara bırakır ve hep birlikte güçlü tevhid bayrağı altında toplanır, Kur’an’ın emir ve ilimlerini gözönünde bulundurarak İslam’ın kurtarıcı programlarını icra eder, böylece Allah vergisi olan servetlerden de istifade eder, gevşeklik ve inzivadan kurtulur; ilim, teknoloji ve ahlakta insanlığın öncüsü haline gelir, doğu ve batı’nın sınırsız gücünü kontrol altına alır ve gerçek kurtarıcı olan Hz. Mehdi’nin (a.s) zuhuru için gerekli şartları meydana getirmeye çalışırlar.

O halde Hz. Mehdi (a.s) zuhur edince fevkalade bir liderlik, velayet gücü ve Allah’ın yardımıyla zalim hükümetleri devirerek, tüm dünyada tevhid ve adalet devletini hakim kılacaktır. O zaman, yaptıkları onca zahmet ve çalışmalarının neticesi olan teknolojinin insanlığa hizmet yolunda kullanılması gerekirken, insanları ortadan kaldırmak ve tuzağa düşürmek yolunda harcandığını gören bilginler rahatsız olacak fakat buna çare bulamayacaklardır. Hz. Mehdi’nin (a.s) adaletçi sesini duyunca hemen icabet edecek ve ona hedefine ulaşması için yardımcı olacaklardır. Belki de insanlar ileride inat, cehalet bağnazlık ve despotluktan vazgeçer ve atom silahlarını yasaklarlar. Böylece de ağır askeri harcamalar, insanların refah, huzur ve genel kültürel kalkınma yollarında kullanılır.

 


HZ. MEHDİ (A.S) ZAMANINDA DÜNYA

Hadislerde yer aldığı üzere Hz. Mehdi (a.s) zuhur edip savaşta Doğu-Batı güçlerine karşı galip gelince tüm dünya bir tek cihanşumul İslam devletiyle idare edilecektir. İmam (a.s) tüm ülke ve beldelere liyakatli yöneticiler tayin edecektir.

Bu yöneticilerin çalışma ve ciddiyeti sayesinde tüm topraklar ihya ve bayındır olacak Hz. Mehdi (a.s) da tüm dünyayı dikkatli bir şekilde kontrol edecek, dünyayı adaletle dolduracak, insanlar birbirine karşı sevgi ve merhametle davranacak; heryerde emniyet ve güvenlik olacaktır. Hiçkimse bir başkasına eziyet etmeyi düşünmeyecek, insanların iktisadi durumu çok iyi olacak, öyle ki zekat verilecek biri bulunmayacaktır. Oldukça bereketli yağmurlar yağacak, heryer yemyeşil olacak, yerin bereketi artacak ve tarımda gerekli ıslahatlar yapılacaktır; insanlar Allah’a daha fazla yönelecek, ve O’na isyan etmeyecektir. Yol yapımında da önemli gelişmeler kaydedilecektir. Caddeler genişletilecek ve kaldırımlar yapılacaktır, yayalar kaldırımdan taşıtlar caddeden geçecek, sokaklara açılan tüm pencereler kapatılacak, oluklar sökülüp atılacaktır. Mehdi zamanında insanların aklı kemale erecek ve genel bilgileri artacaktır. Öyle ki kadınlar bile evinde hükmedebilecektir.

İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "İlim yirmiyedi kısma ayrılmıştır. insanoğlu şimdiye kadar bunun sadece iki kısmını elde edebilmiştir. Kâim’imiz kıyam edince diğer yirmibeş kısmı da ortaya çıkacak ve insanlar arasında yayılacaktır."[478]

İnsanların imanı kemale erecek, kalplerden kin silinecektir. Bütün bunlar birtakım rivayetlerde yer almıştır. Ama bu rivayetler genelde haber-i vahid’dir. Daha fazla bilgi için Bihar c.51 s.52, İsbat-ul Hudat c.6-7 ve Gaybet-i Numani kaynaklarına müracaat ediniz.

 

PEYGAMBERLERİN ZAFERİ

Bu noktada kimi okuyucular şöyle diyebilirler: "Sizin bu tavsiflerinize göre Hz. Mehdi’nin (a.s) tüm peygamberlerden, hatta Hz. Resulullah’dan (s.a.a) bile faziletli ve kamil olması gerekir. Zira onlardan hiçbirisi şu insan toplumunu ıslah edemedi ve cihanşumul bir tevhid hükümetini kuramadı, hiçbiri zulüm düzenini yıkıp yerine cihanşumul bir adil devlet ikame edemedi. Bu iş sadece Hz. Mehdi’nin eliyle gerçekleşecektir."

Beşerin ıslahı ve ilahi kanunların tam icrası bütün peygamberlerin yegane hedefi idi. Bu ilahi elçilerden herbirisi kendi zamanındaki insanların fikri kabiliyeti ölçüsünde bu yüce hedefe ulaşmak için çalıştılar, insanları bu yüce hedefe davet ettiler. Eğer onların bu fedakarlıkları olmasaydı tevhid hükümetinin kurulması mümkün olmazdı. O halde bütün peygamberlerin bu büyük hedefin gerçekleşmesinde bir katkısı vardır, Hz. Mehdi’nin (a.s) başarısı da Hizbullah’ın başarısıdır. Bütün enbiyaların ve din alimlerinin zaferidir. Hz. Mehdi’nin (a.s) zaferi şahsi bir zafer değildir. Hz. Mehdi’nin (a.s) büyük gücü sayesinde hak-batıla, dindarlık-dinsizliğe galebe çalacak, geçmiş peygamberlerin vaadi gerçekleşecek ve idaalleri tahakkuk edecektir. Hz. Mehdi’nin (a.s) başarısı gerçekte Hz. Adem, Hz. Şit, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa, aleyhisselamlarla Hz. Muhammed (s.a.a) ve diğer peygamberlerin başarısıdır. Bu peygamberlerin fedakârlıkları sayesinde sözkonusu hedefe varılmıştır. Programın sözkonusu edilişi ve mücadele geçmiş peygamberler zamanında başladı ve herbirisi kendi zamanında insanoğlunun düşünce seviyesini ve dini yükseltmeye çalıştılar, sonra sıra İslam Peygamberine geldi. Hz. Rasulullah da (s.a.a) o cihanşumul inkılabın plan ve projesini çizerek onu masum imamlara teslim etti. Hem kendisi, hemde vasileri bu yolda çalıştı ve birçok zorluklara katlandılar. İnsanoğlu tevhid devletini kabul edebilecek bir düzeye gelinceye kadar da dünyada birçok olaylar ve inkılaplar gerçekleşecektir. Sonunda Hz. Mehdi (a.s) zuhur edecek ve dinsizliği ortadan kaldıracaktır. O halde Hz. Mehdi (a.s) sadece İslam Peygamberinin değil belki bütün peygamberlerin programlarının icraatçısı konumundadır. Hz. Mehdi’nin (a.s) zaferi bütün semavi dinlerin zaferidir. Allah Teala Zebur’da Hz. Davud’a zafer vaadetmiştir. Kur’an-ı Kerim’de Hz. Mehdi (a.s) hakkında nazil olan bir ayette ise şöyle buyurmuştur: "Andolsun biz Zikir’den sonra Zebur’da da; "hiç şüphesiz yeryüzüne salih kullarım varis olacaktır" diye yazdık".[479]

HZ. MEHDİ (A.S) VE YENİ DİN

Hz. Mehdi’nin (a.s) insanlara yeni din getireceği ve İslam hükümlerini kendi eliyle nashedeceği, konusu da bir takım rivayetlerde yer almıştır. Konunun açığa çıkması için bir kaç hadisi inceleyelim.[480]

Abdullah b. Ata şöyle diyor: "İmam Sadık’a (a.s) Hz. Mehdi’nin siret ve yöntemi nasıl olacaktır?" diye sordum, İmam şöyle buyurdu: "Hz. Resulullah’ın yaptığı şeyleri Mehdi de yapacaktır. Hz. Resulullah cahiliyeti ortadan kaldırdığı gibi Mehdi de bidatları ortadan kaldıracak ve İslam’a yeniden başlayacaktır."

Ebu Hatice Hz. Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğunu naklediyor: "Kâim zuhur edince yeni bir işle gelecektir. Nitekim Resulullah da başlangıçta insanları yeni bir işe davet ediyordu."[481]

Hz. Sadık şöyle buyuruyor: "Kâim zuhur edince yeni bir iş, kitap, yöntem ve hükümle zuhur edecektir ki bu, Araplara oldukça ağır gelecektir. Bir çok insan öldürecektir, kâfir ve zalimlerden bir tek insan bırakmayacaktır. O, görevini yaparken hiç kimsenin kınamasından çekinmez."[482]

HZ. MEHDİ’NİN (A.S) YOLU

Birçok hadisler Hz. Mehdi’nin yolunun da ceddi Hz. Resulullah’ın sireti ile aynı olduğunu ve Hz. Resulullah’a (s.a.a) nazil olmuş olan Kur’an’ı savunduğunu beyan etmektedir. Örneğin: Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Benim Ehl-i Beyt’imden birisi kıyam edecek ve benim sünnetimle amel edecektir."[483]

Ve yine şöyle buyurmuştur: "Kâim benim evlatlarımdandır; adı, benim adım ve künyesi de benim künyemdendir, insanları benim dinime, bana itaate ve Kur’an’a davet edecektir."[484]

Ve buyurmuştur: "Onikinci (göbekten) oğlum, insanlara görünmeyek bir şekilde gaybete çekilecektir. Bir zaman gelecek ki İslam’ın sadece ismi ve Kur’an’ın da sadece bir kitap olarak fiziği kalacaktır. O zaman Allah ona kıyam izni verecek ve onunla İslam’ı güçlendirerek yenileyecektir."[485]

Keza şöyle buyurmuştur: "Mehdi benim itretimden -soyumdan- olan birisidir ki benim sünnetim için savaşacaktır. Ben de Kur’an için savaştım."[486]

Bu hadislerde de görüldüğu gibi Hz. Mehdi’nin sireti ve programı İslam’ı yayma, Kur’an’ın azametini ihya etmek ve Hz. Resulullah’ın (s.a.a) sünnetini icra etmek için savaşmaktır.

O halde birinci grup hadislerde birtakım icmal var ise de bu hadisler vasıtasıyla ortadan kaldırılmaktadır. Velhasıl o hadisleri de şöyle tefsir etmek gerekir: "Gaybet zamanında dinde bir takım bidatlar ortaya çıkacaktır, İslam ve Kur’an hükümleri insanların şahsi eğilimleri üzere tefsir edilecektir. Birçok hudud ve hükümler sanki hiç İslam’ın değilmişcesine unutulacaktır. Hz. Mehdi (a.s) zuhur edince bidatları kaldıracak ve ilahi hükümleri ilk şekliyle ortaya koyacak, İslami hükümleri müsamaha göstermeden uygulayacaktır. şüphesiz bu da insanlar için beklenmedik bir vakaa olarak algılanacaktır.

Hz. Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "Kâim kıyam edince Resulullah’ın (s.a.a) siretiyle amel edecek, Muhammed’in (s.a.a) yol ve sünnetini tefsir ve beyan edecektir."[487]

Fuzeyl b. Yesar şöyle der: Hz. Bakır’ın (a.s) şöyle buyurduğunu duydum: "Kâim’imiz kıyam edince insanlar açısından bir takım zorluklarla karşılaşacaktır ki, Peygamber cahiliye döneminde o kadar zorlukla karşılaşmamıştı." Ben, "Nasıl olur?" diye sordum İmam şöyle buyurdu: "Peygamber kıyam edince insanlar taş ve çubuklara tapıyordu. Ama Kâim’imiz, insanlar Allah’ın hükümlerini tam tersine tefsir ettikleri, Kur’an vasıtasıyla aleyhide deliller getirdikleri bir dönem de zuhur edecektir." Sonra da şöyle buyurdu: "Allah’a andolsun ki soğuk ve sıcağın evlerine girdiği gibi Mehdi’nin (a.s) adaleti de evlerine girecektir."[488]

HZ. MEHDİ’NİN AÇlKLAMALARl YENİDİR

İslam’ın erkan ve usüllerini terkeden ve sadece İslam’ın kabuğuyla iktifa eden bir halk İslam’dan namaz oruç ve necis şeylerden sakınmak dışında bir şey bilemez. Bazıları da dini camilere hapsetmiştir, hareket ve amellerinde İslam’ın hiç bir etkisi görülemez, onların sokak çarşı ve pazarlarında İslam’dan hiç bir iz yoktur. Ahlaki ve sosyal hükümleri İslam’dan saymazlar; kötü sıfatlara hiç ehemmiyet vermez, helal ve haramları ahlakî kurallardan ibaret bir şey saydıklarından asla önemsemezler, Allah’ın haramlarını çeşitli hileler ve zahiri tevillerle caiz bilirler, farzları eda etmekten çekinir ve dini hükümleri istedikleri şekilde tevil ederler, Kur’an’dan geriye kalan kıraat, güzel sesle okuma ve kuru bir saygıdır. Hz. Mehdi (a.s) zuhur edip "siz dinin hakikatinden uzaksınız, Kur’an ayetlerini ve hadisleri gerçek dışı tevil ediyorsunuz. Niçin İslam’ın nurani hakikatini terketmiş ve bazı zahiri hükümleriyle iktifa ediyorsunuz? Siz, amellerinizin dine uyup uymadığına dikkat etmiyorsunuz. Kur’anı, güzel sesle okuma hususunda gösterdiğiniz bu dikkati Kur’an ile amel etme hususunda da gösteriniz. Ceddim İmam Hüseyin (a.s) sadece ağlamak için kıyam etmedi, niçin onun hedefini unutup çiğnediniz?

Ahlaki ve sosyal hükümler de İslam’ın erkanındandır. Bunlara önem verin! Ahlaki haramlardan sakının. Mali haklarınızı ödeyin. Yersiz bahanelerle kibirlenmeyin. Bilin ki ağıt yakmak ve mersiye okumak, hums, zekat ve borçların yerini tutmaz faiz, rüşvet hilekarlık ve tezvir gibi günahlarınızı temizlemez.

İmam Hüseyin (a.s) maten ateşinin dumanı; yetim, dul ve mazlumlarının feryadının cevabı değildir. Yanlış tevillerle faiz, sahtekarlık ve dolandırıcılığı caiz kabul ediyorsunuz. Çeşitli bahanelerle farzları eda etmekten kaçınıyorsunuz. Takva ve mukaddes şeyleri ev ve camilere hapsetmeyin, toplumunuza da taşıyın, iyiliği emredin ve kötülükten sakındırın! Falan, filan bidatları İslam’dan atın." diye söyleyecek olunca bu din çoğu müslümana yeni gelecek ve ondan ürkecek, hatta İslam olarak kabul etmeyeceklerdir. Çünkü onlar İslam’ı başka bir şekilde anlamışlardır, onlar zannediyorlar ki İslam’ın görkemi camileri süslemek, minareleri yükseltmek ve benzeri şeylerdedir.

Eğer İmam İslam’ın azametinin salih amel, doğruluk, dürüstlük, emanete sadakat, ahde vefa ve haramdan sakınmakta olduğunu söyleyecek olursa bu kendilerine yeni gelecektir. Zira onlar Mehdi zuhur edince onların amellerini tasdik edeceğini ve onlarla birlikte camide ibadetle meşgul olacağını sanırlar ama İmam’ın kılıcından kan damladığını, halkı cihada, iyiliği emretmeye ve kötülükten sakındırmaya davet ettiğini, namaz kılan zalimleri öldürdüğünü, haram yolla elde edilen malları sahiplerine geri çevirdiğini ve zekat vermeyeni cezalandırdığını görünce yepyeni bir durumla karşı karşıya kalacaklardır.

Hz. Sadık (a.s) şöyle buyuruyor:

"Kâim’imimiz kıyam edince insanları İslam’a davet edecek, insanları terkettikleri şeye hidayet edecektir. İnsanları uzaklaştıkları şeye hidayet ettiği için de Mehdi olarak adlandırılmıştır. Hakkı ikame etmek için kıyam ettiğinden de Kâim olarak adlandırılmıştır."[489]

Velhasıl insanların beklediği Mehdi ile gerçek Mehdi arasında oldukça fark vardır. Bu yüzden ilkönce Mehdi’nin işleri hoşlarına gitmediği için etrafından dağılacak ama ondan başka bir kurtarıcıları olmadığından yine dönüp ona teslim olacaklardır.

Hz. Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "Adeta Kâim’i görür gibiyim ki uzun bir elbise giymiş, Peygamber’in altın mühürle mühürlenmiş sözleşmesini cebinden çıkarıyor. Mührünü açarak onu insanlara okuyor, insanlar tıpkı koyunlar gibi etrafından dağılıyor. "Vezir" ve oniki "nakib" dışında hiç himse yanında kalmaz. Halk her yerde (kurtarıcı) aramaya koyulur. Ondan başkasını bulamayınca yine ona doğru koşarlar. Allah’a andolsun ki ben Kâim’in onlara ne dediğini ve onların inkar ettiği şeyi biliyorum."[490]

HZ. MEHDİ VE HÜKÜMLERİN NESHİ

Bu noktada da Hz. Mehdi’nin (a.s) teşri edici (yasa çıkarma hakkına sahib biri) olmadığını ve İslam’ın hükümlerini neshetmediğini, bunun ise şu iki hadisle uygun olmadığını söyleyenler çıkabilir: Hz. Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "İslam’da iki kan helaldır. Ama hiç kimse Allah’ın hükmünü onlarda cari etmez. Ta ki Allah Teala Ehl-i Beyt’in Kâim’ini gönderir ve Allah’ın hükmünü şahitsiz onlar hakkında cari kılar. Birisi zina eden evli erkektir ki recmeder ve diğeri ise zekat vermeyenlerdir ki boynunu vurur."[491]

Keza Hz. Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur. "Al-i Muhammed’in Kâim’i kıyam edince tıpkı Hz. Davud ve Hz. Süleyman (a.s) gibi insanlar arasında şahit olmaksızın hükmeder."[492]

Bu hadisler bazı İslami hükümlerin Hz. Mehdi (a.s) tarafından neshedileceğini ve yeni bir hükmün icra edileceğini söylemektedir. Siz bu inançlarla ona peygamber adını vermeseniz de, nübüvvetini iddia etmiş oluyorsunuz!"

Evvela bu rivayetler haber-i vahiddir. Yani yakin ifade etmemektedir. Ayrıca Allah’ın Peygamber’ine bir hükmü vahyederek," sen ve müslümanlar Kâim zuhur edinceye kadar bununla amel edin. Ama onikinci vasin ve taraftarları ikinci hükümle amel etsin." demesinin ne sakıncası olabilir ki? Böylece Hz. Resulullah (s.a.a) da vasileri vasıtasıyla onikinci imama haber vermiş olabilir; ne bir hüküm neshedilmiş ve ne Mehdi’ye yeni bir hüküm vahyedilmiş olur. Aksine, birinci hüküm baştan beri mukayyed ve şartlıdır, Peygamber de ikinci hükümden haberdardır.

Mesela ilk dönemlerde şer’i hakimin zahiri deliller, şahidler ve yemin vasıtasıyla dava sahipleri arasında hüküm vermesi salah görülmüştü. Nitekim İmamlar da bu şekilde hüküm veriyorlardı. Ama Hz. Mehdi (a.s) zuhur edip İslam devletini kurunca ilmi esasınca insanlar arasında hükmetmekle görevlendirilmiştir. O halde bu hükümler de İslam’ın baştan beri hükümlerinin bir parçası idi. Ama icra zamanı Hz. Mehdi’nin (a.s) zuhur dönemidir.

HZ. MEHDİ’NİN (A.S) KIYAM ETMEDİĞİ NEREDEN BELLİ?

Evet, Hz. Mehdi’nin (a.s) şimdiye kadar kıyam etmediği nereden belli? Sadr-ı İslam’dan şimdiye kadar bir çok kimse çeşitli yerlerde kıyam etmiş ve Mehdi olduklarını iddia etmiştir. Bazıları taraftar da toplamış ve geride bir mezhep bile bırakmışlar. Hatta bazıları küçük devletler bile kurmuşlardır. Ama biz oturmuş Mehdi’yi bekliyoruz. Halbuki onlardan biri gerçek Mehdi olabilir.

Önceden söylediklerimizden de anlaşıldığı üzere biz meçhul ve tanınmayan bir Mehdi’ye inanmıyoruz. Dolayısıyla da Mehdi’nin kim olduğu hususunda yanlışlığa düşmeyiz. Peygamber ve Ehl-i Beyt İmanları Mehdi’nin varlığını ve tüm özelliklerini beyan etmişlerdir. Bu hususta hiç bir icmal ve anlaşılmazlık yoktur. Mehdi’nin başlıca özellikleri ise şunlardır:

Adı Muhammed ve künyesi Eb’ul Kasım’dır. Annesi Nercis adında bir cariyedir. Haşimoğullarından, Hz. Fatıma-ı Zehra’nın evlatlarından, İmam Hüseyin’in (a.s) dokuzuncu göbek evladı ve İmam Hasan Askeri’nin (a.s) oğludur, 256 veya 255 yılında Samerra şehrinde doğdu. İki gaybeti vardır; birisi kısa diğeri ise uzun sürecektir. İkinci gaybeti o kadar uzun sürecektir ki insanların çoğu varlığından şüpheye düşecektir. Oldukça uzun ömürlüdür. Zuhur ve daveti Mekke’den başlayacak ve kılıçla kıyam edecektir. Tüm zalim ve müşrikleri öldürecektir. Müslüman ve kitab ehli kimseler ona teslim olacaktır. Cihanşumul bir İslam devleti kuracak, zulmü ortadan kaldıracaktır. Her yeri adaletle dolduracaktır. Dini her yere yayacak ve galib kılacaktır. Müslümanlar böyle bir şahsın zuhurunu bekliyorlar.

SEYYİD ALİ MUHAMMED-İ ŞİRAZİ

Şimdiye kadar Mehdi’lik iddiasında bulunan kimseler arasında böyle özelliklere sahib kim vardır? Örneğin İran’da da birisi Mehdi’lik iddiasında bulundu. Ama İmam Hasan Askeri’nin (a.s) evladı değildi. Gaybet-i Kübra’sı da gerçekleşmedi ve uzun ömürlü birisi de değildi. Ömrü boyunca savaşmadı ve zalimlerin kanını dökmedi. Evrensel İslam devleti kuramamış, adaleti yayamamış ve en küçük bir zulmü bile ortadan kaldıramamıştır. Bu şahıs İslam dinini dünyaya yayamamış ve hatta İslam dinini neshederek yeni bir din ileri sürmüştür, ilim ve bilgiden nasibi yoktur, harikulade bir işi de yoktu. Ayrıca yaptıklarından da tevbe etmiş, pişmanlık duymuş, sonunda da darağacına teslim olmuştur.[493]

Akl-ı selim sahibi bir insan böyle birinin Mehdi olduğuna inanır mı?!!

Mehdi olduğunu iddia eden Şirazlı Seyyid Ali Muhammed’in kıssası daha çok Mesnevi’de zikredilen Kazvinli yiğidin kıssasına benzemektedir:

Bir Kazvinli, tellağın yanına gidip "Bana bir döğme yap; fakat canımı acıtma" dedi.

Tellak "şöyle yiğidim; ne resmi döğeyim? diye sorunca "bir kükremiş aslan resmi döğ" dedi;

"Talihim aslandır, onun için aslan resmi olsun. Gayret et. döğmeyi adamakıllı yap!"

Tellak "vücudunun neresine döğeyim?

Kazvinli "iki omuzumun arasına" der.

Tellak, iğneyi saplamaya başlayınca yiğidin sırtı acımaya başlar,

"Aman usta, beni öldürdün. Ne yapıyorsun?" diye bağırdı.

Usta "Aslan yap dedin ya" dedi.

Kazvinli sordu "neresinden başladın?"

Usta"Kuyruğundan" dedi.

Kazvinli dediki "Aman iki gözüm bırak kuyruğunu.

Aslanın kuyruğu ile kuyruk sokumum sızladı, nefesim kesildi, boğazım tıkandı.

Aslan, varsın kuyruksuz olsun. İğne yarasından yüreğime fenalık geldi, bayılacağım."

Usta, merhametsizce aslanın bir başka tarafını döğmeye başladı.

Yiğit yine bağırdı. "Burası neresi?"

Usta: "Kulağı" dedi.

Kazvinli "Bırak kulaksız olsun. Orasını da yapma" dedi.

Usta bu sefer başka bir yerine başlayınca Kazvinli yine feryat etti:

"Bu üçüncü iğne de neresini döğüyor?"

Usta "Azizim, karnı" dedi.

Kazvinli "Fena acıyor, iğneyi bu kadar çok batırma, bırak, karınsız olsun" deyince

Tellak şaşırdı, hayli müddet parmağı ağzında kaldı.

İğneyi yere atıp "Alemde kimse böyle bir hale düştümü ki? Kuyruksuz, başsız, karınsız aslanı kim gördü? Allah böyle bir aslan yaratmamıştır." dedi.

"Kardeş, iğne yarasına sabret ki govur nefsin iğnesinden kurtulasın.

Yok ise döğmeye senin takatin, böyle adamakıllı bir arslandan sözetme."

İlginç yanı da şudur ki Seyyid Ali Muhammed Şirazî, Mehdi’lik iddiasında bulunmadan önce "Kevser suresinin tefsiri" adında bir kitap yazmış ve bu kitabında kendi Mehdiliği ile uyuşmayan, vaadedilmiş Mehdi ile ilgili bir takım hadisler nakletmiştir. Ve bu konu daha sonradan kendisi ve taraftarları için birtakım problemler çıkarmıştır.

Kitabında şöyle yazıyor: Musa b. Cafer’i Bağdadi Hz. İmam Hasan Askeri’den şöyle naklediyor: "Adeta sizlerin benden sonra vasim hakkında ihtilaf ettiğinizi görür gibiyim. Resulullah’tan sonra bütün imamları kabul eden ama oğlumu inkar eden kimse bütün peygamberleri kabul eden ama Muhammed’i inkar eden kimseye benzer. Herkim Resulullah’ı inkar ederse bütün peygamberleri inkar etmiştir. Zira son ferdimize itaat etmek ilk ferdimize itaat etmek gibidir. Son ferdimizi inkar etmekte ilk ferdimizi inkar etmek gibidir. Bilinki oğlumun bir gaybeti olacaktır ki Allah’ın koruduğu kimseler dışında herkes şüpheye düşecektir."[494]

İmam Rıza (a.s) Di’bel’e şöyle dedi: "Benden sonra İmam, oğlum Muhammed’dir. Muhammed’den sonraki imam ise oğlu Ali’dir. Ali’den sonraki imam, oğlu Hasan’dır. Hasan’dan sonraki imam da hüccet ve Kâim’dir ki gaybet günlerinde zuhuru beklemek gerekir. Zuhur edince de itaat etmek gerekir. Dünyanın bir günlük ömrü bile kalsa Allah o’nu uzatır. Ta ki Mehdi kıyam etsin ve tüm dünyayı zulüm ile dolduktan sonra adaletle doldursun. Ne zaman kıyam edeceğini söylemek ise zuhur vaktini haber vermektir. Halbuki babalarım Ali’den naklettiği üzere Peygambere "ey Resulullah senin evlatlarından olan Kâim ne zaman kıyam edecektir?" diye sorulduğunda Hazret şöyle buyurmuştur: "Kâim’in zuhuru kıyamet gibidir ki vaktini Allah’tan başka kimse bilemez. Çünkü o göklere ve yeryüzüne ağır gelmektedir ve aniden zuhur edecektir."[495]

Görüldüğü gibi bu iki hadiste açıkça ifade edilmiştir ki Mehdi (a.s), imam Hasan Askeri’nin (a.s) oğludur, oldukça uzun bir gaybeti vardır. Yeryüzünü adaletle dolduracaktır ve zuhurunun vakti belli değildir.

GAİB İMAM’lN VARLlĞlNl İDDİA ETMEK

Seyyid Ali Muhammed, Kevser suresinin tefsirinde birkaç kez Gaib İmam’ın varlığını itiraf etmiş ve alametlerini saymıştır. Örneğin:

Gaib İmam’ın varlığı kesindir. Zira eğer o olmazsa artık diğerleri asla olmayacaktır. O’nun işi gökteki güneş gibi açıktır. Onun varlığından şüphe etmek Allah’ın kudretini inkar etmektir. Herkim Allah’ın varlığından şüphe ederse kafirdir.

Daha sonra şöyle devam ediyor: Ama İmamiye Şiileri nezdinde Mehdi’nin doğum günü ispat edilmiştir. Benim ve tüm alemlerdeki varlıkların ruhu O’na feda olsun. Gaybeti Suğra’sı, kerametleri ve elçilerinin alametleri de isbat edilmiştir.

Başka bir yerde de şöyle yazıyor: O (Mehdi) halef’i salih’tir. Künyesi Ebul Kasım’dır. Allah’ın emriyle kıyam edecek olan O’dur. Allah’ın kulları üzerindeki hücceti ve zahiresi de O’dur. Mehdi, insanları gizli işlere hidayet etmektedir. Ama ben onun ismini zikretmeyi doğru bulmuyorum. Sadece İmam gibi M. H. M. D olarak zikretmek istiyorum. Bu hususta bizzat kendisi de şöyle buyurmuştur: "Herkes genel bir toplantıda benim adımı anarsa Allah O’na lanet etsin.

Başka bir yerde ise mezkur yazar şöyle yazıyor: "Mehdi’nin iki gaybeti olacaktır. Gaybet-i Suğra’da birtakım güvenilir naipleri olacaktır. Gaybet’i Suğra 74 yıl ve birkaç ay çekmiştir. Mehdi’nin (Ruhum ona feda olsun) naipleri şunlardı. Osman b. Said, oğlu Muhammed b. Osman, Hüseyin b. Ruh ve Ali b. Muhammed’i Semuri"

Diğer bir yerde ise şöyle yazıyor: "Birgün Mescid-ul Haram’da Rükn-ü Yemani de namaz kılıyordum. Oldukça yakışıklı ve boylu poslu bir genç gördüm ki tam bir huşu içinde tavaf ediyordu. Başında beyaz bir sarık, üzerinde pamuktan bir aba vardı. Fars tüccarlarına benziyordu, oldukça yakınımdaydı. Aniden O’nun Mehdi olabileceğini düşündüm. Ama O’na yaklaşmaktan utandım. Namazımı bitirince onu göremedim. Ama yine’de O’nun Mehdi olduğuna yakinim yoktur.

SEYYİD ALİ MUHAMMED VE MEHDİ’NİN KlYAM VAKTİNİ BİLDİREN HADİSLER

Asağıdaki hadisler de Kevser suresinin tefsirinde nakledilmiştir.

Ebu Basir şöyle diyor: "İmam Sadık’a (a.s) şöyle arzettim: Feda olayım sana, Kâim ne zaman kıyam edecektir? İmam şöyle buyurdu. "Ey Eba Muhammed, biz Ehl-i Beyt zuhur vaktini tayin etmeyiz ve Hz. Resulullah (s.a.a) buyurmuştur ki zuhur vaktini tayin edenler yalan söylüyorlar."

Bu ve benzeri hadisler gereğince söylemek gerekir ki Ehl-i Beyt İmanları hiçbir zaman zuhur vaktini tayin etmemişlerdir. Ve tayin edenleri de tekzip etmişlerdir. Ama Seyyid Ali Muhammed’in taraftarları bütün bunları görmezlikten gelmiş, kendi önderlerinin söylediğinin tam tersine bazı kitapları araştırarak Ebu Lubeyd-i Muhzumi’nin zayıf hadisini bulmuş ve birçok tevillerle bu hadisten Seyyid Ali Muhammed’in zuhur yılını istinbat etmişlerdir.

Bu fırkaya reddiye olarak yazılan kitaplarda mezkur hadis ele alınmış ve birçok itirazlar edilmiştir. Bu hususta daha fazla araştırmak isteyenler mezkur reddiye kitaplarına müracaat etsinler. Seyyid Ali Muhammed’in de sahih olduğunu itiraf ettiği ve kitabında naklettiği Abu Basir’in hadisi gereğince "Kâimin zuhur vaktini bildiren hadisler reddedilmelidir."

Aşağıdaki hadis de Kevser suresinin tefsirinde nakledilmiştir: İmam Sadık (a.s) uzun bir hadisinde şöyle buyuruyor. "Ümmet bizim Kâim’i de inkar edecektir. Birisi hiçbilmeden "İmam asla doğmamıştır" diyecek, birdiğeri "dünyaya gelmiş, ama ölmüştür" diyecek, birdiğeri kafir olacak ve "onbirinci İmam’ın oğlu yoktur" diyecek. Birdiğeri ise sözleri ile fitne çıkararak" 12 İmam’dan fazlasına inanacak 13 veya daha fazla olduğunu söyleyecektir. Birbaşkası da Allah’a isyan ederek şöyle diyecektir: "Kâim’in ruhu başka birinin bedeninde konuşmaktadır."[496]

TAKİPÇİLERİ NE DİYOR?

Şimdi Seyyid Ali Muhammed’in Kevser suresinin tefsirinde naklettiği bu sözleri karşısında acaba taraftarları ne diyorlar? Eğer onun Mehdi olduğuna inanıyorlarsa, bu hem Ehl-i Beyt’ten nakledilen rivayetlere ve hem de bizzat kendi açıklamalarına aykırıdır. O, Mehdi’nin İmam Hasan Askeri’nin (a.s) oğlu olduğunu, adının M.H.M.D. ve künyesinin Ebu’l Kasım olduğunu, iki gaybeti olacağını, naiplerinin adını ve Mescid-ul Haram’da Mehdi olduğuna ihtimal verdiği bir genci gördüğünü söylemektedir.

Eğer onlar "Mehdi’nin ruhu Seyyid Ali Muhammed’e hulul etmiştir" diyorlarsa bu da batıl bir inançtır. Bu inanç tenasüh ve hulul inancıdır ki bilimsel olarak da red edilmiştir. Ayrıca bu inanç Seyyid Ali Muhemmed’in İmam Sadık’dan (a.s) naklettiği rivayetlerle de uyuşmamaktadır. İmam (a.s) o hadiste şöyle buyuruyordu: "İnsanlardan birkısmı isyan ederek "Mehdi’nin ruhu başka birinin bedeninde konuşmaktadır" diyecektirler."

PEYGAMBERLİK VEYA BABLIKTAN BERİ OLDUĞUNU SÖYLÜYOR.

Eğer onun peygamber veya bab olduğunu sanıyorlarsa bizzat kendisi bu isnadı reddetmiş ve isnad edeni tekfir etmiştir.

Kevser suresinin tefsirinde şöyle yazıyor: Herkim bizzat vahy ve Kur’an iddiasında bulunursa kafirdir. Ve her kim Hz. Mehdi’nin bablığı iddiasında bulunursa kafirdir. Allah’ım! Sen Şahit ol ki herkim ilahlık, velayet, Kur’an, vahiy veya dinde azlık ve çokluk iddiasında bulunursa kafirdir. Ve ben ondan beriyim. Ve sen şahit ol ki ben asla bablık iddiasında bulunmadım.

Seyyid Ali Muhammed Kevser suresini tefsir ederken hiçbir iddası yoktu. Ama kendisini seçkin bir âlim biliyordu, kendisini münzevi, alimleri ise merci olarak gördüğünden rahatsız oluyordu.

Bir yerde şöyle yazıyor: Allah bana lütufta bulundu da kalbimi nurlandırdı ve ben Allah’ın dinini Kur’an da nazil olduğu şekliyle ve Ehl-i Beyt hadislerinin beyan ettiği şekliyle izhar etmek istiyorum. Seyyid Ali Muhammed kendisine verilen isnadlardan rahatsız oluyor ve onlardan uzak olduğunu söylüyordu. Ama daha sonra insanların çok ahmak olduğunu gördü. Baktı ki denilenleri hemen kabul ediyor ve birtakım eklemeler de yapıyorlar, işte o zaman Mehdi’lik fikrine kapıldı ve açıkça Mehdi’lik iddiasında bulundu.

BEYAN KİTABl VE MEHDİ’LİK İDDİASl

Beyan kitabında şöyle yazıyor: Mehdi’nin zuhuru Hz. Resulullah’ın zuhuru gibidir: İnsanların kalbine diktiği Kur’an ayetlerinden İslam’ın semerelerini aldıktan sonra zuhur edecektir. İslam’ın semeresini almak ise ona iman etmek ve onu tasdik etmektir. Şimdi semere tersine döndüğünden İslam’ın tam ortasında zuhur etmiş ve herkes O’na İslam izharında bulunuyor ve haksız yere O’nun Maku dağında olduğunu söylüyorlar.

Yine aynı eserde şöyle yazar: Ömrü boyunca riyazet çekmiş, mücadele vermiş, Hz. Mehdi’yi rüyada görünce bununla övünmüş bir nefis İslam dininde yer alan özelliklerde Mehdi zuhur edince Allah’a arzetmiyor, imanının semeresini izhar etmiyor, yaratıldığı şey için kıyam etmiyor ve kendisiyle Allah’a teveccüh ettiği ve yalnızca senden yardım dileriz dediği kimsenin aleyhine fetva veriyor."

Diğer bir yerde şöyle yazıyor: "Eğer müminler Hz. Resulullah’a (s.a.a) ve kitabullah’a iman ederlerse Kâim’in zuhuru ahirette Resulullah’ın (s.a.a) zuhurudur; hem de en yüce şekilde. Bu kitab Furkan’dır ki ahirette en yüce şekilde nazil olmuştur. Kuran’a inanan hiç kimse dinden çıkmamıştır."

Kitabın bir başka yerinde de: Beyan noktasının zuhurunda eğer herkes onun va’dedilmiş Mehdi olduğuna inanırsa Kur’an’a iman edenler Resulullah’ın sözünden asla sapmaz."

Biz burada bu mezhebi (Bahailik) incelemek istemiyoruz, daha fazla araştırmak isteyenler bu mezhebe reddiye olarak yazılan kitaplara müracaat edebilirler. Mehdi’lik iddiasında bulunanları da tüm boyutlarıyla ele alıp tahlil etmek bizi asıl konumuzdan uzaklaştırır. Bu yüzden bu kadarla yetiniyor ve diyoruz ki, Mehdi sahih hadislerde eksiksiz bir şekilde tarif edilmiştir. Şiiler de onu seçkin birisi olarak tanırlar. Bu sıfatlara sahib birini görürlerse teslim olmalıdırlar. Aksi taktirde tekzib etmelidirler. Şimdiye kadar Mehdi'likiddiasında bulunanların hiç birisi bu sıfatlara haiz değildi. Bu hususta haber-i vahid ve zayıf hadislere sarılmak veya tevil etmek yeterli değildir. Çünkü bir kaç hadisin onca hadis karşısında hiç bir değeri yoktur.

BATlL İDDİA VE TARAFTARLAR

Sahi, bu şahısların iddiası batıl ise niçin bunca fedakar taraftarlar bulmuştur?

Bazılarının birine inanması o şahsın hak olduğuna delil olmaz. Dünyada bunun bir çok örneği görülmüştür. Halkın fedakarlık ve direnişi iddia edenin haklılığını göstermez. Dinler tarihini okuyan herkes bunu kabul eder. Şu anda milyonlarca insan Hindistan’da ineği kutsuyor ve bu hayvanın göklerde yüce bir makamı olduğuna inanıyorlar, inek kesmeyi ve inek eti yemeyi bile haram sayıyor, ineğe saygısızlığı haram ve günah biliyorlar. Bugün dahi bir inek caddede yattığında otomobiller onun kendiliğinden kalkmasını bekliyor, polisler onu kaldırmıyorlar. Hindular ineklerini savunmak için olmadık fedakârlıklar ediyorlar; Hindularla müslümanlar arasındaki ihtilaflardan biri de işte bu ineklerdir.

Keza Hindular maymunları da kutsuyarak saygı gösterirler, insanları rahatsız etse bile hiç kimse onlara birşey diyemez. Bazen onları şehirlerden toplar, saygıyla uzak ormanlara götürüp bırakırlar, ki bu da fanatik Hindulara ağır gelmektedir.

Burada Allah’a hamdeder, Hz. Mehdi’nin (a.s) zuhurunu acil kılmasını diler ve bizleri Hz. Mehdi’nin (a.s) ashabından ve İslam’a hizmet edenlerden karar vermesini ümit ederim.

Allah’ın selam, rahmet ve bereketi üzerinize olsun.


 

KAYNAKLAR

 

 A

57- A’yan-uş Şia                     Seyyid Muhsin Emin-i Şami

60- A’lam-ul Verâ                  Tabersi

70- Ali ve Ferzendaneş                       Dr. Taha Hüseyin

71- Abdullah b. Seba              Seyyid Murtaza Askeri

 

 

B

4- Bihar-ul Envar,                   Meclisi

102- Behaigeri                        Ahmed Kesrevi

 

C

73- Cami-u Ehadis-iş Şia

87- Camasibname                   Camasib

91- Cennet-ul Me’va               Hacı Mirza Hüseyin-i Nuri

 

Ç

 

D

90- Delail-ul İmame                Muhammed b. Cerir-i Taberi

99- Dairet-ul Mearif-i Biritanyai

100- Dairet-ul Mearif-i Amrikai

103- Daveri                 Ahmed Kesrevi

112- Danişmend Dergisi

 

E

13- El-Havi Lil-Fetava            Celalüddin Suyuti

14- El-Beyan                          Muhammed b. Yusuf Şafii

20- El-Fusul-ül Mühimme       Ali b. Muhammed b. Ahmet b. Es Sebbağ-i Maliki

26- Es-Savaik-ul Muhrika                   Ahmed b. Hacer-i Haysemi

28- El-İmame ve’s-Siyase                   İbni Kuteybe

29- Et-Tabakat-ul Kubra                     Muhammed b. Saad

30- El-Milel ve-n Nihel                                  Şehristani

32- El-Makalat ve’l Firak                    Sad b. Abdillah-i Eş’ari

34- Egani                                Ebu’l Ferec İsfahani

37- El- Bidaye ve’n-Nihaye                İsmail b. Ömer b. Kesir

45- El- Kamil fi’t Tarih                                   İbn-i Esir

48- El-iber fi Haber men Gaber          Zehebi

49- El-Futuhat-ul İslamiye                  Seyyid Ahmed

59- El-irşad                             Muhammed b. İbrahim-i Nu’mani

64- El- Yevakit vel Cevahir                Şa’rani

68- El- Melahim vel Fiten                   Ali b. Musa b. Cafer b. Muhammed b. Tavus

69- Ez-Zeria                            Şeyh Aga bozorg-i Tehrani

74- El-Mehdi                          Seyyid Sadruddin Sadr

76- En-Nesaih-ul Kafiye                     Seyyid Muhammed b. Akil

78- Ezva ale’s- Sünnet                                   Mahmud Ebu Reyye

81- El- Yezidiye                                 Seduk-i Demlevici

88- El-Mehdiye fil İslam                     Dr. Sad Muhammed    Hasan

92- El- Muammerun vel Vesaya         Ebu Hatem-i Secistani

93- El- Asar-ul Bakiye                                   Ebu Reyhan-i Biruni

95- Envar-u Numaniye                                   Seyyid Nimetullah Cezairi

97- El- Esfar                           Sadruddin Muhammed Eş- Şirazi

115- Et- Teratib-ud Dariye                 Şeyh Abdulhak Kettani

116- El- Emval                                   Hafız Ebu Ubeyd

 

F

31- Firak-uş Şia                                  Hasan b. Musa Nevbahti

111- Fihris-i Şeyh Tusi

 

G

 

Ğ

 

H

79- Hediyet-ul Ahbab-i Kumi             Muhaddis-i Kumi

96- Hadikat-uş Şia                              Ahmed Erdebili

 

İ

5- İsbat-ul Hudat,                               Muhammed b. Hasan Hürri Amili

19- İs’af-ur Ragibin                            Muhammed b. Ali Es-Sebban

42- İsbat-ul Vasiyye                           Mes’udi

86- İrşad-ul Avam                              Muhammed Kerimhan

98- İnsan Mevcud-i na Şinahte           Dr. Alex Carrel

107- İlzam-un Nâsıb                           Hacı Şeyh Ali Yezdi

108- İslam ve Akaid-i Beşeri              Yahya Nuri

 

I

 

J

K

1- Kur’an-ı Kerim

18- Kifayet-ul Metalib                        Muhammed b. Yusuf-i Kenci Şafii

24- Kenz-ul Ummal                            Ali b. Hisamuddin

62- Kemal-ud Din                              Şeyh Saduk

63- Kitab-ul Gaybe                             Muhammed b. İbrahim-i Numani

66- Kifayet-ul Muvahhidin                 İsmail b. Ahmed-i Tabersi

67- Kitab-ul Gaybe                             Muhammed b. Hasan-i Tusi

75- Keşf-ul Estar                                Hacı Mirza Hasan Muhaddis-i Nuri

89- Kitab-i Mukaddes

94- Keşf-ul Gumme                            Ebu’l- Feth Ali b. Ays Erbili

105- Kitab-i Beyan                             Seyyid Ali Muhammed Bab

 

L

50- Lisan-ul Mizan                             Ahmed b. Hacer-i Askalani

 

M

11- Müsned-i Ahmed                         Ahmed b. Muhammed b. Hanbel

12- Mecme-üz Zevaid                        Ali b. Ebi Bekr Heysemi

16- Mişkat-ül Mesabih                                   Muhammed b. Abdillah Hatip

25- Metalib-ul Sual                             Muhammed b. Talha Şafii

27- Mukaddime                                  İbni Haldun

33- Mekatil-ut Talibiyyin                    Ebu’l Ferec İsfahani

38- Muruc-uz Zeheb                           Ali b. Hüseyin-i Mes’udi

52- Mizan-ul İtidal                              Zehebi

55- Menhec-ul Mekal                         Allame Behbehani

56- Menakib-u Al-i b. Ebi Talib         Muhammed b. Ali b. Şehraşub

61- Muntehab-ul Eser                         Lütfullah Safi

80- Mehdi ez Sadr-i İslam ta Karni-i 13         Oryantalizm Üstadı Daremstater

114- Müstedrek-ül Vesail                   Hacı Mirza Hüseyin-i Nuri

 

N

2- Nehc-ül Belaga

15- Nur-ul Ebsar                                 Seyyid Mümin Şeblenci

23- Nezmu Durer-is Simtayn              Muhammed b. Yusuf

51- Nezhet-un Nazar                          Ahmed b. Hacer-i Askalani

72- Nakş-i Vu’aaz der İslam               Dr. Ali Elverdi

 

O

 

Ö

 

P

 

R

41- Ravzet-us Sefa                             Mir Hand

53- Rical-u Eb-i Ali                            Ebu Ali

54- Rical-u Mamekani                                    Mamekani

83- Rical-u Necaşi

110- Rical-i Şeyh Tusi

 

 

S

6- Sahih-i Müslim                               Müslim b. Haccac-i Nişaburi

7- Sünen-i Ebi Davud                         Ebu Davut Süleyman b. Eş’ar Secistani

8- Sünen-i İbn-i Mace                         Abdullah Muhammed b. Yezid b. Abdullah b. Mace

9- Sahih-i Tirmizi                               Ebu İsa Muhammed b. Sure

10- Sahih-i Buhari                              Muhammed b. İsmail-i Buhari

40- Saffet-us Safve                             Ebul Ferec

65- Sebaik-uz Zeheb                          Muhammed b. Emin-i Bağdadi

77- Sefinet-ul Bihar                            Şeyh Abbas-i Kumi

101- Salname-i şöhret

 

Ş

47- Şezerat-uz Zeheb                          Eb-ul Fellac-i Hanbeli

 

T

22- Tezkiret-u Havass-il Ümme          Sibt b. Cevzi

36- Tarih-ur Rüsül ve’l-Muluk           Muhammed b. Cerir-i Taberi

39- Tarih-i Yakubi                              Ahmed b. Ebi Yakub

43- Tarih-i Bağdadi                            Ahmed b. Ali Hatib-i Bağdadi

44- Tarih-i İbn-i Asakir                                  Ali b. Hasan-i Şafii

46- Tarih-i Mansuri                             Muhammed b. Ali-i Hamevi

58- Tebsiret-ul Veli                            Seyyid Haşim-i Behrani

82- Tenbihat-ul Celiyye                                 Muhammed Kerim Horasani

84- Tefsir-ul Mizan                             Alleme Tebatebai

85- Tarih ve Takvim der İran             Behruz

104- Tefsir-i Sure-i Kevser                 Seyyid Ali Muhammed Bab

106- Talhis-i Tarih                              Nebil Zerendi

109- Tarih-i Ulum                              Piyer Rousseav

 

U

3- Usul-i Kafi                          Muhammed b. Yakup Kuleyni

 

Ü

 

 

V

35- Vefeyat-ul A’yan                         Ahmed b. Muhammed Ebi Bekr Hullakan

113- Vesail-uş Şia                              Şeyh Muhammed Hür Amili

Y

17- Yenabi-ul Mevedde                      Şeyh Süleyman

 

Z

21- Zehair-ul Ukba                             Muhibbuddin Taberi

 



[1]- Gaybet-i Nu'mani, s.106.

[2]- Bihâr-ul Envar, c.52, s.366.

[3]- Bihar-ul Envar, c.52, s.333.

[4]- Bihar-ul Envar, H.1384 Islamiye baskısı, c.51, s.75; Isbat-ul Hüdat 1.baskı, c.7, s.9.

[5]- Bihar-ul Envar, c.51, s.74.

[6]- Bihar-ul Envar, c.51, s.65; Isbat-ul Hüdat, c.6, s.382.

[7]- Bihar-ul Envar, c.51, s.73.

[8]- Bihar-ul Envar, c.51, s.66.

[9]- Bihar-ul Envar, c.51, s.84; Isbat-ul Hüdat, c.7, s.191; Mecma-üz Zevaid/Ali b. Ebi Bekr-i Haysemi, Kahire baskısı, c.7, s.317.

[10]- Bihar-ul Envar, c.51, s.74; Isbat-ul Hüdat, c.7, s.9.

[11]- Bihar-ul Envar, c.51, s.75.

[12]- Bihar-ul Envar, c.51, s.73.

[13]- Isbat-ul Hüdat, c.2. s.531.

[14]- Isbat-ul Hüdat, c.2, s.533.

[15]- Isbat-ul Hüdat, c.2, s.526.

[16]- El-Mehdiyye Fil Islam/Sa'd Muhammed Hasan, Mısır baskısı, H.1373, s.69; Mukaddime-i Ibn-i Haldun, Mısır baskısı, s.311.

[17]- Sahih-i Tirmizi, c.9, Babu ma cae fil Mehdi, s.74; Yenabi-ul Mevedde­, Şeyh Süleyman, H.1308 baskısı, c.2, s.180.

[18]- Sahih-i Tirmizi, c.9, Babu ma cae fil Mehdi, s.74;  Yenabi-ul Mevedde/Şeyh Süleyman, H.1308 baskısı, c.2, s.180; El-Beyan fi Ahbar-i Sahib-iz Zaman, Muhammed b. Yusuf-i Şafii, Necef baskısı, s.85; Nur-ül Ebsar, s.171; Mişkat-ül Mesabih, s.370.

[19]- Sahih-i Ebi Davud, Kitab-ul Mehdi, c.2, s.207; El-Beyan, s.59; Nur-ul Ebsar, Şeblenci, s.156; Es Sevaik-ül Muhrika, Ibn-i Hacer, Kahire baskısı, s.161; Fusul-ul Muhimme Ibn-i Sebbað, Necef baskısı, s.161. Is'af-ür Raðibin, Muhammed Es-Sabban.

[20]- Sahih-i Ebi Davud, c.2, Kitab-ul Mehdi, s.207, Ebu Davud bu bölümde 11 hadis nakletmiştir. Sahih-i Ibn-i Mace Bab-u Huruc-il Mehdi, c.2, s.207; Sevaik, s.161; El-Beyan, s.64; Mişkat-ul Mesabih, Muhammed b. Abdillah Hatib, Delhi baskısı, s.370.

[21]- Sahih-i Ebi Davud, c.2, Kitab-ul Mehdi, s.208; Fusul-ul Muhimme, s.275; Nur-ul Ebsar, Mısır baskısı, s.170; Yenabi-ul Mevedde, c.1, s.161.

[22]- Sahih-i Ibn-i Mace, c.2, Bab-u Huruc-il Mehdi, s.519, bu babta 7 hadis zikredilmiştir; Es-Sevaik-ul Muhrika, s.161.

[23]- Müsned-i Ahmed, c.3, s.28, Musnedat-u Ebi Said-il Hudri babında Mehdi ile ilgili bir takım hadisler zikredilmiştir; Yenabi-ul Mevedde, c.2, s.228.

[24]- El-Beyan, s.72; Es-Sevaik-ul Muhrika, s.161; Yenabi, c.2, s.177.

[25]- Kitab-ul Mehdiyye Fil-Islam, s.69.

[26]- Mukaddeme-i Ibn-i Haldun, s.311.

[27]- Kitab-u Nezhet-ün Nazar, Ahmed b.Hacer-i Askalani, Karaçi baskısı, s.12.

[28]- Kitab-u Futuhat-il Islamiye, Mekke ilk baskısı, c.2, s.250.

[29]- Lisan-ül Mizan, Ahmed b. Ali b. Hacer-i Askalani, 1.baskı, c.1, s.25.

[30]- Lisan-ül Mizan, c.1, s.15.

[31]- Mukaddime-i Ibn-i Haldun, s.313.

[32]- Aynı eser, s.314.

[33]- Mukaddime-i Ibn-i Haldun, s.318.

[34]- Mukaddime-i Ibn-i Haldun, s.319.

[35]- Mukaddime-i Ibn-i Haldun, s.320.

[36]- Kitab-u Ezva-un Ala-s Sünnet-il Muhammediyye, Yazarı Mahmud Eburiye, 1.Baskı, s.316.

[37]- Ezva, s.319.

[38]- Ezva, s.321.

[39]- Ezva, s.317.

[40]- Ezva, s.319.

[41]- Sahih-i Müslim, c.1, s.191.

[42]- Lisan-ul Mizan, c.1, s.16.

[43]- Mizan-ul I'tidal, Dar-ul Kutub-il Arabiyye baskısı, c.1, s.5.

[44]- Sahih-i Müslim, c.1, s.24.

[45]- Mukaddeme-i Sünen-i Ebi Davud, Saati'nin kalemiyle.

[46]- Sahih-i Müslim, c.2, Bab-u nuzul-i Isa ve Sahih-i Buhari, c.4, Bab-u bed-il halk, Bab-u nuzul-i Isa.

[47]- Mukaddeme-i Ibn-i Haldun, s.322.

[48]- Mukaddeme-i Ibn-i Haldun, s.327.

[49]-  El-Melahim ve'l Fiten kitabının tercümesi, yazarı Ibn-i Tavus, s.46.

[50]- El-Melahim s.63.

[51]- Melahim, s.169.

[52]- Melahim, s.155.

[53]- Melahim, s.44.

[54]- Melahim, s.159.

[55]- Melahim, s.171.

[56]- Bihar-ul Envar, c.52, s.211.

[57]- Mekatil-ut Talibiyyin (Eb-ul Fereci-Isfahani), Necef baskısı, s.160.

[58]- Melahim, s.170.

[59]- Melahim, s.54.

[60]- Melahim, s.69. demiştir.

[61]- Mekatil-ut Talibiyyin, s.97.

[62]- Mekatil-ut Talibiyyin, s.167.

[63]- Mekatil-ut Talibiyyin, s.167.

[64]- Kitab-ul Havi li'l Fetava, c.2, s.135.

[65]- El Havi, c.2, s.148.

[66]- El-Havi, c.2, s.150.

[67]- El-Havi, c.2, s.150.

[68]- El-Havi, c.2, s.150.

[69]- El-Havi, c.2, s.155.

[70]- El-Havi, c.2, s.159.

[71]- El- Imame ve-s Siyase, (Ibn-i Kuteybe) 3.baskı, c.2, s.117.

[72]- Mekatil-ut Talibiyyin, s.359.

[73]- Mekatil-ut Talibiyyin, 2.baskı, s.162.

[74]- Gaybet-i Şeyh, 2.baskı, s.115.

[75]- Gaybet-i Şeyh, s.115.

[76]- Tabakat-ül Kebir, c.5, 1.bölüm, s.66.

[77]- Tabakat-ul Kebir, c.7, 1.bölüm, s.71.

[78]- Tabakat-ul Kebir, c.5, 1.bölüm, s.80.

[79]- Mekatil-ut Talibiyyin, s.165.

[80]- Mekatil-ut Talibiyyin, s.162.

[81]- Mekatil-ut Talibiyyin, s.163.

[82]- Mekatil-ut Talibiyyin, s.193.

[83]- Mekatil-ut Talibiyyin, s.195.

[84]- Mekatil-ut Talibiyyin, s.195.

[85]- Mekatil-ut Talibiyyin, s.166.

[86]- Mekatil-ut Talibiyyin, s.142.

[87]- Yenabi-ul Mevedde, c.2, s.197.

[88]- Milel ve Nihel-i Şehristani, 1.baskı, s.242; Fırak-üş Şia yazarı: Nevbahti, Necef baskısı, yıl: 1355, s.27.

[89]- Milel ve Nihel, c.1, s.256; Fırak-üş Şia, s.62.

[90]- Milel ve Nihel, c.1, s.273; Fırak-üş Şia, s.67.

[91]- Milel ve Nihel, c.1, s.278; Fırak-üş Şia, s.80-83.

[92]- Milel ve Nihel, c.1, s.279; Fırak-üş Şia, s.67.

[93]- Tenbihat-ul Celiyye fi Keşf-il esrar-il batıniyye, yazarı: Muhammed Kerim Horasani, s.40-42, Necef baskısı, yıl: 1351.

[94]- Milel ve Nihel, c.1, s.245.

[95]- Milel ve Nihel, c.1, s.245.

[96]- El-Yezidiyye, yazarı Saduk-ı Demlevici, Musil baskısı, yıl: 1368, s.164.

[97]- Tarih-u Ravzet-is Safa, Tahran baskısı, c.4, s.181. 

[98]- Milel ve Nihel, c.1, s.284; Fırak-uş Şia, s.96-97.

[99]- El-Mehdiyye fi'l Islam, s.170; Fırak-uş Şia, s.72.

[100]- Fırak-uş Şia, s.47.

[101]- Fırak-uş Şia, s.97.

[102]- Bu hususta daha fazla bilgi elde etmek için "Medhi ez Sadr-ı Islam ta Karn-ı Sizdehum" adlı kitab ile "Mehdiye fi'l Islam" ve diðer tarih kitaplarına başvurunuz.

[103]- Mehdilik iddiasında bulunanların durumu dikkatle incelenir ve hadis kitaplarına müracaat edilirse bunlar arasında bir takım uydurma hadislerin de olduðu görülecektir. Işte birkaç örnek:

 "Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: "Allah (c.c) Ehl-i Beyt'imden olan birini göndermedikçe kıyamet kopmaz. Onun adı benim adım ve babasının adı da babamın adının aynısıdır. Zulümle dolan yeryüzünü o adaletle dolduracaktır." (Fusul-ul Muhimme, s.274)

Bu hadiste Hz. Mehdi'nin (a.s) babasının adının Peygamber'in babasının adının (Abdullah) aynısı olduðu yer almıştır ki Hz. Mehdi'nin babasının adının Hasan olduðunu söyleyen sahih hadislerle çelişmektedir. O halde denilebilir ki Muhammed b. Abdullah b. Hasan'ın Mehdi olduðuna inananlar "Babasının adı babamın adının aynısıdır" cümlesini bu hadise eklemişlerdir. Muhammed b. Yusuf "El- Beyan" kitabında mezkur hadisi naklettikten sonra şöyle yazar: "Tirmizi de bu hadisi "Cami"de rivayet etmiştir. Ama "Babasının adı babamın adının aynısıdır" cümlesi orada yoktur. Ebu Davud da bu hadisi sözkonusu cümle olmaksızın "Mu'zem-i Rivayat-il Huffaz-is Sikat" adlı kitabında nakletmiştir. O halde bu cümleyi sonradan ilave edilmiş olarak kabul etmek gerekir.

Ebu Hüreyre Peygamber'in (s.a.a) şöyle buyurduðunu nakleder:

"Şüphesiz ki Mehdi'nin adı Muhammed b. Abdullah'tır. Dilinde de   tutukluk vardır." (Mekatil-ut Talibiyyin, s.164)

Bu hadisi de Muhammed b. Abdullah b. Hasan'ın Mehdi olduðunu inananlar uydurmuştur. Nakledildiði üzere Muhammed b. Abdullah'ın konuşurken dilinde tutukluk vardı ve konuşmakta zorluk çekiyordu. Müritleri işte bu alameti Mehdiliðin alameti saymış ve bu esas üzere hadis uydurmuşlardır.

Ebu Abbas, Resulullah'ın (s.a.a) Abbas'a şöyle buyurduðunu nakletmektedir:

"Ahir zamanda zuhur edecek olan Mehdi senin soyundandır. Hidayet onunla yayılacak ve sapıklık ateşleri onunla sönecektir. Allah bu işi bizimle başlattı ve soyunla bitirecektir. (Zehair-ul Ukba, s.206.)

Ibn-i Abbas yoluyla Peygamber'den şöyle nakledilmiştir:

Dört kimse biz Ehl-i Beyt'tendir: "Seffah bizdendir, Münzir bizdendir, Mansur bizdendir ve Mehdi bizdendir. Mehdi, amcam Abbas'ın soyundandır." (Sevaik-ul Muhrika, s.235; Zehair-ul Ukba, s.206.) Üstteki iki hadis ise Beni Abbas'ın uydurduðu hadislerdendir.

Yine Hz. Ali (as)'ın dilinden şu hedis rivayet edilmiştir:

"Horasan taraflarından gelen siyah bayrakları (taşıyanları) görünce onlara katılın. Zira Allah'ın halifesi Mehdi onların içindedir." (Yenabi-ul Mevedde, c.1, s.157.)

Muhtemelen bu hadisi de Beni Abbas'ın veya Eba Müslim-i Horasani'nin taraftarları uydurmuştur. Zira Mehdi Horasan'dan gelmeyecektir. Nitekim siyah bayraklar da Beni Abbas'ın alametlerindendi. Keza aşaðıdaki hadisin de Eba Müslim-i Horasani kıyamı sebebiyle uydurulmuş olması muhtemeldir. "Ehl-i Beyt'im ileride bir takım bela, azarlama ve tardedilmelere maruz kalacaktır. Ta ki doðudan siyah bayraklı bir kavim gelir. Bunlar hakkı ister ama kendilerine verilmez, sonra, savaşırlar ve galib gelirler. O zaman kendilerine istedikleri verilir, ama onlar kabul etmezler. Ta ki onu Ehl-i Beyt'imden olan birine verirler. O da yeryüzünü zulümle dolduktan sonra adaletle doldurur. Sizden her kim onların zamanına erişirse onlara katılsın. Velev ki karlar üzerinde sürünerek de olsa." (Isbat-ül Hüdat, c.7, s.189.)

Ebu Müslim ve Beni Abbas'ın tarihine müracaat edilirse bu ihtimalin geçerli olduðu görülür.

Bazıları da Ömer b. Abdulaziz'i Mehdi sanıyorlardı. Bu yüzden onun için bir takım hadisler uydurdular. Örneðin: Azremi, Muhammed b. Ali'den şöyle işittiðini nakleder:

"Nebi bizdendir Mehdi ise Abduşşems oðullarındandır ve o da Ömer b. Abdulaziz'den başkası deðildir."

Ebu Yakub, Muhammed b. Ali'ye şöyle dediðini der: "Halk Mehdi'nin sizden olduðunu sanıyor." O dedi ki "Evet bu doðrudur. Ama o Abduşşems oðullarındandır. Ben onun Ömer b. Abdulaziz'i kasdettiðini sanıyorum." (Tabakat, c.5, s.333.)

Abdula'la Mevla âl-i Sam şöyle der: "Ben Ebu Abdullah (a.s) ile birlikte dışarı çıktım. "Revha" menziline gelince istırahat için durduk verdik. Imam üzerinde olduðu halde Revha daðına işaret ederek şöyle dedi: "Bu daðı görüyor musun ? Bu daðın adı Radva daðıdır. (Eskiden) Farsların daðıydı. Ama bizi sevdiðinden Allah onu bizlere verdi. Bu daðda her türlü yemişli aðaçlar ve nimetler var. Iki defa gizlenene (Mehdi'ye) sıðınaktır. Bu emrin sahibi (Mehdi) iki defa bu daðda gaybete çekilecektir ki birisi kısa sürecek diðeri ise uzun." (Isbat-ül Hudat, c.7, s.5.)

Üstteki hadisin de Muhammed b. Hanefiye'nin sað olduðuna Radva daðında gizlendiðine ve de onun Mehdi olduðuna inananlarca uydurulduðunu söylemek mümkündür.

Fazl, Musa b. Sa'dan'dan, o da Abdullah b. el-Kasım el-Hazremi'den Ebu Said el- Horasani'nin şöyle dediðini nakleder: "Ebu Abdullah (a.s)'a "Mehdi niçin Kâim olarak adlandırılmıştır?" diye sordum. şöyle buyurdu: "Zira o öldükten sonra (dirilip) kıyam edecektir. O büyük bir iş için, Allah'ın emri için kıyam edecektir." (Isbat-ül Hudat, c.7, s.27.)

Muhtemelen üstteki hadisi de Vakıfiye fırkası veya Imam Hasan Askeri'nin öldüðüne ama sonradan dirilip kıyam ederek alemi ıslah edeceðine inananlarca uydurulmuştur. Bu hadis sened açısından zayıftır. Mamekani, Musa b. Sa'dan hakkında şöyle der: "Onun hadisleri zayıftır. O Gulattan idi" Abdullah b. Kasım hakkında da şöyle yazar: "O bir yalancı, Gulattan ve Vakifiye fırkasındandır. Rivayetleri makbul deðildir".

Hadis doðru olsa da yorumlanabilir. Zira bu hadis aynı senetle başka bir keyfiyetle nakledilmiştir ki aslında bu hadisi tefsir etmektedir. Fazl b. Şazan, Musa b. Sa'dan'dan, o da Abdullah b. el-Kasım Hazremi'den Ebi Said el-Horasani'nin şöyle dediðini rivayet eder: "Ebu Abdillah (a.s)'a "Mehdi ve Kâim aynı kimseler midir?" diye sordum, "Evet" dedi. Ben, "Hangi sebebten ötürü Mehdi olarak adlandırılmıştır?" diyince şöyle buyurdu: "Zira insanları her türlü gizli şeye doðru hidayet etmektedir. "Kâim" denilmesinin sebebi de öldükten sonra (dirilip) kıyam edeceði hasebiyledir. Yani adı ve zikri akıllardan silinecektir ve daha sonra büyük bir iş için kıyam edecektir." (Isbat-ül Hüdat, c.7, s.34.)

Ulemanında bildiði gibi bu iki hadis aynıdır. Ama ikinci hadiste ölmesi, adının ve zikrinin unutulması şeklinde tefsir edilmiştir.

Yine Muaviye b. Ebu Süfyan Hz. Resulullah'tan (s.a.a) şu mealde uzun bir hadis nakleder: "Benden sonra Endülüs adındaki bir takım adalar fethedilecektir. Sonra yine kafirlerin eline düşecek t ki uzak batıdan Resulullah'ın kızı Fatıma'nın soyundan olan birisi kıyam edecektir. Bu Mehdi'dir. Ahir zamanda kıyam edecektir. O zaman bu kıyametin ilk belirtilerindendir." (Isbat-ül Hüdat, c.7, s.242.)

Bu hadisi de muhtemelen batı taraflarında devlet kurmuş olan Ismailiye fırkası uydurmuştur. Ama bilindiði üzere bütün bunlar haber-i vahid türünden rivayetler olup, yakin ifade etmemektedir. Dolayısıyla da va'dedilmiş Mehdi'yi güzel bir şekilde tarif ve tavsif eden sayısız mütevatir hadislerle boy ölçüşemez. Böyle olunca da elbette ki hiç bir deðer ve itibarı yoktur.

[104]- Isbat-ül Hüdat, c.7, s.148.

[105]- Isbat-ül Hüdat, c.2, s.552.

[106]- Isbat-ül Hüdat, c.2, s.555.

[107]- Bihar-ul Envar, c.51, s.133; Isbat-ül Hüdat, c.2, s. 333 ve 399.

[108]- Bihar-ül Envar, c.51, s.135.

[109]- Isbat-ül Hüdat, c.2, s.559.

[110]- Bihar-ül Envar, c.51, s.143; Isbat-ül Hüdat, c.6, s.404.

[111]- Bihar-ul Envar, c.51, s.143; Isbat-ül Hüdat, c.6, s.404.

[112]- Bihar-ul Envar, c.52, s.322; Isbat-ul Hüdat, c.6, s.19.

[113]- Bihar-ul Envar, c.51, s.156; Isbat-ül Hüdat, c.6, s.420.

[114]- Isbat-ül Hüdat, c.6, s.275.

[115]- Bihar-ul Envar, c.51, s.160; Isbat-ül Hüdat, c.6, s.427.

[116]- El- Mehdiye fi'l Islam, s. 48-68.

[117]- Bu hususta daha fazla bilgi edinmek isterseniz bkz: Abdullah b. Seba Masalı (Seyyid Murtaza Askeri. Bu kitab merhum Abdulbâki Gölpınarlı tarafından Türkçe'ye çevrilmiştir.)

[118]- Usul-u Kafi, Islamiye baskısı, 1381 c.1, s.334.

[119]- Usul-u Kafi, c.1, s.334.

[120]- Usul-u Kafi, c.1, s.335

[121]- Usul-u Kafi, c.1, s.333

[122]- Usul-u Kafi, c.1, s.366.

[123]- Usul-u Kafi, c.1, s.369.

[124]- Usul-u Kafi, c.1, s.372.

[125]- Usul-u Kafi, c.1, s.390.

[126]- Tezkiret-u Havas-il Umme, 1385 yılı baskısı, s.182.

[127]- Nehc-ül Belaga, c.3, hutbe,147.

[128]- Nehc-ül Belaga, c.2, hutbe, 150.

[129]- Nehc-ül Belaga, c.2, hutbe, 234.

[130]- Bihar-ul Envar, c.51, s.72.

[131]- Sünen-i Ebi Davut, c.2, s.208.

[132]- Isbat-ül Hüdat, c.7, s.208.

[133]- Zehair-ul Ukba, s.156.

[134]- Kitab-ul Beyan fi Ahbar-i Sahib'iz-Zaman, 9.bab.

[135]- Kitab-u Yenabi'il Mevedde, c.1, s.145.

[136]- Es- Sevaik-ul Muhrika, s.165.

[137]- Isbat-ül Hüdat, c.7, s.183.

[138]- Kemaluddin, c.2, s.23.

[139]- Gaybet-i Şeyh, s.202.

[140]- Gaybet-i Şeyh, 2.baskı s.207.

[141]- Zehair-ul Ukba, Kahire baskısı 1356 s.16; Es-Sevaik-ul Muhrika, s.147; Füsul-ül Mühimme, s.22; El-Bidaye ve'n-Nihaye, c.5 s.20;, Kenz-ül Ümmal, Haydarabad baskısı, s.153 ve 167; Nezm-u Dürer-is Simtayn, Muhammed b. Yusuf, Necef baskısı, s.232; Tezkiret-u Havass-il Ümme, Sibt b. Cevzi, yıl: H.1285, s.182.

[142]- Es-Sevaik, s.150 ve 184; Tezkiret-u Havass-il Ümme, s.182; Zehair-ul Ukba, s.20, Nezm-u Dürer-is Simtayn, s.235.

[143]- Yenabi-ül Mevedde, c.2, s.63; Isbat-ül Hüdat, c.2, s.253.

[144]- Yenabi-ül Mevedde, c.1, s.24.

[145]- Yenabi- ül Mevedde, c.1, s.54.

[146]- Cami-u Ahadis-iş Şia, c.1, Önsöz.

[147]- Yanabi-ul Mevedde, c.1, s.104.

[148]- A'yan-uş Şia, c.3.

[149]- Yenabi-ul Mevedde, c.1, s.77.

[150]- Yenabi-ul Mevedde, c.2, s.36; Et-Tabakat-ul Kebir, c.2, 2.bölüm, s.101.

[151]- Yenabi-ül Mevedde, c.1, s.17.

[152]- Cami-u Ahadis-iş Şia, c.1, önsöz.

[153]- Cami-u Ahadis-iş Şia, c.1.

[154]- Cami-u Ehadis-iş Şia, c.1.

[155]- Daha fazla bilgi için şu kitaplara müracaat ediniz: Metalib-us Su'l, Tezkiret-u Hevass-il Ümme, Nur-ul Ebsar, Es-Savaik-ul Muhrika, Tarih-u Ibn-i Hallekan, Kitab-ul Safve, Ravzet-us Safa, Isbat-ul Vasiyye.

[156]- Kitab-u Cami-i Ahadis-uş Şia, önsöz, c.1.

[157]- Isbat-ül Hüdat, c.6 s.275.

[158]- Bihar-ul Envar, c.51, s.160.

[159]- Müntahab-ul Eser, 1.baskı, s.320.

[160]- Bihar-ul Envar, c.51, s.161.

[161]- Isbat-ül Hüdat, c.6, s.432.

[162]- Müntahab-ul Eser, s.345.

[163]- Isbat-ül Hüdat, c.6, s.430.

[164]- Gaybet-i Şeyh, s.141-142.

[165]- Isbatül Hüdat, c.7, s.292; Isbat-ül Vasiyye, s.197.

[166]- Isbat-ül Hüdad, c.6, s.431.

[167]- Isbat-ül Hüdat, c.7, s.433.

[168]- Isbat-ül Hüdat, c.7, s.20.

[169]- Isbat-ül Hüdat, c.6, s.432.

[170]- Bihar-ül Envar, c.52, s.23.

[171]- Bihar-ül Envar, c.52, s.25.

[172]- Isbat-ül Hüdat, c.6, s.311.

[173]- Isbat-ül Hüdat, c.7, s.20.

[174]- Isbat-ül Hüdat, c.6, s.425.

[175]- Isbat-ül Hüdat, c.7, s.16.

[176]- Yenabi-ül Mevedde, 82. bab.

[177]- -Isbat-ül Hüdat, c.7, s.244; Isbat-ül Vasiyye, s.198.

[178]- Yenabi-ül Mevedde, 82. bab.

[179]- Isbat-ül Hüdat, c.7, s.323; Yenabi-ül Mevedde, 82. bab.

[180]- Bihar-ül Envar, c.52, s.78-86.

[181]- Isbat-ül Hüdat, c.7, s.18; Isbat-ül Vasiyye, s.197.

[182]- Isbat-ül Hüdat, c.7, s.356. Daha fazla bilgi için şu kitaplara başvurunuz: Tebsıret-ül Veli fimen R El-Kim'el Mehdi, yazar: Seyyit Haşim-i Bahrani; Bihar-ül Envar, c.51, 1. bab, c.52, 17 ve 19. bablar.

[183]- Usul-i Kafi, bab-u Mevlid-i Ebi Muhammed-il Hasan b. Ali.

[184]- Bihar-ül Envar, c.51, s.22; Isbat-ül Hüdat, c.7, s.78; Isbat-ül Vasiyye, s.198.

[185]- Bihar-ul Envar, c.51, s.135.

[186]- Bihar-ul Envar, c.51, s.34.

[187]- -Usul-u Kafi, Mevlid-u Ebi Muhammed el Hasan b. Ali; Irşad-i Müfid; Tabersi'nin A'lam-ul Vera kitabı ve Keşf-ul Ðumme, onbirinci Imam bölümü.

[188]- Bihar, c.51, s.17.

[189]- Bihar, c.51, s.25.

[190]- Kemal-ud Din, c.2, s.178.

[191]- Kemal-ud Din, c.2, s.99-103.

[192]- Kemal-ud Din, c.2, s.149

[193]- Kemal-ud Din, c.2, s.106.

[194]- Metalib-us Su'l" H.1287 yılı baskısı, s.89.

[195]- Kifayet-ul Metalib, s.312.

[196]- Fusul-ul Muhimme, 2. baskı, s.283-286.

[197]- Tezkiret-u Havass-il Umme, s.204.

[198]- Nur-ul Ebsar, Mısır baskısı, s.204.

[199]- Es Sevaik-ul Muhrika, s.206.

[200]- Sebaik-uz Zeheb, s.78.

[201]- Vefeyat-ul A'yan, c.2, s.24, H.1284 baskısı.

[202]- Ravzet-us Sefa, c.3.

[203]- El-Yevakit-u ve'l Cevahir, 1.baskı, H.1351, c.2, s.143.

[204]- El-Yevakit-u ve'l Cevahir, s.143.

[205]- Yenabi-ul Mevedde kitabından naklen, c.2, s.126.

[206]- Şezerat-uz Zeheb, Beyrut baskısı, s.141; El-Iber fi haber-i men ðubira, Kuveyt baskısı, c.2, s.31.

[207]- Tarih-i Mensuri, s.114.

[208]- Daha fazla bilgi için Hüseyin b. Muhammed Taki Nuri'nin "Keşf-ul Estar" kitabı ile Tabersi'nin "Kifayet-ul Muvahhidin" c.2 kitaplarına başvurunuz.

[209]- Isbat-ul Vasiyye, s.166.

[210]- Isbat-ul Vasiyye, s.166.

[211]- Menakib-i Ibn-i Şehraşub, Kum baskısı, c.4, s.401 ve Isbat-ul Vasiyye, s.174.

[212]- Hediyyet-ul Ahbab, Tahran baskısı, 1329 yılı, s.76.

[213]- Hediyyet-ul Ahbab, Tahran baskısı, s.228.

[214]- Tarih-i Ulum, Piyer Ruso, tercüme Saffari, 3. baskı, s.432.

[215]- Bihar-ul Envar, c.51, s.38.

[216]- Kitab-u Ilzam-in Nasib, s.81.

[217]- Ilzam-un Nasib, s.81.

[218]- Isbat-ul Hüdat, c.6, s.386.

[219]- Isbat-ul Hüdat, c.6, s.393.

[220]- Isbat-ul Hüdat, c.6, s.350.

[221]- Mekatil-ut Talibiyyin, s.165.

[222]- Seyyid Hımyeri'nin bu hususta okuduðu şiir çok uzundur. Şiirlerinin bir kısmını nakledelim ki gaybet'in vadedilmiş Mehdi'nin alametlerinden biri olduðu anlaşılsın. Mekatil-ut Talibiyyin, s.165. /Tur/Kemal-ud Din, Şeyh Saduk, 1378 yılı baskısı, c.1, s.112-115.

[223]- A'lam-ul Vera, Tabersi, 1338 yılı, Tahran baskısı, s.416.

[224]- Rical-i Necaşi s.193; Rical-i Şeyh Tusi, s.357; Fihrist-i Şeyh Tusi, s.118.

[225]- Rical-i Necaşi, s.194.

[226]- Rical-i Necaşi, s.28; Fihrist-i şeyh Tusi, s.75.

[227]- Rical-i Necaşi, s.28; Fihrist-i Şeyh Tusi, s.75.

[228]- Rical-i Necaşi, s.215; Rical-i Şeyh Tusi, s.384; Fihrist-i Şeyh Tusi, s.147.

[229]- Rical-i Necaşi, s.195; Rical-i Şeyh Tusi, s.419.

[230]- Rical-i Necaşi, s.235; Rical-i Şeyh Tusi, s.420-434; Fihrist-i Şeyh Tusi, s.150.

[231]- Isbat-ul Hüdat, c.7, s.69; Bihar-ul Envar, c.52, s.155.

[232]- Bihar-ul Envar, c.52, s.153.

[233]- Bihar-ul Envar, c.51, s.33.

[234]- Bihar-ul Envar, c.51, s.349 ve Isbat-ul Hüdat, c.7, s.460.

[235]- Bihar-ul Envar, c.53, s.178.

[236]- Envar-un Nu'maniyye, Tebriz baskısı, c.2, s.24.

[237]- Bihar-ul Envar, c.51, s.346.

[238]- Bihar-ul Envar, c.51, s.352.

[239]- Bihar-ul Envar, c.51, s.350.

[240]- Bihar-ul Envar, c.51, 349.

[241]- Bihar-ul Envar, c.53, s.150.

[242]- Bihar-ul Envar, c.51, s.306.

[243]- Kitab-u Gaybet-i Nu'mani, s.91.

[244]- Isbat-ul Hüdat, c.7, s.360.

[245]- Rical-u Buali, H.1102 baskısı, s.312.

[246]- Rical-u Mamekani, Necef baskısı, H.1352, c.1, s.200; Isbatul Hüdat, c.7, s.294.

[247]- Bihar-ul Envar, c.51, s.326.

[248]- Rical-u Ebu Ali, s.220 ve Rical-u Mamekani, c.2, s.245.

[249]- Menhec-ul Mekal, Tahran baskısı, 1307 yılı, s.219.

[250]- Bihar-ul Envar, c.51, s.348.

[251]- Bihar-ul Envar, c.51, s.345.

[252]- Bihar-ul Envar, c.51, s.346.

[253]- Bihar-ul Envar, c.51, s.316.

[254]- Bihar-ul Envar, c.51, s.335.

[255]- Bihar-ul Envar, c.51, s.326; Isbat-ul Hüdat, c.7, s.302.

[256]- Menhec-ul Mekal, s.305 ve Rical-u Mamekani, c.3, s.149.

[257]- Rical-u Mamekani, c.3, s.149.

[258]- Bihar-ul Envar, c.51, s.349.

[259]- Bihar-ul Envar, c.51, s.325.

[260]- Bihar-ul Envar, c.51, s.338.

[261]- Bihar-ul Envar, c.51, s.351.

[262]- Bihar-ul Envar, c.51, s.552.

[263]- Bihar-ul Envar, c.51, s.355.

[264]- Bihar-ul Envar, c.51, s.352.

[265]- Bihar-ul Envar, c.51, s.353.

[266]- Bihar-ul Envar, c.51, s.359.

[267]- Kemal-ud Din, c.2, s.180.

[268]- Isbat-ul Hüdat, c.7, s.340.

[269]- Rical-u Mamekani, c.1, s.200.

[270]- Rical-u Mamekani, c.2, s.304.

[271]- Bihar-ul Envar, c.51, s.360.

[272]- Bihar-ul Envar, c.51, s.361.

[273]- Isbat-ul Vasiyye, s.206.

[274]- ­Isbat-ul Hüdat, c.6, s.393.

[275]- Bihar-ul Envar, c.51, s.217.

[276]- Bihar-ul Envar, c.52, s.91.

[277]- Bihar-ul Envar, c.52, s.113.

[278]- Bihar-ul Envar, c.51, s.152.

[279]- Isbat-ul Hüdat, c.6, s.437.

[280]- Maide 1. ayet, Isra 34. ayet ve Muminun 8. ayetlerde akit ve emanetin riayet edilmesi emredilmektedir.

[281]- Bihar-ul Envar, c.52, s.96.

[282]- Yanabi-ul Mevedde, c.2, s.217.

[283]- Bihar-ul Envar, c.52, s.122.

[284]- Bihar-ul Envar, c.52, s.122 ila 150.

[285]- Nehc-ul Belaga, c.2, Hutbe 146.

[286]- Tarih-i Yakubi, Necef baskısı, H.1384, c.3, s.142.

[287]- Mekatil-ul Talibiyyin, s.143.

[288]- Mekatil, s.143-154.

[289]- Mekatil, s.278.

[290]- Mekatil, s.392.

[291]- Mekatil, s.308-321.

[292]- Mekatil, s.415-418.

[293]- Mekatil, s.294-296.

[294]- Ezva al-es Sunnet-il Muhammediyye, 1.baskı s.29.

[295]- Ezva, s.30.

[296]- En Nesaih-ul Kafiye, 3.baskı, s.87.

[297]- En Nesaih-ul Kafiye, s.88.

[298]- Tarih-i Yakubi, c.3, s.202.

[299]- El- Imame ves Siyase c.2, s.177-180.

[300]- Tarih-i Yakubi, c.3, s.206.

[301]- Mekatil, s.244.

[302]- Mekatil, s.241.

[303]- Tarih-i Baðdat, c.2, s.33.

[304]- En Nesaih-ul Kafiye, s.109.

[305]- Ezva, s.271

[306]- El-Havi lil-Fetava, c.2, s.159.

[307]- Tarih-i Ibn-i Asakir c.4, s.9.

[308]- Bihar, c.51, s.224.  Bunun gibi 46 hadis daha vardır.

[309]- Britanya Ansiklopedisi, c.14, s.376.

[310]- Her paund 450/59 gramdır.

[311]- Amerika Ansik. c.17, s.463.

[312]- Ittilaat Gazetesi.

[313]- Yıllık şöhret dergisi No:1342 s.289 Fransız dergisi Kenstlasin dergisinden tercüme. Justin Gilas'ın kaleminden.

[314]- Kitab-ul Mehdi/Şehid Sadr, El-Muktataf dergisinden naklen, yıl: 59 no:3.

[315]- Muntehab-ul Eser, s.278, El-Hilal dergisinden naklen, yıl 38 sayı 5.

[316]- Danişmend dergisi, sayı 7, yıl 3, Yabancı dergilerden tercüme Dr. Kuşyar.

[317]- Danışmend, sayı 4, yıl 4, "insan yaşlanınca" kitabının bir bölümünün tercümesi.

[318]- Danişmend, sayı 5, yıl 1342.

[319]- Danişmend, sayı 6, yıl 6.

[320]- Danişmend Dergisi, s.1, yıl 6.

[321]- Tarih-u Muruc-iz Zeheb, c.1, s.2.

[322]- Bihar-ul Envar, c.52, 152.

[323]- Bihar-ul Envar, c.52, s.154.

[324]- Envar-un Nu'maniyye, Tebriz baskısı, c.2, s.58.

[325]- Ez- Zeria, c.5, s.106.

[326]- Bihar-ul Envar, c.52, s.59-174.

[327]- Örneðin şu dua gibi: "Allahım, (Hz. Mehdi'ye) nefsinde, ehlinde, evlatlarında, soyunda, ümmetinde ve emri altında olan herkeste onun gözlerini nurlandıracak şeyi baðışla kendisine (Mefatih-ul Cinan); Nahiye ziyaretinde ise şöyle gelmiştir: "Allah'ım; ona kendi nefsinde, soyunda, Şia'sında, emri altında olanlarda, kendisine yakın olanlarda, yakın olmayanlarda, düşmanında ve bütün dünya ehlinde gözlerini aydınlatacak şeyi baðışla" ( Mefatih-ul Cinan)

[328]- Bihar-ul Envar, c.5, s.317.

[329]- Bihar-ul Envar, c.52, s.103.

[330]- Bihar, c.52, s.103.

[331]- Bihar, c.52, s.104-117.

[332]- Bihar-ul Envar, c.52, s.250.

[333]- Egani, c.16, s.171.

[334]- Tarih-i Taberi, c.7, s.25.

[335]- Bihar-ul Envar, c.52, s.193-197, Sahih-i Müslim, c.18, s.46-87, Sünen-i Ebi Davud, c.2, s.212.

[336]- Sahih-i Müslim, c.18, s.79, Sünen-i Ebi Davud, c.3, s.214.

[337]- Yuhanna Risalesi, 2.Bab, 22.ayet.

[338]- Yuhanna Risalesi, 1.Bab, 18. ayet.

[339]- Yuhanna Risalesi, 4.Bab, 3.ayet.

[340]- Yuhanna 2. Risale, 7. ayet.

[341]- El- Mizan, c.3 ve "Iran'da Tarih ve Takvim" kitabına müracaat ediniz.

[342]- Bihar-ul Envar, c.52, s.197.

[343]- Sünen-i Ebi Davud, c.2.

[344]- Sünen-i Ebi Davud, c.2.

[345]- Mecme-uz Zevaid, c.7, s.333.

[346]- Bihar-ul Envar, c.52, s.199.

[347]- Bihar-ul Envar, c.52, s.336.

[348]- Bihar-ul Envar, c.52, s.316.

[349]- Bihar-ul Envar, c.52, s.351.

[350]- Bihar, c.52, s.336.

[351]- Bihar-ul Envar, c.52, s.244.

[352]- Bihar-ul Envar, c.52, s.332.

[353]- Isbat-ul Hudat, c.7, s.105.

[354]- -Müddessir/8

[355]- Isbat-ul Hudat, c.6, s.364.

[356]- Isbat-ul Hudat, c.7, s.172, Bihar-ul Envar, c.52, s.389.

[357]- Bihar-ul Envar, c.52, s.311.

[358]- Usul-i Kafi, c.1, s.279.

[359]- Isbat-ul Hudat, c.6, s.420.

[360]- El- Havi lil Fetava, Siyuti, c.2, s.124.

[361]- Bihar, c.52, s.96.

[362]- Bihar, c.51, s.133.

[363]- Kemal-ud Din, c.2, s.357.

[364]- Kemal-ud Din, c.2, s.327.

[365]- Kemal-ud Din, c.2, s.358.

[366]- Araf/71.

[367]- Kemal-ud Din, c.2, s.358.

[368]- Bihar-ul Envar, c.51, s.218.

[369]- Bihar, c.52, s.358.

[370]- Bihar, c.52, s.366.

[371]- Kemal-ud Din, c.2, s.357.

[372]- Gaybet-i Nu'mani, s.106.

[373]-  Ahzab/6.

[374]- Maide/48.

[375]- "Et-Teratib-ul Idariye" ve "Kitab-ul Emval" kitaplarına bakınız.

[376]- Enfal/65.

[377]- Nisa/105.

[378]- Nisa/59.

[379]- Enfal/46.

[380]- Nisa/64.

[381]- Hac/78.

[382]- Tevbe/41.

[383]-  Saf/11.

[384]- Bakara/190.

[385]- Nisa/76.

[386]- Enfal/39.

[387]- Nisa/75.

[388]- Tevbe/12.

[389]- Tevbe/36.

[390]- Enfal/60.

[391]- Maide/39.

[392]- Nur/2.

[393]- Al-i Imran/104.

[394]- Nisa/135.

[395]- Şura/13.

[396]- Al-i Imran/144.

[397]- Nehc-ul Belaða, 40.Hutbe.

[398]- Vesail-uş Şia, c.11, s.35-41, Bihar, c.52 kitaplarına müracaat ediniz.

[399]- Vesail c.11 s.35, Bihar c.52 s.301 Bu babdaki onuncu hadis de aynı kimse tarafından rivayet edilmiştir ki bu hadisin bir bölümüdür ve ayrı bir hadis saymamak gerekir.

[400]- Mekatil-ut Talibiyyin, s.157.

[401]- Aynı kaynak, s.158.

[402]- Aynı kaynak, s.162.

[403]- Uyun-ul Ahbar, 25. Bab.

[404]- Mekatil-ut Talibiyyin, s.88.

[405]- Aynı kaynak, s.88.

[406]- Bihar, c.46, s.199.

[407]- Bihar, c.46, s.199.

[408]- Bihar, c.46, s.199.

[409]- Bihar, c.46, s.196.

[410]- Mekatil-ut Talibiyyin, s.91.

[411]- Mekatil-ut Talibiyyin s.99.

[412]- Bihar, c.46, s.174.

[413]- Bihar, c.46, s.174.

[414]- Bihar, c.46, s.194.

[415]- Bihar, c.48, s.315.

[416]- Vesail, c.11, s.36, Bihar, c.52, s.302.

[417]- Müstedrek-ul Vesail, c.2, s.248.

[418]- Müstedrek-ul Vesail c.2 s.248.

[419]- Müstedrek-ul Vesail, c.2, s.248.

[420]- Vesail, c.11, s.36.

[421]- Vesail, c.11, s.37.

[422]- Vesail, c.11, s.41.

[423]- Vesail, c.11, s.39.

[424]- Müstedrek-ul Vesail, c.2, s.248.

[425]- Müstedrek'ul- Vesail, c.2, s.248.

[426]- Vesail, c.11, s.36.

[427]- Vesail, c.11, s.39.

[428]- Vesail, c.11, s.40.

[429]- Vesail, c.11, s.37.

[430]- Vesail, c.11, s.38.

[431]- Vesail, c.11, s.37.

[432]- Vesail, c.11, s.37.

[433]- Müstedrek-ul Vesail, c.2, s.248.

[434]- Tevbe/12.

[435]- Tevbe/36.

[436]- Enfal/39.

[437]- Nisa/75.

[438]- Nisa/76.

[439]- Hac/77.

[440]- Bakara/190.

[441]- Al-i imran/104.

[442]- Nisa/135.

[443]- Enfal/60.

[444]- Nehc-ul Belaga, 2.Hutbe.

[445]- El-Kamil fi't-Tarih, c.4, s.48, Beyrut baskısı.

[446]- Tuhef-ul Ukul, s.242.

[447]- Bihar, c.52, s.370.

[448]- Bihar, c.52, s.327.

[449]- Bihar, c.52, s.279-380.

[450]- Bihar, c.51, s.55 ve Isbat-ul Hudat, c.7, s.50.

[451]- Isbat-ul Hudat, c.7, s.215 ve 247.

[452]- Bihar, c.52, s.345.

[453]- Bihar, c.52, s.381 ve 376.

[454]- Gaybet-i Nu'mani, s.125.

[455]- Al-i Imran/83.

[456]- Bihar, c.52, s.340.

[457]- Bihar, c.52, s.390.

[458]- Tevbe/33.

[459]- Bihar, c.52, s.346.

[460]- Bihar, c.52, s.340.

[461]- Bihar, c.51, s.62.

[462]- Hac/41.

[463]-Bihar, c.51, s.47.

[464]- Bihar, c.51, s.146.

[465]- Bihar, c.52, s.378.

[466]- Sefinet-ul Bihar, Kum baskısı.

[467]- Sefinet'ul-Bihar, Kum baskısı.

[468]- Bihar, c.60, s.216.

[469]- Bihar, c.52, s.190.

[470]- Tarih'u Ibn-i Esakir, c.1, s.87.

[471]- Bihar, c.52, s.328.

[472]- Isbat-ul Hudat, c.7, s.49.

[473]- Bihar, c.52, s.335.

[474]- Isbat-ul Hudat, c.7, s.401.

[475]- Bihar, c.52, s.244.

[476]- Bihar, c.52, s.358.

[477]- Bihar, c.51, s.218.

[478]- Bihar, c.52, s.336.

[479]- Enbiya/105.

[480]- Bihar, c.52, s.352.

[481]- Isbat-ul Hudat, c.7, s.110.

[482]- Isbat-ul Hudat, c.72, s.83.

[483]- Bihar, c.51, s.82.

[484]- Ispat-ul Hudat, c.7, s.52.

[485]- Muntehab-ul Eser, s.98.

[486]- Yenabi-ul Mevedde, c.2, s.179.

[487]- Bihar, c.52, s.347.

[488]- Isbat-ul Hudat, c.7, s.86.

[489]- Keşf-ül Gumme, c.3, s.254, Irşad-u Mufid, s.343.

[490]- Bihar, c.52, s.326.

[491]- Bihar, c.52, s.325.

[492]- Bihar, c.52, s.320.

[493]- Kitab-u Telhis'i Tarih'i Nebil-i Zerendi, s.135-138.

[494]- Kevser suresinin tefsiri.

[495]- Kevser suresinin tefsiri.

[496]- Kevser suresinin tefsiri.


Sayfa: 30
 [cd1]

Sayfa: 47
 [cd2]