Yaşarken Sorgulamanın Önemi

Halil GÜZEL

İnsan, Allah'ın yeryüzündeki halifesi ve bütün övgülerin odağıdır. İnsan, düşünen, düşünürken de kıyaslayan ve yaptıklarından pişmanlık duyan tek varlıktır. Yüce Allah kâinatı, insanın, daha doğrusu Hz. Peygamber ve pak Ehl-i Beytinin yüzü suyu hürmetine özgür iradesiyle yoktan yaratmıştır. Ama insanın özgücü, bir şeyi yoktan var etmek değil; olanı, bağışlanmış aklıyla anlamaya ve açıklamaya gayret ve çabadan ibarettir. Yani insan, ancak içinde yaşadığı evreni ve karşı karşıya kaldığı problemler yumağını donanımı ölçüsünce çözme çabası içindedir. O halde bu övgüye değer varlık, yoktan icat etmek değil, ancak keşfedebilme kabiliyetine sahiptir. Eğer sanıldığı gibi insan, yaratılışı itibariyle mükemmel bir varlık olsaydı, bu gün suç, ceza, başarı ve ödül gibi kavramlar bir anlam taşımaz, eğitim ve benzeri kurumlara da gerek kalmazdı. Oysa insan, iyi eğitildiğinde nazlı bir fidan gibi nazik ve gelecek vadeden bir değer; başıboş veya kaotik bir boşluğa salındığında ise, bütün o el değmemiş ve koklanmamış güzelim gülleri yok eden eşsiz bir tufana dönüşebilmektedir.

Derdimiz insan ise sevgimiz de insanadır. Benim kabem insandır, diyen ozan, insana verilen değeri Hakk’a yapılan ibadetlere eşdeğer görmüş olsa gerek. Çünkü, ibadetlerin temelinde insanın emr bi’l-maruf ve nehy ani’l-münker, yani iyi ve yararlı olanı tavsiye etmek ve kötü ve zararlı olandan alıkoymak yatar. Bu haliyle ibadet, insana haddini ve sorumluluğunu hatırlatan başta eğitim olmak üzere diğer bütün kurumların yerini alarak özellikle insan hak ve hukuku hususunda önemli bir işlevi üstlenmektedir. Bu anlamda ibadet mefhumunu içeren her din, insana bir yaşam reçetesi sunmanın yanında aynı zamanda insana, insan olmanın gerek ve sorumluluklarını da hatırlatmaktadır. Dolayısıyla dinin, insanı bencillik ve kendini beğenmişlik saplantısından kurtaran, onu diğer insan(kardeş)ların hak ve hukukuna saygı duyan bir sosyal varlık haline getiren işlevi inkar edilemez. Nitekim insanın kara kutusu ruhudur. Bu durumda insan bedenen kirlendiği zaman su ve sabunla fiziken kendini yıkayarak kirlilikten arınmaktadır. Oysa aynı insan, ruhen ve sosyal açıdan bencillik, kendini beğenmişlik, çekememezlik ve kıskançlık gibi ruhsal kirliliklerden arınmanın yolunu bilmemektedir. Bu kirliliği ortadan kaldırmak ve güvenli bir sosyal ve psikolojik ortam oluşturmak için sonuç veren tek çözüm yolu, "kendi başına insan" tarafından ortaya konulmamıştır. Özgür iradesini kendi menfaatine ve başkasının aleyhine kullanan insanın, içine düştüğü özüyle de çelişen bu durumdan kurtulması için tek çare, ruhi arınma reçetesini ihtiva ettiğine inandığı dine sığınmasıdır. Bu durum günümüzde de geçerliliğini korumakta ve gelecekte de koruyacaktır. Çünkü insanın yerleşik bir doğası vardır ki, ona onun ilkeleriyle hükmedilebilir.

Modern zamanda kurulu "Modern Ulus Devletler"de sorgulayıcı anlamda düşünmek suç telakki edilirken, kutsal metinlerde, inandığımız dinin kurallarını akıl sahipleri olarak anlama ve idrak etme bakımından sorgulama sorumluluğumuzun bir gereği sayılmıştır. Oysa günümüzün modern ulus devletlerinde kişi, siyasal karar alma sürecinden dışlanmakta ve sisteme dönük uyarıcı düşüncelerinden ötürü cezalandırılmaktadır. Modern ulus veya ulusal irade kavramları da Fransız Devrimi yıllarından kalma içeriği ve yetki sınırı belli olmayan suiistimale açık muğlak kavramlar olup, demokrasinin ilkeleriyle çelişen uygulama alanları olan kavramlardır. "Halk adına halka rağmen" ilkesi demokrasiyi, çoğulculuğu ve çoğunluğu hiçe sayan jakobenci, dayatmacı ve antidemokratik bir mantığın ürünü olup günümüz şartlarında geçerliliği kalmamıştır. Özetle günümüzde pozitif hukuk alanında katedilen mesafe gerçek demokrasiyi doğrulamakta ve bu da bizi kutsal metinlerin evrensel ruhuna yaklaştırmaktadır. Yani modernizim yavaş yavaş yerini postmodernizme bırakmaktadır. Sorgulama insan doğasının zorunlu bir sonucu olmakla beraber demokratik hayat için de hayati bir ilkedir. Ondan kaçanlar tarih boyunca daha büyük felaketlere maruz kalmışlardır.

Günümüzde Aleviler dünyadaki Ehl-i Beyt Mektebi mensuplarının aksine inançlarından gayrı ihtiyari olarak uzaklaştırılmışlardır. Bu süreçte onları buna mahkum eden mekanizmanın(!) yanında son zamanlarda kökü Alevi, gövdesi ateist, pozitivist, Freudçu, Marxist ve İslam’la bağdaşmayan fraksiyonların tahribatının payı çok daha fazla olmuştur. Bu beşeri din mensupları Alevileri diğer legal siyasi çevreler gibi sadece sömürmüş ve her seferinde onları mahcup ve mağdur etmişlerdir. Aynı çevreler bazen de İslam ahlakıyla bağdaşmayan tavırları sebebiyle de Alevileri, "Ben Aleviyim" demekten alıkoyacak kadar eli kolu bağlı bırakmışlardır. Bu çevreler ve adı belli mekanizma kadar, Alevi sözüm ona bazı dedeler ve babalarının da payı büyüktür. Onlar, kendi tarihi gerçeklerini Kur’an-ı Kerim, Allah Resulü ve Ehl-i Beyt İmamları’ndan gelen kaynaklardan edinmek yerine, bazı düzmece mitolojik, destan ve söylencelere yönelmişlerdir. Onların İslam’ın temel kaynakları yerine akli, kalbi ve sosyal yönü zayıf kaynaklara yönelmeleri, Alevi toplumunu diğer iyi niyetli Müslümanlardan da uzaklaştırarak merkezden uzaklaşmalarına yol açmıştır. Ama bu gün Alevileri daha güzel günlerin beklediği kanaatindeyiz. Çünkü modern süreç, insanları ana kucağından kurtlar sofrasına atmış ve son zamanlarda bu durum, sağduyulu insanlar tarafından fark edilmiştir. Neticede, tekrar yuvaya, yani Ehl-i Beyt’tin ilim ve irfan mirasından ibaret olan "Öze" bir yönelim belirmiştir. Bu arada bu mazlum halkın aydın evlatları, başlarına örülen çoraplardan kurtulmada ve yollarına kurulan tuzakları aşmada daha bir cesaretlenmiştir. Üstelik, bu çabaya bütün inanç kesimleri de katkı sunmaya başlamıştır.

İçinde yaşadığımız zaman ve zeminin gerekleri hepimiz, yani bütün toplum kesimleri için bağlayıcıdır. Farklılıkları kucaklama hoşgörüsünü, Ehl-i Beyt sevgisiyle birlikte Mevlana, Yunus Emre ve Hacı Bektaş-ı Veli hazretleri gibi gönülleri Ehl-i Beyt aşkıyla tutuşan Alevi dervişlerinin bu topraklara aşıladığından kimse kuşku duyamaz. Ancak daha öncesinden, yani Kerbela katliamından sonraki süreçlerden itibaren, gerek Emeviler gerek Abbasiler zamanında, Ehl-i Beyt evlat ve taraftarlarından oluşan, çok sayıda tebligatçı, göç ederek başta Anadolu olmak üzere dört bir tarafa yayılmıştır. Onların fedakar çabaları çok geçmeden ürün vermeye başlamış, öyle ki bu yörelerde nüfusun çoğunluğu Ehl-i Beyt ile gönül bağı kurmuş ve ta ki Osmanlılar bu nüfusu ortadan kaldırıncaya kadar bu potansiyel varlığını ağırlıklı olarak sürdüre gelmiş ve bu günkü Anadolu halk kültürünün temelini teşkil etmiştir. Yoksa sanıldığı kadar bu haliyle bu kültür Orta Asya'dan getirilmiş değildir.

Ülkemizde AB'ne katılım sürecinde gündemde olan demokratik açılımlarda Aleviler çok önemli katkılar sunabilirler ve söz konusu katkıyı sunmalıdırlar da. Demokratik değer ve doğal hukuk ilkeleri ile İslam’ın bakış açıları genellikle örtüşmektedir.

Her ne kadar Osmanlı’nın yıkılmasından sonra başlayan yeni süreçte de devletin Alevileri görmezlikten geldiğini söylemeye dilimiz varmıyorsa da, ne yazık ki bu dönemde de Alevilerin bir çok alanda ihmal edildiği acı bir gerçektir. Devlet, vakit geçirmeden bu yanlı uygulamalara ve haksız ihmallere son vermelidir. Bunun için de başta Devletin resmi din kurumu Diyanet olmak üzere devlet, bütün kurumları ile Alevileri ve dini önderleri olan Ehl-i Beyt İmamlarının şahsında İmam Cafer-i Sadık ve Caferi fıkhı temelinde Caferi mezhebini uygulamalarıyla birlikte resmen kabul etmeli, onlara inançlarını doğru öğrenme imkanlarını sağlamalıdır. Devlet, bu doğrultuda diğer dini azınlık ve gruplara tanıdığı hoşgörüyü bu mektep mensuplarına da göstererek, yıllardır çeşitli kesimlerce istismar edilen bu kesimi de şemsiyesi altına alarak birlik ve diriliğini fevkalâde pekiştirebilir, uygar dünyanın karşısına daha da güçlenmiş olarak çıkabilir.

Bütün okuyucuları kardeşlik ve dostluk duyguları ile gönülden selamlayarak bu görüşlerin benim acizane görüşlerim olduğunu belirtmek isterim. Bütün bunları gücümü hoşgörünüz ve evrensel bakış açınızdan alarak yazdım. Selam ve Saygılarımla......