Modern Çağda Alevilik

Ali. C. YILDIZ

Alevi toplumunun “var olmak” ya da sadece “olmak” önkoşulunu tartışmasız bir biçimde yerine getirdiğinin açıklanmaya çalışıldığı önceki yazıda, geçmiş zamanlar adına kısmen de olsa bir çerçeve çizilmeye çalışılmıştı. Daha ayrıntılı ve uzun soluklu bir bakış açısının oluşturulması, bundan sonraki değerlendirme ve akıl yürütmelerin belirlenen bu çerçevede işlevselliğini yitirmeden tutarlı bir şekilde devam etmesi için gerekliydi, denilebilir. Buradan hareketle, Erenler’in bir sonraki sayısı için “Alevi toplumu” ve “Alevilik olgusu”nun hem eşsüremli hem de artsüremli irdelenmesine kaçınılmaz olarak devam edilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda, bu yazının içeriğini ‘Modern Çağda Alevilik’ başlığı altında kısaca şu başlıklar oluşturdu:

Öncelikle 20. yy.’da Modern Türkiye Cumhuriyeti ve Alevilik ilişkisi betimlenmeye çalışılacak. Sonra, Atatürk’ün başlattığı aydınlanma hareketi ve farklı toplumların birbirleriyle yapmaya çalıştıkları ödünlü-ödünsüz uzlaşmalar konuşulacak. Sonra aydınlanma hareketinin sekteye uğramasından ve buna bağılı olarak bazı toplumların yaşadıkları hayal kırıklıklarından söz edilecek. Daha sonra da 20. yy.’ın neredeyse son çeyreğinde ülkede uygulanmaya başlanan liberal ekonomik anlayışların bireyler ve özellikle toplumlar için getirdiği görece özgürlük irdelenecek. Son olarak 21. yy.’a başlarken Aleviler olarak ‘elimizde ne var?’ın kabaca bir dökümü yapılıp, belirsiz geleceğin avangarde bir belirlenmesi yapılmaya çalışılacaktır.

Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, Türklerin bu topraklara yerleşmesinden bu yana bu toplum için yapılan en iddialı ve köklü dönüşüm niteliğini taşıyordu. Bunun nedenlerinden ilki, bu hareketin geçmişten hayli önemli bir kopuşu getirmesi, ikincisi ise, batıya (Batı Medeniyeti’ne) tümden bir yönelişi, bağımsızlık bildirgesinin en temel etmenlerinden biri olarak kabul etmiş olmasıdır denilebilir. Bu iki temel düsturun birlikte uygulanabilir olmasının biricik yolu ise, bu eyleme/oluşuma katılacak her ırk, din, kültür ve eğilimden grup, toplum ve toplulukların birlikte yaşama isteklerinin olmasından geçmekteydi. Yani gönüllü ya da gönülsüz ortak bir toplumsal anlaşmanın onaylanması gerekiyordu, hatta bu, o dönemdeki koşullardan dolayı kaçınılmazdı denilebilir. Çünkü geçmişten hem kültürel hem de düşünsel kopuş, bu ülkede yaşayan toplumların kaçınılmaz olarak kendilerine ait her şeye yabancılaşmalarına neden olacaktı. Bu da o toplumlar ve topluluklar için mutsuzluk  ve üretimsizlik demekti. Öte yandan batıya, Batı Medeniyeti’ne kapsamlı bir yöneliş ise, bu ülke insanları için yeni yaşayış ve düşünüş biçimleri ile modellerini benimsemeyi zorunlu kılıyordu. Bu ise, yeni kurulan bu ülkede yaşamayı seçen her ırk, kültür, din, inanç ve eğilimden insan ve toplumların, birlikte yaşama ve paylaşma adına, kendi inanç ve yaşam biçimlerinden az ya da çok ödün vermesini, yaşamsal bir önkoşul olarak benimsemesini gerektiriyordu. Ortada hem toplumlar için hem de o dönemin yöneticileri için onaylanması, daha doğrusu kabul edilmesi zorunlu tek bir seçenek vardı. Tarih, bu topraklarda yaşayan insanlara nasıl tek ve kaçınılmaz bir sonuca katlanmayı zorunlu kılmışsa, başta M. Kemal olmak üzere, o dönemin önderlerine de aynı seçeneği benimseyip uygulamayı tek ve mutlak bir sonuç olarak önermişti. Aslında sonradan daha bir dikkat ve sağduyuyla yapılan inceleme ve değerlendirmeler de göstermiştir ki, bu ülke insanları için o dönemin karar vericileri olabilecek en doğru kararı vermişlerdir. Şöyle ki, 13. yy.’dan bu yana Batı Medeniyeti kendini her geçen yıl daha çok yenileyerek dünyanın diğer bölgelerindeki medeniyetleri hem teknolojik hem de kültürel bakımdan geçmiş, bir taraftan kendi halklarının yaşam koşullarını iyileştirirken, diğer taraftan  dünyanın diğer toplumlarını daha çok kontrol etmeye ve yönetmeye başlamıştır. Batı, Reform ve Rönesans’la bu büyük ivmeyi yaşarken, özellikle Doğu olmak üzere öbür medeniyetler, ya daha geri gitmişler ya da oldukları yerde sayarak, iç çekişmeler/savaşlar ve özellikle Emevi zihniyetli din anlayışına dayalı yobazlıklarla kendi halklarına dayanılmaz baskılar ve işkenceler yapmışlardır. Bu zihniyete sahip olanlar, Batı’yla yarışmak ve gelişim yolunda işbirliği yapmak, daha doğrusu Batı’yı anlamak yerine onu hor görmüş, dışlamış ve onun ürettiklerini günah ve küfür saymışlardır. Bu reddediş ve dışlama zamanla Doğu ile Batı arasında büyük anlayış/kavrayış farklılıklarının ortaya çıkmasına neden olmuş, böylece batılıların yaptıklarını anlamak ve benimsemek daha bir güç olmuştur. Bu genel çerçeveden yola çıkıp o zamanların–yani 1920’lerin—Türkiye’sine gelindiğinde, bu ülkenin insanları için Atatürk ve arkadaşlarının vermiş oldukları karar ve sonrasında olan gelişmeler daha bir anlam kazanmaktadır iddia edilebilir.

Diğer taraftan Batı’ya yöneliş Atatürk’ün kendi ifadesiyle fiziksel bir yönelmenin ötesinde zihinsel bir yönelişti. Atatürk daha başlangıçta Türk toplumunun gövdesinin Asya’da başınınsa Avrupa’da, yani Batı’da olduğunu çok net ve kesin bir biçimde ifade etmişti. O dönemde seçenek olarak Batı’nın öne çıkmasının en önemli gerekçelerinden biri olarak ‘muasır medeniyet’in kabul görmesi, Müslüman Doğu’da, özellikle de geniş Müslüman hinterlandında düşünsel anlamda doğa diyalektiğindeki değişime bile ayak uydurabilecek köklü yeniliklerin asla yapılmamış olmasında yatmaktadır. Kısacası, yüzlerce yıl Emevi anlayışından kaynaklanan bağnaz ve dar kafalı zihniyetlerin Müslüman dünyasında çok yoğun ve yaygın bir biçimde etkin olması sonucunda hakim din anlayışında ve sosyal yaşamda Avrupa’dakine benzer reformlar yapılamadı. Böylece hemen hemen tüm Müslüman ülkeler dünyanın diğer medeniyetleriyle yarışmak ve gelişim yolunda işbirliği yapmak yerine, kısır iç çekişme ve baskılarla zaman öldürdüler. Hatta iktidarı ellerinde bulunduran sözde resmi Emevi patentli Müslüman mezhepler, Müslümanlık inancını farklı algılayan ve yaşayan kendi insanlarına yüzlerce yıl dayanılmaz baskı ve işkenceler yaptılar. Bu tür bağnaz tavırların en tehlikeli sonuçları ise, hem Müslümanların birbirlerine karşı güvensizliği, hem de yine tüm bir Müslüman medeniyetinin Batı medeniyetlerinden çok ama çok geride kalması şeklinde oldu. Halbuki Batı, ekonomik, sosyal ve kültürel başarıyı kendi inançlarından vazgeçmeden yapmıştı. Aynı tavır zamanında Müslümanlarca da gösterilebilmeliydi. İşte bu asla ve asla yapılamamıştı ve yapılacak gibi de görünmüyordu. O yüzden olacak ki, yıkılmış bir imparatorluktan ortaya çıkacak yeni ulus ve devlet, düşünsel bağlamda kendine neden Batı Medeniye’tini seçiyordu. Şimdi, böylesine bir yönelişi o zamanlar için bile hor ve akıl dışı görmek olası mıydı?

Bu yazının başlarında belirtildiği üzere, bir yerde yeni oluşturulacak devletin tüm kurum ve kuruluşlarıyla etkin ve başarılı olması için, bu topraklarda yaşayan ve bir şekilde yeni oluşumun içinde yer alacak olan her eğilimden grup ve toplulukların ortak ‘irade beyanı’nda bulunması gerekiyordu. Bu bildirim, herkesin üzerinde uzlaşıya vararak kabul ettiği yeni ve bütüncül bir yapıya işaret etmeliydi. Bu yapı, halkın kendi kendini yönetmesine dayanan ‘cumhuriyet rejimi’ çerçevesinde yaşanacak olan demokrasiden başkası olamazdı. Başta özgürlüğe susamış Aleviler olmak üzere bu ülke halkının, Batı devletlerinin de gelişmelerinde model olarak benimsedikleri bu çağdaş anlayıştan büyük beklentileri vardı. Bu yüzden, bu ülkenin kuruluşuna katkıda bulunmak, bir an önce değişimlerin getireceği özgürlüklerden yararlanmak ve kendilerini yüzlerce yıl hiç/yok saymış baskıcı ve faşizan zihniyetlere bir daha dönüşün önüne set çekmek için, bu topraklarda yer alan farklı inanç ve kültürden grup ve toplumlar büyük özverilerde bulundular. İşte bunun içindir ki, bu ülkede belki de herkesten daha çok ödünü, geçmiş zamanlardaki rejimlerden en çok acı çekmiş olan Aleviler verdiler. Onlar, demokrasi, özgürlük ve çağdaşlık adına hemen hemen tüm toplumsal inanç kurumlarından vazgeçtiler. Her çıkan devrim yasasıyla birlikte onlar, bir ya da bir kaç toplumsal alışkanlıklarından kendilerini kopardılar. Halbuki, bu toplum yüzlerce yıl, faşist ve baskıcı Emevi zihniyetli Osmanlı yönetimi ve rejimine bu toplumsal inanç kurumları aracılığıyla karşı koymuş, bugün taraflı tarafsız her sağduyulu ve çağdaş insanın övgüyle söz ettiği ‘pirlik’, ‘rehberlik’, ‘cem’ vb. pek çok toplumcu hümanist değerlerini, yine bu inanç kurumları aracılığıyla gerçekleştirebilmişti. Türkülerindeki estetik güzellik, çağları aşan şaşmaz doğruluk ve evrensel gerçeklik hep bu kurumlar sayesinde gerçekleşmişti. Ama an, daha doğru, daha güzel ve hümanist değerler yaratma adına eskilerden vazgeçmeyi gerektiriyor, hatta zorunlu kılıyordu. Benim düşünen, güzel, hümanist, değerli ve gerçekçi insanlarım kendilerine yaraşan kararları pek çabuk verip, daha sonra yaşanabilecek büyük hayal kırıklıkları olasılığına rağmen, yeni rejime dört elle sarıldılar. Baştan beri Kurtuluş mücadelesine içtenlikle katılarak Atatürk’ün yanında yer aldılar. Hem ona hem de yeni rejime büyük inanç ve bağlılıkları vardı. Fakat daha sonra görüleceği gibi bu devingen ve yaratıcı toplum, büyük hayal kırıklıklarıyla birlikte eski onca acılara tekrar dönecekti. Düşünceleri yine baskı görecek, inancını yaşaması engellenecek ve en kötüsü, ölmeye ve cayır cayır yanmaya devam edecekti…