Alevilik'te Allah İnancı

Odkan ERDENAY

Tevhid

Aleviliğin temel inançlarından ilki ve en önemlisi Allah inancıdır. Alevilik, Allah’ın var olduğuna, tek olduğuna, diri olduğuna, vasfedilmekten yüce olduğuna, doğmadığına, doğrulmadığına, her şeyi yarattığına, her şeyi kontrol ettiğine ... inanır.[1]

Şah İsmail Hatayi, bir şiirinde tevhid[2]  inancının On İki İmamların (a.s) yolu ve Ehl-i Beyt’e bağlı olmanın temel şartı olduğunu, tevhid inancı olmadan Ehl-i Beyt yolunun olamayacağını ve tevhidin çok derin manalar ifade ettiğini şu mısralarla anlatır:

‘Şah Hatayım tevhid derya denizdir

Tevhid etmeyenler bizim nemizdir

Pirim Şeyh Safi’den[3] sermayemizdir

On İki İmamın erkânı tevhid.’

On dokuzuncu asrın sonlarında yaşayıp, yirminci asrın hemen başında vefat eden Sarıkamışlı Eyüp de, bir şiirinde insanları tevhide davet eder ve tevhidi ‘Ali’ye layık olmanın temel koşulu’ sayar. Yine ona göre tevhid aşktır ve gafletten gözün açmaktır.

‘Ey aşık-ı sadıklar

Tevhide gelin tevhide

Ey Ali’ye layıklar

Tevhide gelin tevhide

Aşk şerbetin içenler

Gafletten[4] gözün açanlar

Pervazı[5] vurup uçanlar

Tevhide gelin tevhide.’[6]

Pir Sultan Abdal ise inanç ve davranış ilişkisine değinerek, tevhid inancını kendi bünyesine yerleştiren insanın nasıl olacağını şöyle anlatmaktadır:

‘Hak dergâhına[7] varırım

Hûb[8] didârını[9] görürüm

Bir Allah’a yalvarırım

Şaha, padişaha değil.

Pir Sultanım der şahım var

Hızır Paşada ahım var

Benim bir tek Allah’ım var

Şaha, padişaha değil.’[10]

İnsanı Allah’a İnanmaya Götüren Sebepler

İnsanı Allah’a inanmaya götüren ve O’na kulluk etmeye teşvik eden bir çok neden vardır. Bunlardan bir kaçını şöyle özetleyebiliriz.

Hayatı Anlamlandırmak:

Bu etkenlerden ilki insanın yaratılışından kaynaklanan bilinçlenme içgüdüsüdür. İnsanın kavrayış ve bilgi seviyesi arttıkça bazı sorulara aradığı cevaplardır. Bu sorulardan bazıları insanın mahiyeti, bu dünyada ne işi olduğu ve öldükten sonra nereye gideceği konularında yoğunlaşmıştır.

Her insan az veya çok bu soruların cevabını kendi zihninde şekillendirir ve kendi kavrayış seviyesinde kendini tatmin eder. Ancak bu sağlıklı bir tatmin midir, yoksa hastalıklı ve zayıf bir tatmin midir? İşte asıl üzerinde durulması gereken nokta tam da burasıdır.[11]

İnsanın mahiyeti konusunda bugüne değin bir çok filozof ve düşünür kafa yormuş ve değişik görüşler  ortaya atmışlardır. Bunlar, adına ‘insani değerler’ denilen ve bütün insanlığı kapsayan ortak ahlakî ve insanî değerlerin olduğu noktasında birleşmişlerdir. Diğer taraftan her bilim sahip olduğu metodoloji açısından insanı ele almış ve onun mahiyetini ortaya koymaya çalışmıştır.[12]

İnsanın nerden geldiği konusunda da bir çokları görüş belirtmiş, lakin bu konuda -görünen açık gerçekler dışında-[13] ortak bir uyuşma sahası belirmemiştir. Günümüzde açık şekilde bir iktidar ve güç aracı olarak kullanılan bilim de bu konuya açıklık getirememiştir. Son iki yüz yıldır ispatlanamayan ve ispat için çeşitli hilelere başvurulan evrim teorisi[14] dahi her geçen gün zayıflamakta ve inanırlılığını yitirmektedir. Yapılan antropolojik çalışmalar da bir tahminler ve varsayımlar tarihinden, açık bir kurgudan  ileri gidememektedir.

İnsanı öldükten sonra nasıl bir şeyin beklediği hakkında hiçbir bilimsel veri ve incelemek için hiçbir materyal, hiçbir vaka yoktur. En iyi ihtimalle, benzetmelerle veya metafiziksel ilişkilerle bu konuya bir açıklık getirilebilir.

İşte insanın kavrama seviyesi arttıkça daha çok üzerine gideceği ve cevaplarını daha büyük bir ısrarla isteyeceği soruların yanıtlarını cevaplamada bilim ve felsefe bu düzeydedir. Hele üçüncü sorunun cevabı, sadece tecrübe ile cevaplanacak gibi. İşte bu soruların cevabında ve hayatın anlamlandırılmasında din veya daha açık bir deyim ile Allah’a iman en etkili ve en doğru cevaptır. Günümüze kadar Freud da dahil bir çok psikolog, hayatı anlamlandırma da en etkili yolun din olduğunu teslim etmişlerdir.

Muhtemel Bir Zararı Önlemek:

İnsanı Allah’a inanmaya götüren sebeplerden bir diğeri de, insanın muhtemel bir zararı önleme güdüsüdür. Günlük yaşantımızda bile, çeşitli zararlara karşı tedbirler alıyoruz. Hal böyleyken neden ebedi ateşe karşı tedbir almayalım? Neden kendimizi muhtemel bir zarardan korumayalım.? Konuyla ilgili olarak Ehl-i Beyt İmamlarından sekizinci İmam Ali Rıza aleyhisselamdan şöyle bir rivayet aktarılmaktadır:

Bir gün hazret-i İmam, bir kişiyi yanlış inancında şüpheye düşürmek ve onu İslam’a yönlendirmek için, şöyle bir soru sormuştur:

-Eğer dediğiniz gibi Allah, peygamber, hesap ve kitap meselesi yoksa -ki elbette vardır- bizim namaz, oruç, zekat ve imanımızın bize bir zararı olacak mı?

Adam bu soru karşısında susunca hazret-i İmam devam ederek şöyle demiştir:

-Ama eğer, bizim dediğimiz gibi gerçekten Allah, din, ahiret ve kıyamet var olursa –ki kesinlikle vardır- o zaman sizler mutsuzluğa ve helakete yakalanmış olmaz mısınız?[15]

Teşekkür Etme Eğilimi:

İnsan yaratılışı ve tabiatı gereği, iyiden, güzelden, merhametten yani, kısaca insani değerlerden hoşlanır, onlara değer verir ve ruhunu ancak bu tür değerlerle yüceltir. Kendisine de karşılıksız bir iyilik yapıldığında bu iyiliğin sahibine teşekkür eder.  Acaba gözleri âmâ olan bir çocuğa gözlerini yeniden kazanması için her türlü yardımı karşılık beklemeden yapan bir kişiye, o çocuk teşekkür etmez mi? Biz bile böyle bir olayı tasavvur ederken içimizde bir şeylerin harekete geçtiğini duyumsarken, gözlerine kavuşan çocuk iyilik sahibine teşekkür etmez de, ne yapar?

İşte biz de buradan hareketle insanoğlunun, kendisini yaratan, ona bir beden ve ruh bahşeden, onu ihtiyacı olan her türlü araç ve gereçlerle donatan, bütün varlık alemini onun emri altına veren, onun için sayılamayacak kadar rızk yaratan Allah’a teşekkür etme eğilimi içinde olduğunu söyleyebiliriz.

Kul Himmet, sabah namazına yaptığı bir göndermede, insanın Allah’a şükür etme eğilimini şu şekilde dile getirir:

‘Yetmiş iki buçuk millet dileği

Yaratana yalvarırlar sabahtan

Ol zaman dolanır Hakkın meleği

Yaratana yalvarırlar sabahtan.’[16]

Yine konu ile ilgili olarak Kul Himmet, yaratılışı temiz tutmanın Allah’a ulaşmada ve yakınlaşmada en kolay ve güzel yol olduğunu şu mısralarla açıklar:

‘Gül kokusu Muhammed’in teridir

Gönlü saf olanlar Hakk’ın yâridir

Aşıka, maşukun bergüzârıdır[17]

Sevdalar, nasipler, nurlar saçılır.’[18]

Allah’ın Varlığını Nasıl Tasdik Ediyoruz?

Allah’ın varlığını tasdik için günümüze kadar bir çok delil ortaya atılmıştır ki, bunları iki ana başlık altında toplamak mümkündür.

a) İnsanın dış dünyasında ki deliller
b) İnsanın iç dünyasındaki deliller[19]

Şimdi bu delillere sırası ile kısaca bir göz atalım.

İnsanın Dış Dünyasındaki Deliller:

Allah’ın varlığını tasdik etmenin birinci yolu yaratılış ve bu yaratılışta ki mükemmel dengedir. İnsan yaratılışı, bu yaratılıştaki mükemmelliği, dengeyi, bağlantıyı düşünerek bunların bir yaratıcısı olduğunu anlayabilir. İnsan kendi yaratılışından başlayarak, hayvanları, bitkileri, tabiatı, dünyayı, yıldızları, galaksileri, ... inceleyerek Allah’a ulaşabilir. Zaten dünyadaki sayılı bilim adamlarının hepsi Allah’a inanır olarak gelmişlerdir. Hatta bugün Allah’ı inkar için kullanılan bir çok teorinin sahibi Allah’a iman etmişlerdir. Mesela Darwin’in ölüm döşeğinde İncil’e sarılması meşhur bir olaydır.

Newton bir gün güneş sisteminin küçük bir maketini yapar ve açık bir yere bırakır. Newton’un Allah’a inanmayan dostlarından birisi onu ziyarete geldiğinde maketi görür ve güzel yapıldığını söyleyerek, bu maketi kimin yaptığını sorar. Newton’un cevabı ise ilginçtir: ‘Hiç kimse.’ Dostu, Newton’un kendisine şaka yaptığını düşünür ve ‘Sen beni deli zannediyorsun herhalde.’ der.  Bunun üzerine Newton, ‘Bu gördüğün maket, güneş sisteminin basit bir modeli. Bu basit maketin yapıcısını olmasını savunuyorsun da, aslının bir yapıcısı olduğunu neden kavrayamıyorsun?’ diyerek cevap verir.[20]

İmam Ali Rızanın (a.s) huzurunda bir adam ‘Ey Resulullah’ın (s.a.a) oğlu, alemin yaratılmış olduğuna delil nedir?’ diye sorunca hazret-i İmam şöyle cevap vermiştir: ‘Sen yoktun, sonradan varoldun; biliyorsun ki, sen, kendini var etmemişsin; senin gibi olan birisi de seni var etmemiştir.’[21]

İnsanın İç Dünyasındaki Deliller:

İnsanın iç dünyasında ki delillerden bir tanesi, insanın kendi içsel yolları ile Allah’ın varlığını tasdik etmesidir.

İnsanın başına gelen çeşitli olumsuz ve kötü olaylar, insanın Allah’a veya kendinden üstün bir güce sığınmasını sağlar. Daha sonra bu sığınma olgunlaşarak, Allah’a iman etmeye ve Allah’ı tanımaya kadar ulaşır. Mesela hepimiz günlük yaşantımızda, başımıza gelen olumsuzluklarda ve aşmamız gerekli olan zorluklarda daha güçlü bir yerlerden yardım istiyoruz. Yine karşısında aciz kaldığımız, deprem, sel, tufan gibi doğal afetlerde Allah’a sığınıyor, O’na daha çok yöneliyoruz.

Adamın birisi Ehl-i Beyt İmamlarının altıncısı olan İmam Cafer-i Sadık aleyhisselamdan Allah’ı sorunca hazret-i İmam o adama ‘Şimdiye kadar hiç gemiye bindiğin olmuş mudur?’ diye sordu. Adam: ‘Evet, olmuştur.’ dedi. Hazret-i İmam: ‘Acaba hiç denizin ortasında gemideyken tehlikeli bir fırtınaya yakalandığın olmuş mudur’ diye sordu. Adam: ‘Evet olmuştur’ dedi. Hazret-i İmam: ‘Acaba hiç o zaman kalbine seni bu tehlike anında boğulmadan kurtarabilecek bir şeyin olduğuna dair bir düşünce geldi mi?’ diye sordu. O şahıs: ‘Evet, geldi.’ cevabını verdi. Bunun üzerine Hazret-i İmam: ‘İşte hiçbir kurtarıcının bulunmadığı yerde, kurtarmaya kudreti olan ve bir feryada yetişenin bulunmadığı yerde feryada koşan şey Allah Teala’dır.’ buyurdu.[22]

Pir Sultan Abdal da konuyla ilgili olarak şu mısraları söylemiştir:

‘Hızır Paşanın zulmü var ise

Ne yapayım, benim de bir ahım var   

Senin tuğlu padişahın var ise

Benim de arkam, kalem bir Allah’ım var.’[23]

Evren Tesadüfen mi Yaratılmıştır?

Çevremizdeki bazı insanlar, evrenin yani bu muazzam düzenin bir ‘tesadüf’ sonucunda meydana geldiğini iddia etmektedirler. Halbuki bu gerçeklere ayak diremek uğruna savunulan boş ve komik bir iddiadan başka bir şey değildir. Bu durum tıpkı, çeşitli harflerin yazıldığı milyarlarca kağıdı bir torbanın içine koyup, bunları tek-tek çektikten sonra, akademik bir makale ya da sanat değeri yüksek bir şiir ortaya çıkması beklemeye benzer. Halbuki bu, her akıl ve mantık sahibi insanın da teslim edeceği gibi imkansız bir durumdur.

Fransız astronot Laplace bu konu ile ilgili şöyle bir açıklama yapmıştır: ‘Güneş sistemi içersinde görülen bu düzenin rastlantı sonucu meydana geldiğini söylemek mümkün değildir. Dolayısı ile bu düzenin bir yaratıcısı olduğunu söylemekten başka çare kalmıyor.’ [24]    

Alevi şairlerinden Hüseyin güzel bir şiirinde bu konuyu şöyle dile getirmiştir:

‘Ey erenler akıl fikir eyleyin

Dağlara da duman ne güzel uymuş

Yaratan aşkına şükür eyleyin

Mümine de iman ne güzel uymuş.

Daim gezer idi dağlar başında

Hiçbir hile yoktu onun işinde   

Alıp gezer idi çölün başında

Ali’ye de Selman ne güzel uymuş.

Hüseyin’im yeşil giyer eynine

Hiçbir hile getirmezdi göynüne

Kurdu-kuşu lutfeylemiş kendine

Tabiata da insan ne güzel uymuş’

Allah İnancı Bir Gelenek Midir?

Alevi inancında, Allah inancı bütün insanların yaratılışında bulunan ve doğuştan getirdikleri içsel bir duygudur. Kendi duygularını kirletmemiş, yaratılıştaki temizliğini dejenere etmemiş bütün insanlar, bu içsel duygu ile Allah’a inanırlar. İnsanların Allah inancından uzaklaşmaları ise, yaratılışlarındaki bu temizliği bozmaları ve kirlenmeleri ile olur.

Ancak çevremizdeki bazı insanlar bu inancın yanlışlığını iddia ederek, Allah inancının toplum tarafından bireylere enjekte edilen bir gelenek olduğunu söylüyorlar. Bu görüşe göre, nasıl ki insan, yaşadığı toplumun gelenek ve göreneklerini kabul eder ve onlara uygun şekilde yaşamak zorunda kalırsa, Allah inancı da toplum tarafından bireye dayatılır ve birey bu inanca sahip olmak zorunda kalır.

Bu iddiaya cevap vermek için ilk önce, gelenek üzerinde durmak ve onun özelliklerini bilmek gerekiyor.

 Birinci olarak gelenek,  toplum tarafından üretilir ve doğal olarak toplumlar birbirinden farklı şeyler üretirler. Yani A toplumunda olan bir gelenek B veya C toplumunda olmayabilir; aynı şekilde, C toplumundaki bir gelenek A veya B toplumunda olmayabilir.

İkinci olarak gelenekler tarihin belli bir döneminde ortaya çıkmış ve belli bir müddet sonra ortadan kalkmışlardır. Yani bugün, mesela Türk milletinin yaşattığı bir gelenek, elli, yüz veya birkaç yüzyıl sonra olmayabilir. Nitekim bugün de, eskiden var olan bir çok gelenek, ortadan kalkmış, yok olmuş gitmiştir.

Halbuki, Allah inancı gelenekler gibi değildir; çünkü yapılan araştırmalar, Allah ve din inancının insanlığın ilk ortaya çıkışından günümüze kadar kesintisiz şekilde ve bütün toplumlarda olduğunu ortaya koymuştur. Eğer iddia edildiği gibi, Allah ve din inancı bir gelenek olsaydı, bütün toplumlarda ve tarihin her döneminde var olmazdı.

Diğer taraftan psikoloji alanında yapılan çalışmalar, insanlarda bir inanç hissi olduğunu göstermiştir.[25]

Allah’ı Tanıyalım

Allah’ı tanımak demek O’nun sıfatlarını bilmek ve O’nu sıfatları ile tanımaktır.[26] Alevilik’te Allah’ın zâtı hakkında, yani kendisi hakkında düşünmek uygun bulunmamış ve insan aklının, idrâkinin buna güç yetiremeyeceği özellikle belirtilmiştir. Nitekim İmam Ali aleyhisselam, bu konu ile ilgili olarak şöyle demiştir: ‘Allah’ın nimetlerini düşünene Allah başarı verir; Allah’ın zatı hakkında düşünense zındık[27] olur.’[28]  Öyleyse yapılacak en sağlıklı şey, Allah’ı sıfatları vasıtası ile tanımak ve O’nun sıfatlarının ne ifade ettiğini bilmektir.[29]

Alevilik’te Allah’ın sıfatları dört ana başlık altında incelenmiştir. Bunlar kısaca şu şekildedir:

Allah’ın Zatî Sıfatları:

Yalnızca Allah’ın zatını mülâhaza ettiğimizde Allah Teala’nın bu sıfatlarla vasıflandığını anladığımız sıfatlar. Örneğin; Allah’ın diri oluşu, ilim ve kudret sahibi oluşu, tek oluşu ve eşi-benzerinin olmaması gibi. Allah’ın bu sıfatlarla sıfatlandığını anlamak için zatından gayri bir şeyi mülâhaza etmeğe bir gerek yoktur.    

Allah’ın Fiili Sıfatları:

Yalnızca Allah’ın zatını mülâhaza etmenin Allah’ın o sıfatlara sahip olduğunu anlamak için yeterli olmayıp, Allah’ın zatını başka bir şeyle mukayese ettiğimizde ortaya çıkan sıfatlar. Yani Allah’ın zatı, başka bir şey ile bağlantılı olarak nazara alındığında o sıfatlara haiz olduğu ortaya çıkmaktadır. Mesela; yaratan, rızk veren, esirgeyen, bağışlayan, alçaltan, hidayet eden, yöneten gibi sıfatlar ki, bir yaratılan, rızk verilen, esirgenen, bağışlanan, alçaltılan, hidayet olunan ve yönetilen nazara alınmadan Allah’ın bu sıfatlara sahip olduğu düşünülemez. 

Allah’ın Sübutî Sıfatları:

Sübutî sıfatlar, Allah’ın kemaline işaret eden olumlu mana ifade eden sıfatlardır. Allah bu sıfatlardan bazılarını yaratıklarına da vermiş, ancak yaratıklarına verdiği bu sıfatları sınırlı kılmıştır. Örneğin, görür, bilir ve duyar gibi sıfatlar.

Allah’ın Selbî Sıfatları:

Selbî sıfatlara gelince, bunlar, Allah’tan kusur ve eksiklikleri tenzih eden ve olumsuz mana içeren sıfatlardır. Yani kemâl sıfatlarının karşıtıdır. Örneğin, madde değildir, ihtiyaç sahibi değildir, cahil değildir, doğmamıştır, doğrulmamıştır gibi sıfatlar.

  Allah’ın Sıfatlarından Bazıları   

Şimdi buraya gelmişken Allah’ın sıfatlarından bazılarını kısaca açıklayalım.

Tektir:

Allah tektir, eşi, benzeri, ortağı yoktur. Nasıl ki herhangi bir hacmi sınırsız olarak kabul edersek, o hacim dışında ikinci bir hacim olması ihtimal dışı olacaktır, Allah’ın eşi ve benzeri olması da ihtimal dışıdır. Çünkü Allah mutlak gerçektir ve herhangi bir nedenle ve şartla sınırlı değildir.[30]

Madde değildir:

Allah cisim değildir. Zaman, mekan, hareket, intikal ve sükûndan beridir. Çünkü bütün bunların yaratıcısı Odur.

Kâdirdir:

Allah kudret sahibidir. Her şeye gücü yeter. O, sadece kendisinde var olan sonsuz kudreti ile istediği her şeyi yapabilir. Güç ve kudret O’nun elindedir.[31]

Âlimdir:

Allah her şeyi bilir ve Onun için gizli olan hiçbir şey yoktur. Geçmişte olanlar, gelecekte olacaklar, bütün varlık alemi kısaca her şey O’nun bilgisi dahilindedir.[32]

Diridir:

Allah ebedi ve ezeli olarak diridir, canlıdır ve hayat sahibidir. Ancak O’nun diri ve hayat sahibi olması demek, insan, hayvan ve bitkilerde ki gibi büyüyüp, gelişmek anlamında değil, kendi istek ve seçimi ile iş yapması anlamındadır. O’nun için ölüm, uyku, dalgınlık gibi durumlar söz konusu değildir.[33]

İrade sahibidir:

Allah irade sahibidir, diler ve bir şeyi yapıp-yapmamaya karar verme gücüne sahiptir. Dilediği, karar verdiği şey hemen olur. Allah iyiliği, güzelliği, hayrı irade eder, kötülüğü, çirkinliği ve zulmü irade etmez.[34]

Duyar ve işitir:

Allah açık ve gizli olan her şeyi duyar ve iştir. Hatta O, nefsimizin bile bize ne fısıldadığını bilir. [35]

Görür:

Allah her şeyi görür, hiçbir şey O’na gizli değildir. Hiçbir şey O’nun görmesini engellemez. Allah yapmakta olduklarımızı noksansız olarak görür.[36] 

Allah Teala’nın diri olması, âlim olması, görmesi ve duyması biz insanlar gibi değildir. Çünkü O bunları yapmak için insanlarda olduğu gibi organlara ihtiyaç duymaz, bunları yapması O’nun zatındandır.

İmam Ali Rıza aleyhisselamın arkadaşı olan Hüseyin bin Halid Hazret-i İmam’a duyduğu bir görüşü aktarır: ‘Ey Resullah’ın (a) oğlu! Bazıları Allah’ın ilim ile âlim, kudret ile kâdir, hayat ile diri, kulak ile duyan, göz ile gören olduğunu söylüyorlar.’ Buna karşılık Hazret-i İmam, şöyle cevap verir: ‘Kim böyle bir şey derse, Allah ile birlikte başka bir ilah edinmiş olur. Bizim velayetimizi de kabul etmemiştir. Allah bizatihi olarak âlim, kâdir, diri, kadim ve görendir. (...)’[37] 

Allah’ın Görünmemesi Yokluğuna Delil midir?

Bazı insanlar, Allah’ın gözlere görünmemesini ve hatta bazıları maddi olmamasını, haşa, Allah’ı inkâr için kullanmaktadırlar.

İlk önce şu konuyu bilmek gerekiyor, gözlere görünen şey cisimdir; cisim olan şey ölümlüdür, yani bir zaman diliminde yaşar, hareket eder, durum değiştirir. Halbuki Alevilik’te Allah bütün bunların yaratıcısıdır ve Allah vasıf edilmekten üstündür. Bunların hiç birine benzemez.

Diğer taraftan, cevaplanması gerek, acaba varlık alemindeki her şey, madde midir? Kainatta maddeden başka bir şey yok mudur? Bir varlık maddi değilse onu inkâr mı etmek gerekir? Bu soruları cevaplandırmak için, ilk önce maddeyi tanımak gerekiyor. Bugün biz, bilimin oluştuğu noktada, biliyoruz ki madde üç halde bulunur: Katı, sıvı ve gaz. Yani bir madde bu üç halden birinde bulunmalıdır, bunun dördüncü bir hali yoktur. Şimdi biz burada elektriği ele alalım. Elektrik acaba katı mıdır, sıvı mıdır, yoksa gaz mıdır? Yine enerji, mıknatıs, ... , yerçekimi gibi onlarca şey. Görülüyor ki bunlar katı, sıvı ve gaz değildirler. Demek ki, bu sayılanlardan  hiç biri madde değil. Şimdi bunlar madde değil diye, bunların varlığını yadsıyalım mı? Yine insan kulağı belli bir yükseklikten sonraki sesleri duymuyor diye, biz, bu sesler yok mudur, diyelim? Şimdi biz, Allah’ı görmüyorsak ve duyularımız O’nu idrâk etmekten acizse, Allah’ın varlığını  inkâr mı edelim? 

Kur’an-ı Kerim’de konuyla ilgili bir ayette şöyle denmektedir: ‘Gözler Onu göremez, halbuki O gözleri görür. O eşyayı pek iyi bilen, her şeyden haberdar olandır.’[38]

İmam Ali Rıza aleyhisselam ile bir adam arasında ki, şu diyalogda bu soruna değinir. Adam Hazret-i İmam’a hitaben;

-Sizin inandığınız Allah, eğer duyuların hiç biriyle idrak edilemiyorsa demek ki O, hiçbir şeydir, der. Hazret-i İmam ise şöyle karşılık verir:

-Yazıklar olsun sana, ne kadar da dar görüşlüsün. Duyuların tanımaktan aciz diye, O’nun varlığını inkâr mı ediyorsun? Ancak biz, kendimizi O’nu tanımaktan aciz ve güçsüz gördüğümüzde ancak O’nun Allah’ımız olduğuna inanıyoruz?’ [39]

Yani, eğer Allah zaten maddi bir şey olsaydı O’nun da bizlerden bir farkı olmazdı ve o zaman O Allah’ta olmazdı.[40]

Nasıl Olur da Allah Ezeli, Ebedi ve Ölümsüz Olabilir?

Allah’ı tanımak hususunda insanların aklına takılan bir diğer soru da şudur: ‘Nasıl olur da Allah ezeli, ebedi ve ölümsüz olabilir?’

Bu sorunun cevabı da temelde, maddeyi iyi tanımaktan, maddenin temel özelliklerini bilmekten geçiyor. Çünkü biz biliyoruz ki, zaman maddeye bağımlıdır, maddenin olmadığı yerde zaman da olmaz. Eğer madde olmasaydı, bu sonsuz boşlukta zamanın da bir gereği olmayacaktı. Mesela, dünya dört milyar yıldır vardır diyoruz; yani zamanı maddeye bağlıyoruz. Yine aynı şekilde I. Jeolojik Zamanda falanca olaylar olmuş diyorsak, bu birbirine benzer olayların bizim belirlediğimiz, zaman diliminde olmasından dolayı değil, bu maddi olaylara bir süre nispet etmemizden dolayıdır. 

İmam Ali Rıza’nın (a.s) huzurunda, bir adamın şöyle dediği aktarılır:

- Allah’ın hangi zamanda var olduğunu söyleyin.

Hazret-i İmam bu soruya şöyle cevap vermiştir:

-Allah’ın hangi zamanda var olmadığını söyle, hangi zamanda olduğunu ben sana söyleyeyim. (Yani Allah, zamandan önce var olup, onu –yani zamanı- yaratmıştır.) [41]

Tevhit Derken

Daha önce tevhit kelimesinin Allah’ı birlemek, O’nu bir bilmek, O’na eş ve ortaklar koşmamak olduğunu söylemiştik. Lakin bu konu, tevhit konusu hassas bir konudur ve bazen bizler bile farkında olmaksızın tevhit ilkesine uygun davranışlar göstermiyor ve bu ilkeyi  çiğneyebiliyoruz.

Tevhit demek, aynı zamanda yaptığımız her şeyi Allah rızası ekseninde düşünmemiz demektir. Allah’ın emir ve hükümlerinin önüne hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi geçirmemiz demektir. Konuyla ilgili Hz. Muhammet (s.a.a) ile ilgili aktarılan aşağıdaki rivayet, tevhit ilkesinin ne kadar hassas bir çizgi üzerinde durduğunu bizlere göstermektedir.

Rivayet edilir ki, Amr bin Abdurrahman, Hz. Muhammet’ten kızı Hz. Fatıma’yı ister; mehir olarak ta, çok değerli mallar ve çok miktarda para verebileceğini söyler. Amr’ın bu teklifi karşısında Hz. Muhammet, Amr’ı azarlar ve Amr’a uzun sayılabilecek bir konuşma yapar. Bu konuşma içerisinde ‘Sen benim paraya taptığımı mı zannediyorsun?’ der. Yani Hz. Muhammet, paraya ve maddi şeylere hafif bir eğilimi bile, ‘tapmak’ olarak nitelendirmektedir.

Bunun gibi insan ömrünü ne için, nerede, nasıl ve ne biçimde harcadığına dikkat etmelidir. Yaptığı işlerin Allah rızasına uygun olup-olmadığını bilmelidir.

İnsan doğuştan kendinden üstün bir şeye ibadet etme güdüsü ile yaratılmıştır. Ancak Alevilik şunu da istemiştir ki, insan ibadet etmekle kendi onurunu, insanlık değerlerini ayaklar altına almasın, kendine aline olmasın, aksine ibadet etmekle insan, kendi özünü bilsin, kendi özelliklerini kavrasın ve ruhunu yüceltsin.

Geçmişte olduğu gibi, çağımızda da, insanlar, kendilerinden daha değersiz ya da kendileri ile eşdeğer olan şeyleri kutsamakta ve bunlara ibadet etmektedirler. Mesela; kimileri maddi serveti, kimileri bir başka insanı, kimileri tabiat olaylarını, kimileri heykelleri ... kutsamakta ve onlara ibadet etmektedirler. Halbuki bu tamamen yanlıştır ve insanları alçaklığa sürükler. Çünkü, onların hepsini yaratan, insanlara doğru yolu gösteren, nimet veren, ... , sadece ve sadece Allah’tır.

Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle denmektedir: ‘Allah’ı bırakıp ta sana fayda ve zarar vermeyecek şeylere tapma. Eğer bunu yaparsan, o takdirde sen, mutlaka zalimlerden olursun.’[42] Yine bir başka ayette şöyle denir: ‘Eğer doğru iseniz, Allah’tan başka yardımcılarınızı da çağırın.’ [43]

On yedinci asır Alevi şairlerinden Katibî, bu konuyu şöyle mısralara dökmüştür:

‘Katibî geldi irfana[44]

Çok şükür olsun suphana[45]

Halin arz eyle sultana

Minnet etme[46] kula kardaş.’ [47]

Diğer taraftan niçin ibadet ettiğimizi de iyi bilmeliyiz. Konu ile ilgili olarak Ehl-i Beyt İmamlarının üçüncüsü İmam Hüseyin (a.s), şöyle demiştir:

‘Bazıları Allah’tan bir şey umarak taparlar, bu ibadet tacirlerin ibadetidir; bazıları da ateşten korkarak ibadet ederler, bu ibadet kölelerin ibadetidir; bazıları ise Allah’ın nimetlerine teşekkür etmek için ibadet ederler, işte bu hür insanların ibadetidir ve ibadetlerin en hayırlısı da budur.’ [48]

Alevi edebiyatının kurucuları arasında yer alan Yunus Emre, bir şiirinde, Allah’a yapılacak ibadetin Allah’a yakınlaşmak ve O’nun aşkına layık olmak için yapılacak ibadet olduğunu şu güzel mısralarla anlatmaktadır:

‘Cennet cennet dedikleri

Birkaç evle, birkaç huri [49]

İsteyene ver sen onu

Bana seni gerek seni.’

Şah İsmail Hatayi, bu konu etrafında şöyle der:

‘Evliya[50] gönlümüz aldı

Kalbimiz nur[51] ile doldu

Gözlerimiz didâr[52] gördü

Cennete muhtaç değiliz

Şah Hatayım, göçür göçün

Dünyayı terk etmek işin

Sızdık eridik Hak için

Altın olduk, tunç[53] değiliz.’[54]

Allah’a İman Ve İbadetin Sosyal Hayatımızdaki Rolü

Tevhit inancının asıl manasını kavrayan ve onu özümseyen bir kimse, Allah’a iman etmenin sosyal yaşantıdaki yansımasını da iyi bilir. İman sayesinde kolaylıkla sosyal ve toplumsal yaşantıdaki bütün zorluklarla mücadele edilir ve sonunda bütün engeller aşılır. Yine iman sayesinde yapılan bu mücadelede insanî erdemliklerden ve ahlakî ilkelerden hiç taviz verilmez ve insan olgunluğuna yakışmayacak her türlü davranıştan şiddetle kaçınılır. Çünkü hukuk kurallarının ve sosyal yaptırımların yanı sıra, inanan bir insan için bunlardan daha güçlü olan bir erk, yani Allah her zaman insanın hareketlerini kontrol eder. Hal böyle olunca, toplumda bir güven ortamı oluşur; insanlar birbirlerine şüphe ile bakmaktan vazgeçerler. Yardımlaşma ve dayanışma bilinci artar, yardımlar Allah rızası için yapıldığı için, insanlar yaptığı iyiliklerden karşılık ummaz hale gelirler.

Ehl-i Beyt İmamlarının dokuzuncusu İmam Muhammet Taki aleyhisselam, bir keresinde şöyle demiştir: ‘Kim, Allah’a bel bağlarsa Allah onu sevindirir. Kim, Allah’a tevekkül ederse, işlerde ona yeter. Allah’a bel bağlamak müminin kalesidir. Allah’a tevekkül etmek, kötü işlerden kurtuluş ve düşmanlara karşı bir sığınaktır.’ [55]

Şah İsmail Hatayi ise bir şiirinde tevhit inancının toplumsal hayatımızdaki yansımasını şu şekilde anlatır:

‘Tevhit ile bitmez işler bitmiştir

Tevhit ile talip Hakk’a yetmiştir

Tevhit ile dünya karar kılmıştır

Dermansız dertlerin dermanı tevhit.’

Allah’ın Haremi: Gönül

Bir kutsi hadiste insan kalbinin nelere muktedir olduğu şu şekilde anlatılmıştır: ‘Ben yere göğe sığmam, ancak inanan kulumun kalbine sığarım.’

Yine İmam Cafer-i Sadık (a.s), bir yerde şöyle buyurmaktadır: ‘Kalp Allah’ın haremidir. Öyleyse Allah’ın hareminde Allah’tan başkasına yer vermeyin.’

Alevi şiirinin kurucularından sayılan Kaygusuz Abdal da bu gerçeğin altını şu mısralarla çizer:

‘Sen özünü bil nesin

Hak sende sen nerdesin

Hakkı bilmek dilersen

Geç ağ[56] ile hâreden[57].’[58]

Bir dörtlük de Pir Sultan Abdal’dan okuyalım:

‘Bakmaz mısın şu ırmağın cuşuna

İn havadan otur gönül köşküne

Seni beni yaratanın aşkına

Ötme turnam ötme gönül hoş değil’ [59]

Alevi Edebiyatında Şathiyeler

Alevi edebiyatında şathiye olarak bilinen şiirlerin önemli bir yer kapladığı konuya ilgi duyan herkes tarafından az-çok bilinir. Bu şiirler görünüşte –haşa- Allah ile alay eden şiirlermiş gibi görünseler de, göreceğiz ki, bunların aslı böyle değildir. Çünkü bu şiirlerin, içsel anlamlarına inecek olursak, bu şiirlere tevhidi bir bakış açısından bakarsak ve bu şiirleri yazan şairlerin öteki şiirlerini incelersek, anlayacağız ki, bunlar Allah inancı ile alay eden şiirler değil aksine, sahte inançlarla, hurafelerle ve Allah’ı inkâr eden insanların inkâr malzemeleri ile alay eden şiirlerdir.

Bu türün en ünlü şiiri Kaygusuz Abdal’ın yazmış olduğu bir şathiyedir. Bu şiir hakkında oldukça fazla şeyler yazılmış, lakin yazılanlar ciddiyetten uzak; yersiz, saçma ve çarpıtılmıştır. Buna vereceğimiz ilk örnek eski tüfek solculardan birisine ait, Aleviliği tarihsel materyalizm açısından incelemiş. Şöyle diyor: ‘Kaygusuz Abdal’dan bir şiir okuyalım. Tarihimizde Aleviliğin oynadığı rolü anlamaya çalışırken yardımcı olur. Din, ama nasıl bir din? Kaygusuz’un dizeleri 1400’lerde yazılmış.’[60]

Yazar daha sonra Kaygusuz Abdal’ın şathiyesini olduğu gibi veriyor.

Bir başka yazar, ikilemler ve çelişkiler içinde kalmış. Bu şiir oldukça kafasını karıştırmış yazarımızın. Yazdığı kitapta bu şiir hakkında bir dizi araştırma ve yorum yapmışsa da[61], ulaştığı nokta yanlış.

Görülen o ki, bu yazarları ve kalem erbabını hataya düşüren ana neden bu şiirleri müellifleri gibi anlayamamaları. Yani İslamî açıdan okuyamamaları. Elbette insanlar daha kendi nefisleri ile mücadele etmemişken, büyük âriflerin şiirlerini yorumlamaya (!) kalkarlarsa durum böyle kötü olur.

Biz, burada konuyu fazla uzatmamak için bu şiirin sadece bir kıtasını ele alacağız. Şöyle diyor Kaygusuz:

‘Garip kulun yaratmışsın

Derde mihnete katmışsın

Onu aleme atmışsın

Sen çıkmışsın uca Tanrı’

Kaygusuz bu kıtada, Allah ile insan arasına aşılmaz bir uçurum atan insanları alaya alıyor, onları hicvediyor. Nitekim Allah Teala bu konu ile ilgili olarak yüce kitabında şöyle diyor: ‘Ant olsun insanı biz yarattık; nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz; biz ona şahdamarından daha yakınız.’ [62] ‘Kullarım beni sana sorduğunda (söyle onlara) : ‘Ben onlara yakınım.’ [63]

Yine biz biliyoruz ki, Alevi Edebiyatı’nda, Allah’ın insana yakın olduğuna, Allah’ın evinin insanın kalbi olduğuna dair yüzlerce şiir bulmak mümkündür.

Diğer taraftan, Kaygusuz Abdal’ın ve diğer Alevi şairlerinin şathiyeler dışında kalan şiirlerine ve yazdıklarına da bakmak lazımdır. Çünkü bir insanın düşünceleri parçalarla değil, ancak bir bütün halinde anlaşılabilir.

Sonuç olarak şunu söylemeliyiz ki, büyük âriflerin yazdıklarını ancak onların derecesine ulaşabilenler anlar. Yoksa daha sağlıklı bir Allah inancına sahip olmayan insanlar bu şiirleri anlayamaz. Anlasa da akı kara, karayı ak görür. Kaygusuz Abdal’ın da dediği gibi,

‘Aklına akıl deme

Sözüne delil deme

Çünkü kurtaramazsın

Nefsini emmareden[64].’[65]

Yani daha nefsini kötülükten arındırmadan, kötülüğü emreden nefsini yenmeden ne aklına akıl de, ne de sözüne delil.

 



[1] Aleviliğin en önemli inancının Allah inancı olduğunu bize, en iyi şekilde Alevi edebiyatı göstermektedir. Hiçbir Alevi şairi yoktur ki, içinde Allah’ı zikretmeyen bir şiir yazmamış olsun. Hiçbir Alevi şairi yoktur ki, Allah’ın sıfatlarına değinmemiş olsun. Ve yine hiçbir Alevi şairi yoktur ki, şiirlerinde Kur’an ayetlerine ve hadislere gönderme yapmamış olsun.

[2] Tevhid Allah’ı birlemek demektir. Ona eş ve ortaklar koşmamaktır.

[3] Şeyh Safi: Safevi Devleti’nin kurucusu Şah İsmail’in atası. Asıl adı Şeyh Safiyüddin İshak-ı  Erdebili’dir. 1252 yılında doğmuştur. Babası ile Sincar’dan Erdebil’e göç etmiş ve burada 1334 yılında vefat etmiştir. Burada Şah İsmail’in, soy bağı yerine, din bağını ön planda tutmasına dikkat edilmelidir.

[4] Gaflet: Dalgınlık, dikkatsizlik, boş bulunma, aymazlık, dalgı, ihtiyatsızlık.

[5] Pervaz: Giysilerin yaka, kol, etek gibi yerlerine veya kumaştan yapılmış diğer eşyaların kenarlarına geçirilmiş, dar ve uzun parça.  Pervaz  etmek, Farsça dilinde uçmak anlamına gelir.

[6] Şiirin tam metni için bkz.Kemal SAMANCIGİL, 1946, Alevi Şairleri Antolojisi, Gün Basımevi, s. 68

[7] Dergâh: Tarikattan olanların barındıkları, ibadet ve törenler yaptıkları yer, tekke.

[8] Hûb: Güzel, hoş, iyi

[9] Didâr: Yüz, çehre

[10] Şiirin tam metni için bkz.Abdulbaki GÖLPINARLI- Pertev Naili BORATAV, 1991, Pir Sultan Abdal, Der Yay., s. 70-71

[11] Her ne kadar son zamanlarda kapitalizm ve modern yaşam biçimi bu soruları insanların zihninden bertaraf etmek için çeşitli yollara başvurmakta ise de, bu sorular her çağda olduğu gibi bu çağda da insanların zihnini meşgul etmektedir. Kapitalizm ve modern yaşam biçimi, insanı sadece üreten ve tüketen ekonomik bir hayvana çevirmek ve insanı kendisine aline etmek istemektedir, kuşkusuz bu çabasında bir nebze de olsa başarılı olabilir, ama hiçbir zaman insanın hayatını anlamlandırmada yol gösterici olan bu sorulara karşı kesin zaferini ilan edemeyecektir.

[12] Böyle olmakla birlikte, henüz insanın mahiyeti konusunda açık ve net bir bilgi olduğu söylenemez. Henüz insanın mahiyeti, aralanmış bir kapı bile değildir.

[13] Görünen açık gerçeklerden kastımız, bir insanın görünen biyolojik oluşumudur. Ama asıl sorun ve bulunamayan ortak payda insanın kökeni konusundadır.

[14] Evrim teorisini ispat için yıllarca değişik hilelere başvurdular. Ne gariptir ki, ortaya atılan iddiaların geçersizliğini o iddiaları ortaya koyan araştırıcılar itiraf ederken, bugün hâlâ akademik patentli araştırmalarda bu iddialar delil olarak kullanılmaktadır. Mesela; evrim teorisine delil olarak sunulan Java Adamına ait kafatasının gerçekte büyük bir gibona ait olduğunu, bu iddiayı ortaya atan Eugene DUBOİS, sonraki yıllarda itiraf etmesine rağmen, bugün bu iddia, akademik çalışmalarda delil olarak ortaya konulmaktadır.

[15] Şeyh Kuleyni, Usul-i Kafi, 1/78

[16] Şiirin tam metni için bkz.

Abdulbaki GÖLPINARLI, 1953, Kaygusuz Abdal – Hatayi – Kul Himmet,  Varlık Yay., s. 110-111

[17] Bergüzâr: Anmak için verilen hatıra, armağan, yadigar.

[18] Aynı eser, s. 117

[19] Allah Teala yüce kitabında şöyle buyurmuştur: ‘Biz varlığımızın delillerini hem dış dünyalarında ve hem de kendi içlerinde göstereceğiz.’ Fussilet/53. ayet

[20] Recai YILMAZER, 1994, Bilim ve Materyalizm, Aşura Dergisi, Sayı: 21

[21] Şeyh Saduk, Et-Tevhid, s.293

[22] İmam Hasan Askeri (a.s), Besmele Tefsiri, s.9

[23] Şiirin tam metni için bkz.GÖLPINARLI BORATAV, Aynı eser, s.67-68

[24] Aktaran, Cevad BAHONER, Allah’ı Tanımak, Objektif Yay., s.86

[25] Ayrıntılı bilgi için bkz.

Ehl-i Beyt Mektebinde Temel İnançlar, Aşura Yay, s.13-70

[26] Bu konu hakkında özellikle İmam Ali aleyhisselamın hutbelerinin, vasiyetlerinin, emirlerinin, hikmet ve vecizelerinin bir araya getirildiği Nehc’ul Belağa adlı eserin 24-62 sayfalarını okumalarını salık veririz.

[27] Zındık: Allah’a, âhirete imanı olmayan, dinsiz, imânsız, inkârcı.

[28] Nehc’ül Belağa, s.432

[29] Allah’ın zatı hakkında düşünmenin ne tür hastalıklara sebep olduğu en iyi Hıristiyan dünyasında kendini göstermiştir. Çünkü onlar Allah’ı, daha doğrusu kendi deyimleri ile Tanrıyı, belli maddi ölçüler ile tarif ettiler. İki gözü arasındaki uzaklıktan tutun da boyuna kadar her şeyi ölçü ile ifade ettiler. Ve öyle bir tanrı ortaya koydular ki, devasa bir şeye dönüştürdüler Tanrıyı. Zaten bir müddet sonra da bu tanrı anlayışı ve benzeri düşünceler  Avrupa’da materyalist kökenli düşünce akımlarının filizlenmesine neden oldu.

[30] Bkz.: İhlas Suresi

[31] Bkz.: Al-i İmran 189, Mülk 1, Talak 12, Bakara 109 vb.

Ayrıca burada Pir Sultan Abdal’ın ‘Şaha, padişaha değil’ nakaratı ile biten şiirini de hatırlayalım.

[32] Bkz.: Bakara 231, Rad 9-10, Mülk 14, En’am 3, Al-i İmran 29 vb.

[33] Bkz.Mü’min/65,Furkan/58 vb.

[34] Bkz.Şura/49 vb.

[35] Bkz.Mü’min/19 vb.

[36] Bkz.Bakara/110 vb.

[37] Tevhid-i Saduk, s.140

[38] En’am/103

[39] Şeyh Kuleyni, Usul-i Kafi, 1/78

[40] Önceki bölümlerde bu konu üzerinde yeterince duruldu. Bu yüzden yeniden bu konuya  dönmüyoruz.

[41] Şeyh Kuleyni, Usul-i Kafi, 1/78

[42] Yunus/106

[43] Bakara/23

[44] İrfan: Bilgi temelinde, gerçeğe ulaştırıcı güçlü seziş, varış, varışlılık.

[45] Suphan: Her türlü eksiklikten, ayıplardan ve yaratığa özgü niteliklerden uzak. Allah.

[46] Minnet etmek: Boyun eğip yalvarmak, kendini küçültecek bir tarzda yardım istemek.

[47] Şiirin tam metni için bkz.SAMANCIGİL, Aynı eser, s.106

[48] Harranî, Tuhef’ul Ukul, s. 246

[49] Huri: Cennetteki güzel kızlara verilen ad.

[50] Evliya: Allah’a yakınlık elde etmiş kişiler, erenler, veliler.

[51] Nur: İlahi bir güç tarafından gönderilen parlaklık, ışık, aydınlık.

[52] Didâr: Yüz, çehre

[53] Tunç: Bakır, çinko ve kalay alışımı, bronz. Altından daha değersiz maden.

[54] Şiirin tam metni için bkz.GÖLPINARLI, Aynı eser, s.82-83

[55] A’yan’üş-Şia, 2/35

[56] Ağ: Tuzak

[57] Hâre: Bazı nesne, canlı, göz vb.nde dalgalanır gibi görünen parlak çizgiler, meneviş, dalgır.

[58] Şiiirin tam metni için bkz.GÖLPINARLI, Aynı eser, s.38

[59] Şiirin tam metni için bkz.GÖLPINARLI-BORATAV, Aynı eser, s. 113

[60] Rıza YÜRÜKOĞLU, 1992, Okunacak En büyük Kitap İnsandır; Tarihte ve Günümüzde Alevilik, Alev Yay., s.197

[61] Lütfi KALELİ, 1991, Tapılacak İlah, Habora Yay., s.59 vd.

[62] Kaf/16

[63] Bakara/186

[64] Nefsi Emmare: Nefsin en aşağı mertebesi, kötülüğü emredici nefis.

[65] Şiirin tam metni için bkz.GÖLPINARLI, Aynı eser, s.40