Kemalet ve İslam

Mehmet ÖZDURMAZ

Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla

Allah’ın selâmı, nebilerin, peygamberlerin, velilerin, şehitlerin, şühedaların, erenlerin ve müminlerin üzerine olsun. Ey sevgili Ehlibeyt muhipleri! Yüce Allah, “Dininizi kemalete erdirdim, size din olarak İslâm’ı seçtim.” ayetiyle, İslâm’ı yaşama ölçüsünün kemalet (tamlık) olduğunu beyan etmiştir. Bu beyanata göre, tekâmülü kemalet derecesine yükselmeyenin İslâm’la ve insaniyetle yakından ve uzaktan alâkası yoktur. O kişiler dil ile Müslüman ve fizikî yapısı ile insandırlar. İnsanlar biyolojide memeli hayvan sınıfından sayılır. Bu, madde olarak ele alındığında doğrudur. Ama maneviyatta insanın insan sıfatıyla anılmasının ölçüsü tamlıktır; yani kemalettir. Kemalet ise idraktir ve idrak edilenin hayata dönüştürülmesidir. Kâmil insan İslâm’dır, İslâm da odur. İslâm onunla yücelir, o da İslâm’la. O, iman edendir ve iman edilendir. Hani ayet-i kerimede: “Ey sükûna kavuşmuş nefis! Dön Rabb’ine, razı etmiş ve razı edilmiş olarak.” (Fecr/27-28) buyruluyor. Kâmil insan sükûnu bulmuş ve aslına dönüş yapmış olan küllî ruhtur. O, hem aşıktır, hem aşktır; hem sevilendir, hem sevendir; hem razı edilendir ve hem de razı edendir. Kâmil insan, mülk ve melekut âlemlerindeki bütün mahlukların kendisinden bir şey istediklerini görür, ama onların dilediklerini yerine getirmekten âcizdir. Çünkü: “O dilemedikçe, siz dileyemezsiniz; O’nun izni olmadan kimse şefaat edemez.” ayetinden dolayı aczini bilir ve hep ağlar. Bu demek oluyor ki, insan-ı kâmil Allah’ın bazı sıfatlarına mazhar olmakla birlikte tanrılığı temsil etmiyor. Çünkü insan yeryüzünün halifesidir ve Tanrı’nın suretidir. Hacı Bayram-ı Veli (H. 833, M. 1429) Hazretleri, kâmil insanı şöyle tanımlar: “Yaratıcı, berzah (vasıta) sırrını benliğinde taşıyan kâmil insanı iki yüzlü olarak yarattı. Onun bir yüzü zahir, bir yüzü de batındır. Batın yüzü zata mazhar olup, isimler ve sıfatlara kaynaktır. Zahir yüzü, âlemde ve âlemin şekillerinde ortaya çıkan ilâhî isimlere form olmaktadır.” Yani, batını vahdet olan Hak, zahiri de kesret olan halktır. Varlık sayfasında oluş harflerinden bir harf yoktur ki, kâmil insanla ilişkisi olmasın...

Tanrısal kişilik onun kişiliğinde küllî bir biçimde zuhur ve tecelli etmiştir. İlâhî şahsiyetin güneşi ve gaibî sırların ortaya çıkışı onunla gerçekleşmiştir... Kâmil insan Hakk’ın gözüdür. Hak, âleme onunla bakarak rahmetini ulaştırır. O, varlığın ruhudur; bedenin ruhsuz ayakta durmadığı gibi, âlem de bir nefes kâmil insansız olmaz... Kâmil insan hem Hakk’ın ve hem de halkın kıblesidir. Çünkü bütün eşyanın yöneliş noktası odur. Zira Allah, maddî zuhur alanları dışında ne müşahede edilebilir, ne de idrak edilebilir. Aşığın buyurduğu gibi:

“Göz gezdirdim dört köşeyi aradım

Ne sen var, ne ben, bir tane Gaffar

İstersen dünyayı gez adım adım

Ne sen var, ne ben, bir tane Gaffar.”

Kâmil insana ulaşmak, Hakk’a ulaşmaktır. Onu görmek Hakk’ı görmektir ve onu sevmek Hakk’ı sevmektir. Ona itaat Hakk’a itaattir ve onun reddettiği Hak tarafından da reddedilmiştir. Ona acı veren Hakk’a acı vermiştir. Onun ilmi Hakk’ın ilmine aynadır. Kısacası onun zatı Hakk’ın zatı, vücudu Hakk’ın vücudu, ilmi ise Hakk’ın ilmidir. Hz. Resulullah (s.a.a.) hadis-i şerifinde; “Beni gören, Hakk’ı görmüştür.” sözünü bundan dolayı söylemiştir. Ayet-i kerimede, “O (peygamber) kendiliğinden bir şey söylemez, onun sözü bizim sözümüzdür.” İfadesi, Peygamberin kemalet mertebesini ortaya koymaktadır ve kâmil insanın her eyleminin Hak olduğunu beyan eylemiştir. Ona acı veren, Allah’a acı verir demiştik. Ahzap Suresi’nin 57. ayeti şöyle buyurur: “Allah ve Resulü’nü incitenleri Allah dünyada da, ahirette de lânetlemiştir. Onlar için, alçaltıcı bir azap hazırlanmıştır.” Bu ayette Hz. Resulullah’ın farklı bir mertebeye sahip oluşundan dolayı, yani kemalet hâliyle Hakk’ı temsil ettiğinden, şahsına bu ifade kullanılmıştır. Hz. Resulullah da; “Ehlibeyt’imi inciten beni incitmiştir.” hadisiyle onların da o yücelik mevkisi olan kemalet mertebesine sahip olduklarını bu hadisi ile kanıtlamış oluyor.

Ey tamlık yolunun adayı! Dert sende, derman sende; nefis sende, Rahman sende; gül sende, bülbül sende; yaz sende, kış sende; mamur sende, viran sende; cennet sende, cehennem sende; gece sende, gündüz sende; her şey sende; seni sende ara, sende bul...

Çünkü senden gayrı Hakk’a varış kapısı yoktur. Hakk’a giden yol senin kalbinden geçer ve Hak, bütün isim, sıfat ve tecellileriyle, senin kalbine yerleşmiştir... O hâlde Hakk’ı istiyorsan, kendine dön ki bütün müşküllerin çözülsün ve dünyadan dolayı duyduğun acıların dinsin... Senin için, dışının Rabb’idir. Sen Hakk’ın sureti, Hak da  senin ruhundur, “Ben Adem’i kendi suretimde halk ettim.” hadisi buna misaldir. Sen hem halkı ve hem de Hakk’ı temsil ediyorsun. Ama aklının mahremi, akılsızlığından başkası değildir. Dilin müşterisi, kulak olursa, Hak işitilir.

Hz. Hünkâr’ın buyurduğu gibi, “Ara bul.” Yani: Kendini ara, eksiğini ara, Hakk’ı ara, güzel olanı ara, aranmadan bulunmaz, bulunmadan bilinmez, bilinmeden sevilmez, sevilmeden varılmaz, varılmadan da görülmez. Hz. Resulullah (s.a.a.) “Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu” sözünü hâşâ boş yere söylememiştir. Kendini bilmeden O’nu bilemezsin, kendini bulmadan O’nu bulamazsın ve kendini görmeden O’nu göremezsin... Hz. Resulullah insan fıtratının devamındaki tekamül olgunluğunu üç aşamada ifade eder ve bu üç aşamayı toprakla şöyle kıyaslar: “Yağmur yağarken, hiçbir varlığı diğerinden ayırmaksızın hepsine eşit şekilde yağar. Eğer bu yağmur kayaların üstüne rast gelirse, üstünden akar gider. Çünkü kayaların istidadı suyu emmek değil, üstünden akıtmaktır. Bazı topraklar da vardır ki, yağmur suyunu muhafaza eder (havuz ve kuyu misali), halk ondan istifade eder. Bazı topraklar da vardır ki, suyu emer, nice nebatın yetişmesine vesile olur. İşte insanlar da buna misal olarak fıtratlarına göre yetişirler.” “Hepsi fıtratlarına göre davranışta bulunurlar.” (İsra/84) ayeti buna işarettir. Yani bir insan, yaradılışından itibaren kendine en uygun tecelliler üzere beslenir, büyür ve eğitilir. Ta ki yaradılışındaki gerçek gayeye uygun hizmet edene kadar. O tecellilerin zuhuru, ta ki onda sona erene kadar. O an tekâmülün de zirvesidir. Artık onun rızkı da sona ermiş olur ve tekrar aslına rücu eder. Kader de budur. Yani doğa kanunlarına uygun şekilde oluşum meydana gelir ve o ahengin ritmiyle hilkatına uygun bir şekilde doğar, yaşar ve tekrar aslına rücu eder. “Şüphesiz her şeyi kaderiyle halk ettik.” (Kamer/49) ayeti de buna işarettir. Ama bazı insanlar da fıtratlarına göre tekâmül olgunluğunda çeşit çeşittirler. Kiminin yüreğinde Allah’a dair hiçbir şey kalmamış, kaya misali yaratanın o eşsiz rahmetinden nasiplenmez, kimi de ondan sadece kendisini yeşertecek kadar nasiplenir, kimi de ondan nasiplendiği ve faydalandığı gibi pek çok kişiyi de faydalandırır. İnsanın dışında kalan diğer varlıkların tekâmülü tevhidin iradesiyledir. Yani, bir ağacın yeşermesi, çiçek açması ve meyve vermesi, tamamen Allah’ın iradesine bağlı olduğundan eylemlerinden sorumlu tutulmamıştır. Fakat insan düşünen bir varlık olarak eylemlerinden sorumlu tutulmuş ve tekâmül aşamasında da özgür bırakılmıştır. Bu özgürlük sonucu meydana gelen kötü eylemlerinden yargılanmaya ve sorgulanmaya tâbi tutulmuştur. Ama kalbi mühürlü olanlar; O’nu idrak edemezler, O’nu işitemezler ve O’nu göremezler. “Burada kör olan ahirette de kördür.” Ayeti, bunlar içindir. Burada Hak ile hak olmayanların, ahirette bir şey bulmaları mümkün değildir.

İnsan düşünen, arayan ve bulan varlıktır. Bundan dolayı İslâm tasavvufunda tasnif, üçe bölünmüştür. Şöyle ki: 1. Avam, henüz karanlıkta bulunan, gerçekleri bilmeyen, hatta böyle bir konunun olduğunu idrak etmeyen insanlar topluluğu. 2. Havas, gerçeği arama yoluna girmiş olanlar ve seçkinler. 3. Hass’ül-Havas, insan-ı kâmil, gerçeği bulmuş olanlar. Seçilmişlerin seçkini işte bu noktadaki insan, melekten de üstündür. İnsan-ı kâmil; ilâhî kitaptır, Rahmanî bir nüshadır.

İki kitap vardır: Biri kitab-ı vücud-u hakikî, diğeri de kitab-ı vücud-u zillî’dir. Kâmil insan, bir küllî ruhtur. Her şeyden önce o, normal insana göre daha üst bir toplayıcı ortamdır. Kâmil insan, insanları benliğinde toplar. O, bir ruh-i azamdır. Küllî ruh oluşunun bir uzantısı da şudur ki; kâmil insan, diğer velilerde parçalar hâlinde bulunan hikmetleri kendinde birleştirir. İnsan, hayvanla insanüstü arasına gerilmiş uçurum üstünde bir iptir. Bu ipte en düşük ile en yüksek nokta arasında sayısız dereceler var. İnsanı zirvede temsil eden tipe tasavvufta kâmil insan derler. Bu kemalet mertebesi birçok isimle zikredilmektedir.

Örneğin; İngilizce’de ideal man, mükemmel insan; üniversal man, genel, bütün insanlığa mal olmuş ve bütün insanları içine almış insan; perfect man, kusursuz, eksiksiz, mükemmel adam; sufî literatüründe ise, merd-i Hak (Hak adamı), merd-i Hüda (Allah adamı), ehlüllah, ehl-i Hak deyimleri de kullanılmıştır. Meselâ; El-Ferganî (H. 720, M. 1320), insan-ı kâmil yerine insan-ı kebir (büyük insan), sıradan insan yerine de insan-ı sagîr (küçük insan) deyimlerini kullanmaktadır. Hak eri Hak’tan başka hiç bir renk ve koku dilemez. Çünkü onun renk ve kokusu Hak’tan alınmıştır. Onun bedeninde insan-ı kâmil olmak Allah’ın boyası ile boyanmak arzusu vardır. O, tıpkı yaratıcısı gibi her an yeni bir iş ve oluştadır.

İnsanın zatı olan batınî yönü nasıl bilinmiyorsa, Hakk’ın da zatı (öz benliği) bilinmez. Hak nasıl zahirî sıfatlarıyla biliniyorsa, insan da zahirî yönüyle bilinebilir. Hani Cenab-ı Allah Adem’i yaratmayı isterken, meleklerin; “İnsan dediğin varlık yeryüzünde kan döküp bozgunculuk yapacak” itirazları, insanın zahirî yönüne bakılarak söylenmiştir.

İnsanın yüceliğini Muhammed İkbal şöyle ifade etmiştir. “İnsana sığabilene âlem, âleme sığmayana da insan denir.” Evet, insan yoksa, varlığın anlamı da yoktur. Nitekim Allah’ın varlığını tasdik eden insan, Allah varlığının şahididir. Edip Harabî’nin buyurduğu gibi:

“Daha Allah ile cihan yok iken        

Biz anı var edip Zişan eyledik

İsmi şöyle dursun cismi yok iken     

Hanemize alıp mihman eyledik.”

Kâinatta var olan her eser, kâmil insanın sanatıdır. Arifin buyurduğu gibi, “Suret suretsizlikten vücuda geldi.” Evet, varlık peteğini ören arıdır, arıyı vücuda getiren mum ve petek değildir mi? Arı, mürşid-i kâmildir; mürşid-i kâmil, Hakk’ın zatıdır; şekil ve çokluk onun imal ettiği mumdur. O hâlde şekil ve cisim ondan meydana geldi, O şekil ve cisimden meydana gelmedi. Şarap (aşk) ondan sarhoş oldu, O şaraptan değil. Bu demektir ki, hakikat temelde madde değil, ruhtur. Ruh ve şuur, materyalist yaklaşımda olduğu gibi araz (belirti) değildir. Çünkü araz kâinattır, yani maddedir, insan ise cevherdir. Yaratıcı eserini insanla seyreder; zira insan Hakk’ın gözü ve eseridir. “Mümin müminin aynasıdır” sözü, bundan ibarettir. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın bir ismi de El-Mümin’dir. İman eden kula da mümin denir. Yani, “Mümin müminin aynasıdır” demek, “Tanrı onda, o aynada tecelli etti” demektir.

Hz. Mevlana’nın buyurduğu gibi: “Gözümüze bak da Hakk’ın cemalini gör. Bu gerçeğin ve katıksız bilginin ışığıdır. Hak da kendi güzelliğini bizde seyreder. Sakın bu sırrı açıklama, kanını yere dökerler.” Ey Hak yolun yolcuları! Murat insandır ama yine de oraya buraya koşuyor. Hz. Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli (k.s.)’nin buyurduğu gibi: “Ey Tanrı kitabının örneği insanoğlu, ey şahlık güzelliğinin aynası mutlu varlık, her şey sensin. Âlemde ne varsa senden dışarı da değil. Sen her ne ararsan kendinde ara, çünkü aradığın her varlık sende.” Hz. Ali (a.s)’ın “Ene’l-Kuran’un-natık” (Ben, Hak kitabının canlısıyım) sözü yukarıdaki manaya işarettir.

Ey Tanrı sırrının keşifçileri! Bize verilen bu şeref bedava değildir. Bu şerefin beraberinde getirdiği sorumluluk vardır, ıstırap ve gözyaşı vardır. Çünkü insanın kudret ve şerefinin temelinde Tanrı’dan çilesi vardır, kavuşma özlemi vardır ve aşkın gözyaşları vardır. Çünkü yaratıcı ile aynı olan öz, yaratılan bir kalbin içine konmuş ve ana rahminden bu âleme atılmış. Fakat öz çırpınmakta ve aslına kavuşma hasreti içerisinde inlenmektedir. Hani bülbülü altın kafese koymuşlar da o yine vah vatanım, vah vatanım deyip özün hasretinden yanmış tutuşmuş ya, işte insan ruhu da nefsinden kurtulup aslına kavuşma hasreti ve ıstırabı içerisindedir. Bu acıyı dindirmenin çaresi, özü nefsin boyunduruğundan kurtarıp özgürlüğüne kavuşturmaktır. Hayat serüveni, ölümsüz olan özün ölümlü binek (beden) üzerinden gerçekleşen bir yolculuktur. Çünkü özün bineği maddeden meydana geldiği için ölümlüdür. Ama öz Tanrısaldır ve ölümsüzdür. Yer yüzünde var olan her şey Tanrının perdelenmiş suretidir. Yüce Allah her şeye perdeli tecelli ettiği için yer yüzü envay-ı türlü güzellikle kendisini nakşediyor. Eğer Allah yeryüzüne perdesiz tecelli etseydi, her şey yanar helak olurdu. İnsandaki tecelliyat da perdelidir ve bu perde özü gizleyen bedendir.

Hani cenabı Allah Musa (a.s)’ın ısrarıyla dağa tecelli etmiş de dağ param parça olmuş ya, işte o hal perdesiz tecelli hali idi.

Ey aşkı dileyen! Allah ile insan sadece birbirinin uzağına düşmüştür. Bu ikisinin arasına perde olan berzah ise nefistir. İnsan sorumluklarının bilincine ererse o berzah perdesi ortadan kalkacaktır.

Çünkü ahdi olmayanın imanı olmaz. Hak yoluna giriş hizmet iledir. Bu hizmette bulunan kişi nefsine tolerans tanımaz. Çünkü nefsin meyli leşedir, aşkı ise et ve kan hoşnutluğudur. Dünya iğreti nicelerini nefsin kazığına bağladı da gıdaları arpa ve saman oldu. Senin gıdan Hakkın muhabbeti olsun. Çünkü o muhabbet seni ebedi kılar, ölümsüzleştirir. Bir beden nasıl ki, topraktan aldığı gıdalarla yaşamını sürdürüyorsa, ruhumuz da Hakkın muhabbetiyle diri kalır. Aksi takdirde sırf nefsiyle diri kalan ölü sayılır ve hayvan mesafesindedir. Sen temizliğe evvela kendinden başla. Başkasıyla uğraşmak için heba ettiğin zamanı kendinle uğraşmaya heba etseydin, kendi vücut astronomisinin uzmanı olurdun ve kendini keşfederdin ki, “Men aref’e nefsehu fakat araf’e Rabbe’hu” sırrına agah olurdun. Hz. İsa (a.s)’ın buyurduğu gibi; “Mürailer gibi çanağın (vücudunun) dışını temiz tutuyorsun ama çanağın içini pis tutuyorsun” Gönül temizlenmemişse ve ibadet bedenden gönüle inmemişse, o beden lağım çukuruna benzer. Çünkü o çukurun dışı süslü taşlardan gayet güzel örülmüş bir kuyu, ama içi pislik dolu.

Zalim ve obur olan Padişahın biri, bir gün camiye namaz kılmaya giderken Hint kumaşlarından en güzel giysiler giyerek caminin yolunu tutar. Halk, padişahı selamlayarak camiye kadar olan geçişinde eşlik eder. Fakat bu geçiş esnasında, yolun üstünde hiç istifini bozmadan duvarın dibinde oturan bir ihtiyar padişahın dikkatini çeker ve ihtiyarın huzuruna varır; “Ey ihtiyar! Sana bir şey sorsam cevaplar mısın?” der. İhtiyar ise: “Soracağınız soruya bağlı” der. Padişah: “Bu değerli kumaşlardan giydiğim elbiselerle namaz kılmam caiz midir” der. İhtiyar ise: “Köpek işerken, idrarı sıçrarsa ne olur sıçramazsa ne olur?” der. Bu söz padişaha çok ağır gelir, tacı ve tahtı bırakarak kendi vücudunun padişahı olmaya çalışır.

Ey at misali nefsinin kazığına bağlanmış zavallı! Nefsin arpa çuvalını başına geçirmiş ve sen o çuvalın içindeki yemden başka bir şey göremez hale gelmişsin. Gök yüzünden her an şaşılacak bir ses geliyor da, fakat sen onu duyamıyorsun. Çünkü boynunda illeti olanların güneşe başını kaldırması mümkün değil. Dindar, din ile hallenen ve onunla hem dem olandır, adıyla avunan değil. Nefsin tarlasında işkembesini doldurmakla meşgul olanlar şeytanın palanını sırtına vurmuş ve onun binekliğini yapan hiziplerdir.

 

Nefis ateşine büründüm

Belli kan bir hale geldim

 

Bir çok günahlar işlerdim

Haramı bilmez dişlerdim

Hep güzelleri düşlerdim

Gafletten uyana geldim

 

Vardım Mürşide ben oldum

Sandım ki yeniden doğdum

Sefil bir günahkar oldum

Yaramı sarmaya geldim

 

 

Bir dilberin sevdasına yanarım

Dökerim göz yaşımı gizli gizli

Viran idi yeşerdi gönül bağım

Ağlarım tenhalardan gizli gizli

 

Çar anasır şeş cihetten var etti

Direkler üstünden bir bina yaptı

Yüz on dört sureden bir nur halk etti

Gezindi benimle hep gizli gizli

 

Günahkarım bana benden olur yar

Ara bul tabibi yaraları sar

Harabe yerlerde etme intizar

Hakkın Kâbesine gir gizli gizli

 

Gönül Kâbesine secde kılmayan

Menzilini görmez amaya benzer

Âlem bir hayaldir anı bilmeyen

Gaflet uykusunda kalmışa benzer

 

Arifler dediğin abı hayattır

Münkirler içemez ondan ıraktır

Hakkın emri müminlere sırattır

Kıldan ince kılıçtan keskine benzer

 

İlim bir deryadır anı bilmeli

Varıp aşkın deryasına dalmalı

Ol bahirde ince mercan bulmalı

Bulmayan kör zelil kalmışa benzer

 

Günahkâr bu sırrı eyleme beyan

Daha çiğsin aşkın ateşine yan

Muhammed Ali’ye bu canı kurban

Vermeyenler haktan cüdaya benzer

 

Ey zahit olmadan evvel bu cihan

Belli best eyledik ol Hakka heman

Çilesin çekmeyen bulur mu derman

Dermanım beklerim Süphan elinden

 

Gâh ağlarım akan pınarlar gibi

Gâhi estim feryat eden yel gibi

Başımı taşlara vurdum sel gibi

Sardırsam yaramı Lokman elinden

 

Gâhi Mecnun gibi çöl ettin beni

Gâhi Kerem gibi kül ettin beni

Gâhi Şirin için yol ettin beni

Ben Kamberim içtim Ali meyinden

 

Gâhi vahdetinde saldı misale

Gâhi ten giydirip koydu bu hale

Mehdini etmeye getirdi dile

Bülbülüm zardayım gülün elinden

 

Günahkarım aşkı eyledim beyan

Hak kendini kulda eylemiş pinhan

Aşık olanlara gerekmez burhan

Sevdam delilimdir sazın telinden