Gönül İncileri
Mehmet ÖZDURMAZ
     Kartal Cemevi
     Rahman Ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.

Yüceliği sınırsız ve bağışlaması bol olan yüce Allah’a yer -  gök arasındaki varlıklar sayısınca şükürler olsun ki, âlemleri kuşatan o küllî ilminden bir damlasını bu âciz ve günahkâr kuluna nasip eyleyip, kurumaya yüz tutmuş gönülleri yeşertmeye vesile kılmıştır.

İnsan neslinin övünç, gurur ve şeref abidesi olan âlemlerin rahmet şemsiyesi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.a)’ya, ölümsüzlük iksirinin sâkisi ve şifa kapısının lokmanı Aliyyü’l-Mürteza (a.s)’a ve nur üstüne nur olan masum imamlara sonsuz salât ü selâmlar olsun.

Yüce Allah’ın lütuf ve ihsanına şükretmekten âciz kalan bu günahkâr kul, dergâh-ı ilâhîden nasiplendiği bir damla kevseri, siz gönül dostlarıyla paylaşmayı diledi ve gönül incilerini sarraf olanların belleklerine teslim etti. Muamma ile dolu olan o inciler bizi bizimle tanıştıracak ve her şeyden önce can düşmanımız olan nefsimizin çirkeflerini gözler önüne serecektir.

İlk tanımamız gereken kapı nefis kapısıdır. Çünkü, o kapı insanı insanlığından eder ve bütün âzâ-i vücudunu kangrene çevirir.

Bir Hak dostu, mürşidinden aldığı ilk dersi şöyle dile getirir:

İptida nefsimden okuttu beni

Nutkuyla diriltti bu ölmüş teni.

Yani nefis kapısının tehlike boyutunu bilmediğin ve onu eğitmediğin müddetçe ölü sayılırsın. Ölü olanlarsa sağırdırlar; hakkı işitmezler. Kördürler; hakkı görmezler. Şuursuzdurlar; hakkı idrak etmezler. Ve dilsizdirler; hakkı zikretmezler.

İslâm hukuktur ve ahlâktır. Hukuk ve ahlâk ise dinin tamlığını ortaya koyan iç ve dış bütünlüğüdür, yani biri kabuk ve biri de özdür. Özü olmayan kabuğun bir şey ifade etmediği gibi, kabuğu olmayan özün de bir anlamı yoktur ve manasız olur.

Ey gönül dostları, hepimizin yolculuğu aynı şehirdeki aynı evin adresinedir. Ama bu yolculuğu yapanların o adrese daha çabuk varmaları, tamamıyla yolcuların sermayelerine bağlıdır. Bu öyle bir sermayedir ki, ne borç alınır, ne de verilir...

Nasıl ki bir maraton yarışmasında her şey koşucunun gücüne ve temposuna bağlı, ve kimse onun yerine koşamıyorsa, bu yolculuk da öyle bir yolculuktur. Ama kimi o hedefe kağnı arabasıyla gider, kimi otomobille ve kimi de uçakla... Kazançlı olanı siz seçin.

Ey Ehl-i Beyt muhipleri! Allah (c.c), aşkla kendisine yönelmeye müsait hâle gelmiş ve ilimle kendisini müşahede etmiş bedenlerde tecelli eder. Gönül toprağını işler hâle getirmeyenlerde Hak tecelli etmez. O’nun rahmetinden mahrum olan toprağın kuruması, bağrında beslenenleri de ölüme mahkûm eder. Beden bir tüm aynasıdır. Ama bedenin cismanî ve ruhanî kesretlerini birlik dairesine çekmediğiniz müddetçe aynadaki “bir”i görmeniz mümkün değildir. Yani bütün âzâ-i vücudunu Rahman’ın emirlerine boyun eğdirmediğin müddetçe, O’na ulaşman tasavvurdan ibarettir. O yüce yaratanı anlamak ve O’na ulaşmak emre itaatle mümkündür.

Yunus, Tapduk Emre’nin kapısından kırk yıl gönül kıvılcımını tutuşturmak için odun taşıdı ve neticede murada nail oldu. Yunus’u Tapduk’a götüren, Hakk’ın emri idi. Emre tapılmadan Yunus olunmaz. Yunus, bu emre taptıktan sonra can gözü açıldı ve şu dizeler dilinden döküldü:

Yunus Hakk’a bilişeli, can u gönül virişeli

Şol Taptuğ’a irişeli, gözlerimi açar oldum.

Zahirde mürşit her ne kadar Taptuk ise, hakikatte tapılan emirdir. Yani, mana emrin içinde gizlidir. Bir hayvan alim olamayacağı gibi, ilimsiz bir kimsenin de mürşit olması düşünülemez. Çünkü ilim küllî aklın ürünüdür; cüz’î akıl ise onu idrak etmekle aydınlığa çıkar.

Hakkı tam anlamıyla anlayan vesiledir. Maide suresinin 35. ayetinde vesile olayı şöyle zikredilmektedir: “Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve O’na yaklaşmaya vesile arayın. O’nun yolunda savaşın ki kurtuluşa eresiniz.” Ayette bahsedilen Allah’a yaklaşma aracı olan vesile, zikir (Kur’an) ve zikri her hâliyle idrak eden ve idrak ettiğine amel eden zikir ehilleridir. Yani ibadetsiz temiz bir ahlâkla belki Allah’a ulaşırsınız, ama ibadet amacının ahlâkı elde etmek olduğunun idrakinden uzaklaşıp yüzeysel boş bir tekrarlamayla Allah’a ulaşamazsınız. Çünkü ibadet varlığın gayesini idrak etmektir. Kişinin kendisini tanıması için, ikinci doğumu gerçekleştirmesi gerek. Bu doğum mana doğumudur, bu manadan doğmak için nefsin sivrilerini törpülemen gerek, kudurmuş nefis dalgalarının önünü bend etmek ve o gemsiz ata benzeyen vahşî yaratığı evcilleştirmen gerek.

Ölüm nefis içindir, nur için değil. Bu dünya maddeden meydana geldiğine göre kendisine ait olanı mutlaka alacaktır. Ama ona ait olmayan nur aslına rücu edecektir. Bitkisel ve hayvansal gıdalarla yaşamını sürdüren insan, aklını geliştirmezse, yani kendi aklına özgür düşünme hakkını vermeden bütün ömrü boyunca başkalarının aklının doğrusuyla yaşamını noktalarsa, konuşan hayvan sınıfından olur.

Eğer akıl, dini kendi iradesiyle tanımlayamıyor veya anlayamıyorsa, bireysel sorumluluğunu yitirmiş özürlüler sınıfına girer. Çünkü, Kur’an; “Herkes kendi kazandığından sorumludur.” (Müddessir suresi, 38. ayet) ifadesiyle bireysel sorumluluğu insanın özgür iradesine bırakmıştır. Yani kendi tarlasının ürününden nasiplenme özgürlüğü insana verilmiştir. Din anlamdır ve anlam olan yaşanılıyorsa din anlaşılmıştır. Halife Harun er-Reşid’in papağanı Yasin suresini baştan ‘mubin’e kadar ezbere söylermiş, Kur’an’ı veya dinin bütün hükümlerini ezbere bilmek insanı kemalât mertebesine yükseltmez, ezberlenenlere amel edinilirse o aşamaya ulaşır.

Hakikat ışığı gönülden zuhur eder, ama o gönülde Hakk’a dair bir kıvılcım kalmamışsa, o kişi göz nurunu kaybetmiş âmâya benzer. Attığı her adım onu bir meçhule doğru götürür ve her yürüyüşü uçurum korkularıyla süslüdür.

Ey gerçeğe gönül verenler! Zamanında nefsiyle gerektiği gibi dövüşmesini bilmeyenlere, şimdi her şeyini yitirmiş iflâs etmiş âciz ve zavallılar gibi ağlamak yaraşır.

Yükünden kurtulan özgürdür! Ruhunu, nefsin esirliğinden kurtarmayanlar, özgürlüğünü bir tutam ot için boyunduruğun altına mahkûm eden öküze benzerler.

Ruhunun özgürlüğü uğruna çaba harcamayanlar, ömürlerinin sonuna kadar efendisinin arabasını çeken ve efendisinin hizmetinde bulunan beygirlere benzerler.

Kur’an-ı Kerim’de Beled suresinin 10, 11, 12 ve 13’üncü ayetleri bu kölelik ve kurtulma özgürlüğünü şöyle ifade eder:

10- “Ve hedeynahü’n-necdeyn” Mealen: “Kılavuzladık onu iki tepeye.” Yani: İnsan iki tepe denilen hayır ve şer, hidayet ve delâlet, hak ve batıl üzerine kılavuzlanmış ve kendisine verilen akılla bilgilendirilmiştir. Bu bilgilerden ve kendisine yol gösteren kılavuzlardan istifade ederek hak ve batılı birbirinden ayırmalıdır. Ayette geçen “necdeyn” iki yüksek mekân, iki mürtefi tarik demektir.

11- “Felakteheme’l-akabe” “(fakat o mağrur şahıs) o sarp yokuşa atılmadı.” Yani: Zahiren müşkül görünen nefsiyle mücadele vazifesini ifa edemedi; kendisine gösterilen meşru yolu takip edemedi, hakkında mahz-ı hayır olan bir fedakârlıkta bulunamadı.

12- “Ve ma edrâke me’l-akabe.” “(Ey dünyanın iğreti hayatına mağrur olan zavallı!) O sarp yokuş nedir bilir misin?”

13- “Fekkü rekabe.” “Özgürlüğü zincirlenenin bağını çözmektir o.”

Ayetlerdeki konunun genel anlamı insanın yaratılış sebebidir. Yani: İnsan yaratılınca yaşamı boyunca birbirinin zıddı olan iki varlıktan meydana getirilmiştir ki, ayette de “Onu iki tepeye kılavuzladık” ifadesi bunu izah etmektedir. Bu iki zıt varlığın bedendeki görevi birbirlerine üstünlük sağlamaktır. Bu mücadelenin gerekçesi ise imtihandır. Fakat 11. ayetteki “o sarp yokuşa atılmadı” ifadesi ise; küfre sapanlar, servetinin çokluğuna aldananlar, kibir ve gururunun zulmünden kurtulmayanların o yokuşa atılmadıklarını, yani nefse göğüs germedikleri ve özgürlüklerini yitirdiklerini beyan eder.

12’nci ayetteki “O sarp yokuşun ne olduğunu bilir misin?” sorusu ise 13. ayette cevaplanmıştır. Ayetlerin yorumundan iki mana ortaya çıkmaktadır. Zahirî manada bir savaş esirini himayesinde bulunduranların, köle ve cariyeleri olanların mutlaka onları azat etmeleri gerektiğini ve bunun en büyük sevap olduğunu beyan eder. İkinci manası ise, batınîdir ki bu tamamıyla insanın iç dünyası ve bedensel eylemleriyle ilgilidir. “Kılavuzladı onu iki tepeye” ifadesi, insanın hayrı da, şerri de yapabilecek bir bedenden oluşturulduğunu, aklıyla da hakkı batıldan seçebilecek bir yapıya sahip olduğunu ve kötülüğü emreden, onu şehvete yönelten nefsin boyunduruğunun altına girebileceğini, böylelikle özgürlüğünü yitireceğini, çoğunun bu özgürlüğünü kazanmak için nefisleriyle yeterince mücadele etmediklerini beyan ediyor. Ayetteki ifadeler belli bir zamana ait değil. Gelecek zamanların tümüne hitap ediyor.

Bu beyyineye göre insan olmak bir anlamda özgürlüğün önüne dikilen engellerin kaldırılmasında faal olmaktır. İnsan bir şeyi yapabilir, ama özgürlük uğruna çaba harcayan bir varlık olmadıkça, gerçek insan olamaz.

Ey Ehl-i Beyt muhipleri! Pişmeyen çiğdir, çiğ yiyecekler hayvanlara mahsustur. Aklen, ilmen ve ahlâken çiğ olanlar nefislerine yenik düşmüş, natık hayvan mertebesine inmişlerdir. Bir âşığın buyurduğu gibi:

“Kırk yıl kazanlarda piştim; hâlâ çiğsin, can dediler.”

Hamlıktan yanışa geçmek ve yanışın içerisinde pişmek... Varlıktaki genel oluş sırrıyla büyük ruhlardaki özel eriş sırrını aynı anda ifade eden ölümsüz sözlerden biridir bu... Hamlıktan pişmişliğe, tohumdan filize, filizden çiçek ve meyveye, kaba kütleden yontulmuşluğa geçiş yollarını kat etmenin her an yeni bir menzile ulaşma aşk ve iradesinin sergilenişidir.

Bu hâlden hâle, merhaleden merhaleye geçiş, diğer varlıkların aksine, insanda “kendini fark eden değişme” olarak yürür. İnsandaki şuurlu yol alışın göstergesi ıstıraptır. Bu yüzden tasavvuf ehli, insandaki oluşu “yanmak” diye niteliyor. Taş toprak da yanar; ama onların yanışı ıstırap değildir; onların “ben”i yoktur.

Yanışsız bir oluş insana göre değil ve yanışsız bir eriş büyük ruha göre değil. Büyük ruhtaki eriş mirasyedicilik, vurgunculuk, dilencilik, duygu sömürücülüğü ve beleşçilik kabul etmiyor. Yanışsız ulaşılan zevkler aşk olmuyor. Yanışsız elde edilen kadın sevgili olamıyor, sadece “kadın” oluyor. Aşk, vuslatı hep dağın arkasında tutar ki, aşık biraz daha özlem duyarak yanabilsin. Çünkü o yanış, aşkın eriş menzilini yüceltmektedir. Arzuladığınızı kollarınıza teslim eden aşk değil, et ve kan hoşnutluğudur.