Hz. Ali ve İlâhî Felsefe
Abdullah TURAN

Bilindiği üzere felsefe, teorik felsefe ve pratik felsefe olmak üzere iki ana kola ayrılmaktadır. Teorik felsefenin konusu, “var” olanı tanımak ve onu “yok”tan ayırt etmektir. Başka bir tabirle aklî evrenbilime teorik felsefe denmektedir. Bu açıdan teorik felsefe, insanın nesnel âleme paralel ussal âleme dönüşümü olarak da tarif edilir. Pratik felsefe ise varlık ve yokluktan değil, insan için neyin doğru, neyin yanlış, neyin güzel, neyin çirkin, neyin olması ve neyin olmaması gerektiğinden bahseder.

Belki de bazıları, sırf aklî verilere dayalı olan böyle bir ilimle, ilâhî bir şahsiyet olan Hz. Ali’nin pek ilgili olamayacağını düşünebilir. Oysa o yüce insanın yaşamı ve tarihe mal olan söz ve eylemleri gözden geçirilince, dinî ve ilâhî kimliğinin yanı sıra, ister teorik anlamda olsun, ister pratik anlamda, aynı zamanda tarihin en büyük filozofu da olduğu anlaşılır. İşte biz burada “Ali ve ilâhî Felsefe” başlığıyla ele aldığımız bu makalede Hz. Ali’yi bu boyutuyla anlamaya çalışacağız.

Ali ve Teorik İlâhî Felsefe

Dedik ki, teorik ilâhî felsefeyi, “insanın nesnel âleme paralel ussal âleme dönüşümü” diye tarif edebiliriz. Kuşkusuz, Hz. Ali (a.s) bu açıdan büyük bir ilâhî filozoftur. Çünkü o, hem âlemin başlangıcı ve yaratılışı hakkında söz söylemiş, hem de âlemin sonunu açıklamıştır. Bu konuda o kadar derin görüşler ortaya koymuştur ki, felsefe âleminde hiçbir filozof bu kadar derin görüşler ortaya koyamamıştır. Hz. Ali’nin yaratılış, ahiret ve varlık âlemi hakkındaki ilâhî ve derin ilmi o kadar geniş ve kapsamlıdır ki, gözlerde tam manasıyla basiret sahibi bir filozof olarak tecelli etmektedir.

O, “Kulluk ettiğin Rabb’ini görmüş müsün?” sorusuyla karşılaşınca; “Ben görmediğim Rabb’e kulluk etmem.”[1] demiştir. “Peki Rabb’ini nasıl gördün?” sorusu gelince de; “O’nu baş gözüyle görmek olmaz; O’nu kalp, iman hakikatiyle görür.” cevabını vermiştir. Sonra da baş gözüyle görülemeyeceğinin delilini açıklayarak; “Zira baş gözüyle görülme imkânı olan her şey ancak yaratık olur...” buyurmuştur. Böylece Hz. Ali (a.s), tanrıbilimde mümkün olan en yüksek ilme sahip olduğunu ve sadece Rabb’ini tanımakla kalmayıp, O’nu can gözüyle gördüğünü ve asla görmediği Rabb’e ibadet etmediğini ortaya koymuştur.

Âlemin gerçeği ve kâinatın sonu hakkında ise; “Perdeler kalksa da, yakinimde (kesin bilgimde) herhangi bir artış olmaz.”[2] buyurmuştur. Bu söz, Hz. Ali için varlık âleminin keşfedilmeyi bekleyen bir nükte ve boyutunun kalmadığı demektir. Oysa genellikle insanlar gaflet uykusundalar ve ancak ölümleri gelince uyanır ve gördüğünü sandıkları gözlerinin hakikate karşı tam bir körlük ve duyduğunu sandıkları kulaklarının da hakikate karşı tam bir sağırlık içerisinde olduğunu fark ederler. Aslında yaşam ve hayatlarının da gerçek bir yaşam ve hayat olmadığını anlarlar. Buna karşılık Ali diyor ki; tabiat âleminin varlıksal perdeleri kenara itilecek olsa bile, yine de Ali’nin varlığın hakikati ve yaratılış felsefesinin künhü hakkındaki bilgisinde herhangi bir artış olmaz. Zira aslında onun için hiçbir zaman herhangi bir perde ve engel söz konusu olmamış ki, perdelerin kalkmasıyla ilminde bir artış veya görüşünde bir yenilik söz konusu olabilsin.

Vahiy, nübüvvet ve risalet hakkında da bu ilâhî filozofun ilmi, mümkün olan en üst düzeydedir. Nitekim, şöyle buyurmuştur: “Ben vahiy ve risalet nurunu görüyor ve nübüvvet kokusunu alıyordum.”[3]

Evet; Müminlerin Emiri Hz. Ali, tanrıbilim, ahiretbilim ve vahiybilimde müşahede makamının en son derecesine ermiş olan bir filozoftu. Böyle olduğu içindi ki, o yanındakilere yönelerek; “Beni kaybetmeden önce benden sorun; çünkü ben, göğün yollarını yeryüzünün yollarından daha iyi bilirim.” veya; “Beni kaybetmeden önce bana sorun; çünkü ilklerin ve sonların ilmi benim yanımdadır. Benden neyi sorsanız, onun ilmini size veririm.”[4] buyuruyordu. Bütün bunlar, Hz. Ali’nin en büyük filozof olduğunu ve ister tanrıbilim, ister ahiretbilim, ister vahiybilim olsun, onun için varlık âleminden meçhul kalıp keşfedilmeyi bekleyen bir hususun kalmadığını göstermektedir. Dolayısıyla da felsefeyi, gayb âlemini şahadet âleminden daha iyi tanıyan böylesi hikmet sahibinden almak gerekir.

Hz. Ali’ye Göre Nedensellik İlkesi

İslâmî felsefenin temel ilkelerinden biri de nedensellik ilkesidir.  Gerçekte nedensellik ilkesi, tüm beşerî ilimlerin, düşüncelerin ve kanunların temeli konumundadır.

Nehc’ül-Belâğa’da bu yüce kitabın hazırlayıcısı olan Seyyid Razî’nin; “Bu hutbenin içeriği diğer hutbelerde yoktur.” diyerek içeriğinin yüceliğini ve derinliğini vurguladığı bir hutbe vardır. En derin ilâhî felsefe konularıyla dolu olan bu hutbe, Hak Tealâ ile ilgili birtakım derin açıklamalardan sonra şöyle devam etmektedir:

“Zatıyla tanınan her şey, sonradan yaratılmıştır. Başkasıyla ayakta olan her şey de maluldür/sonuçtur...”[5] Yani zatıyla tanınması mümkün olan, filozofun husulî/kesbî ilmiyle ve arifin şuhudî ilmiyle tanınan her şey yaratıcı olamaz; aksine o ancak bir yaratık olur. Demek ki, ilimle ulaşılabilen (ister burhan, isterse irfan yoluyla olsun, fark etmez) her şey, bir yaratıktır; yaratıcı değil. Zira düşünceyi, düşüneni ve düşünmeyi yaratan ve büyük arif Şebüsterî’nin ince tabiriyle “cana düşünceyi öğreten” Allah, herhangi bir filozofun ilminin erişebileceği bir şey olamaz. Eğer arifin şuhudu varsa, şahit ve şuhudu da O yaratmıştır. Şahidi yaratan asla onun meşhudu olamaz. O hâlde “zatıyla bilinen her şey yaratıktır”, yaratıcı değil. Bu yüzden Allah’ı zatıyla değil, ayetleriyle tanımak gerekir. “Allah sizleri kendinden sakındırır.”[6]

Yine “başkasıyla ayakta olan her şey maluldür/sonuçtur”, bir nedeni vardır, bir nedenin ürünüdür; bu şey ister maddede var olan suret, ister “konu”da var olan ilinek ve isterse de bedende var olan nefis olsun, hiç fark etmez. Kendinden başkasına dayanan her şeyin mutlaka bir nedeni vardır. Bu şey, maddeye bağımlı ve maddeye bulaşmış bir varlık ise hem hazırlayıcı, hem de failî bir nedeni vardır. Ama eğer soyut bir şey ise, yani maddeye bağımlı değilse, sadece failî bir nedeni vardır. O hâlde “başkasıyla ayakta olan her şey maluldür, bir nedeni vardır.”

Yukarıda Nehc’ül-Belâğa’dan naklettiğimiz bu nedensellik ilkesi, varlık âlemini bir neden-sonuç ilişkiler yumağı olarak kabul etmektedir. Bu ilke, hem şansa inananların tesadüf­/raslantı inancını,  hem bazı batılı bilginlerin kabul ettiği tedai/çağrışım şüphesini, hem de Eş’arîlerin “âdet böyle cari olmuş” açıklamasını reddetmektedir. Nedensellik ilkesine göre varlığı, zatının aynı olmayan her varlık, bir nedene muhtaçtır. Başkasına ne hululî, ne de sudurî bir aidiyeti olmayan, salt varlık olan bir varlık ise bütün sonuçların nedenidir. Demek ki, varlığı zatının aynı olan Allah Tealâ, her şeyin nedeni ve her şey O’nun sonucudur.”

Hz. Ali (a.s), bu genel nedensellik ilkesini başka bir hutbede de beyan etmekte ve nedensellik nizamını inkâr eden mülhitlerin hiçbir delili olmadığını ve sözlerinin hiçbir dayanağı bulunmadığını ifade etmektedir.

Nitekim (a.s) şöyle buyuruyor: “Yazıklar olsun mukaddiri/taktir edeni inkâr edene! Yazıklar olsun varlık âleminin müdebbirini/idare edenini reddedene! Acaba onlar ekincisiz bir bitki gibi olduklarını mı sanıyorlar?! Bir ekincilerinin olmadığını, onlara çeşitli şekiller veren bir yapımcılarının bulunmadığını mı sanıyorlar?! Onlar bu iddia ve saçmalıklarında ne bir burhana, ne de bir araştırmaya dayanmış değiller. Acaba akıl sahipleri, mimarsız bir binanın ve canisiz bir cinayetin olduğunu düşünebilirler mi?”

Hz. Ali’nin bu sözleri, genel nedensellik kanunu beyan etmektedir.

Usul-i Kâfî kitabının, Kitab’ul-Hüccet bölümünde İmam Sadık (a.s)’dan nakledilen bir hadis, bu ilkeye daha bir açıklık getirmektedir. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah her şeyi bir sebeple cari kılmıştır. Her sebebe de bir açıklama, her açıklamaya da bir ilim ve her ilme de bir kapı karar kılmıştır. O kapıyı tanıyan Allah’ı tanımış, o kapıyı inkâr eden Allah’ı inkâr etmiş olur. İşte o kapı Allah Resulü ve bizleriz.”[7]

O hâlde, varlık ve yaratılış âlemi bu ilâhî filozofa göre nedensellik esasına dayalı bir varlık mecmuasıdır. Bu varlık mecmuasında Allah neden, diğer varlıklar ise sonuçtur.

Allah Tealâ’nın Fail Oluşu

Buraya kadar yaptığımız açıklamadan anlaşıldı ki, Ali (a.s)’ın dünya görüşünde varlık âlemi nedensellik ilişkisine dayalı bir evrendir ve Allah Tealâ evrende var olan her şeyin nedenidir.

Burada birtakım sorular karşımıza çıkıyor: Acaba Hz. Ali’nin söz konusu ettiği nedensellik ilkesi, diyalektik esasına dayalı bir nedensellik midir? Yoksa ilâhî felsefenin yüce zirvesinde sözü edilen nedensellik midir?

Acaba Allah Tealâ’nın failliği nasıl bir faillik türüdür? Acaba Allah Tealâ’nın işi “hareket” ile birlikte midir, değil midir? Hareket, Allah Tealâ’nın yüce makamına yakıştırılır mı?

Hz Ali (a.s) bu sorulara büyük bir dikkat ve derinlikle cevap vermiştir. Hz. Ali’nin dünya görüşünde ne Allah Tealâ’nın zatı hareket eder, ne de zatının aynı olan zatî sıfatları.

Nehc’ül-Belâğa’nın birçok hutbelerinde, özellikle de söz konusu olan 186. hutbede Hz. Ali (a.s) bütün bunlara tam manasıyla bir açıklık getirmiştir. Hz. Ali (a.s) sözü geçen hutbede şöyle buyurmuştur: “Allah yapandır, alet kullanmaksızın; takdir edendir, fikir yormaksızın.” Nehc’ül-Belâğa’nın birinci hutbesinde de; “Allah yapandır; ama hareket ve aletten yararlanma anlamında değil.” buyurmuştur.

Yani Allah ne fikrî hareket, ne de bedensel hareketle nitelendirilemeyecek bir failliğe sahiptir. Allah’ın failliği, ne nefsi hareket ile iç içe olan mütefekkir insanın failliğine benzer, ne de işlemesi için organ ve araçların hareketi ile araç ve aletlere muhtaç olan diğer maddî varlıkların failliğine.

Sonra Hz. Ali (a.s) bahsi geçen hutbenin devamında şöyle buyurmuştur: “O’na sükun ve hareket cari olmaz. Hiç O’nun kendisinin cari kıldığı bir şey, O’nun kendine cari olur mu? Hiç O’nun kendisinin başlattığı, O’nun kendine döner mi? Hiç O’nun kendisinin ihdas ettiği, O’nun kendinde hâdis olur mu?”

Evet; Allah Tealâ “Hareket Kanununa” mahkum olamaz. Allah için ne, hareketlidir denebilir, ne de sakin. Zira bu kavramların her ikisinin de mahzeni maddedir. Allah Tealâ ise maddeyi yaratan bir varlıktır. O hâlde Allah ne sakindir, ne de hareketli.

Hz. Ali’ye Göre Tanrıbilim

Ali (a.s)’ın felsefesi salt ilâhî bir felsefedir. Dolayısıyla diyalektik ve diğer maddî görüşler, bu değerli ve ilâhî şahsiyetin düşünce ufuklarına yükselemez.

O, Allah hakkında, öyle bir “zat” ispat etmektedir ki, aynı ispatla bütün zatî sıfatları da beyan etmektedir. Hz. Ali şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın künhüne ermek mümkün değildir.”[8] Zira düşünen, düşünce ve düşünme hep O’nun mukaddes zatının nurundan vücuda gelmiş şeylerdir. Allah’ın feyzi hepsine vücut vermiştir. Hiç O’na bağımlı olan ve O’nun bir eseri olup O’ndan kaynaklanan bir şeyin O’nu kuşatması düşünebilir mi?!

Yaratıcı ile yaratığın irtibat şekli ve yaratıcıyı yaratıkları vasıtasıyla tanıma niteliği hakkında ise şöyle buyurmaktadır: “Her şeyledir, beraberlik olmaksızın; her şeyden ayrıdır, kopukluk olmaksızın.”[9] Yine şöyle buyurmuştur: “Ne eşyanın içindedir, ne de onların dışında.”[10] Yani O, her şeyin içindedir, onlara karışmaksızın; her şeyin dışındadır, onlardan kopup ayrılmaksızın. Dolayısıyla kendini Allah’ın varlığının dışında gören ve sonra da Allah’ın zatı hakkında tefekkür eden mütefekkir biri bulunabilir mi?! Hz. Ali (a.s) her mütefekkiri, tefekkürüyle, kıyasının  iki önermesiyle, fikrî sonucu ve delil teşkil eden burhanıyla birlikte Allah Tealâ’nın varlığının hâkimiyeti altında görmektedir.

O hâlde hiçbir akıl Allah’ın künhüne eremez; ama kolayca şunu idrak edebilir ki, “O’nun bir benzeri yoktur.”[11] Evet, bunu kolayca anlamak mümkündür. Filozofun düşünce yüceliği ve arifin şuhut derinliği ile, bu gerçeği anlamak olasıdır. Bu sınırı aşacak olursa, hiçbir mütefekkirin düşüncesi Allah Tealâ’nın hakikatini idrak edemez. Dolayısıyla Hz. Ali (a.s) buyurmuştur ki: “Himmetlerin yüceliği O’nu derk edemez ve akıllar O’nun vücut denizine dalamaz.”[12] Yani filozof,  fikriyle ne kadar uçarsa uçsun, O’nu tanıma zirvesine asla ulaşamaz. Arif de şuhut denizinde ne kadar yüzerse yüzsün, O’nun zatının derinliklerine asla varamaz.

Ali (a.s) ve İlâhî Tevhit

Hz. Ali’nin ortaya koyduğu tevhit anlayışı da insanoğlunun ulaşabileceği en derin ve ince tevhit anlayışıdır. Bakınız, o şöyle buyuruyor: 

“Dinin evveli, O’nu tanımaktır. O’nu tanımanın kemali, O’nu tasdik etmektir. O’nu tasdik etmenin kemali. O’nu birlemektir. O’nu birlemenin kemali. O’na karşı ihlâslı olmaktır. O’na ihlâslı olmanın kemali ise O’ndan sıfatları nefyetmektir.”[13]

Bu ilâhî filozofun, tevhit hakkında yaptığı bu derin açıklamalar sayesinde sonraları Farabî ve Şeyh İşrak gibi İslâm felsefesinin önde gelen öğrencileri, tevhidin temeli olan “Salt şeyde ikilik olmaz” kaidesini anlamakta, Sadr’ul-Müteellihîn ise “Yalın Hakikat” gerçeğini idrak etmekte ve Allâme Tabatabaî gibi bir diğer öğrencisi de “Zatî Mutlakıyet” hakikatini anlamaktadır.

Bakın bu dalgalanan deniz, ortaya koyduğu tevhit anlayışına nasıl da delil getirmekte ve şöyle demektedir: “O’nu birlemenin kemali, O’na karşı ihlâslı olmaktır. O’na karşı ihlâslı olmanın kemali, O’ndan sıfatları nefyetmektir. Zira her sıfat mevsuftan (nitelendirilenden) ayrı olduğuna, her mevsuf da sıfattan gayrı olduğuna tanıklık etmektedir."[14]

Böylece Hz. Ali (a.s) tevhidin en mükemmel şeklini ortaya koyarak böyle bir tevhide ancak mevsuftan ayrı olduğuna tanıklık eden sıfatları Allah’tan nefyetmekle ulaşılabileceğini belirtmektedir.  Zira, böyle bir sıfatla nitelenen mevsuf da, aynı zamanda sıfatlardan ayrı olduğuna tanıklık etmektedir. O hâlde tevhit, zait ve arız sıfatları Allah’tan nefyetmeyi gerektirmektedir. Çünkü hem zait olan, zait olunandan ayrı olduğuna şahit olduğu gibi, zait olunan da zait olandan ayrı olduğuna tanıktır.

Hz. Ali (a.s) bu sözünün ardından, O’ndan sıfatları nefyetmenin nasıl olur da O’na tevhitte ihlâsın kemali olduğunu beyan ederek şöyle buyuruyor: “Allah Tealâ’yı niteleyen, O’nu eşit bilmiş; O’nu eşit bilen, O’nu ikilemiş; O’nu ikileyen, O’nu tecziye etmiş/cüzlere ayırmış; O’nu tecziye eden, O’nu tanımamıştır. O’nu tanımayan ise, O’na işaret eder; O’na işaret eden, O’nu sınırlamış olur; O’nu sınırlayan ise, O’nu saymış olur...”[15]

O hâlde özetle söyleyecek olursak, Allah’ı zait sıfatlarla nitelendirenler, yani O’nu başkasıyla eşit bilenler, gerçekte O’nu sınırlandırmış olurlar. Sınırlandırılan bir varlık ise, artık Allah olamaz. Allah salt varlıktır, salt varlığın ise bir kenarı, bir kıyısı olamaz. Salt varlık olan şey, aynı zamanda salt ilimdir, salt hayattır, salt kudrettir ve... Velhasıl O’nun zatıyla sıfatını birbirinden ayırmak olmaz. O’nun hem zatı sonsuzdur, hem de kemalleri ve hem de kemallerle nitelendirilmesi ayniyet esasıncadır; “zata zait olma” şeklinde değil.

Ali ve Pratik İlâhî Felsefe

Buraya kadar söylediklerimiz, Hz. Ali (a.s)’ın teorik ilâhî felsefe hakkında beyan ettiklerinin bir özetiydi. Pratik ilâhî felsefeye gelince; o, Ali (a.s)’ın mukaddes hayatı ve siretidir denebilir. Bu açıdan Ali, Allah’ın sıfatlarını tam manasıyla kendinde yansıtan en mükemmel ayna ve en kâmil ayettir. Böyle olduğu içindir ki, haklı olarak; “Allah’ın benden büyük bir ayeti yoktur.”[16] buyurmuştur.

Ali (a.s)’ın gerçek manevî makamı, Sıffin savaşı esnasında yamadığı ve İbn-i Abbas’ın; “Artık bu ayakkabı kıymetten düşmüştür.” dediği ayakkabısını göstererek; “Allah’a andolsun ki, bu yırtık ayakkabım sizlere yönetici olmaktan benim için daha değerlidir. Meğer ki, bir hakkı ikame veya bir batılı yok edem.”[17] demesi değildir.

Yine kendisinden yardım istenince temsilcisine; “Bu adama bin tane ver.” diye emrettiğinde, temsilcisinin; “Bin miskal altın mı, bin miskal gümüş mü vereyim?” demesi üzerine, Ali (a.s)’ın; “Fark etmez her ikisi de bana göre taştır; onun için hangisi daha faydalı ise onu ver.”[18] buyurması da Hz. Ali’nin gerçek makamını yansıtmamaktadır.

Evet, Ali (a.s)’ın nezdinde hem altın bir taştır, hem de gümüş. Birisi sarı taştır, diğeri ise beyaz. Ama bunlar, Ali (a.s)’ın manevî makamını ifade etmekte yetersiz kalmaktadır. Bütün bunlar, o sonsuz denizin azametli ruhundan yansıyan küçücük dalgalardır. Hz. Ali’nin çok küçük öğrencileri de böyle manevî makamlara erişmişlerdir.

Her ne kadar Ali (a.s); “Yolun uzunluğundan, azığın azlığından, yolculuğun uzamasından ve varılacak menzilin azametinden Allah’a sığınırım.”[19] diye buyuruyorsa da, şüphesiz ki onun makamı bundan çok daha yücedir. Sahi, Ali (a.s) için uzak olabilecek bu yolculuk hangi yolculuk olabilir? Bu yolculuk, Allah’a gitmek midir? O, Resulullah’ın miraç yoldaşıdır. Bu alanda kat edilebilecek en son menzile çoktan varmıştır bile.

Sonra bizlere Allah’a doğru gitmeyi, onun kendi torunu Ali bin Hüseyin (a.s) öğretmiş ve bu yolun kat edenler için hiç de uzak bir yol olmadığını göstererek; “Şüphesiz, sana gelen kimse için bu yol yakındır. Şüphesiz, sen kullarından örtülü/gizli değilsin. Seni onlardan gizleyen, kulların kendi yaptıklarıdır.” buyurmuştur. Demek ki, Allah’a doğru gitmek, salikler için uzun bir yolculuğa çıkmak değil, aksine  sadece iki adım atmaktan ibarettir.

“Her ne kadar birçok tehlikesi olsa da,

Salikin yolu sadece iki adımdır.

Birincisi, “hüviyet”in “ha”sından geçmek,

İkincisi varlık sahrasını kat etmektir.”

O hâlde Ali (a.s) için Allah’a doğru gitmek, uzak ve zor olan bir yolculuğa çıkmak değildir. Ali (a.s) için ne Allah’tan geliş zordur, ne de Allah’a dönüş. Zira bu yolculuk, Allah’a doğru yapılan bir yolculuktur. Ali ise zaten bu yolculuğun sonsuz deryasını kat etmiş ve sahile ulaşmıştır.

Ali, Hakk’ın habercisidir. Hakk’ı Hak gözüyle görmüştür. Evet dost vadisine ayak basan, ondan haber getiren ve sürekli dostla beraber olan kimse için bu yol uzun uzak bir yol olamaz. Dolayısıyladır ki Ali, Allah’a ne cehennem korkusundan, ne de cennet şevkinden ibadet etmiş değildir. O, Allah’ı ibadete lâyık gördüğü için ibadet etmiştir. “Sana cehennem korkusundan veya cennet sevgisinden dolayı ibadet etmedim; seni ibadete ehil buldum da ibadet ettim.”[20]

İşte buradan anlaşılıyor ki, aslında Ali (a.s)’ın beyanı, muhataplarına yönelik bir talim ve terbiyedir. O, insanlığa seslenmektedir: “Ey insan! Uyan! Azığın az, yolun ise uzundur. Bir adımını kendi benliğinin üzerine koy, diğerini ise dostun sokağına at. Aksi takdirde yolun çok uzak, azığın da pek az olacak ve bu yolu bin bir belâ ve zorluklarla kat edeceksin.” diye... “Ey insan! Sen gerçekten Rabbine doğru koşturuyorsun; muhakkak O’nunla buluşacaksın.”[21]

Allah’ım bu büyük velinin mukaddes ruhu hatırına kalplerimizi Kitap, İtret ve Sünnet marifetiyle aydınlat.

Allah’ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize olsun.



[1] - Bihar’ul-Envar, c.4, s.44, 52, 53, 54, 304 ve c.41, s.15.

[2] - Bihar’ul-Envar, c.87, s.304.

[3] - Nehc’ül-Belâğa, 192. hutbe.

[4] - Bihar’ul-Envar, c.2, s.94; c.3, s.225; c.10, s.117, 118, 119, 120, 121, 125, 126, 128; c.14, s.461; c.24, s.179 ve c.26, s.146, 147, 152, 153, 179, 257...

[5] - Nehc’ül-Belâğa, 186. hutbe.

[6] - Âl-i İmrân Suresi/28 ve 39.

[7] - el-Kâfî, c.1, s.183. 

[8] - Nehc’ül-Belâğa, 1. hutba.

[9] - Nehc’ül-Belâğa, 1. hutba.

[10] - Nehc’ül-Belâğa, 186. hutbe.

[11] - Şûra Suresi/11.

[12] - Nehc’ül-Belâğa, 1. hutbe.

[13] - Nehc’ül-Belâğa, 1. hutbe.

[14] - Nehc’ül-Belâğa, 1. hutbe.

[15] - Nehc’ül-Belâğa, 1. hutbe.

[16] - Bihar’ul-Envar, c.23, s.206.

[17] - Nehc’ül-Belâğa, 33. hutbe.

[18] - Bihar’ul-Envar,c.41, s.32.

[19] - Nehc’ül-Belâğa, 77. hikmet.

[20] - Bihar’ul-Envar, c.70, s.189, 197, 234 ve c.72, s.287.

[21] - İnşikak Suresi/6.