Alevîlik Nedir? Ve Kim Tarif Etmeli?
Ersin BAYDEMİR

 

Bir filozofa; “Devlet yönetimi elinizde olsaydı, ilk olarak ne yapardınız?” diye sorulduğunda; “Kavramları düzeltir, kelimelerin doğru kullanılmasını sağlardım.” yanıtını verir.

Aziz okurlar, bir ülkenin yönetiminde düzeltilmesi gereken sayısız sorunlar olduğu hâlde neden bu filozof böyle konuşmuştur, demeyin. Bu filozof her kim olursa olsun, insanlık topluluğunun en büyük sorununa parmak basmıştır. Gerçekten de insanlık âleminin en büyük sorunu kavram kargaşasıdır. Çünkü çıkar odakları veya düşünce akımları, toplumları istedikleri istikamette yönlendirmek ve onları kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak amacıyla toplumda genel düzeyde yerleşip kabul görmüş olan kavramları kullanmak durumunda kalıyorlar.

Bu aşamada, toplumda makbul olan kavramların ideolojik ve kültürel içeriği bu odak ve akımların çıkar ve düşünceleriyle çeliştiği takdirde -apaçık tavır koyup, karşı çıkmak yerine- çareyi, içerik ve anlam bakımından bu kavramları tedricî olarak değiştirip saptırmakta buluyorlar. Böylece, sloganlaşmış temel kavramları sahiplenmenin avantajını elde etmekle beraber, toplumun değerlerini temsil eden sözcükleri kendi hedefleri doğrultusunda sömürüp, suiistimal etmeye kalkışıyorlar.

Toplumda kavram kargaşasının baş göstermesinin önemli ve başlıca sebeplerinden birisi hiç şüphesiz budur.

Maalesef, ülkemiz, bilfiil kavram kargaşasının çok derin ve yaygın boyutta yaşandığı bir toplumdan oluşmaktadır. Birçok kelime ve kavramlar anlam ve kapsamı dışındaki maksatları ifade eder tarzda kullanılmakta, hatta bazı vakitler sözcükler alâkasız ve zıt anlamlarda kullanılmaktadır.

Örneğin; fuhşa aşk denilebiliyor, iki yüzlülük ve sahtekârlığa siyaset adı konulabiliyor. Sanatla iffetsizlik, çağdaşlıkla bensizlik veya medeniyetlikle sosyetelik hep birbirine karıştırılıyor. Birileri gericiliği din sayarken, diğer bir grup gerçek dindarlığı gericilik olarak niteliyor.

Bunun en bariz örneklerinden bir diğeri de laiklik kavramıdır. Her hâlde gerçek anlamda laiklik en son olarak bizim ülkede gerçekleşecektir. Birileri laiklik adına dine karşı çıkıp dindarlara elinden gelen her zulmü esirgemezken, diğer bir grup da laikliği dinsizlik kabul ediyor. Yahut hiçbir laik ülkede yönetim belli bir mezhepten yana tavır koymazken bizim ülkemizde laiklik Hanefîliğin savunucusu ve tebliğcisi oluyor. Ve...

İşte bunun içindir ki, lügat kitaplarımıza tekrar müracaat etmeli ve sözcükleri daha bir netleştirmeliyiz. Birçok kavramın tartışma konusu olabileceğini inkâr etme durumunda değiliz ama, herhâlde bizimki çok öte bir şey.

Toplum olarak özellikle millî, kültürel ve dinî değerlerimizi ifade eden kavramların sömürülmesinin karşısında durmak zorundayız. Aksi takdirde gelecek nesillerimizin toplumsal değerlerimiz konusunda bizden daha şaşkın bir duruma düşmeleri kaçınılmaz acı bir gerçek olarak önümüze çıkacaktır.

Kısacası, herkes ortaya attığı fikrin, savunduğu düşüncenin gerçek adını söylemeli ve kimsenin sahta mallarını başka etiketlerle pazarlamasına izin verilmemeli. Aksi takdirde kimin eli kimin cebinde olduğu belli olmayan karmaşık bir toplum durumundan kurtulmamız mümkün değildir.

Yazımızın başlığından da anladığınız üzere, asıl üzerinde durmak istediğimiz kavram Alevîlik kavramıdır. Yukarıdaki yazımız da buna bir giriş mahiyetini taşımaktadır. Ne yazık ki, kavram kargaşası açısından o denli ileri gitmişiz ki, artık dinlerin ve mezheplerin de adı birbirine karışır duruma gelmiş ve özellikle son zamanlarda herkes; “Alevîlik nedir?” diye sormaya başlamıştır.

Gerçekten Alevîlik nedir? Soran da şaşkın, soruya yanıt veren de şaşkın. Soruyu duyan da; “Sahiden ne oldu da bugüne kadar açıkça bildiğimiz ve her şeyden çok açık seçik olarak tanıdığımız Alevîlik bilinmez oldu?!” diye mırıldanmaya başlamıştır.

Meğer Alevîlik birkaç günlük ömür geçirmiş olan, dünyaya yeni gelen fikir akımlarından bir mi ki, ne olduğu meçhul olsun da sormak gereksin?! Alevîlik İslâm kadar açık ve net bir anlam taşırken, nasıl oluyor böyle bir soru ciddî şekilde söz konusu olabiliyor?!

Bu durum, toplum olarak bizim birtakım karanlıklara gömüldüğümüzün bir belirtisi değil midir?!

Hâşâ, bin kere hâşâ, Alevîlik karanlıktaki bir fil misali midir ki, herkes ilk eline gelenin adını Alevîlik koyuversin?! Tarihi Alevîlikle aydınlanmış ve toprağı Ehl-i Beyt sevgisiyle yoğrulmuş bir ülkede; “Ben Alevîyim ama Müslüman değilim.” denilebilir mi?! Ya peki hâşâ ve hâşâ Ali Müslüman değil miydi?! Hangi Alevî bu safsatalara aldanır?! Ali her Müslümandan daha önce Müslümandır.

Alevîlik bir örftür, bir kültürdür diyenler var. Ali’ye karşı hiçbir taahhüdü olmayan bir Alevîlik kastediliyor gerçekte. Maksat ise belli; Alevî kelimesini istismar ederek, bu kutsal adın altına kendi ilhadî düşüncelerini ve materyalist dünya görüşlerini sokuşturmak istiyorlar. Alevîlik Ali’siz olup da Marks'li ve Lenin'li mi olacak?! Yoksa Mao’nun öğretiler mi Alevîliktir?! Sözünüzü ağzınızda evirip çevirmeyin. Asıl adınızla ortaya çıkın. Ali’yi istemeyenlerin Alevîlikle ne ilgisi var?! Yahu deve kuşu bile bunlardan daha iyi kendisini gizliyor!

Alevî halkın bu sözlere aldanmayacağı ve aldanmadığı açıktır. Aldananlar da varsa eğer, çok çekmez, beşikteyken annelerinin ninnisi ve çocukken dedelerinin sazı, sözü ile yüreklerinin en derinliğine işleyen Ali sevgisiyle uyanır ve tekrar Ali’ye dönerler. Alevînin yaşamı, Ali sevgisiyle, On İki İmam aşkıyla şekillenmiş ve anlam kazanmıştır. Alevînin göze çarpan en belirgin gerçeği işte budur.

Eğer Alevîlik diye dinsizliği yaymaya çalışan varsa, meydanı boş sandığı için böyle bir hevese kapılmıştır. Çok geçmez meydanın boş olmadığını ve Pir Sultan Abdal gibi canını Ali uğrunda feda eden nice erenlerin karşılarına dikildiğini görürler. Bu kutsal vatanın erenleri Ali aşkıyla yoğrulmuşlar. Serlerinden geçmişler ama Ali’den, Ehl-i Beyt’ten geçmemişler. Artık kalpleri Ali aşkıyla dolup taşan gençlerimizin dilinde, Anadolu erenlerinin başı ve önderi Pir Sultan Abdal’ın “Dönen dönsün ben dönmezem Ali’den” beyti destanlaşmıştır. O hâlde beyhude kendinizi yormayın; bizim kalbimizden Ali, Ehl-i Beyt ve On İki İmam aşkını çıkaramazsınız.

Alevîliği dinsizlikle bağdaştırmaya çalışanlardan geçelim, bir de Alevîlik konusunda mesnetsiz ve aceleci şekilde konuşanlar var. Yani, en son duyduklarını ve her bildiklerini Alevîlik diye sunan grup. Bunlar kafalarındaki her şeyin Alevîliliğin bugüne kalan bütünü sanmaktadırlar. Böyle olunca da tabiîdir ki, her kafadan bir ses çıkıyor. Kaynaksız, mesnetsiz ve sorumsuz bir üslupla hiçbir şey doğru dürüst tarif edilemez. Muasır dünya görüşlerini ve felsefî ekolleri dahi tarif etmeye kalkışsak, öz kaynaklarına bağımlı olmaksızın konuşamayız.

Yüz milyonlarca insanın takipçisi olduğu ve İslâm’ın özünden başka bir şey olmayan bir inancı mesnetsiz ve rast gele nasıl tarif edebiliriz?! Alevîlik bir efsane değil ki, böylece mesnetsiz ve kaynaksız tarif edilebilsin.

Yoksa bilinçli olarak Alevîliği, meçhul göstermek isteyenler mi var? Başlangıcı, tarihsel süreci ve temel kaynakları malum olan bir mektep meçhul muamelesi görüyorsa, şüphe etmek gerekmez mi? Yahut birileri Alevîliği yozlaştırmak, gerçeğinden ayırmak, membaından kopararak asimle mi etmek istiyor?

Açıktır ki, Alevîliği Hanefî mezhebine bağlamak isteyenlerin bu çabalarını başka türlü algılamak mümkün değildir.

Alevîliğin Ehl-i Beyt ve On İki İmam öğretilerine dayandığı ve Hz. İmam Cafer Sadık’ın (a.s) mezhebini esas aldığı dolayısıyla da bu esaslara dayalı olmayan Ehl-i Sünnet mezhepleriyle mezhep aşamasında hiçbir ilgisi bulunmadığı hâlde zorla böyle bir yamamaya gitmeyi hiçbir Alevînin yutması mümkün değildir. Böyle bir yutturmaya aldanmak için saf değil, ahmak olmak gerekir.

Hz. Resulullah’tan sonra ilâhî hüccet olarak On İki İmamı kabul eden bir öğretiyle bu ilkeyi kökünden reddeden bir öğretiyi aynı kabul etmek olur mu?! Daha ötesi hak mezhep olarak nitelendirdikleri mezhepleri dört Ehl-i Sünnet mezhebiyle sınırlayarak Hz. İmam Cafer Sadık'ın (a.s) öğretisine batıl mezhep gözüyle bakan bir öğretiyle İmam Sadık’ın (a.s) öğretilerini kendine mezhep edinen bir inanç aynı olabilir mi?! Bütün bu gerçekler gün ışığı gibi açık seçik ortadır.

Biz şuna inanıyoruz ki, İslâmî mezhepler olarak eğer, biz birbirimizi asimle etmek yerine, birbirimizin değerlerine saygı gösterip birbirimizi hoşgörüyle karşılarsak, aynı vatanın evlâtları ve İslâm kardeşleri olarak birlik, beraberlik, huzur ve esenlik içerisinde yaşar gideriz. Aksi takdirde, yine bölünmeler ve gruplaşmalar başını alıp gider. Bu ise ne ülkemizin ve ulusumuzun çıkarlarıyla bağdaşır, ne de inanç sistemleri olarak inanç esaslarımıza uygun düşer.

Birilerinin de On İki İmam ve Ehl-i Beyt öğretilerini esas alan mezhepler arasında ihtilâf çıkarmak istediklerini görmekteyiz. Burada cür’etle söyleyebiliriz ki, On İki İmam’a mensup olanların arasındaki ihtilâf ve görüş farklılıkları, Ehl-i Sünnet inancındaki ayrışımlar ve fırkalaşmalara oranla kat kat daha azdır. On İki İmam yolu gayet net ve açıktır. Durum böyleyken, Alevîliğin bu şekilde geniş bir çapta kişisel yorumlara ve mesnetsiz tariflere açık olması düşünülemez. Bu durum normal değildir; oyun oynanıyor. Vahiy membaından ebediyete doğru akmakta olan bu zülâl ve pak suyu bulanık göstermek için çamur dökenler var.

Alevî halk, tarih boyunca ezilmiş, baskı görmüş, ama her şeyden değerli kabul ettiği inancını, yani Ehl-i Beyt sevgisini yegane kıymetli cevheri olarak çileli bağrında koruyup bu zamana taşımıştır.

Şimdi ise bin bir musibetle, tarihinin en büyük armağanı olarak mevcut nesle omuzlayarak getirdiği bu emaneti, yani gerçek Alevîliği kötü göstermek ve emanete hıyanet etmek isteyenler var. Bunlar ya akıllı düşmanlar ya da cahil dostlardır. Bunlar bilinçli veya bilinçsiz Ali’den uzak ve Ali’nin tanımadığı bir Alevî tarifini ortaya atıyorlar.

İşte burada gerçek Ali dostlarının ayağa kalkıp, organizeli çalışmalar başlatarak emanetin hâlâ vefalı omuzlarda olduğunu göstermeleri gerekir.

Alevîlik, içerisinde zıt öğretileri bulunduran meçhul bir mezhep değildir. Aksine en açık ve net öğretileri içeren bir yoldur. Eğer belirsizlik ve şüphe varsa, bu bizim gafletimizden ve diğerlerinin fırsatçılığından kaynaklanan geçici bir durumdur.

Ne Yapmalı?

Hiçbir şahsî yoruma ve görüşe yer vermeden, farklı mezhep ve grupların müdahalesine mahal bırakmadan, Alevîliğin gerçeğinin net bir şekilde ortaya koyulması gerekir. Her gelip çatanın Alevîliği istediği tarzda tanımlamasını engellemek için çok zorunlu iştir bu.

Bu aşamada Alevîliği nereden öğrenip, araştırmamız gerektiği sorusu ortaya çıkıyor. Nereden gerçek Alevîliği saf ve zülâl hâliyle elde edebiliriz?

Alevîliği, Alevî kültürünün evlâtları olduklarından kuşku duyduğumuz, sözde Alevî aydınlara mı sormalıyız?! Yoksa dinî eğitim görmüş, ama On İki İmam yoluna bağlı olmayan hocalara mı sormalıyız?!

Eğer Alevîliği Alevîliğin öz kültürüyle yetişip yaşamış olan büyüklerimize sorarsak, acaba ikna edici cevaplar alabilecek miyiz? Yahut yüz yıllar boyu halkımız arasında Ehl-i Beyt sevgisiyle yaşamış ve bu sevgiyi yaşatmış olan sevgili dedelerimize mi sormalıyız?

Şüphesiz ki büyüklerimiz ve dedelerimiz bu konuda devamlı aydınlatıcıdırlar ama, ihtilâfların kalkmasını sağlayacak, mesnet ve kaynak sayılacak bir memba arıyoruz. Biz Alevîliği tanımlamaya ve anlatmaya en yetkili ağzın kim olduğunu arıyoruz. İşte bizim hareket noktamız, bu sorunun yanıtını aramaya koyulmaktan başlamalıdır.

Güneş gibi açıktır ki, Alevîliği tarif etmeye Hz. İmam Ali’nin kendisi kadar hiç kimse yetki sahibi değildir. Alevîliği, adından da anlaşıldığı üzere ilk önce Ali’den (a.s) sormalıyız. Çünkü Alevîlik Türkçe olarak Alicilik demektir. Demek ki, Alevîlik Ali’ye dayanan bir yoldur. Belli ki, Ali’ye dayanan bir yolu herkesten önce Ali’nin kendi tarif etmelidir.

İmam Ali’nin on dört asır önce yaşadığı doğrudur ama, bu onun sadece cisim ve beden olarak yaşadığı kısa bir dönemdir. İmam Ali şehit olmakla yok olmamıştır. Onun şahsiyeti ve manevî varlığı ebediyete nur tutacak bir mahiyette canlı ve sermedî kalmıştır.

İnsanlığın müşterek mirası olan tarih kitapları, İmam Ali’yi bütün şahsiyetiyle, inançlarıyla, kerametleriyle ve mübarek yaşamında geçen bütün hadiselerle net bir şekilde anlatmaktadır. Ali tarihte meçhul bir çehre değildir. Hatta Müslüman olmayan tarihçiler dahi onun yüce şahsiyetini ve hayır, bereket dolu yaşantısını konu edinen kitaplar tedvin etmişlerdir.

Bu durumda biz, ilk olarak Hz. Ali’yi tanımaya koyulmalıyız ve Alevîliği o yüce imamdan öğrenmeliyiz. Eğer İmam Ali’yi tanırsak, temel inanç esaslarımızı en sağlam kaynaktan alabileceğimiz kesindir. Ardından İmam Ali’nin bize ne gibi kaynaklar tanıttığına bakmalıyız. Çünkü bu takdirde İmam Ali’nin bize tanıttığı kaynaklar da itibar kazanacaktır.

Evet, eğer samimî olarak Alevîyiz diyorsak, başkalarına değil Ali’ye yönelmeliyiz. Hiçbir kimsenin girişmediği kadar, ciddî bir çalışma içerisine girerek tarihî kaynakları iyice araştırmalıyız. Zayıfı muteberden ayırmalı ve doğruyu yanlıştan seçmeliyiz. Olmaya ki herkesten çok sevdiğimiz Ali’yi başkaları bizden daha çok tanımış ola. O zaman efendimiz karşısında tabiî ki yüzümüz kara olacaktır.

Gerekirse, bu yönde araştırma merkezleri kurmalıyız. Dünyanın dört bir yanından kitaplar toplamalıyız ve bu uğurda canla başla çaba harcamalıyız.

Bu, Alevîliği gerçek tanımına kavuşturup oyuncuların oyununa son vermenin en sağlam yoludur.

Ümit ederiz, Peygamber efendimiz ve İmam Ali’den başlayarak bugüne dek süregelen, On İki İmam ve Ehl-i Beyt yolu diye adlandırdığımız bu yüce emanet genç neslimizin güçlü omuzlarında daha kuvvetli, daha canlı ve kendine lâyık şanla korunup doruklara taşınmaya devam edecektir. Hepinizi saygıyla selâmlıyor, Ali’nin niyazı üzerinizde olsun diyorum.