• Ve nihayet İslâm tek boyutlu bir din değildir; dolayısıyla, bir tarafa yönelip diğerini unutmaz; insanıntüm boyutlarını dengeli ve orta bir şekilde tutmaya özen göstermiştir.
"Kendilerine nimet verdiğin, gazaba uğramamış ve de sapmamış kimselerin yoluna (hidayet et)."
Namaz kılan kimse, Allah'tan kendisini doğru yola hidayet etmesini istedikten sonra, Allah'ın nimetine ulaşanların bulunduğu yola hidayet etmesini istemektedir. Kur'ân-ı Kerim Nisa Suresi'nin 69. ayetinde ve Meryem Suresi'nin 58. ayetinde bunların kimler olduğunu açıklamaktadır; örneğin Nisa Suresi'nin 69. ayetinde buyuruyor ki:
"Kim Allah'a ve elçisine itaat ederse işte onlar, Allah'ın nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraberdir."
Dolayısıyla, namaz kılan kimse Allah Tealâ'dan kendisini peygamberlerin, şehitlerin ve salihlerin çizgisinde karar kılmasını istemektedir. Bu temiz kişilerin yolunu izlemek arzusu, insanı sapma tehlikesinden alıkoyar, sürekli namaz kılan kişinin zihninde onların anısının canlılığını korur.
Gazap Uğramışlar ve Sapmışlar Kimlerdir?
Kur'ân-ı Kerim'de, Firavun, Karun, Ebu Leheb gibi kişiler; Ad, Semud ve İsrailoğulları gibi milletler gazaba uğramışlar olarak tanıtılmıştır. Biz her namazımızda Allah Tealâ'dan inanç, ahlâk ve amelde Allah'ın gazap ve kahrına uğrayan böyle kişi ve gruplardan olmamayı dilemekteyiz.
Kur'ân-ı Kerim'de yaşam öyküleri ve medeniyetleri daha çok geçen İsrailoğulları, bir zamanlar kendi asrındaki insanlardan üstün idiler. Allah Tealâ onlar hakkında şöyle buyuruyor:
"Sizi âlemlere üstün kıldım."[235]
Fakat bu fazilet ve üstünlükten sonra, kötü davranışları nedeniyle Allah'ın gazap ve kahrına uğradılar. Kur'ân-ı Kerim bu hususta buyuruyor ki: "Allah'ın gazabına uğradılar."[236] Kaderlerinin bu değişiminin neden, davranışlarının değişiminden kaynaklanıyordu.
Yahudi bilginler, Tevrat'ın semavî emirlerini tahrif ettiler: "Kelimeleri yerlerinden kaydırıyorlardı."[237] Yahudi tacirler ve zenginler faiz ve haram yemeye yöneldiler: "Faiz almalarından dolayı."[238] Halk kitlesi ise cihad ve savaşa davet edildikleri hâlde rahatlık peşinde olduklarından veya korkularından dolayı, savaş meydanına gitmekten sakındılar ve Hz. Musa'ya (a.s) dediler ki: "Sen ve Rabbin, gidin» savaşın, biz burada oturuyoruz."[239]
Bu fikrî ve amelî sapmalar, Allah Tealâ'nın onları izzetin zirvesinden zilletin derinliğine düşürmesine neden oldu.
Demek ki, her namazda Allah Tealâ'dan, Kitabı'nı tahrif edenlerden, faiz yiyenlerden, savaş ve cihattan kaçanlardan olmamayı istemekteyiz; yine yolunu kaybetmiş şaşkınlar gibi olan ve bir hedefi olmaksızın her an bir tarafa giden, eyyamcı ve kendilerinden bir iradeleri olmayan sapmışlardan olmamayı dilemekteyiz.
"Sapmışlar", "kendilerine nimet verilmişler" gibi peygamberler ve salihlerin hattına geçmedikleri gibi "gazaba, uğramışlar" gibi Allah'ın dini karşısında da cephe almaz, savaşmak istemezler. Onlar ilgisiz, dertsiz ve dört ayaklı hayvanlar gibi sadece karın ve şehveti düşünen refah düşkünü kimselerdir; hak ve batılla hiç mi hiç ilgilenmezler. Onlar açısından peygamberin hâkim olmasıyla tağutların hâkimiyeti arasında hiçbir fark yoktur; kim hükümet ederse etsin, önemli olan onların maddî refah ve huzur içerisinde olmalarıdır. Bu grup sapmıştır; çünkü belli bir yollan yoktur.
Namaz kılan kimse, Fatiha Suresi'nin sonunda, peygamber, şehitler ve salihlere aşk, ilgi ve sevgisini dile getirerek tarihte gazaba uğramışlardan ve sapmışlardan uzaklaşmayı diler. Her namazda gazaba uğramışlardan ve sapmışlardan nefreti dile getirmek, İslâm toplumunu onların hükümetini kabullenmek karşısında dirençli kılar. Kur'ân-ı Kerim buyuruyor ki: "Allah'ın gazap ettiği kimselerle dostluk etmeyin."[240]
Namazda Fatiha Suresi'nden sonra, Kur'ân-ı Kerim'in herhangi bir suresini okumak gerekir; insan Fatiha'dan sonra okumak istediği sureyi seçmekte serbesttir. Ancak bu sure, tilâvet secdesi gerektiren dört surenin dışında olmalıdır. Sureler arasında İhlâs Suresi'ni okumak tercih edilir; dolayısıyla, rivayetlerde, gerçek namaz kılanlardan olmak için günlük namazların en azından bir rekâtında bu surenin okunması tavsiye edilmiştir.[241]
Bu sure önem bakımından Kur'ân-ı Kerim'in üçte biri, hatta Tevrat, İncil ve Zebur'un üçte birine denktir. Sadece namazda değil, namazdan sonra da namazın takibi olarak okunacak olursa Allah Tealâ insana dünya ve ahiret hayrını verir.
Bu sure her ne kadar da küçük olsa içeriği çok önemlidir; İmam Seccad (a. s) şöyle buyuruyor:
"Allah Tealâ gelecekte dakik ve derin düşünceli insanların dünyaya geleceğini bildiği için İhlâs Suresi'yle Hadid Suresi'nin ilk ayetlerini nazil buyurmuştur."
Bu sureyi okumak sadece namazda değil, namaz dışında da tavsiye edilmiştir; bu sureyi sürekli okumak zalimlerin şerrini önler ve insanın evini tehlike ve hadiselere karşı sigortalar.
Resulullah'ın (s.a.a) ashabından biri olan Sa'd b. İbad Medine'de Baki mezarlığına defnedilmiştir. Resulullah (s.a.a) onun cenazesini teşyi etmek için yalın ayak gelmiş ve buyurmuştur ki: Sa'd'ı teşyi etmek için gökyüzünden doksan bin melek inmiştir. Resulullah (s.a.a) Cebrail'e, "Sa'd b. İbad'ın cenazesini teşyi etmek için senin ve bu kadar meleğin inmesinin nedeni nedir?" diye sorması üzerine Cebrail şöyle buyurmuştur:
"O, ister ayakta, ister oturarak, ister binek üzerinde ve ister yayayken her hâlinde 'Kul huvel-lahu ehad' Suresi'ni okurdu."
"Deki: Allah birdir."
Tevhit, bütün semavî dinlerin en köklü ilkesidir. Peygamberler halkın arasından şirk, küfür ve putperestliğin etkilerini kaldırmak ve insanları yegâne Allah'a davet etmek için gelmişlerdir.
Tevhit, peygamberlerin bütün öğretilerinin ruhu ve canıdır. Yalnız inanç değil, ahkâm ve ahlâk da tevhit ekseninde döner.
Tevhit, imanla küfür arasındaki sınırdır; tevhit olmadan iman kalesine girmek imkânsızdır:
"Allah'tan başka ilâh yoktur, deyin ve kurtuluşa erin."[242]
"La ilahe illellah benim sağlam kalemdir; benim kaleme giren azabımdan güvencede olur."[243]
Tevhid Suresi en halis tevhidi inancı içerir; dolayısıyla buna "Ihlâs Suresi" de denilmiştir. Bu sure, Hıristiyanlığın teslis inancını, Yahudilerin şirkini ve melekleri Allah'ın kızları bilen Arapların cahiliye inancını reddetmektedir.
Tevhid; düşünce ve ameli Allah'a her türlü şirk ve ortaktan temizlemektir. Ne teorik şirk, ne de pratik riya olmamalıdır. Hem amaç ve hedef yalnız Allah olmalı, hem de işin kendisi ilâhî olmalıdır.
"De ki: Allah birdir." O ikincisi olmayan, eşi ve benzeri bulunmayan, uzvu olmayan bir tektir.
O'nun bir olduğunun delili şudur: Eğer O'ndan başka bir ilâh olsaydı, insanların tanıyıp itaat etmelerini sağlamak için o da peygamberler gönderirdi!
O'nun birliğinin delili şu ki, bütün insanlar bir tehlikeyle karşılaştıklarında sadece bir tek noktaya yönelmektedirler; onların kalbi, sıkıntılarda insana ümit veren bir tek nokta olduğuna tanıklık etmektedir.
Onun birliğinin delili; yerle gökler, varlık alemiyle insan arasındaki uyum ve tüm varlıklar arasındaki dakik ve düzenli ilişkidir. Eğer birkaç ressama bir resmi sipariş verecek olursanız, örneğin, birine horozun başını, diğerine bedenini, üçüncüsüne de kuyruk ve ayaklarını çizmesini söylerseniz, üç resmi yan yana bıraktığınızda baş, beden ve ayaklar arasında uyum olmadığım; birinin büyük, diğerinin küçük, birinin hoş renkli ve diğerinin kötü renkli olduğunu görürsünüz.
Evet;, güneş, ay ve yer, su, rüzgar ve toprak, dağ, çöl ve deniz arasındaki uyum, bütün bunların insanın ihtiyaçlarıyla bağlantısı, yaratıcının birliğini göstermektedir. İnsan oksijen alır ve karbondioksit verir, bitkiler ise insan ve diğer canlı varlıkların ihtiyacını gidermek için karbondioksit alır, oksijen üretirler. İşte uyum insanlarla bitkilerin hayatının sırrıdır.
Bebeğin ihtiyaçlarını anne-babanın sevgisiyle giderir, günün yorgunluğunu gecenin uykusuyla bertaraf eder. Sinir tellerinden oluşan gözü yıkamak için gözün suyunu tuzlu ve yemeği çiğnemeye hazırlamak ve hazmetmek için ağız suyunu ise tatlı kıldı.
Bebeğe, üfürmek yerine emmeyi öğretti, bebek dünyaya gelmeden önce annesinin göğsünde sütü vücuda getirdi. Gökyüzündeki kuşun yemeğini denizdeki balinanın ağzına yerleştirdi ve tüm canlıların rızkını güzel bir şekilde yarattı.
Cemel Savaşı'nda bir bedevi İmam Ali'den (a. s) tevhidin anlamını sordu. Savaşçılar, "Şimdi bu sorunun yeri mi?" diye itiraz ettiler. Fakat Hz. Ali (a.s) savaşın kızıştığı o anda adama tevhidin anlamını ve tefsirini açıkladı ve sonra şöyle buyurdu: "Biz zaten bu amaç için düşmanla savaşmaktayız."[244]
Evet, Hak izleyicilerinin tarih boyunca savaşı tevhit bayrağını dalgalandırmak içindi.
"O hiçbir şeye muhtaç değildir."
"Samed" yani etkilenmez ve değişim kabul etmez.
O "Samed"dir; o hâlde ne maddedir, ne de maddî. Çünkü bütün maddî şeyler zamanla değişime uğrar ve etkilenirler. Dolayısıyla, onun cismi yoktur, gözle görülmez; gözle görülmediği hâlde madde özelliği taşıyan çekim gücü gibi de değildir.
O "Samed"dir, hiçbir şeyden etkilenmeyen bir güçtür ve iradesi her şeyin üzerindedir.
O "Samed"dir, etkilenmez bir azizdir ve bütün izzetlerin kaynağı O'dur. Herkesin sahip olduğu izzet ve güç
O'ndandır. O, hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değildir; fakat her şey O'na muhtaçtır.
O "Samed"dir, tam ve mükemmel bir varlıktır, hatta en mükemmel ve en kâmil varlıktır; tüm kemallere, kemalin zirvesine sahiptir; tüm varlıklar kemale ulaşmak için O'nun lütfüne muhtaçtırlar; fakat O hiçbir varlığa muhtaç değildir. Her zaman vardı ve var olacaktır. Emri bütün emirlerin üstünde, iradesi tüm iradelere hakimdir. Ne uykuya ihtiyacı var, ne de işlerinde yardımcıya ve ortağa.
O "Samed"dir ve tek sözle, ihtiyaç duyulan şeylere ihtiyacı olmayan ilâhtır.
"Doğmamış ve doğurmamıştır." O, varlıkları yaratandır, onları doğup dünyaya getiren değil. O'nun işi doğurmak değildir; dolayısıyla kendisi gibi birini dünyaya getirmez; O, yoktan var edendir.
Annenin dünyaya getirdiği bebek onun cinsinden ve onun gibi bir insandır. Fakat Allah'ın doğduğu veya doğurduğu, bir eşi ve benzeri olması imkansızdır. "Hiçbir şey O'nun gibi değildir."[245]
Bu cümle, Hz. İsa'yı (a.s) Allah'ın oğlu sanan ve Allah'ın kendisi gibi bir benzeri olduğuna inanan Hıristiyanların inancı karşısındadır. Yine bu ayet, melekleri Allah'ın kızları sanan müşriklerin inancını da reddetmekte ve "ister erkek olsun ister kız, Allah çocuk doğurmamıştır!" buyurmaktadır.
Bir şeyden doğmadığı için O'ndan önce ve O'ndan üstün bir doğuranı yoktur.
O'nun varlığı, meyvenin çiçekten veya ağacın çekirdekten çıkışı gibi değildir; suyun buluttan veya ateşin ağaçtan çıkışı, sözün ağızdan veya yazının kalemden çıkışı gibi değildir; kokunun gülden veya tadın yemekten çıkışı gibi değildir. Düşüncenin akıldan, idrakin kalpten çıkışı ve yine sıcaklığın ateşten veya soğuğun kardan çıkışı gibi de değildir. O var, fakat hiçbir şeye ve hiç kimseye benzemez. Ne O, bir şeydedir, ne de bir şey O'nun içindedir. Onun eşyalarla ilişkisi doğanla doğuranın ilişkisi değil; yaratanla yaratılan ilişkisi söz konusudur.
"O'nun eşi ve benzeri yoktur."
Ne varlığında, ne de kemal ve fiillerinde O'nun eşi ve benzeri yoktur. O tektir ve hiçbir tek O'nun benzeri değildir. O yalnızdır; eşi ve çocuğu yoktur! Yardımcısı ve ortağı olacak bir benzeri yoktur.
İnsan O'nun mahlukunu O'na ortak koşmaya ve O'nun hakkında böyle büyük bir zulüm işlemeye nasıl cüret edebilir:
"Doğrusu şirk çok büyük bir zulümdür."[246]
Ey namaz kılan kimse! Ne sana ulaşan nimetlerde diğerlerini ortak ve etkili bil; ne de yaptığın işlerde Allah'tan başka birini göz önünde bulundur. Neden senin gibi olan, zayıf ve muhtaç olan kimselerin dikkatini üzerine çekmeyi düşünüyorsun?! Ne eşi ve benzeri, ne zaafı ve ihtiyacı olan Allah'ın dikkatini çekmeye çalış; başkasının değil.
Tevhit Suresi'nin sonunda bu surenin içeriğine kısa bir göz atalım:
"Kul huvellahu ehad" O, ister zatta ve ister sıfatta yeganedir; tektir; mabut olana da tek ve yegane olmak yaraşır.
"Allah'us-Samed" O'nun ihtiyacı yoktur ve her şey O'na muhtaçtır; muhtaç olmamada yeganedir O.
"Lem yelid" Doğurmadığı için eşi ve benzeri olmaz.
"Ve lem yûled" O ezelî ve ebedîdir; bir şeyden meydana gelen "hadis" bir varlık değildir.
"Ve lem yekun lehu kufuven ehad" Ne benzeri var, ne eşi; ne misli var, ne ortağı.
Bu sure şirkin, hurafelerin, hayallerin ve sapık inançların tüm kısımlarını Allah Tealâ'nın kutlu zatından uzak bilmekte ve bize halis tevhidi sunmaktadır.
Rivayetlere göre bu surenin ayetleri, birbirini tefsir etmektedir[247] ve sanki bu sure Allah'ı tanıtmak için merhale merhale ilerlemektedir:
Birinci merhale: "Kul huve" De ki: Benim ilâhım O'dur. Beşerin akıl ve düşüncesinden uzak, gözlerden gizlidir O.
Bu merhalede tüm dikkatler Allah Tealâ'nm zatına yöneliktir, sıfatlarına değil. Mahbub ve mabud olmak için zatın kendisi yeterlidir. Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor:
"Ihlasın kemali, O'ndan sıfatları nefyetmektir."[248]
Yani ihlâsın kemal ve zirvesi sıfatlara dikkat etmeden Allah'a yönelmektir. Allah'a sana vermiş olduğu nimetlerden dolayı değil, kendisi için ibadet etmektir.
İkinci merhale: "Huvellah" O Allah'tır. Tüm kemallere sahip olan bir mabuttur.
Bu merhalede, zat ve sıfat birlikte gelmiştir. "Allah", bütün güzel sıfatları kendinde toplayan bir zattır ve işte bu nedenle ibadet ve tapınmaya layıktır. Nitekim Kur'-ân-ı Kerim buyuruyor ki:
"En güzel isimler Allah'ındır. O hâlde O'na onlarla dua edin."[249]
Sıfatlarla Allah'ı tanımak ikinci merhaledir ve "Allah" kelimesi o sıfatların tümünü kapsamına almaktadır.
Sıfatlarla Allah'a yönelmek, dualarda, özellikle Cevşen-i Kebir duasında kendisini gösteren bir yoldur; bu duada Allah'a bin sıfatıyla dua edilmektedir.
Bu merhalede, tevhit söz konusudur; zat ve sıfat tevhidi. Hem zatı yegânedir, hem sıfatı yegâne ve eşsizdir ve hem de zat ve sıfatının varlığı birdir; sıfatları zatından ziyade bir varlık değildir.
O ikincisi ve üçüncüsü olmayan bir tektir. "Vahid"le "ehad" arasında fark vardır. Arapça'da "ma câe ehdun" dediğimizde, hiç kimsenin gelmediğini belirtmekteyiz. "Ma câe vahidun" dediğimizde ise tek kişinin gelmediği, iki kişi veya daha fazlasının gelmiş olabileceği belirtilir. Kur'ân-ı Kerim, Allah "ehad=bir"dir buyuruyor; "vahid= tek"dir buyurmuyor.
O yegânedir, ikincisi ve üçüncüsü olabilecek tek değildir.
Dördüncü merhale: Allah muhtaç değildir.
Bu merhalede, Allah Tealâ'nın zat ve sıfatının ekseni olan ihtiyaçsızlık Allah'ın en önemli sıfatlarından birisi olarak söz konusu olmaktadır. O da haber verme şeklinde "Allah-u Samedun" demiyor; aksine "Allah" için sabit bir sıfat olarak söylüyor ve dolayısıyla sadece "Allah" kelimesi tekrarlanmaktadır: "Allah'us-Samed."
O yeganedir; fakat ihtiyaçsızdır. O'ndan başka birçokları var; fakat tepeden tırnağa ihtiyaçla doludur ve tüm ihtiyacı olanların gözü, O muhtaç olmayan zattadır!
Beşinci merhale: "Doğurmamış ve doğrulmamıştır ve hiçbir şey O'nun dengi değildir."
Rivayetlere göre bu merhale, "Samed"in tefsiridir. O ihtiyaçsızdır; ne doğurmak için evlâtlara ihtiyacı var, ne doğrulmak için anne ve babaya ihtiyacı var ve ne de işlerinde kendisine yardım etmesi için eşe, iş arkadaşına ve benzere ihtiyacı vardır.
Eğer doğrulmuş olursa ezelî olmaz, eğer doğurursa ebedî olmaz; çünkü azalma ve yok olmaya yüz tutar. Eşi ve benzeri olursa rakipsiz değildir demektir. Allah Tealâ bütün bunlardan münezzehtir:
"Allah'ın şanı onların ortak koştuklarından yücedir."[250]
Namazda ister kasıtlı olsun, ister yanlışlıkla olsun eksiltilip artırılması namazı batıl eden rükünlerden biri de rükûdur. Namazın bölümlerinin sayılmasında kullanılan "rekât" kelimesi de bu kelimeden alınmıştır.
Sakifeoğulları kabilesi Resul-i Ekrem'den (s.a.a) namazda rükû ve secdenin olmamasını istediler ve "Eğilmek bizim için utanç verici bir durumdur." dediler. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu:[251]
"Onlara, 'Rükû edin.' dendiği zaman rükû etmezler."[252]
İnsanlar kendileri gibilerinin karşısında eğilmekte ve tazim etmekteler; fakat siz sadece yaratıcınız karşısında eğilmekte ve tazim etmektesiniz.
"Öyleyse büyük Rabbinin adını yücelt."[253] ayeti nazil olunca, Resulullah (s.a.a) rükûda Allah'a tazim etmelerini ve rükûda "Subhane rabbiy'el-azîm-i ve bi-hamdih (Münezzeh olan Rabbim yücedir ve ben ona hamd etmekteyim)."[254] zikrini söylemelerini emretti. Rivayetlerde şöyle geçer:
"Rükû edebin, secde Allah'a yakınlığın nişanesidir ve edebi iyi bir şekilde yapmadıkça Allah'a kurb ve yaklaşmaya hazır olmazsınız."[255]
Rükû, Allah Tealâ'dan tövbe, istiğfar ve bağışlanma dilemenin yoludur:
"Rabbinden bağışlanma diledi, eğilerek secdeye kapandı ve tövbe edip döndü."[256]
İmam Muhammed Bakır (a.s) şöyle buyuruyor:
"Rükûsunu tam bir şekilde yapan kimse mezarın vahşetinden güvende olur."[257]
Allah Tealâ'nın karşısında her ne kadar eğilirsek bir o kadar şeytan ve şeytan sıfatlı kimselere karşı koymada güçlü oluruz. İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "Rükû ve uzun secde İblis'i öfkelendirir ve der ki: Vay hâlime! Bu insanlar sundukları bu kullukla artık bana itaat etmezler."[258]
Allah Tealâ meleklere şöyle buyuruyor:
"Bakın, kullarım bana nasıl tazim etmekte ve rükûya gitmekteler; buna karşılık onları yücelteceğim ve onlara onur ve azamet bahşedeceğim."[259]
İmam Cafer Sadık (a.s) buyuruyor ki:
"Rükû ve uzun secde insanın ömrünün uzamasında etkilidir."[260]
Hadislerde şöyle geçer: Resulullah (s.a.a) rükûda mübarek belini öylesine düz tutardı ki mübarek beline bir damla su dökülse, belinin ortasında kalır, bir tarafa akmazdı.[261]
Rükûda, "O'nun yolunda boynum vurulsa bile ben iman ettim, anlamında boynunuzu uzatın." diye tavsiye edilmiştir.[262]
Rükûnun bir diğer adabı erkeklerin dirseklerini yanlarına yapıştırmamaları ve kuşların kanadı gibi dışarı çıkarmalarıdır. Ellerimizin içini dizlerimize bırakarak el parmaklarımızı açalım. Ayaklarımızı ileri veya geri gitmeksizin aynı hizada tutalım, ayaklarımızın arasını bir karış olacak kadar açmayalım.
Rükûda, iki ayağımızın arasına bakmalı, rükû zikrinden sonra Hz. Muhammed ve Ehlibeyt'ine (s.a.a) salât ve selâm getirmeliyiz. Elbette rükû zikrinin en az üç defa tekrarlanması tavsiye edilmiştir.[263]
İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyuruyor:
"Hz. Ali (a.s) rükûsunu o kadar uzatırdı ki mübarek ayağından ter akardı."[264]
Hz. Ali (a.s) de Nehc'ül-Belâğa'nın ilk hutbesinde buyuruyor ki:
"Allah'ın öyle melekleri var ki sürekli rükûdadırlar; onlar hiçbir zaman rükûdan kalkmazlar."
Elbette melek için yorulma ve acıkma söz konusu değildir; dolayısıyla uzun rükûlar yapan arif ve aşık insanlar, melekleri onları övmek zorunda bırakırlar. Allah velilerinin durumu böyledir; ama biz nasılız? Resulullah (s.a.a) mescitte oturmuştu; o sırada biri içeri girerek namaza durdu. Fakat rükû ve secdelerini çabuk ve eksik yaptı. Resulullah (s.a.a) buyurdu:
"O, karga gibi gagasını yere vurdu ve gitti. Eğer bu namazla ölecek olursa benim dinim üzerine ölmemiş olur."[265]
Allah Tealâ, Âdem’i yarattıktan sonra meleklere ona secde etmelerini emretti,[266] İblis dışında hepsi secde etti. Allah Tealâ İblis'i bu itaatsizliği nedeniyle kendi katından uzaklaştırdı.
Kur'ân-ı Kerim bu olayı defalarca tekrarlamıştır. Bu tekrarların da sebepsiz olmadığını biliyoruz. Şayet demek isteniyor ki: Ey insan! Bütün melekler senin için secdeye kapandılar! O hâlde sen niye yaratıcının karşısında secde etmiyorsun? Ey insan! İblis, sana secde etmemesi yüzünden kovuldu. O hâlde sen Allah'a secde etmezken ne beklersin?
İblis, "Ben, üstünüm söyleyerek" insana secde etmedi; acaba sen de, ben Allah'tan üstünüm, söyleyebilir misin? Sen bir zamanlar bir hiçtin, dünyaya geldiğin zaman da varlığın zaaf ve acizlikle doluydu, sonunda da aciz bir şekilde dünyadan göçeceksin; o hâlde varlık âleminin yaratıcısı karşısında nasıl kibirlenebilirsin?
Her halükârda, insanı yarattıktan sonra Allah'ın verdiği ilk emir secde emriydi.
Secde, insanın Allah karşısındaki en iyi hâlidir.
Secde, Allah'a yaklaşmanın en iyi yoludur. "Secde et, yaklaş."[267]
Resulullah'ın (s.a.a) sadık dostlarının nişanesi, alınlarında secde izinin bulunmasıdır: 'Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları var."[268]
Secde, insanı bütün varlık âlemiyle uyumlu kılar; çünkü yıldızlardan bitkilere kadar göklerdeki ve yerdeki tüm varlıklar Allah'ın huzurunda secde ve huzu ederler:
"Göklerdekiler ve yerdekiler hepsi Allah'a secde ederler."[269], "Necm (bitkiler, yıldızlar) ve ağaçlar (Allah'a) secde etmektedirler."[270]
Secde, Allah'ın melekleriyle uyumlu hâle gelmektir. Hz. Ali (a.s) buyuruyor ki:
"Gökte hiçbir kat yoktur ki, üzerinde secde eden bir melek bulunmasın."[271]
Secde, en yüksek kulluk derecesidir; çünkü insan vücudunun en yüksek noktasını, yani alnını toprağa sürerek Aziz ve Kadir Allah'ın huzurunda zillet ve acizliğini ifade ediyor.
Secde, âlemin en büyük erkekleri ve kadınları için en yüce makamdır. Allah Tealâ Peygamberine secde etmesini emrediyor; o da "sadece gündüzleri değil, geceleri bile secde et." buyuruyor:
"Gecenin bir bölümünde O'na secde et ve geceleyin uzun zaman O'nu Tespih eyle."[272]
Abit ve tertemiz Hz. Meryem'e (s.a) ise hitap ederek şöyle buyuruyor:
"Ey Meryem! Rabbine gönülden itaatte bulun ve secde et."[273]
Rükûnun peşinden yapılan secde, insanı huzu ve huşunun zirvesine ulaştıran daha yüksek ve daha mükemmel bir merhaledir; dolayısıyla, Kur'ân-ı Kerim'de bu ikisi genellikle yan yana zikredilmiştir: "Ey inananlar, rükû edin, secde edin."[274] "Onların rükû ve secde ettiklerini görürsün."[275]
Secde, Allah'ın ayetlerine iman etmenin şifresidir: "Bizim ayetlerimize, ancak kendilerine hatırlatıldığı zaman, hemen secdeye kapananlar... inanır."[276]
Geceleyin yapılan secdeler, Allah'ın salih kullarının nişanelerinden biridir:
"Rahmanın kulları... gecelerini Rablerine secde ederek O'nun divanında durarak geçirirler."[277]
Secde, namazın ziynetidir. O hâlde namazın güzel bir şekilde yerine getirilmesi gerekir. İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyuruyor:
"Namaz kılınca rükû ve secdelerini güzel bir şekilde yerine getirin; bu durumda Allah Tealâ ona yedi yüz kat, hatta daha fazla mükâfat verir."[278]
Secde, Allah Tealâ'nın meleklere karşı övünme vesilesidir; dolayısıyla peşice Allah'ın lütfünü kazandırır; öyle ki her secdeyle bir günah bağışlanır, insan için büyük bir mükâfat kaydedilir.[279] Hz. Ali (a.s) buyuruyor ki:
"İnsan secdede nasıl bir rahmetin kapsamına girdiğinin farkında olsaydı, asla başını secdeden kaldırmazdı."[280]
Secde, bencillik ve gurur ruhunu yok eder, insanı kibirden kurtarır.[281]
Resulullah (s.a.a) buyuruyor ki:
"Ben kıyamet günü ümmetimi alınlarındaki secde izlerinden tanıyacağım."[282]
İnsanın secde ettiği yer kıyamet günü onun lehine tanıklık yapacaktır,[283] dünyada da o noktadan gökyüzüne nur yükselir.[284]
Rükû gibi uzun secdeler de nimetlerin devam etmesine ve ömrün uzamasına neden olur.[285]
Secde o kadar önemlidir ki Allah Tealâ Hz. İbrahim (a.s) gibi büyük bir peygambere Mescid-i Haram'ı, tavaf edenler; kıyam, rükû ve secdede bulunanlar için temizlemesini emrediyor.[286]
İmam Ali'den (a.s) namazın hikmetlerini sorduklarında şöyle buyurmuştur:
"İlk secde; başlangıçta toprak olduğumuz, başı secdeden kaldırmak; topraktan yaratıldığımız, ikinci secde; tekrar toprağa döneceğimiz, başı ikinci secdeden kaldırmak ise kıyamet günü mezarlarımızdan kalkıp haşrolacağımız anlamına gelir."[287]
İmam Cafer Sadık (a.s) buyuruyor ki:
"Secde Allah için olduğundan dünya ehlinin ilgi duyduğu yiyecek ve giyecek maddeleri üzerine yapılmamalıdır. Secde, insanı mide, elbise ve maddiyata değil, Allah'a yönlendirmelidir."[288]
Hadislerde şöyle geçer: Her yapılan yanlışlık, yersiz konuşma, yersiz kıyam ve oturma için sehiv secdesi yapmanın nedeni, İblis'in seni fikir dağınıklığına ve dalgınlığa düşürüp namazına zarar vermesidir. O hâlde namazdan sonra iki secde yap ki İblis'in burnu yere sürülsün ve bilsin ki meydana getirdiği her kaymada sen tekrar Allah Tealâ'nın huzurunda secdeye kapanacaksın.[289] Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor:
"Secdenin zahiri, alnı ihlâs ve huşuyla toprak üzerine bırakmaktır; batını ise bütün fani şeyleri kalbinden çıkarıp beka yurduna gönül vermek, kibir, yersiz taassup ve tüm dünya bağlarından kurtulmaktır."[290]
Burada, hadislerde geçen secde adabının bir bölümüne değineceğiz:[291]
- Rükûdan sonra secdeye giderken, eller dizlerden önce yere ulaşmalıdır.