Hamd âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. Salât ve selâm efendimiz Muhammed'e ve onun tertemiz Ehli-Beyti'ne ve Allah'ın laneti onların tüm düşmanlarına olsun. Hicrî-şemsî bin üç yüz yetmiş dört (M. 1996) yılının başlangıcında İmam Rıza'nın (a.s) mübarek türbesinin yanında bulunup yeni yılın girmesiyle notlarını önceden aldığım bu kitabı yazmaya başladığım için mutlu ve bahtiyarım.
İslâm İnkılâbı'ndan sonra okullarda, üniversitelerde, kışlalarda ve diğer umumî yerlerde namaz ikame edilmesi doğrultusundaki çalışmalar yapılırken, ben de namazla ilgili olarak telif ettiğim "Pertuvî ez-Esrar-i Namaz", "Hemrah ba-Namaz" ve 'Yeksed-o Çehardeh Nükte Der Bare-i Namaz" isimli üç kitaptan sonra namazda Allah Tealâ'ya söylediğimiz sözleri daha iyi anlayabilmek ve bilinçli bir ibadet yapabilmek için tekbir, Fatiha, sure, rükû, secde, teşehhüt ve selâmda söylenen zikir ve duaların tefsiri konusunda küçük bir kitap yazmaya karar verdim. Asıl konuya girmeden önce, yaşantımızda ibadetin yüce yerini daha iyi anlayabilmek için namaz ve bütün ibadî tekliflerin ruhu olan "ibadet ve ubudiyet" konusuna kısaca değineceğiz.
İbadet, yaratılışımızın gayesidir. Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyuruyor:
"Biz cinleri ve insanları ancak ibadet etmeleri için yarattık."[1]
Kendimizin veya toplumun ihtiyaçlarını gidermeye yönelik yapılan çalışma, gelir elde etme, ilim tahsili, evlilik ve halka hizmet etmek gibi işlerin hepsi, Allah rızası için olursa, ibadettir.
Bir şeyi ibadet yapan etken, onun mukaddes bir amaçla yapılması ve Kuran-ı Kerim'in tabiriyle "ilâhî renge"[2] bürünmesidir.
Birtakım işlerimiz alışkanlıktan, bazısı da fıtrattan kaynaklanır; alışkanlık üzere yapılan işler; spor yapmak gibi değerli olabileceği gibi, sigara içmek gibi değersiz de olabilir. Ancak fıtrî olan bir iş, yani her insanın tabiatında bırakılan tertemiz fıtrattan kaynaklanan şey, kuşkusuz değerli olur.
Fıtratın alışkanlıktan ayrıcalığı, onda zaman ve mekânın, cins ve ırkın, yaş ve başın etkisiz olması ve her insanın insan olması hasebiyle ona sahip olmasıdır. Örneğin belli bir zaman ve soya has olmayan evlât sevgisi gibi, her insan doğal olarak kendi çocuğunu sever.[3] Fakat elbise modeli veya yemek çeşidi bir alışkanlık olup zaman ve mekâna göre değişebilir. Bir bölgede yaygın olan bir şey başka bir bölge de yaygın olmayabilir.
İbadet ve tapınma duygusu da fıtrî şeylerden biridir; dolayısıyla insanoğlunun en eski, en güzel ve en sağlam yapılarını mabetler, camiler, put haneler ve ateşkedeler oluşturmaktadır.
Elbette tapınma biçimleri arasında bir çok farklılıklar söz konusudur. Taş, ağaç ve putlardan tutun yüce Allah'a varıncaya kadar mabut yönünden farklılık olduğu gibi dansetmek ve tepinmekten tutun Allah'ın velilerinin en derin ve en zarif münacatlarına varıncaya kadar değişik ibadet şekilleri söz konusudur.
Peygamberlerin hedefi de insanda tapınma ruhu oluşturmak, hatta mabut ve ibadet şekli hususunda ıslahat ve düzeltmeler yapmaktır.
Kilise, manastır, Hinduların mabetleri ve camilerin binaları için yapılan büyük masraflar, bayrak, vatan ve millî kahramanların kutsal bilinişi, şahıslara, hatta nesnelere yönelik övgüler, bütün bunlar insan varlığındaki tapınma ruhunun göstergeleridir.
Allah'a tapmayanlar da mal ve makam, eş ve evlat, diploma ve mektep, tarikat ve gelenek gibi şeylerden birisine tapınmaktalar. Bu yolda canlarını vermeye ve tüm varlıklarını edindikleri mabutlara feda etmeye hazır olurlar. İnsanın kendisi farkında olmasa bile tapınma çok derin fıtrî bir duygudur. Mevlâna'ın dediği gibi:
"Hem çu meyl-i kûdekan ba-maderan
Sırrı meyl-i hud nedaned der-lebân."
(Çocukların annelerine eğilimleri gibi, / Kendi dudaklarımdaki bu eğilimin sırrını bilmezler.)
Hikmet sahibi Allah insana verdiği her içgüdüyü ve eğilimi doyuracak ve onu karşılayacak bir vesile yaratmıştır. Susamak varsa, onu giderecek su da var edilmiş; acıkmak varsa, insanı doyuracak yemek de yaratılmış. Cinsel güdü verilmişse onu yatıştıracak eş de yaratılmış; koklama duyusu verilmişse koklanacak şeyler de yaratılmıştır.
İnsanın derin duygularından biri sonsuzluğa eğilim, kemale yönelme ve bekayı istemesidir; Allah Tealâ'yla bağlantı kurmak ve O'na tapınmak bu fıtrî eğilimleri temin eden şeydir. Namaz ve ibadet sayesinde insan, kemâlatın kaynağıyla bağlantı kurar, gerçek mahbubuyla ünsiyet bulur, eşsiz güce sığınır.
Allah Tealâ'yı sonsuz kemalat ve sıfatlarıyla tanıyıp da karşısında huzu ve huşuyla eğilmeyen ve teslim olmayan var" mı? Kur'ân-ı Kerim kıssalar ve tarihî olaylar naklederek O'nun sahip olduğu güç ve azameti bize açıklamaktadır.
Örneğin Kur'ân-ı Kerim'de şunlar anlatılır: Allah, Meryem'e kocası olmaksızın çocuk verdi. Nil nehrini Musa için yarıp Firavun'u suda boğdu. Peygamberlerini
silahsız bir hâlde dönemlerinin süper güçlerine galip kıldı ve tağutların burnunu toprağa sürdü. Sizi topraktan yaratan O'dur, ölümünüz, hayatınız, onurunuz ve zilletiniz O'nun elindedir.
Zaafını, bilgisizliğini, güçsüzlüğünü, tahmin edilebilen ve edilemeyen tehlike ve hadiseleri görüp de kendisini onlardan kurtaracak bir güce ihtiyaç duymayan ve O'nun karşısında huşuyla eğilmeyen var mı?
Kur'ân-ı Kerim, ayetlerinde insana zaafını hatırlatarak şöyle diyor: Sen dünyaya gelince hiçbir şey biliniyordun, hiçbir şeyden haberin yoktu; tüm varlığın zaafla doluydu; nitekim güç ve kudret kazandıktan sonra da yine zaafa doğru gidiyorsun.
Sen her an tehlikelerle karşı karşıyasın. Yer küresinin hareketi yavaşlayacak olsa, gece veya gündüz sabit kalacak olsalar, onun hareketini kim hızlandırabilir ve bu durumu kim değiştirebilir?
Suyunuz çekilirse size kim bir akarsu su getirebilir?[4] Eğer dileseydik içecek suyunuzu tuzlu yapardık.[5] Dileseydik, ağaçları kuru bir çöp yapardık.[6] Dileseydik yeri titrek ve hareketli kılardık.[7] Kur'ân-ı Kerim insanı gaflet uykusundan uyandırmak, gururunu kırmak ve yaratıcıya ibadet etmeye ve karşısında titremeye yönlendirmek için bu ve benzeri onlarca örnek zikretmektedir.
Tapınmak, "basit bir huzu şekli" olarak bilinse de derinliği olan bir eylemdir.
Tapınmak insanın ruhundan kaynaklanır, bilincinden kaynaklanır; ilgi ve kutsiyetinden, övgü ve raz-u niyazından kaynaklanır; iltica ve yardım dileyişinden ve mabudun kemalatına olan aşkından kaynaklanır.
Evet, tapınmak görünüşte basit bir ameldir; fakat yukarıdaki hususlar olmadıkça kesinlikle tapınmaz insan. Tapınmak yani maddiyata sırt çevirerek ruhu uçurmak, gözle görülen ve kulakla duyulan şeylerin ötesine geçmektir. Tapınmak, insanların yaratana karşı bazen övgü ve senayla, bazen Tesbih ve takdisle, bazı zamanlar şükür ve teslimiyetini dile getirmekle Rabbine karşı edebini ortaya koyduğu aşkını temin eden bir duygudur.
Hz. Ali (a.s) buyuruyor ki:
"Ey insan! Ömründen bu kadar geçtiği hâlde (bu kadar kabiliyet, yetenek, imkânat, akıl, ilim ve vahiyden yararlanmana rağmen) tıpkı hayvan gibi bir otlağa kurulup uyuyorsansa, yazıklar olsun sana!"[8]
Evet, medeniyet, teknoloji, yeni araç ve gereçlerin icadı ve ilerleyişi yaşamı kolaylaştırmış, refah ve rahatlık getirmiştir; fakat acaba insanın kemali bu maddî refaha mı bağlıdır?
Eğer öyleyse, bu durumda yemek-içmek, giymek ve şehveti tatmin etmek hususunda hayvanlar insandan daha ileridedirler!
Yemek hususunda hayvanlar daha iyi, daha fazla ve daha rahattırlar; pişirme ve hazırlama gibi bir dertleri yok onların!
Elbise konusunda, dikmek, yıkamak ve ütü derdi diye bir dertleri yoktur!
Şehvet alanında, hiçbir problemle karşılaşmadan kendilerini tatmin etmekteler.
Ev hususunda, nice kuşlar ve haşereler vardır ki, yuva yapmaktaki teknikleri insanı hayrete düşürmektedir.
Esasen, acaba teknolojinin bu ilerleyişi insanlığın ilerlemesini sağlamış mıdır?
Acaba bu rahatlık, huzur da getirmiş midir?
Her halükârda, insanın elini masum ve adil önderlerin eline vermediğimiz takdirde insanlığa zulmetmiş olacağımız gibi insanın kalbi de Allah'a düğümlenmezse insanlık makamına hakaret edilmiş olur.
Gökyüzündeki kürelerin ve farklı hareketleriyle yerin sabit bir yörüngesi olduğu gibi, zaman ve mekân şartları, kişisel ve toplumsal şartlar hareket şeklini belirlese bile ibadetlerin de farklı şekilleriyle sabit bir yörüngesi vardır ve o da Allah'ın rızasıdır.
Örneğin yolculuk, namazın iki rekât kılınmasına neden olur, hastalık namazın şeklini değiştirir; fakat iki rekât veya seferi kılman namaz da tam namaz gibi namazdır ve Allah'ın zikri, O'nun rızası ve emrini yerine getirmek doğrultusundadır. "Beni anmak için namazı kıl."[9]
İbadet, ruhun gıdasıdır; yemekler arasında en iyi olanı bedence hazmedilenidir; ibadetlerin en iyisi ise ruha cezp olanıdır; yani neşat ve kalp huzuruyla yerine getirilenidir. Çok yemek bir işe yaramaz, önemli olan yararlı şeyler yemektir.
Resul-i Ekrem (s.a.a) Cabir b. Abdullah-i Ensarî'ye şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın dini sapasağlam ayaktadır; o hâlde çına karşı uyumlu davran (ve ruhen hazır olmadığın bir zamanda kendini ibadete zorlama); aksi durumda ibadetten nefret edersin."[10]
Resulullah'tan (s.a.a) nakledilen başka bir hadiste ise şöyle geçer:
"Ne mutlu ibadete aşık olup onu bir sevgili gibi kucaklayana!"[11]
İnsan ibadette orta hâili olduğu durumda ancak ibadet ve tapınma ruhu canlılığını korur; dolayısıyla hadis kitaplarında "el-İktisâd fi'1-İbade" (İbadette Aşırıya Gitmemek) başlığı altında rivayetler nakledilmiştir.[12]
İnsan ancak uzuvları arasında uyum olursa sağlıklı olur, bir uzvu normalinden daha büyük veya küçük olursa, kusurlu sayılır. Manevî konularda da insan, değerleri birbiriyle tamamen uyum içerisinde özümsemelidir. Peygamber efendimize, ümmetinden bir grubunun ibadet için eşlerini ve evlatlarını terk edip mescide geldiklerini haber verdiler. Bunun üzerine efendimiz, "Bu benim gidişatım değil; ben evimde ve eşimle birlikteyim. Kim bunun aksine davranırsa benden değildir." diye buyurdu.[13]
İmam Cafer Sadık (a.s), komşusu Hıristiyanlıktan dönüp Müslüman olan birinin öyküsünü anlatıyor. Bu adam daha yeni Müslüman olan komşusunu seher vakti uyandırarak mescide götürür ve ona, "sabah ezanına kadar gece namazı kıl", der. "Sabah olunca, sabah namazını kıl ve sonra da güneş çıkıncaya kadar dua et", der. Sonra da öğleye kadar Kur'ân okumasını tembihler ve böylece yeni Müslüman olan bu adamın bütün gününü namaz, Kur'ân ve dua ile doldurur. Hıristiyan adam eve dönünce Müslümanlığı terk eder ve bir daha da camiye adımını atmaz.[14] Evet, ibadette böyle aşırıcılık insanları kaçırır.
Üstat Şehit Murtaza Mutahharî şöyle nakleder; Amr-ı As'ın iki oğlu vardı; biri İmam Ali (a.s), diğeri ise Muaviye taraftarı oldu. Bir gün Peygamber efendimiz Amr-ı As'ın iyi oğluna (Abdullah), "Senin geceleri ibadet ve gündüzleri de oruçla geçirdiğini duydum." buyurdu. Amr'ın oğlu, "evet, ya Resulullah", dedi. Bunun üzerine efendimiz, "Ben bunu kabul etmiyorum." buyurdu.[15]
Hadislerde, "kalplerin yöneliş ve kaçışları vardır."[16] diye okumaktayız. Kalpler yöneldiğinde ondan yararlanın; hazırlıklı olmadığında ise ona baskı yapmayın; aksi durumda farkında olmadan olumsuz bir tepki gösterir.
Dinimiz şöyle tavsiyede bulunmaktadır: Vakitlerinizi dörde bölün ve bir bölümünü dinlenmek ve eğlenmek için ayırın; eğer böyle yapacak olursanız diğer işler için de coşkulu olursunuz.[17]
Kur'ân-ı Kerim, dinlenme ve tatil günlerinde balık tutmaya ve çalışmaya giden Yahudileri mütecaviz diye nitelendirmektedir:
"Cumartesi gününü çiğneyenleri (ve hırsla çalışanları), elbette bilmişizdir."[18]
Her halükârda ibadette coşku ve morali korumak ortayı bulmakla elde edilecek bir durumdur.
Müdüriyet sadece toplumsal, iktisadî ve siyasî konularda değildir; ibadî konularda da müdüriyete gerek vardır.
Müdüriyette vazgeçilmez ilkeler söz konusudur: Plân, proje; yetenekli kişilerin seçimi, disiplin ve gözetim, teşvik, kontrol ve benzeri şeyler. İbadette de, gelişme sağlama amacıyla bu ilkelerin gözetilmesi gerekir.
Namazın belli bir projesi var; tekbirle başlar, selâmla da biter. Rekât, rükû ve secdelerin sayısı bellidir. Özel vakitleri tayin edilmiştir ve kıbleye doğru yapılması gerekir.
Fakat, sadece plan yeterli değildir, bunun icrası için de bütün şartlara sahip olan cemaat imamı seçilmelidir. İnsanların adabına uygun, ahlâkî kurallar gözetilerek temizliğe önem verilerek namaz ve camiye teşvik edilmeleri gerekir. Cemaat saflarında disiplin, uyumluluk ve cemaat imamına uymaya dikkat edilmelidir; kısacası namazın güzel bir şekilde kılınması için tam anlamıyla bir müdüriyete gerek vardır.
Herkes her an ve bütün şartlar altında, daha önce vakit almaksızın, hiçbir vasıtaya gerek duymaksızın Allah Tealâ'yla bağlantı kurabilir. Her ne kadar seher vakitleri, cuma gününün ikindi vakitleri, cuma namazının hutbelerinden sonra, yağmur yağınca veya kadir gecesi gibi belli vakitlerde dua ve ibadetin bambaşka bir yeri olsa da, ancak dua ve yakarış bu günlerle sınırlı değildir.
İbadet, her durumda gaflet, unutkanlık ve isyanın ilâcıdır:
"Beni anmak için namaz kıl."[19]
İbadet huzur ve güvence kaynağı, ıstırap ve endişeyi giderme membaıdır:
"Haberiniz olsun, ancak Allah'ın zikriyle kalpler mutmain olur."[20]
Elbette zorba günahkârları, büyük sermaye sahiplerini, bilim, sanat ve teknoloji sahiplerini tanırsınız, fakat bunlar arasında huzurlu olan bir kişiyi tanıyor musunuz?
Acaba günümüzün batı toplumu ruhen huzur içinde midir?
Acaba güç, kudret, servet ve sanayi günümüz insanı için barış, kardeşlik, güven ve huzur getirebilmiş midir? Oysa Allah'a ibadet ve itaat, Allah'ın velileri üzerinde öyle bir etki bırakmıştır ki onlar hiçbir şartta ıstıraba düşmezler. Burada İmam-ı Ümmet'ten iki hatıra anlatayım:
Şah'ın İran'dan kaçmasının peşinden, hâlâ zavallı hizmetçisi Şapur Bahtiyar hükümet sürerken, İmam Humeyni on beş yıl sonra ülkesine dönmeye karar verdi. Haberciler uçakta ona, "Şimdi ne hissediyorsunuz?" diye sorduklarında, "Hiçbir şey!" cevabını verdi!
O zaman kendisine âşık olan milyonlarca İranlı İmam Humeyni’nin canından dolayı endişelenirken o yüce kişi sakin bir vaziyette uçakta gece namazı kılıyor ve Allah'ı zikrediyordu. Bu sükûnet ve güvence ise sadece Allah'ı anmasından kaynaklanıyordu.
Rahmetli İmam Humeyni'nin oğlu Ahmet'ten duyduğum diğer bir hatıra da şöyledir:
İran Şahı İran'dan kaçınca dünyanın dört bir yanından onlarca haber ajansı ve fotoğrafçı İmam Humeynî'nin sesini dünyaya duyurmak için Paris'te onun evinde toplandılar. İmam Humeynî bir sandalyenin üzerinde biraz oturup birkaç kelime konuştuktan sonra bana dönerek, "Ahmed! Öğle vakti girdi mi?" diye sordu. Ben, "Evet" cevabını verince, İmam derhal konuşmasını keserek namazı ilk vaktinde kılmak için yerinden kalktı. Herkes, "Ne oldu?" diye merak ediyordu. Ben, "İmam, namazını ilk vaktinde kılıyor." dedim.
İmam Humeynî Paris'te yaptığı bu hareketini önderi İmam Rıza'dan (a.s) öğrenmişti. Tarih kitaplarında kaydedildiğine göre, isimleri Kur'ân-ı Kerim'de geçen Sabi-îler'in önderi gururlu ve mutaassıp bir bilgindi. İmam Rızayla (a.s) tartıştığında İmam onun düşüncelerini öyle bir alt üst etti ki, "Şimdi kalbim yumuşadı; sizin mantığınızı kabul ediyorum." dedi. Tam o sırada ezan sesi yükseldi; İmam Rıza (a.s) namaz kılmak üzere toplantıyı terk etti. İmam'ın arkadaşları, her ne kadar, toplantıyı biraz daha sürdürecek olursa o ve tüm izleyicilerinin Müslüman olacaklarını söyledilerse de, İmam (a.s) "Namazı vaktinde kılmak, tartışmaktan daha iyidir; eğer onun liyakati varsa namazdan sonra da hakkı kabul edebilir." buyurdu: İmam'ın bu katiyet, itaat ve aşkını gören Sabiî bilginin ilgisi daha da arttı.[21]
İbadet, ilâhî yardım ve lütufları almak için bir vesiledir.
"Sana yakin (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et."[22]
Hz. Musa (a. s) semavî kitap olan Tevrat'ı almak için kırk gün, kırk gece Tur dağında ibadet ve münacat etti. Hz. Resulullah (s.a.a) ise vahiy almak için uzun bir süre Hira mağarasında ibadet etti. Rivayetlerde şöyle geçer:
"Kim kırk gün işlerini halis kılarsa, Allah Tealâ hikmet pınarlarım kalbinden diline akıtır."[23]
Evet, ihlâsla yapılan ibadet hikmeti, ilâhî pınardan alıp diğerlerine aktaracak hekim kişiler yetiştiren bir fakültedir.
İman insanı ibadete çektiği gibi, ibadet de imana derinlik kazandırır. Aynen bir ağacın kökünün su ve gıdayı yapraklara ulaştırması ve karşılığında yaprakların da ısı ve ışığı ulaştırması gibi. Evet, ibadet her ne kadar iyi ve fazla olursa, insanın, mabuduna ünsiyeti de bir o kadar artış gösterir.
Kur'ân-ı Kerim namazın felsefesini Allah'ı anmak ve zikretmek olarak tanıtıyor: "Beni anmak için namaz kıl!"[24]
Allah'ı anmayı ise kalplerin huzur bulması, "Haberiniz olsun Allah'ın zikriyle kalpler huzur bulur."[25]
Ve kalp huzurunun sonucunu ise melekût âlemine uçuş olarak tanımlıyor:
"Ey mutmain (huzur bulan) nefis! Rabbine dön."[26]
Kur'ân-ı Kerim diğer ayetlerde, ibadeti Allah Tealâ’ya teşekkür olarak nitelendiriyor:
"Sizi yaratan Rabbinize ibadet edin."[27]
"Onları yedirip açlıktan kurtaran ve onları korkudan güvene çıkaran bu evin (Kâbe’nin) Rabbine ibadet etsinler."[28]
Bazı ayetler namazın terbiye ve eğitim alanındaki rolüne değinerek şöyle buyuruyor:
"Namaz kötü ve iğrenç şeylerden men eder."[29]
Namaz kılan kişi, namazın doğru ve kabul olması için, bir takım dinî kurallara uymak zorundadır; bu kurallara uymak, kendisinin günah ve çirkinliklerden sakınması için güçlü bir zemindir. Evet, beyaz bir elbise giyen birinin kirli ve tozlu bir yerde oturmaması doğal bir durumdur.
Kur'ân-ı Kerim namaza tavsiye ettikten sonra buyuruyor ki:
"Doğrusu iyilikler kötülükleri giderir."[30]
O hâlde namaz amelen geçmiş günahlardan tövbe sayılır.
Allah Tealâ bu ayetle günahkârlara, namaz ve ibadet gibi iyi işlere yönelecek olurlarsa, günah ve kötülüklerinin yok olacağına dair umut vermektedir.
İmam Ali (a.s) Nehc'ül-Belâğa'da defalarca namaz ve Allah'ı anmaktan bahsetmiştir. Onun bu buyrukları "Nehc'ül-Belâğa'da Namaz" adlı bir kitapta toplanmıştır. Biz burada en bariz örneği namaz olan, zikir ve Allah'ı anmanın felsefesi hakkında ondan birkaç cümle nakledeceğiz:
Buyuruyor ki:
"Allah, zikri kalplerin cilası kıldı ki kulaklar Allah'ın zikriyle işitsin ve kör gözler görür olsun."[31]
Sonra namazın bereketleri hakkında buyuruyor ki: "Onları melekler kuşatır, üzerlerine huzur iner, onlar için göklerin kapıları açılır ve güzel yerler hazırlanır."
Başka bir hutbede şöyle buyuruyor:
"Namaz, günahları ağaçların yaprakları gibi döker ve insanın boynunu günah ipinden kurtarır."[32]
Sonra devamında, Resul-i Ekrem'den güzel bir benzetme nakletmektedir:
"Namaz insanın kendisini günde beş defa yıkadığı bir su arkı gibidir; acaba artık bundan sonra insanda kir kalır mı?"
196. hutbede kibir, azgınlık ve zulüm gibi ahlâkî çirkinliklerin bir bölümünü sıraladıktan sonra buyuruyor ki:
"Bu kötülüklerin tedavisi namaz, oruç ve zekâttır."
Ardından da namazın etkileri hakkında şöyle buyuruyor:
"İnsanların bütün vücuduna huzur ve teskinlik verir, gözlerine huzu, huşu verir, nefislerini titretir, uysallaştırır, kalplerini yumuşatır ve kibri giderir. Vahşetler onları dehşete düşürünce senin zikrin onlara üns ve ülfet verir."
Elbette bütün insanların namazdan bu yararlan sağlayamadığı, sadece bir gurubun namaza ve Allah'ı anmaya gönül verdiği ve onu bütün dünyayla değişmeyecekleri açıktır.
1- Gurur ve Övünç Kaynağı
İmam Zeynelabidin (a. s) münacatında şöyle buyuruyor:
"Allah'ım! İzzet olarak senin kulun olmak yeter bana."[33]
İnsanın, yaratıcısıyla konuşması ve O'nun insanın söylediklerini duyup kabul etmesinden daha büyük bir iftihar ve övünç kaynağı var mıdır?!
Bu değersiz dünyada, insanın muhatabı büyük ve bilgin bir kişi olursa insan onunla övünür, onunla birlikte olmaktan gurur duyar ve bir zamanlar falan hocanın öğrencisi olduğundan dolayı kıvanç duyar.
2- Güç ve Kudret Kaynağı
Çocuğun eli güçlü ve şefkatli babasının elinde olduğu sürece kendini güçlü hisseder, fakat yalnız olunca, her an diğerlerinin kendisine bir zarar ulaştırmasından korkar, endişelenir.
Allah Tealâ'yla bağlantı içerisinde olan bir kişi, süper güçler, zorbalar ve müstekbirler karşısında kendini güçlü hisseder.
3- İzzet Duygusu
İzzet, etkilenmeme anlamındadır. Peygamberler mektebinde bütün izzetler Allah'a mahsustur; nitekim bütün güçler de O'nundur. Dolayısıyla, Kur'ân-ı Kerim, Allah'tan başkasının kapısını çalanları, "Allah'tan başkasından mı izzet istiyorsunuz." diye kınamaktadır.[34]
Tabi ki mutlak Aziz'e ve sonsuz güce bağlanmak insana izzet verir. Nitekim "Allah-u Ekber" gibi kelimeler zorbaları insanın yanında alçaltır ve ona zorbalar karşısında onur kazandırır.
İşte bu nedenledir ki Kur'ân-ı Kerim, zorluklarda ve sıkıntı anlarında namaz ve ibadetlerden güç ve kuvvet almamızı emrediyor.
"Sabır ve namazla yardım talep edin."[35]
Allah'ın velileri de hassas durumlarda, namazdan güç alırlardı. Kerbelâ'da dokuzuncu günün ikindi vakti, Yezit ordusu İmam Hüseyin'in (a. s) çadırlarına hücum etti. İmam (a.s), "Savaşı bir gece geciktirin; çünkü ben namazı seviyorum ve bu geceyi sabaha kadar ibadetle geçirmek istiyorum." buyurdu.[36]
Allah'ın salih kulları, sadece farz namazları değil, sünnet namazları da severler. Nafile namazı, Allah'a aşkın nişanesidir. Farz namazı insanlar genellikle Allah'ın azabından korktukları için kılabilirler; fakat müstehap namazda korku değil, aşk söz konusudur.
Evet, birini seven birisi onunla daha fazla konuşmak ister; onu bırakmaz. Allah'ı sevdiğini iddia eden birisi O'nunla konuşmayı nasıl istemez ki?!
Elbette namaz ve nafilelere karşı bu ilgisizlik sebepsiz değildir, rivayetlere göre gün boyu işlenen günahlar insanın gece namazı ve sabahın nafilesini yerine getirmesine engel olur ve ondan bu nimetin alınmasına sebep olur.[37]
Her halükârda nafile namazlarını kılmayan bir kişinin bir fazileti olmadığı için Allah Tealâ'dan kendisine bir lütuf ve bağışta bulunmasını bekleyemez. Nitekim ıslâh edicinin (Mehdi'nin -a.f-) zuhurunu bekleyen kişinin kendisi de salih olmalıdır.
Nafile namazlar, farz namazların eksik ve noksanlıklarını telafi eder.[38] Birisi İmam'a, "Ben namazlarda kalben huzur bulamıyorum ve namazın bereketlerinden bir nasip edinemiyorum; ne yapmamı önerirsiniz?" diye sorunca buyurdu ki:
"Farz namazların peşinden nafile namazı kıl; çünkü nafile namazı farz namazların eksikliklerini giderir ve farz namazın kabul olmasına neden olur."
İşte bu etki ve bereketlerden dolayıdır ki Allah'ın velileri sadece farz namazlara değil, müstehap namazlara da çok fazla önem verirler; aşırı yemek, çok konuşmak, çok uyumak, haram lokma, boş işlerle uğraşmak, dünyayla meşgul olmak gibi bu manevî seyre ve ruhî uçuşa engel olan şeylerden uzak dururlar. Çünkü bu gibi şeyler insandan ibadet hâlini alır ve namazı onun gözünde ağır gösterirler.
Nitekim Kur'ân-ı Kerim şöyle buyuruyor:
"Doğrusu o (namaz) -Allah'a- saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir."[39]
4- Terbiye Edici Bir Etken
Her ne kadar namaz ruhî ve manevî bir bağlantı olup hedefi Allah'ı anmaksa da, ancak İslâm bu ruhun isteğini bir takım terbiye programları çerçevesinde uygulamıştır, dolayısıyla bunun için birçok şartlar koşmuştur; namazın sahih olmasının şartları, namazın kabulünün şartları ve namazın mükemmelliğinin şartları gibi.
Namazın sıhhat şartlarından olan örneğin beden ve elbisenin pak olması, kıbleye doğru durmak, kelimeleri doğru telaffuz etmek, namaz kılman yerin ve giyilen elbisenin mubah oluşu gibi şartlar, namaz kılan kişinin ruhuyla değil, cismiyle ilgilidir.
Fakat İslâm dini ibadetin bu şekilde yapılmasını isteyerek Müslümanlara nezaket ve temizlik, istiklal ve diğerlerinin haklarını gözetme dersi vermeyi hedeflemiştir.
Nitekim, yöneliş ve kalp huzuru, Ehlibeyt İmamları'nın imamet ve önderliklerini kabullenmek, humus ve zekât gibi malî farzları yerine getirmek namazın kabulünün şartlarındandır. Namazı ilk vaktinde camide kılmak, güzel koku sürüp dişleri fırçaladıktan sonra safların düzenini gözeterek namaza durmak vb. şeyler de namazın mükemmelliğinin şartlarındandır.
Bu şartlara dikkat ettiğimizde bunlardan her birinin insanları terbiye etmede önemli bir rolü olduğunu görürüz.
Namazda hangi tarafa duracak olursak Allah'a doğru durmuş oluruz; çünkü Kur'ân-ı Kerim buyuruyor ki: "Nereye dönseniz Allah'ın veçhi oradadır."[40] Fakat İslâm toplumunun bir tek yönü olması gerektiğini anlatmak, insanlara vahdet ve birlik dersi vermek için herkesin bir yöne doğru durmasını emrediyor. Ancak neden bu yön Kabe olsun ki? Çünkü Kabe insanların ibadet etmesi için kılman ilk yerdir: "Doğrusu insanlara ilk kurulan ev, mübarek Mekke'de olandır."[41] Ayrıca, temelini atan ve tarih boyunca tamir edenler peygamberlerdir. Kaldı ki, Kabe bağımsızlık simgesidir; çünkü Müslümanlar Yahudilerle Hıristiyanların kıblesi olan Bey-t'ul-Mukaddes'e doğru yönelince onlar, "Bizim kıblemize doğru namaz kılıyorsunuz, o hâlde müstakil ve bağımsız değilsiniz." diyerek onları küçümsüyorlardı. Kur'ân-ı Kerim apaçık bir şekilde buyuruyor ki:
"Yüzünüzü o yana -Kabe'ye- çevirin ki insanların aleyhinizde bir delili olmasın."[42]
Kısacası, kıble istiklâl, vahdet ve birlik sembolüdür ve tüm bunlar namazın terbiye edici dersleridir.
5- Ruhları Çağırmak!
Günümüz dünyasında hipnotizma canlılık kazanmıştır; fakat amacımız o konuyu işlemek değildir. Amacımız kaçak ruhumuzu namaz vasıtasıyla yüce yaratıcımızın huzuruna çıkarmak ve bu disiplinsiz öğrenciyi getirip sınıfta oturtmaktır. Namazın bereketlerinden birisi de azgın ve kaçak nefsi Allah'ın huzuruna getirmektir.