472 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
KÖLELİK VE KÖLELEŞTİRME HAKKINDA
Kur'ân-ı Kerim'in
"Eğer onları azaba çarptırırsan, onlar seninkullarındır."
(Mâide, 118) ifadesi, köleliğin ve kulluğun anlamını açıkçaortaya koyan bir cümledir. Gerçi Kur'ân'da bu anlamı içeren
ayetlerin sayısı çoktur, ama bu ayet bu konuda akla uygun bir gerekçe
getiriyor ve bu gerekçe şu gerçeği ortaya koyuyor: Eğer ortada
bir kul varsa, akıl şunu kesin olarak kabul eder ki onun efendisi,
onun üzerinde azaba çarptırma tasarrufunda bulunabilir.
Çünkü efendisi onun malikidir.
Aklın kul hakkında azabı caiz görmesi ve ağır tasarrufları mubah
kılması, ancak ağır olmayan diğer tasarrufları mubah görmesinden
sonra söz konusu olabilir. Buna göre efendi, kulu üzerinde
dilediği zaman ve dilediği gibi tasarrufta bulunmaya yetkilidir. Aklın
bu konuda istisna ettiği tasarruflar, sadece çirkin gördüğü tasarruflardır.
Bunları caiz görmemesi, bu tasarrufların kendilerinin
çirkin, iğrenç olmalarından kaynaklanır. Yoksa kul, kul olması hasebi
ile efendinin her türlü tasarrufuna açıktır.
Bunun gerekli kıldığı sonuç, kulun yükümlülüklerinde efendisine
itaat etmesi, efendisinin isteklerine uymasıdır. Kul, efendisinin
razı ol-madığı hiçbir işte kendi başına hareket etme hakkına
sahip değildir. Nitekim şu ayetlerde bu gerçeğe kısmen işaret ediliyor:
"Bilâkis (onlar) onurlu, değerli kullardır. O'ndan önce söz
söylemezler ve onlar, sadece O'nun emri ile hareket ederler."
(Enbiyâ, 26-27)
"Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasınınmalı olan bir köle ile katımızdan kendisine verdiğimiz güzel rızktan
gizli ve açık olarak harcayan (hür) bir kimseyi misal verir. Hiç
bunlar bir olurlar mı?"
(Nahl, 75)
Kur'ân'ın ışığında kölelik ve kulluk meselesini çeşitli yönleri ile
birkaç bölüm hâlinde incelemek yerinde olur:
1- Yüce Allah'a Kulluğu Esas Kabul Etmek
Kur'ân'da insanları Allah'ın kulları sayan pek çok ayet vardır.
İslâm çağrısı bu temel esasa dayanır: "İnsanlar kuldur ve Allah onların
gerçek mevlâları, efendileridir. Hatta bunun da ötesinde göklerdeki
ve yerdeki varlıkların tümü kul olarak adlandırılır. Çok sa
Mâide Sûresi 116-120 .................................................. 473
yıdaki melekler ile cinler bu varlıklara örnektir. Şu ayette
buyrulduğu gibi:
"Göklerde ve yerde bulunanların tümü Rahman'akul olarak geleceklerdir."
(Meryem, 93)Hiç şüphesiz, yüce Allah'a ubudiyet (kulluk) kavramı, objektif
bir analize, yani kelimenin kendisinden elde edilen anlamının analizine
dayanır. Şöyle ki: Önce ubudiyetin (kulluğun) anlamı temel
elementlerine çöümleniyor. Arkasından temel anlama eklenen,
fazlalık niteliğindeki özellikler atıldıktan sonra gerçek niteliğinin
akıllı varlıklarda sabitleştiğine hükmediliyor.
Şöyle ki, insanlar arasında kul-köle diye adlandırılan fertler
vardır. O fertlerin bu isimle anılmalarının sebebi başkalarının mülkü
olmalarıdır. Bu mülkiyet, kölenin maliki ve efendisi olan o başkalarına
köle ile ilgili istediği gibi tasarrufta bulunma imkânı veriyor
ve kölenin bağımsız iradesini mutlak anlamda ortadan kaldırıyor.
Eğer bu anlam üzerinde iyi düşünülürse insanın, daha doğrusu
bütün bilinçli ve irade sahibi varlıkların gerçek anlamı ile yüce Allah'ın
kulları, köleleri olduğuna hükmedilir. Çünkü Allah, mülkiyetin
ger-çek anlamı ile mülk olarak adlandırılan bütün nesnelerin
malikidir. Hiçbir nesne kendinden veya başkasından kaynaklanmış
olarak hiçbir şeye, meselâ faydaya, zarara, ölüme, hayata,
tekrar dirilmeye malik değildir. Varlık âleminde hiçbir nesne ne
zatı, ne sıfatı ve ne de fiili ile bağımsız değildir. Sadece Allah'ın
kendisine bağışladığı kadarı ile bir şeylere maliktir. Ama bu mülkiyet,
Allah'ın mülkiyetini ortadan kaldırmaz, mülkiyeti Allah'tan
başkasına geçirmez. Başka bir deyişle, varlıklara verdiği mülklerin
asıl maliki ve onlara sunduğu gücün asıl sahibi Allah'tır. O her şeye
kadirdir ve her şeyi kuşatmıştır.
İşte kulların, Allah'ın teşriî iradesine boyun eğmeleri gerekliliğinin
gerekçesi, bu gerçek otorite ve bu hakikî mülkiyettir. Bu
yüzden kullar Allah tarafından kendi işilerini düzene sokan iki cihanlarının
mutluluğunu sağlayacak olan dinî kurallara ve Şer'î yasaklara
boyun eğmekle yükümlüdürler.
Kısacası Allah, kullarının tekvinî mülkiyetle malikidir. Onlar bu
gerekçe ile O'nun takdirine ister istemez boyun eğen kulları olurlar.
O'nu tanımaları veya bilmemeleri, yükümlülüklerine itaat et
474.................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
meleri veya isyan etmeleri bir şeyi değiştirmez. Yine Allah teşriî
mülkiyet anlamında da onların malikidir. Bu gerekçe ile O'nun
emirlerini dinleyip O'na itaat etmeleri, kötülüklerden kaçınıp O'na
kulluk etmeleri gerekmektedir.
Bu maliklik ve efendilik, hüküm itibari ile insanlar arasında
egemen olan mülkiyetten ve efendilikten ve bu efendiliğin karşıtı
olan diğer kulluk türünden şu bakımdan ayrılır: Yüce Allah, mutlak
olarak tekvinî anlamda malik olduğu için, O'nun dışında bu anlamda
başka bir malik olmadığı için teşriî kulluk aşamasında onun
dışında bir efendi edinmek, O'ndan başka birine kulluk etmek
caiz değildir. Nitekim yüce Allah,
"Rabbin, sadece kendisine kulluketmenizi... emretti."
(İsrâ, 23) buyuruyor. Ama insanlardan olandiğer efendiler böyle değildir. İnsanlar arasındaki mülkiyet, üstünlük
metotlarından herhangi biri ile üstünlük kuranlara ait olur.
Bunun yanı sıra insanlar Allah'ın mülkü olmayan hiçbir şeye
sahip olmadıklarından, varlıkları mülk olan ve olmayan diye ikiye
ayrılmadığından, bilâkis tekvinî anlamda zatları ile, sıfatları ile,
hâlleri ve davranışları ile bir bütün olarak Allah'ın mülkü olduklarından,
teşriî mülkiyet de bunu izlemiş [dolayısıyla onlar Allah'ın
teşriî mülkiyetinin de dahilindedirler] ve bu (teşriî) mülkiyet gereği
onlar üzerinde kulluğun devamına ve şu veya bu bakımdan kendileri
ile ilgili olan her alanı kapsadığına hükmedilmiştir. Bu yüzden
kendileri ile ilgili alanların bir bölümü ile O'na kulluk etmeleri söz
konusu edilemez. Meselâ dilleri ile Allah'a kulluk edip elleri ile
etmemeleri düşünülemez. Kulluklarının bir bölümünü Allah'a ve
diğer bir bölümünü Allah'tan başkasına yöneltmeleri de olacak
şey değildir. Ama insanlar arasında geçerli olan efendilikte durum
böyle değildir. Çünkü akıl gereği insandan efendi, her istediğini
yapamaz. Bunun üzerinde iyice düşünün.
Şu ayetlerin ve benzerlerinin mutlaklığının delâlet ettiği gerçek
işte budur:
"Sizin O'nun dışında bir veliniz ve şefaatçiniz yoktur."(Secde, 4)
"O, kendisinden başka ilâh olmayan Allah'tır. İlktede, sonda da (dünyada da, ahirette de) hamd O'na mahsustur.
Hüküm de O-nundur."
(Kasas, 70) "Göklerde ve yerde bulunanlarınhepsi Allah'ı tesbih ederler. Mülk O'nundur, hamd O'na mahsustur.
O her şeye kadirdir."
(Teğâbun, 1)
Mâide Sûresi 116-120 ............................................................. 475
Kısacası yüce Allah için geçerli olan kulluğun analitik bir anlamı
vardır. Bu anlam insanların toplumlarında geçerli saydıkları
kulluktan, kölelikten alınmıştır. Bu kurumun insan toplumlarında
bulunan bir dayanağı vardır. Şimdi bu dayanağın ne olduğunu görelim.
2- İnsanın Köleleştirilmesi ve Sebepleri
Yaklaşık yetmiş yıl öncesine kadar köleleştirme, köle edinme
geleneği insan toplumlarında geçerli idi. Belki de günümüzde de
bazı uzak ve ilkel Afrika ve Asya kabileleri arasında geçerlidir. Köle
ve cariye edinmek, başlangıcı belli olmayan bir tarihten beri eski
kavimler arasında yaygındı. Bu geleneğin milletler arasında geçerli,
kendine özgü bir düzeni ve genel kuralları vardır. Ayrıca sadece
belirli milletlerde geçerli olan özel kuralları da olmuştur.
Bu geleneğin anlamının özü şudur: Bazı şartların varlığı hâlinde
insanın kendisi, hayvan, bitki ve cansız madde kökenli eşyalar
gibi bir eşya olarak kabul edilmektedir. İnsan mülk olunca iradesi
ortadan kalkıyor, davranışları ve davranışlarının sonuçları başkasının
yetkisinde olup onların üzerinde istendiği gibi tasarruf edilebiliyordu.
İnsanlar arasında geçerli olan köleleştirme geleneği bu idi.
Yalnız bu gelenek başı boş veya hiçbir şartı olmayan mutlak bir iradeye
dayalı değildi. İnsanlar hoşuna giden herkesi mülkiyetine
alamıyor, satın alma veya hibe gibi yöntemlerle her istedikleri, her
diledikleri insanı köleleştiremiyorlardı. İşin temeli başı boşluk ve
keyfîlik değildi. Gerçi kavimler arasındaki görüş ve gelenek farklılığına
bağlı olarak uygulanan kanunlarda birçok başı boşluklar
vardı.
Köleleştirme geleneği aslında, galip gelip üstünlük kurma
türlerinden birine dayanıyordu. Savaşta galip gelmek gibi. Bu
galibiyet, ga-lip gelen tarafın yenilen düşmanına istediğini
yapması sonucunu doğuruyordu. Öldürmek, esir almak veya
başka bir işlem gibi. Başka bir üstünlük yolu reisliğin, şefliğin
sağladığı üstünlüktü. Zorba bir şef, zalim bir hükümdar egemenlik
alanında dilediğini yapabiliyordu. Diğer bir üstünlük yolu da
dünyaya getirme ayrıcalığı idi. Yeni doğan güçsüz çocuk babasının
veya velisinin güçlü avucuna düşmüş bir eşya gibi idi. Ona aklına
476 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
avucuna düşmüş bir eşya gibi idi. Ona aklına geleni yapabilirdi.
Satmak, hibe etmek, değiştirmek, kiralamak gibi.
Daha önceki incelemelerimizde sık sık vurgulandığı gibi, insan
toplumunda mülk edinmenin temel dayanağı, insanın mümkün
olan her şeyden, mümkün olan her şekilde yararlanma iç güdüsüdür.
Sömürücülük insanın doğasında saklıdır. İnsan, hayatını devam
ettirme yolunda gücünün yettiği, sömürebildiği, faydalanabildiği
her şeyi kullanır ve sömürür. Bu iş hammaddeden başlar. Ardından
değişik maddî (cansız) temel elementler ve bileşiklerden
hayvana, hayvandan hemcinsi olan insana kadar her şey bu kullanma
ve yararlanma iç güdüsünün hedefidir.
Yalnız insanın dayanışmaya ve birlikte yaşamaya muhtaç olması
onu, diğer hemcinslerinin çalışmaları ile meydana gelen
faydayı paylaşmayı kabul etmeye zorlamıştır. Bu yüzden toplumdaki
her ferdin ayrı bir işi, bir mesleği oluyor, sonra toplu olarak bu
çalışmaların hepsinden ortaklaşa yararlanıyorlar. Başka bir deyişle,
çalışmaların sonuçları fertler arasında bölüştürülüyor ve her
fert toplumsal ağırlığı oranında bu çalışmaların sonuçlarından yararlanıyor.
İşte bundan dolayı şunu görüyoruz: Toplumun üyesi olan
fertler güçlenip egemen oldukları oranda doğal uygarlığı ortadan
kaldırıyorlar ve üstünlük kurma yolu ile insanları sömürmeye,
onları boyundurukları altına almaya, şahısları, malları ve ırzları
üzerinde canlarının istediği gibi hâkimiyet kurmaya başlıyorlar.
Bundan dolayı toplumların insanı köleleştirme hususundaki
geleneklerini objektif ve özgür bir şekilde değerlendirdiğimizde şu
sonuca varırız: İnsanlar toplumlarının içinde yer aldıkça, toplumlarının
bir parçası olduğu sürece insanı mülk edinmeyi caiz
görmüyorlar. İnsanın mülk edinilmesi için ya toplum dışında olmasına
hükmedilmesi gerekir. Savaşan düşman gibi ki, böyle bir
insanın toplumu yok etmekten, fertlerin varlıklarını ortadan kaldırmaktan
başka bir amacı olmaz.
O hâlde böyle bir insan, düşmanı olan toplumun dışındadır. Bu
yüzden toplumun onu yok etmesi, onu dilediği gibi mülkiyetine
alması mubahtır. Çünkü hiçbir dokunulmazlığı yoktur, saygınlığı
ortadan kalkmıştır. Küçük çocukları ve kendisine bağlı olanlar
karşısında baba da böyledir. O eli altındakileri, toplumun kendisi
Mâide Sûresi 116-120 .................................................... 477
ne bağlı fertleri olarak görür. Bu fertleri kendisi ile denk, benzer ve
eş ağırlıklı saymaz. O hâlde onlar üzerinde dilediği gibi tasarrufta
kendisini yetkili kabul eder. Öldürmeyi, satmayı ve başka uygulamaları
bile bu yetkinin kapsamında görür.
Ya da köle edinen kimsenin (malik insanın) imtiyazlı bir kimse
olması gerekir. Bu ayrıcalık kendini toplumun üstünde görmesine
yol açar. Toplumun diğer fertlerini kendisine eş ağırlıkta veya toplumsal
menfaatlerden eşit pay alma hakkına sahip kişiler olma
hakkına sahip kişiler olarak görmez. Tersine kendini sözü geçerli
egemen olmaya, avantajlı tercihlerden yararlanmaya, mülk edinme
ve köleleştirme de dahil olmak üzere toplumun diğer fertleri
üzerinde tasarrufta bulunmaya yetkili kabul eder.
Anlattıklarımızdan şu sonuç çıkıyor: İnsanoğlunun köleleştirme
geleneğini dayandırdığı temel esas, insanın kendisinin kendisi
için varolduğuna inandığı ayrıcalık ve mutlak mülk edinme yetkisidir.
İnsanoğlu bu yetkisinden sadece kendisi ile eşit sosyal ağırlıkta
olan, dayanışma ve işbirliği zırhına bürünebilen fertleri müstesna
sayar. Diğer fertleri mülkiyetine alıp köleleştirmesi önünde
hiçbir engel görmez.
Bu anlayışa göre, köleleştirilmesi mubah görülen insanlar başlıca
şu üç zümreden oluşur:
1- Savaş hâlindeki düşmanlar. 2- Babalara nispetle güçsüz konumda
olan evlâtlar ve velilerine nispetle kadınlar. 3- Üstün konumdaki
ga-liplere nispetle boyunduruk altına düşmüş mağluplar.
3- Tarih Boyunca Köleleştirme Süreci
İnsan toplumunda kölelik geleneğinin ne zaman yaygınlaşmaya
başladığı bilinmemekle birlikte ilk kölelerin savaşlardaki galipler
tarafından alınmış olması çok muhtemeldir. Sonra bunlara köleleştirilen
kadınlar ve çocuklar eklendi. Bundan dolayı diğer milletlere
oranla güçlü savaşçı milletlerin tarihlerinde esirlerin köleleştirilmesi
ile ilgili masallara, hikâyelere, kanunlara ve hükümlere
daha çok rastlarız.
Köleleştirme geleneği Hind, Yunan, Roma ve İran gibi eski uygar
milletlerde yaygındı. Tevrat'tan ve İncil'den edindiğimiz bilgilere
göre, eski dinlerin ümmetlerinde de bu gelenek vardı. İslâm ge
478.............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
lince, uygulama alanını daraltarak ve hükümlerini düzelterek aslını
yürürlükte tuttu. Bundan yaklaşık yetmiş yıl önce ise Bruksel
kongresinde köleliğin kaldırılmasına karar verildi.
Ferdinand Tautal, Doğunun ve Batının Ünlü Simaları adını taşıyan
ansiklopedisinde bu konuda şöyle diyor: "Kölelik eski milletlerde
yay-gındı. Köleler savaş esirlerinden ve savaşta yenilen milletlerden
alınır-dı. Yahudilerde, Eski Yunanlarda, Romalılarda,
Cahiliye ve İslâm dönemi Araplarında köleliğin belirli bir yasal düzeni
vardı."
"Kölelik düzeni tedricî bir şekilde Hindistan'da (1843), Fransız
Sömürgelerinde (1848), iç savaş bölümü sonrasında Amerika'da
(1865) ve Brezilya'da (1888) ortadan kaldırıldıktan sonra 1890 yılındaki
Brüksel kongresinde kesin olarak lağv edildi. Fakat bazı
Afrika ve As-ya kabileleri arasında fiilen varlığını sürdürmektedir."
"Köleliğin kaldırılışının dayanağı bütün insanların haklarda ve
yükümlülüklerde eşit oldukları ilkesidir." (Alıntı burada son buldu.)
4- Kölelik Hakkında İslâm'ın Görüşü
Daha önce söylediğimiz gibi İslâm başlıca köleleştirme sebeplerini
üç olarak belirledi. Savaş, üstünlük kurma, babalık ve benzeri
velilik. İslâm bu üç sebebin ikisi olan üstünlük kurma ile veliliği
kökünden yasakladı.
Padişah-halk, yöneten-yönetilen, komutan-er, efendi-hizmetçi
ayırımı yapmadan bütün insanların saygınlığını yasal teminata
bağladı. Şöyle ki: Hayatî ayrıcalıkları ve farklılıkları ortadan kaldırdı.
Herkese can, ırz ve mal saygınlığı hususunda eşitlik sağladı. İnsanların
bilinçlerine ve iradelerine özen gösterdi. Yani saygın haklar
çerçevesinde herkese eksiksiz bir tercih serbestisi tanıdı. Ayrıca
yaptıklarına ve kazandıklarına da özen gösterdi. Yani [çalışma
ve kazanma özgürlüğü getirerek] insanları malları edinme ve mallarından
elde edilen menfaatleri üzerinde yetkili kıldı.
Buna göre, İslâm'da devlet başkanlarının halkı yönetmenin,
hadleri ve hükümleri uygulamanın ve topluma yönelik kamu yararını
gözetmenin dışında bir yetkisi yoktur. Ferdî hayatı için canının
istediği ve sevdiği hususlarda ise diğer fertler gibidir, herhangi bir
ayrıcalığı yoktur; şahsî arzularının ne çoğu ve ne azı ile ilgili emir
Mâide Sûresi 116-120 ........................................................ 479
leri uygulanmaz. Böylece üstünlük kurma ile köleleştirme geleneği,
konusu ortadan kaldırılmak suretiyle ortadan kalkmış oluyor.
İslâm, babalarının çocukları üzerindeki velilik yetkisine de
dengeli bir düzen getirdi. Çocuklara korunma ve bakılma hakkı
tanıdı. Velilere çocukları yetiştirme, eğitme, mallarında tasarruf
etmekten uzak tutuldukları küçüklük yaşlarında mallarını koruma
görevi verdi. Çocuklar bulûğ ve rüşt çağına erince de bütün sosyal
haklarda ana-babaları ile eşit olurlar. Hayatlarında özgürler, kendileri
için istedikleri tercihi yapabilirler.
Evet; İslâm, evlâtların ana-babalarına iyilik etmelerini, büyütülmeleri
için verilen emeklere saygı ile karşılık vermelerini ısrarla
tavsiye etmiştir. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi:
"Biz insana, anababasınıtavsiye ettik. Anası onu zayıflık üstüne zayıflık döneminde
(karnında) taşımıştır. Onun sütten kesilmesi de iki yıl içinde
olmuştur. '(Öyleyse:) Bana ve ana-babana şükret, dönüş banadır.'
Eğer onlar seni, hakkında bir bilgin olmayan bir şeyi bana
ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada
iyi geçin ve bana yönelen kimsenin yoluna uy. Sonra dönüşünüz
banadır; (o zaman ben) size yaptıklarınızı haber vereceğim."
(Lokmân, 14-15)
"Rabbin, yalnız kendisine tapmanızı ve ana-babayaiyilik etmenizi emretti. İkisinden biri veya her ikisi, senin yanında
ihtiyarlık çağına ulaşırlarsa, sakın onlara 'öf' deme. Onları azarlama,
onlara güzel ve saygılı sözler söyle. Onlara karşı besleyeceğin
acımadan dolayı küçülme kanadını indir (alçak gönüllü ol)
ve 'Rabbim! Bunlar beni küçükken nasıl (acıyıp) yetiştirdilerse,
sen de bunlara (öyle) acı!' de."
(İsrâ, 24) İslâm şeriatinde, anababayaasi olmak mahvedici büyük günahlardan biri sayılmıştır.
Kadınlara gelince; İslâm onlara toplumda öylesine yüksek bir
konum verdi, kendilerine öylesine itibarlı sosyal ağırlık tanıdı ki,
aklıselim gereği onun bir adım bile önüne geçilmesi caiz değildir.
Böylece kadınlar insan toplumunun iki (onurlu) kesiminden biri
oldu. Oysa daha önce dünyada bu konumdan yoksundular. Evlenme
ve mal edinme dizginleri ellerine verildi. Oysa daha önce bu
yetkilerden ya yoksundular veya o yetkileri tek başlarına
kullanamıyorlardı.
Bazı konularda erkeklere ortak olurlarken, bazı konular onlara
ve bazı konular da erkeklere mahsus sayıldı. Bütün bu konularda
480 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
kadınların fonksiyonları ve yapısal nitelikleri gözetildi. Sonra bazı
alanlarda yükümlülük erkeklerin omuzlarına yüklenerek onlara
kolaylık tanındı. Geçim temini, savaş alanlarında görev almak ve
benzeri gibi.
Daha önce ikinci ciltte Bakara suresinin sonlarında ve dördüncü
ciltte Nisâ suresinin başlarında bu konuda ayrıntılı açıklamalar
yaptık. Bu açıklamalarda, İslâm'da kadınlara erkeklerden daha
fazla yumuşaklıklar tanındığı ve bu yumuşaklıkların bir benzerine
eski yeni hiçbir sosyal sistemde rastlanmadığı ortaya konmuştu.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Erkeklere de kendi kazandıklarındanbir pay var, kadınlara da kendi kazandıklarından
bir pay vardır."
(Nisâ, 32) "Kendileri hakkında yaptıkları meşru işlerdesize bir günah yoktur."
(Bakara, 234) "Erkeklerin kadınlar üzerindekihakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları
vardır."
(Bakara, 228) "Ben, erkek olsun, kadın olsun, içinizdençalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmam."
(Âl-i İmrân, 195)Sonra bu ilkeler bir tek açıklamada şöyle dile getirilmiştir:
"Herkesinkazandığı (iyilik) kendine ve işlediği (kötülük) de kendinedir."
(Bakara, 286)
"Herkesin kazanacağı kendisine aittir. Hiçbirsuçlu başkasının suçunu yüklenmez."
(En'âm, 164)Bu anlamda Kur'ân'da daha başka ayetler de vardır. Bu ayetler
mutlak ifadelidir. Her ferdi, toplumun eksiksiz bir birimi olarak
ele alırlar ve o ferde davranışlarının sonuçları bakımından kendisini
diğer fertlerden ayıran tam bir bağımsızlık tanırlar. Bu davranışların
sonuçları ister hayır, ister şer, ister fayda, ister zarar olsun.
Bu konuda küçük-büyük, erkek-kadın ayırımı yapılmaz ve bunların
hiçbiri bu hükmün dışında tutulmaz.
Arkasından İslâm bütün fertleri onur ve üstünlük bakımından
eşit ilân ederek takva ve iyi amelle kazanılan dinî üstünlük dışındaki
her türlü üstünlüğü ve onuru ortadan kaldırdı. Şu ayetlerde
buyrulduğu gibi:
"Halbuki asıl üstünlük, ancak Allah'ın, Peygamberinve müminlerindir."
(Munafikun, 8) "Ey insanlar! Biz sizi bir erkekile bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere
ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yolunda en üstün
olanınız en çok korunanınızdır."
(Hucurât, 13)İslâm köleleştirme sebeplerinin üçüncüsü olan savaş sebebini
Mâide Sûresi 116-120 .......................................................... 481
yürürlükte bıraktı. Bu da Allah'a, Peygambere ve müminlere savaş
açan kâfirlerin esir alınmasıdır. Müminlerin aralarında çıkan savaşlarda
esir almak ve köleleştirmek yoktur. Böyle durumlarda
saldırgan tarafla Allah'ın emrine teslim olmayı kabul edinceye savaşılması
emredilmiştir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Eğer müminlerdeniki grup birbiriyle vuruşurlarsa, aralarını düzeltin. Şayet biri
diğerine saldırırsa, Allah'ın emrine dönünceye kadar saldıran
tarafla savaşın. Eğer dönerse (Allah'ın emrine teslim olursa), artık
aralarını adaletle düzeltin ve (her işte) adaletli davranın. Şüphesiz,
Allah adaletli davrananları sever. Müminler ancak kardeştirler.
Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin."
(Hucurât, 10)Şöyle ki, insanlığı yok etmekten, maddî ve manevî her şeyi
yakıp yıkmaktan başka amacı olmayan bir saldırgan düşman düşünelim.
Böyle bir düşmanın, hayatın nimetlerinden ve toplumsal
hukukun avantajlarından yararlanmaya hakkı olan toplumun bir
parçası sayılmaması gerektiği, onun öldürülerek veya başka yollarla
ortadan kaldırılması gerektiği hususunda insan fıtratının en
ufak bir şüphesi olamaz. İnsanoğlunun yeryüzüne yerleştiği günden
bugüne kadar bu kural geçerli olmuştur ve gelecekte de geçerli
olmaya devam edecektir.
İslâm dini, bir toplum olarak toplumunun temelini tevhit esasına
ve İslâm hükümetine dayandırdığı için tevhit inancını ve dinî
hükümeti reddeden fertleri dışlıyor, onları toplumun parçası
saymıyor. Onları ancak zimmî veya antlaşmalı olarak toplumunda
barındırmayı kabul ediyor. Buna göre dinin, hükümetinin ve antlaşmalarının
dışında kalan kimseler, İslâm nazarında insan toplumunun
dışındadırlar. İslâm onlara insan değillermiş gibi davranır
ki, insan böylelerini insanın haytta yararlandığı nimetlerden
mahrum edebilir, onu ortadan kaldırıp müstekbirliğinin ve fesadının
pisliğinden yeryüzünü temizleyebilir. Böyle bir kimsenin can,
çalışma ve çalışmasının sonuçlarına sahip olma saygınlığı,
dokunulmazlığı yoktur. Dolayısıyla İslâm ordusu onu savaşta yendiği
takdirde esir alıp köleleştirmeye de yetkilidir.
5- İslâm'da Köleleştirmenin Yolu
Müslümanlar sınırdaşları ve komşuları olan kâfirlere karşı as
482......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
kerî hazırlık yaparlar. Arkasından o kâfirleri hikmetle, tatlı öğütlerle
ve en güzel ifadeli tartışmalarla hakka çağırarak onlara hücceti
tamamlarlar [ve tanıtım çalışmalarını eksiksiz bir şekilde gerçekleştirirler].
Eğer bu çağrıları kabul ederlerse, din kardeşleri olurlar;
onların da Müslüman-lar gibi hakları ve sorumlulukları olur. Yok,
eğer hak çağrısını reddederlerse, eğer Ehlikitap iseler ve cizye
vermeyi kabul ederlerse, zimmî olarak kendi hâllerine bırakılırlar.
Eğer kendileri ile bir anlaşma yapılırsa, Ehlikitap olsunlar, olmasınlar
yapılan antlaşmaya uyulur. Eğer bunların hiçbiri söz konusu
değilse, kendilerine savaş ilân edilerek öldürülürler.
Savaşta onların sadece kılıç çekip savaşa katılanları öldürülür.
Barış teklif edenleri öldürülmez. Güçsüz durumdaki erkekleri, kadınları
ve çocukları öldürülmez. Onlara karşı pusu ve suikast
düzenlenmez. Suları kesilmez. Kendilerine işkence ve müsle
yapılmaz. Fitne ortadan kalkıp Allah'ın dini kesinlikle egemen oluncaya
kadar onlarla savaşılır. Eğer düşmanlığa son verirlerse,
zalimlerden başkasına saldırılmaz.
Savaş alanında yenilgiye uğratıldıklarında ve savaş sona erdiğinde,
Müslümanlar onlardan ele geçirdikleri insanlara ve mallara
sahip olurlar. Peygamberimizin (s.a.a) yaptığı savaşları anlatan tarih
kitaplarının sayfaları parlak ve adil uygulamalarla doludur. Bu
uygulamalarda, en güzel mertlik ve erkeklik örnekleri ile en duygulandırıcı
iyilik ve merhamet örnekleri vardır.
6- İslâm'ın Kölelere Ve Cariyelere Karşı Tutumu
Köle olanların köleliği kesinleşince efendilerinin mülkü olurlar.
Artık onların kazançları başkalarının olur ve geçimlerini sağlamak
efendilerine düşer.
İslâm efendilere, kölelerine ailelerinin bir ferdi gibi davranmayı
tavsiye etmiştir. Köle aileden biridir; dolayısıyla hayatî gereklerde
ve ihtiyaçlarda aile fertleri ile eşittirler. Nitekim Peygamberimiz
(s.a.a) köleleri ve hizmetçileri ile birlikte yemek yer, onlarla bir arada
oturur-du; yemek, elbise gibi konularda kendini onlardan üstün
tutmazdı.
Bunların yanı sıra İslâm kölelerin angaryalara koşulmamasını,
işkence edilmemesini, sövülmemesini ve zulmedilmemesini de
Mâide Sûresi 116-120 ................................................... 483
tavsiye etmiştir. Kölelerin ailelerinin izni ile birbirleri ile evlenmelerini,
hür kişilerle de evlilik yapmalarını, hem köle iken, hem azat
edildikten sonra şahitlik yapmalarını ve ortak işler yapmalarını serbest
bırakmıştır.
İslâm'da onlara gösterilen yumuşaklık, kamu görevlerine katılmalarına,
bütün işlerde hür insanların yanında yer almalrına
varmıştır. Sadr-ı İslâm tarihinin bildirdiğine göre, aralarında birçokları
vali, emir ve ordu komutanı olabilmişlerdir. Büyük
sahabîler arasında Selman ve Bilal gibi azımsanmayacak sayıda
köleler vardır.
İşte Peygamberimiz (s.a.a) cariyesi Safiyye bint-i Hayy b.
Ahtab'ı azat edip onunla evlenmiştir. Yine Peygamberimiz (s.a.a)
Benî Musta-lak olayından sonra bu savaşın esirleri arasında bulunan
Cüveyriye bint-i Haris ile evlenmiştir. Bu esirler, kadınlar ve
çocuklar da dahil iki yüz aileden oluşuyordu. Peygamberimizin
(s.a.a) Cüveyriye ile evlenmesi bu esirlerin hepsinin serbest bırakılmasına
sebep oldu. Bu kitabın dördüncü cildinde bu olayı kısaca
anlatmıştık.
İslâm'ın kaçınılmaz bir tavrı da şudur: Bu din takva sahibi bir
köleyi, hür fakat fasık bir efendiye tercih eder. Ailesinin izni ile kölenin
mülk edinmesini ve hayatın her türlü nimetinden yararlanmasını
serbest bırakır. Bunlar İslâm'ın köleler hakkındaki tutumunun
özetidir.
Ayrıca İslâm ısrarla ve en güzel yöntemlerle köleleri azat etmeye,
onları kölelik çemberinden özgürlük alanına çıkarmaya çağırmıştır.
Bu çağrının sonucu olarak kölelerin sayısı sürekli biçimde
azalmış ve birçok köle Allah rızası için kölelikten kurtularak efendi
ve özgür insan konumuna kavuşmuştur.
Bununla da yetinmeyerek köle azat etmeyi adam öldürme ve
oruç yeme keffaretleri gibi keffaretlerin bir unsuru yapmış ve onlara
iştirat [
=efendinin kölesine şart koşması, özgürlüğünü belli birişi yapmasına bağlaması; örneğin, evimi yapınca sen artık özgürsün,
demesi], kitabet [
=efendinin yazılı anlaşma yaparak her aybelli miktarda ödeyeceği bir bedel karşılığında kölesinin yavaş yavaş
özgür kılınması] veya tedbir [
=efendinin, kölesinin özgürlüğünüölümüne bağlaması ve sonuçta efendinin ölmesiyle kölesinin azat
484 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
olması] hakkı tanımıştır.
Bütün bunların amacı, onlarla yakından ilgilenmek, kurtulmalarını
istemek, onları bir daha zillete düşmeyecek şekilde sağlıklı
bir toplumun bünyesine tam olarak katmaktır.
Şimdiye kadar söylediklerimizden şu üç sonuç çıkar:
a) İslâm, kölelik sebeplerini ortadan kaldırmaya, azaltmaya ve
etkisizleştirmeye büyük önem vermiştir. Bu çabaların sonucu olarak
kölelik sebeplerini bire indirmiştir ki, fıtratın kesin hükmü gereği
olan bu sebebi geçerli saymak kaçınılmazdır. Bu da dine karşı
savaş açan, insanî topluma düşman, hiçbir şekilde hakka boyun
eğmeye yanaşmayan kimselerin köleleştirilmelerinin caiz olmasıdır.
b) İslâm, özgür toplumun normal üyeleri gibi olmasalar da onlara
yakın konumda olmaları için kölelere ve cariyelere iyi davranıp
hayat standartlarını toplumun öbür fertlerinin hayat standardına
yaklaştırmak hususunda mümkün olan bütün araçları kullanmıştır.
Denebilir ki, onların üzerinde sadece tül bir perde kalmıştır.
O da şudur: Ortalama bir hayatın zarurî ihtiyaçlarından artacak
olan kazançları onların değil, efendilerinin olacaktır. Başka
bir deyişle İslâm'da özgür kimse ile köle arasındaki tek fark, köle
için efendisinin izninin gerekli olmasıdır.
c) İslâm, köleleri özgürlerin toplumuna katmak için bütün etkili
çarelere başvurmuştur. Bunun için bazı durumlarda teşvik yöntemini
kullanmış, kefaretler gibi diğer bazı durumlarda zorunluluk
yöntemine başvurmuş, iştirat, tedbir ve kitabet gibi durumlarda da
bu anlaşmaları caiz kılarak geçerlilik kazandırma yoluna gitmiştir.
Tarihçilere göre
1 kölelik ilkönce savaş esirleri alınması ile or------
1- Kaynaklar: 1- Dairet'ul-Mearif, Din ve ahlâk maddesi, Jhon Hysining, İng.
baskısı. 2- Mücmel'üt-Tarih, (Kısa Dünya Tarihi), H. G. Wels, İngiltere baskısı. 3-
Ruh'ul-Kavanîn (Kanunların Ruhu), Montesqiu, Tahran baskısı..
Mâide Sûresi 116-120 .................................................... 485
taya çıktı. Daha önce kabileler savaşlarda galip geldiklerinde aldıkları
esirleri hemen öldürüyorlardı. Sonra onları sağ bırakıp diğer
savaş ganimetleri gibi mülkiyetlerine geçirmelerini uygun gördüler.
Bunu onların emeklerinden yararlanmak için yapmadılar. Bilâkis,
esirlere iyilik yapmak için, insan türüne kıymaktan kaçındıkları
için ve uygarlık yolundaki adım adım ilerlemelerinin sonucunda
ortaya çıkan ahlâk kurallarını gözetmek için bu yolu seçmişlerdir.
Bu geleneğin kabileler arasında ortaya çıkması, avcılıkla geçinme
döneminin sona ermesi ile olmuştur. Çünkü avcılık döneminde
köleleri ve cariyeleri besleme imkânı yoktu. Kabileler avcılık
dönemini aşıp yerleşik düzene geçtikten sonra köle besleyecek
ekonomik imkânlara kavuşabildiler.
Hangi süreci izleyerek olursa olsun kabileler ve milletler arasında
köleliğin yaygınlaşması ile insanların sosyal hayatı değişti.
Birinci olarak toplumlarda belirli bir düzen ve disiplin ortamı meydana
geldi. İkinci olarak işbölümü düzeni oluştu.
O dönemde kölelik dünyanın her tarafında aynı süreci izlemedi.
Meselâ Avustralya, Orta Merkezî Asya, Sibirya, Kuzey Amerika,
Ku-tup, Nil Irmağının kuzeyinde ve Rambiz'in güneyinde kalan bazı
Afrika yörelerinde bu uygulama gelenekleşmedi.
Bunun tersine kölelik Arap Yarımadasında, ilkel Afrika kabileleri
arasında, Avrupa'da, Güney Amerika'da ve Yahudiler arasında
yaygındı. Tevrat'ta kölelerin efendilerine itaat etmeleri ile ilgili bir
çağrı vardır. Hıristiyanlar arasında kölelik yaygındı. Nitekim
Pols'un Wil-men'e yazdığı mektupta Efsimos'un kaçak bir köle olduğu
ve Pols tarafından efendisine geri verildiği bildiriyordu.
Kölelerine karşı en yumuşak davranan millet Yahudiler idi.
Bunun göstergelerinden biri şudur: Yahudilerde Mısır'da inşa edilen
piramitlere ve tarihî Aşûr yapılarına benzer görkemli yapılara
rastlamıyoruz. Çünkü bu yapılar kölelerin ağır çalışmaları ile meydana
getiriliyordu. Kölelere karşı en sert davranan milletler ise,
Romalılar ve Yunanlılar idi.
Doğu Roma'da İmparator Konstantin'den sonra köleleri azat
etme akımı yaygınlık kazandı. Bu akımın sonucu olarak Miladî on
üçüncü yüz yılda orada kölelik kaldırıldı. Batı Roma'da ise şekil
486 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
değiştirerek devam etti. Bu yeni şekle göre tarla çiftçiler ile birlikte
alınıp satılıyordu. Tarla ekip biçmek ise köleler tarafından yapılan
bir işti. Fakat Batı Roma'da da kölelerin zorla çalıştırılmasına
son verilmişti.
Kölelik, Avrupa ülkelerinin çoğunda Miladî 1772 yılına kadar
uygulamada idi. Bu tarihten önce İngiltere ile İspanya arasında
yapılan bir anlaşmaya göre, otuz yıl boyunca her yıl İngiltere dört
bin sekiz yüz Afrika kökenli köleyi yüklü bir ücret karşılığında İspanya'ya
satmayı taahhüt etmişti.
İngiliz kamuoyu Miladî 1761 yılında köleliğe karşı çıktı. Bu
karşı çıkışın başını Quaker adlı bir dinî tarikat çekiyordu. Halkın bu
tepkisinin devam etmesi üzerine Miladî 1772 yılında Britanya topraklarına
ayak basan herkesin özgür olacağını ön gören bir kanun
çıkarıldı.
Fakat titiz araştırmalardan sonra Miladî 1788 yılında ortaya
çıktı ki, İngiltere yılda iki yüz bin köle alıp satıyor ve bunların yüz
bin tanesi Afrika'dan alınıp Amerika'ya gönderiliyor.
Bu durum Miladî 1833 yılına kadar devam etti. Bu tarihte İngiltere'de
kölelik tamamen kaldırıldı. Devlet köle ticareti yapan
kumpanyalara ellerindeki köleleri ve cariyeleri azat etmeleri karşılığında
yirmi milyon İngiliz Lirası tazminat ödedi. Bu uygulama ile
İngiltere'de 770380 (yedi yüz yetmiş bin üç yüz seksen) köle özgürlüğe
kavuştu.
Amerika'da kölelik halkın büyük mücadeleleri sonucunda Miladi
1862 yılında kaldırıldı. Köle edinme konusunda Amerika'nın
kuzeyi ile güneyi arasında tutum farklılığı vardı. Kuzey Amerikalılar
sadece lüks olsun diye köle alırken, Güney Amerika'da ekonomik
faaliyetler tarıma dayalı olduğu için el emeğine şiddetle ihtiyaç
vardı. Bu yüzden onlar emeklerini sömürmek için köle alıyorlardı.
Bundan dolayı genel köle yasağını kabul etmek
istemiyorlardı.
Böylece köle yasağı kampanyası ülkeden ülkeye yayılarak devam
etti. Nihayet Miladi 1890 yılında Bruksel'de imzalanan bir anlaşma
ile kölelik geleneği tamamen kaldırıldı. Bu anlaşmayı bütün
devletler imzalayıp ülkelerinde yürürlüğe koydular. Böylece
dünyada kölelik uygulaması son buldu ve bu kararla milyonlarca
Mâide Sûresi 116-120 .................................................. 487
köle özgürlüğe kavuştu. (Kısaca alıntısını yaptığımız sözler burada
son buldu.)
Şu nokta dikkatli bir okuyucunun gözünden kaçmaz: Bu açıklamalarda
uzun ve çetin mücadelelerden sonra çıkarılan yasalardan
ve bu yasaların yürürlüğe konmasından söz ediliyor. Bunların
hepsi velilik veya üstünlük kurma yolu ile yapılan köleleştirmeler
ile ilgilidir. Bunun böyle olduğu, alınan kölelerin çoğunluğunun veya
tümünün bu uygulamaların revaçta olduğu Afrika kökenli oluşlarından
anlaşılıyor. İslâm'ın yürürlükte tuttuğu savaşta esir alma
yolu ile meydana gelen köleliğe gelince, okuduğumuz açıklamalarda
ondan hiç söz edilmiyor.
9- Köleleştirmenin Kaldırılması Yönündeki Bakış Açıları
Ne Ölçüde Doğrudur?
Doğuştan özgürlüğün sadece insana bağışlanmış bir ayrıcalık
olduğu söylenir. Oysa (bu özgürlüğün diğer hayvan türleri için söz
konusu olamayacağının hangi gerekçeye dayandırıldığını
bilmiyoruz. Halbuki o hayvan türlerinde de insanda olduğu gibi
psikolojik bilinç ve harekete geçirici irade vardır. Sadece şunu söyleyebiliriz
ki: İnsan sırf kendisi ondan yararlansın diye bu özgürlüğü
hayvanların elinden alıyor.) İşte bu doğuştan (fıtrî) özgürlüğün
temel dayanağı şudur: İnsan batınî bir bilinç ile ve harekete geçirici
bir irade ile donatılmıştır. Batınî bilinci sayesinde kendisine haz
veren şeyler ile acı veren şeyleri birbirinden ayırt ediyor; iradesi
sayesinde de haz veren şeyleri kendine çekerken, acı veren şeyleri
kendinden uzaklaştırıyor. Buna göre istediği şeyleri seçme hakkı
vardır.
İnsan bilinci, bir şeyle bağlantı kurup diğer bir şeyle bağlantı
kur-mayacak şekilde kayıtlı değildir. Yani zayıf ve ezilen bir insan,
güçlü ve üstün konumlu bir insanın hissettiklerini hissetmez diye
bir şey yoktur. Aynı şekilde insan iradesi, hoşlandığı bazı şeylerle
bağlantı kurmasını engelleyen veya başkasının iradesinin ilişki
kurduğu şeylerde kendini unutup başkasının yararına kenara çekilerek
o şeylerle ilişki kurmamaya zorlayan bir sınırla sınırlanmış
değildir.
Başka bir deyişle yenik düşmüş zayıf bir insan da, kendisini
488 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
yenip boyunduruğu altına alan insanın istediği şeylerin hepsini
kendisi için ister. Dolayısıyla zayıf insanın iradesi ile güçlü kişinin
iradesi arasında şöyle doğal bir ilişkinin olduğu söylenemez: Zayıf
kişinin iradesi güçlü kişinin iradesinin bağlantı kurduğu şeyler ile
bağlantı kurmayacak veya zayıf kişinin iradesi güçlü kişinin iradesinde
eriyerek iki irade bir tek irade olacak ve bu bileşik irade güçlünün
çıkarına işleyecek ya da zayıfın iradesi bağımsızlığını yok
edecek şekilde güçlünün iradesine bağlanacaktır. [Böyle bir şey
düşünülemez.]
Durum böyle olunca ve hayatla ilgili kanunların doğal yapıya
dayalı olması gerektiğine göre, insanın şahsî itibari ile ve davranışlarında
özgür olarak yaşaması gerekir. İşte köleliği kaldırmanın
beslenme kaynağı budur.
Fakat insana bağışlanan bu özgürlüğü düşünmemiz gerekir.
Acaba bu özgürlük, ortaya çıktığından ve insanlık bünyesinde varolduğundan
beri insan toplumunda yaşayan bütün fertleri kapsayacak
şekilde mutlak mıdır?
Bildik bileli insan türü toplum hâlinde yaşamaya devam ediyor.
Yapısal özelliklerinin gereği olarak onun için başka türlü bir
hayat mümkün değildir. Öte yandan bir toplumun belirli bir süre
için bile olsa hayatını devam ettirebilmesi için mutlaka fertleri arasında
ortak bir konunun gelenek sistemi olması gerekir. Bu gelenek
sistemi, ister akla dayalı adil bir sistem olsun, ister keyfî arzulardan
kaynaklanan zalim bir sistem olsun, isterse başka bir nitelikte
olsun varlığı kaçınılmazdır ve hangi nitelikte olursa olsun,
bu sistem ferdî özgürlüğü sınırlar.
Üstelik insanın yaşayabilmesi için mutlaka âlemdeki maddeler
üzerinde herhangi bir tasarrufta bulunması gerekir. Hayatını
devam ettirebilmesinin teminatı budur. Bu tasarrufun mümkün
olabilmesi için tasarrufta bulunduğu maddenin şöyle veya böyle
ona ait olması gerekir ki, biz bu ait olmaya mülkiyet diyoruz. -
Mülkiyet derken de maksadımız onun genel anlamıdır; hem temel
hakları, hem de bildiğimiz mal edinmeyi kapsamına alır.- Meselâ
falanca kişinin giydiği elbiseyi, elbise onun üzerindeyken filânca
kişi giyemez. Bir kişinin yediği yemek, içtiği su ve oturduğu ev aynı
zamanda başkasının olamaz. Bu da belirli bir maddeyi kullanma
Mâide Sûresi 116-120 ............................................................. 489
yanın mutlak iradesini kayıtlandırmak, özgürlüğünü sınırlandırmak
anlamına gelir.
İşte bu nedenledir ki, insanlar yeryüzüne yerleştikleri ilk günden
beri çatışmalarla boğuşuyorlar. Yeryüzüne dağılan fertlerin
her günü yeni bir çatışma ile başlayıp yeni bir çatışma ile bitiyor.
Bu çatışmalar insanların ölmesi, ırzların çiğnenmesi ve malların
talan edilmesi ile son buluyor. Eğer insan kendisinin -yani insanlığın-
mutlak özgür olduğu görüşünde olsaydı, bu çatışmaların hiçbiri
meydana gelmezdi.
[İnsanların özgürlüğünü kısıtlayan bir diğer husus da, toplumlarda
ceza kanunlarının varolmasıdır.] Cezalandırma kanunu uygar
ve ilkel bütün toplumlarda hep geçerli olmuştur. Cezalandırmanın
tek anlamı, suçlunun doğuştan sahip olduğu bazı nimetlere
toplum tarafından el konması ve özgürlüğünün kısmen elinden alınmasıdır.
Eğer toplum veya toplumun yöneticileri idama mahkum
edilen bir katilin hayatına malik olmasalar, canını
alamazlardı. Eğer toplum organ kesme, dövme ve hapsetme gibi
ceza türleri ile suçluyu rahatı, hayatı ve mülkiyeti ile ilgili bazı haklardan
mahrum etmeye yetkili olmasa, bu cezaları hükmedip uygulaması
mümkün olmazdı. Zalimin ve saldırganın özgürlüğünü
kısıtlamadan onu zulümden ve saldırıdan alıkoymak nasıl mümkün
olabilir? Zorbanın bazı özgürlüklerini elinden almadan can, ırz
ve mal dokunulmazlığı sağlanabilir mi?
Kısacası aklı başında hiç kimse şüphe etmez ki, toplumda insanın
bir an için olsa bile mutlak özgürlüğe sahip olması hemen
sosyal düzenin bozulmasını gerektirir. Toplum insan için fıtrî bir ihtiyaçtır.
İnsan onsuz yaşayamaz. İşte bu toplum insana iç güdüsel
kaynaklı iradesi ve bilinci tarafından sağlanan fıtrî özgürlüğün
mutlaklığını kayıtlandırır. İnsan toplumu nasıl özgürlüğü kökünden
yok ederek yaşayamaz ise, onu belirli oranda kayıtlandırmadan
da yaşayamaz. İnsanlık toplumu, bu ifrat ve tefrit kutupları arasında
bu özgürlüğünü eskiden beri koruyor. Oysa, yoğun Batı propagandasının
etkisi altında kalan bizler, özgürlüğün içeriği ile ve
adı ile Batılılar tarafından icat edilip mutlak niteliği ile korunduğunu
sanıyoruz.
Evet, fıtratın çağrısına uyan bir toplumun kendisi, işte fıtrî olan
bu özgürlüğü kayıtlandırıp sınırlandırıyor. Tıpkı bedenî ve bedenî
490 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
olmayan doğal güçlerin birbirlerini kayıtlandırmaları gibi. Bazı tabiî
güçler, yerlerini alan başka bazı güçlerin fonksiyonlarını yerine
getirmelerini sağlamak için işlemeleri durdururlar. Meselâ mutlak
olarak görmenin kaynağını oluşturan görme gücü gibi. Bu güç,
gözler duyarlığını kaybedinceye veya düşünme gücü yoruluncaya
kadar fonksiyonunu yerine getirir. Duyarsızlık ve yorgunluk belirince
görme gücü, yerini alan gücün fonksiyona geçmesi ile kayıtlanarak
çalışmasını durdurur. Tat alma duygusu da lezzetli besin
maddesini ağza alıp çiğnemekle ve yut-makla tat alır. Fakat sindirim
sisteminin adaleleri yorulunca, tat alma duygusu kayıtlanır ve
istediği yiyeceklerden uzak durur.
Buna göre fıtrata dayalı bir toplumun varolup devam edebilmesi
için insanın davranışlarla ilgili bazı özgürlüklerinden ve nimetlerden
yararlanma serbestliğinden bazı fedakârlıklar yapması
gerekir.
10- Özgürlükler Ne Kadar Kısılır?
Fıtratın çağrısına uyan bir toplum tarafından bağışlanan özgürlüklerin
kısıtlanma miktarı ve bu özgürlüklerin fıtrî mutlaklığının
kayıtlanma derecesi toplumdan topluma değişir. Bunu belirleyen
faktör toplumdaki kanunların çokluğu ve azlığıdır. Toplumun kendisinden
sonra özgürlükleri kısıtlayan husus, fertlere uygulanan
kanunlardır. Bu kanunlar ne kadar çok olur ve fertlerin davranışlarını
ne kadar titizlikle denetim altına alırlarsa, özgürlükten ve serbestlikten
mahrum kalma oranı artar. Kanunlar ne kadar az ve
davranışların denetim altında tutulma oranı ne kadar düşük ise,
özgürlükten mahrum olma derecesi o kadar düşer.
Fakat düşünülebilecek her toplumda kaçınılmaz olan ve toplum
hâlinde yaşayan insanın umursamazlıkla karşılayamayacağı
ve önemsiz sayamayacağı gereklilik, toplumun varlığını ve sürekliliğini
korumaktır. Çünkü onsuz hayat olmaz. Bunun yanı sıra toplumda
geçerli olan geleneklerin ve kanunların çiğnenmemelerini
sağlamak da zorunludur. Bundan dolayı dünyadaki her toplumda
mutlaka mensuplarını ve gelecek nesillerini yok olmaktan koruyacak
bir savunma mekanizması ve geçerli gelenekleri ile aralarında
saygı gören âdetlerini çiğnetmeyen bir baş yetkili vardır. Bu
Mâide Sûresi 116-120 ................................................ 491
amaçlara varmak için toplumsal güvenlik yaygın hâle getirilir ve
zorba saldırganlar cezalandırılır. Elimizdeki tarih de bunu doğruluyor.
Durum böyle olunca, fıtrat kanununa göre toplumun başta gelen
ilk hakkı, özüne kasteden düşmanının özgürlüğünü elinden
almasıdır. Başka bir deyişle toplum, hayatını yok edecek, maddî
ve manevî varlığına kasteden düşmanının şahsına ve davranışlarına
el koyarak irade özgürlüğünü dilediği şekilde elinden alma
hakkına sahiptir. Bu amaçla söz konusu düşmanını ölüm cezası
da dahil olmak üzere dilediği her cezaya çarptırabilir. Bunun yanı
sıra toplum, geleneklerinin ve kanun-larının düşmanını davranış
özgürlüğünden ve ilkelerini çiğneme serbestliğinden yoksun bırakabilir.
Böylece toplum, düşmanını canından, malından ve diğer
varlıklarından mahrum ederek cezalandırmak suretiyle onun yüzünden
kaybettiklerini ondan geri alabilir.
Toplumlarına saygı göstermeyen, onunla işbirliği içinde kaynaşmayan,
onu yok etmekten ve mahvetmekten kaçınmayan
düşmanlarına toplumun göz yummasını, onların kendi başlarına
bırakmasını insan -hatta tek bir insan bile- nasıl kabul edebilir?
Topluma yönelik fıtrî ilgi ile bu tür bir düşmanı davranış özgürlüğü
ile baş başa bırakmak, iki apaçık zıddı bir araya getirmekten, aptallıktan
ve delilikten başka nedir?
Yaptığımız bu açıklamalardan şunlar ortaya çıkıyor:
1- İnsan özgürlüğünün mutlak olduğu görüşü, insanın fıtrî ve
meşru hakkına açıkça ters düşer ki bu, fıtrî ve meşru hakların başında
gelir.
2- İslâm'ın geçerli saydığı köleleştirme hakkı fıtratın kanununa
uygundur. Bu da İslâm toplumuna savaş açan, hak dinin düşmanlarının
köleleştirilmesi ve davranış özgürlüklerinin elinden alınmasıdır.
Bunlar köleleştirilip İslâm toplumunun içine çekilecekler,
köle olarak yaşamaya zorlanacaklar. Bu sırada sağlıklı dinî
terbiye ile eğitilecekler ve tedricî bir şekilde azat edilerek sağlıklı
ve kazançlı bir şekilde özgür topluma katılacaklar. Bu arada İslâm
devletinin başı, eğer toplumun yararını o yolda görürse, bütün köleleri
satın alıp azat edebilir veya bu konuda ilâhî hükümlerle çelişmeyen
başka bir yol izleyebilir.
492 ................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
11- Köleliği Kaldırma Kararı Ne Sonuç Verdi?
Büyük devletler, Brüksel Anlaşmasını yürürlüğe koyarak köle
alıp satmayı şiddetle yasakladılar. Böylece köleler ve cariyeler özgürlüklerine
kavuştular. Günümüzde artık onlar kumpanyaların
pazarlarında dizilip görücüye çıkarılmıyorlar ve koyunlar gibi oradan
oraya taşınmıyorlar. Bunun sonucu olarak artık harem ağaları
kullanma geleneği de ortadan kalktı. Günümüzde küçük örnekler
hâlinde de olsa, ne bunlara ve ne onlara rastlanmıyor. Sadece ilkel
toplumlarda bu tür uygulamaların olduğundan zaman zaman
söz ediliyor.
Fakat bu kadarı, yani köleleştirme isminin dillerden düşmesi
ve bu isimle anılan insanların gözlerden kaybolmaları, bu konuda
dikkatli araştırmacıları tatmin eder mi? Acaba şöyle sormazlar
mı? Bu mesele bir kelime meselesi midir ki, bu konuda ismin zikredilmesinin
yasaklanması yeterli olsun ve uygulamada köleye
özgür insan denmek kafi görülsün de bu özgür denen kişinin emeğinin
yararına el konulması ve başkalarının iradesine bağlı olması
önemli görülmesin. Yoksa mesele bir içerik, bir anlam meselesi
midir ki, özü ve objektif sonuçları bakımından içeriğinin durumu
değerlendirilsin?
Alın size İkinci Dünya Savaşı. Henüz üzerinden sadece on küsur
yıl geçti. Galip devletler mağlup düşmanlarına şartsız teslim
olmayı dayattılar. Sonra yurtlarını işgal ettiler. Milyonlarca mallarını
aldılar. Hayattaki insanlarını ve çocuklarını tahakküm altına
aldılar. Milyonlarca esirlerini ülkelerine taşıdılar. Onları orada istedikleri
işlerde, istedikleri gibi kullandılar. Öyle ki bu durum, günümüze
kadar aynen böyle yürüyor.
Biri bana söylesin: Acaba köleliğin, kelime olarak söylenmesi
yasaklansa bile, vazgeçilmez bir içeriği yok mu? Acaba bu kavramın,
mutlak özgürlüğün ortadan kaldırılmasından, iradeye ve davranışlara
el konmasından, güçlü ve üstün kişinin zayıf ve ezilen kişi
üzerinde hükmünü adaletle veya zulümle dilediği gibi yürütmesinden
başka bir anlamı var mı?
Hayrete şayandır ki, İslâm'ın hükmünün mümkün olan en düzeltilmiş
şekli köleleştirme diye adlandırılıyor da Batılıların hükmüne
bu ad verilmiyor. Oysa İslâm bu konuda en kolay ve en hafif
Mâide Sûresi 116-120 ........................................................ 493
tutumu takınırken, onlar en ağır ve en zor tutumu takınıyorlar. Batılılar
sevgi, koruma ve kayırma adı altında ülkelerimizi işgal ettiklerinde,
onların sevgilerinin ve dostluklarının ne olduğunu gördük.
Acaba düşmanlık ve cezalandırma amacı ile işgal ettikleri ülkelerdeki
insanların başlarına neler geliyor?
Buradan ortaya çıkıyor ki, köleliği kaldırma kararı aslında
verme biçiminde alma olan siyasî bir oyundur. Önce savaş sebebi
ile köleleştirmeyi ele alalım. İslâm bunu yürürlükte tuttu. Batılılar
da her ne kadar kelime olarak söylenmesini yasakladılar ise de fiiliyatta
onu yürürlükte tuttular. Babaların evlâtlarını satmaları şeklindeki
köleliğe gelince, Batılılar bu tür köleliği yasakladılar; ama
İslâm onu çok daha önce yasaklamıştı. Üstünlük ve siyasî egemenlik
yolu ile ortaya çıkan köleliği de İslâm çok önce yasakladı.
Batılılar da bu tür köleliği söz birliği ile yasakladılar. Fakat acaba
bu yasaklama tıpkı savaş esirleri konusunda olduğu gibi sözde mi
kaldı yoksa söz aşamasını aşıp içerik ve anlam aşamasına geçerek
uygulamalara yansıdı mı?!
Avrupalıların Asya, Afrika ve Amerika kıtalarındaki sömürgelerinin
tarihini, buralarda işledikleri cinayetleri, döktükleri kanları,
çiğnedikleri ırzları, talan ettikleri malları, işledikleri yüzlerce ve binlerce
zu-lümleri gözden geçirerek bu sorunun cevabını ortaya çıkarmak
mümkündür.
Aslında bu sorunun cevabını bulmak için bu uzun -eğer gerçekten
uzun ise- yolu izlemek gerekmez. Cezayir halkının Fransızlardan
çektiği kıyımları, yıkımları, baskıları, bunun yanı sıra Arap
ülkelerinin İngilizlerden çektiklerini, bunlara ilâve olarak Sudan
halkının başına gelenler ile Amerika da Kızılderililerin dramını,
Doğu Avrupa'ya Sov-yetler Birliğinin çektirdiklerini ve bizim kendimizin
bunlardan ve onlardan gördüğümüz zulümleri incelemek
yeterlidir. Bütün bu işleri yaparken, söyledikleri sözler kelime itibariyle
şefkat ve hayırhahlıkla dolu olsa da, anlam ve içerik itibariyle
köleleştirmeden ibaretti.
Bütün bu anlattıklarımızdan çıkan sonuç şudur: Batılılar, fıtrî
sebebinin varlığı hâlinde mutlak özgürlüğün ortadan kaldırılmasını
öngören İslâmî uygulamayı fiiliyat aşamasında benimsediler. Bu
fıtrî sebep, toplumu yıkmak ve insanlığı mahvetmek isteyenlere
karşı savaşmaktır. Bu yaklaşım, fıtrat yasasına göre meşru bir hü
494....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
kümdür. Objektif ve değişmez bir temeli vardır. Bu temel, insanlığın
varlığını sürdürebilmesi için varlığına kastedenleri ve kalıcılık amacına
karşı olanları başından savmak ihtiyacındadır. Bunun yanı sıra
bu hükmün bir de akla uygun, sosyal bir temeli vardır. Hükmün objektif
temelinin uzantısı olan bu temel, insan toplumunu yok olmaktan
ve yıkımdan korumaktır.
İşte Batılıların fiiliyatta gaye edindikleri, sözde karşı çıkıp içerik
ve anlam plânında benimsedikleri prensip budur. Fakat onlar
bu meşru kısmı aşarak gayri meşru alana daldılar. Bu da üstünlüğe
ve egemenliğe dayalı köleleştirme uygulamasıdır. Çünkü onlar
sözde köleliğin yasaklanmasından önce olduğu gibi yasaklama
kararından sonra da binlerce, milyonlarca insanı köleleştiriyorlar,
alıp satıyorlar, bağışlıyorlar ve kiralıyorlar.
Fakat bu yaptıklarına köleleştirme adını vermiyorlar. Uygulamalarına
sömürgeleştirme, dominyonlaştırma, denetim altında
tutma, koruma, ilgilenme, yardım etme gibi isimler takıyorlar. Bütün
bu kelimelerin bir tek fonksiyonu vardır. O da köleleştirme içeriğine
örtü oluşturmaktır. Bu isimler ve sözcükler yıprandıkça, aşındıkça
atılıyor ve yerine başkaları konuyor.
Batılılar, Brüksel anlaşması ile bütün dünya insanlarının kulaklarını
tırmalıyorlar, ileri uygarlığın öncüsü olan büyük devletler
ellerinde özgürlük bayrağı taşıyarak bu anlaşma ile övünüyorlar.
Fakat meseleye yakından bakınca, bu anlaşmanın sadece çocukların
ve harem ağalarının alınıp satılması yolu ile gerçekleşen kölelik
türünü ve iğdiş etmeyi ortadan kaldırdığı görülür. Ki, bu kölelik
türü onlara önemli bir çıkar sağlamıyordu. Üstelik bu kölelik türü
sosyal bir meseleden çok ferdî bir meseleye benziyor. Buna
rağmen köleliğin bu türünün kaldırılmış olması, onların elinde
sözden ibaret bir propaganda malzemesidir. Tıpkı kuru bir söz olmaktan
öte bir anlam içermeyen öbür propaganda dayanakları
gibi.
Evet; bu konuda incelenmesi gereken bir başka nokta var ki, o
da şudur: İslâm, silâh zoru ile ele geçirilen topraklar dışındaki yerlerde
elde edilen ganimetlerin ve alınan kölelerin bölüştürülmesine
toplumun fertlerinden başlıyor, sonra devlete sıra geliyor. İslâm'ın
ilk yıllarındaki uygulama böyle idi.
Mâide Sûresi 116-120 ..................................................... 495
Batılılar ise ganimetlerden yararlanmayı sadece devletlerine
mahsus bir hak sayarlar. Bu da kölelik meselesinin kendisi dışında
kalan başka bir meseledir. İnşallah ileride zekât ve humus
hakkındaki ayetleri ele aldığımızda bu meseleyi enine-boyuna inceleyeceğiz.
Ve ancak Allah'tan yardım istenir.
Bütün bunlardan sonra adı geçen Ansiklopedinin yazarının yukarıda
naklettiğimiz, "Köleliğin kaldırılmasının temel gerekçesi,
insanların haklarda ve yükümlülüklerde eşit olmasıdır..." şeklindeki
sözlerine dönelim. İnsanların haklar bakımından eşit olmaları
ne demektir? Acaba bu sözle insanların sahip oldukları ve gözetilmesi
gereken haklarından yararlanmaları, ancak bu hakların
kesin olarak eşit olmadığı, farklı olduğu mu kastediliyor? Meselâ
yönetici ile yönetilen, amir ile memur, kanuna uyan ile kanunu
çiğneyen, adil ile zalim arasında sosyal ağırlıklarının farklılığına
bağlı farklılıklar olduğu gibi.
Eğer kastedilen bu ise buna bir itirazımız yok, bu öyledir. Yalnız
bunun böyle olması toplumdaki şerefli ve faydalı bir kişi ile
topluma katılmaya lâyık bir onurun sahibi olmayan, girdiği her
yerde hayatı ortadan kaldıran ve öldürücü bir zehir gibi olan kişinin
eşit sayılmasını gerektirmez. Çünkü bu iki kesimi birbirinden
ayrı tutarak birincisine tam özgürlük tanırken, ikincisinden özgürlüğü
geri almak, fıtratın açık hükmüdür. Düşmanın, düşmanı üzerinde
saldırı konularında hiçbir hakkı yoktur. Koyunun kurda ve avın
arslana karşı da hiçbir yükümlülüğü yoktur.
Eğer bu sözle insanlık sıfatının insan fertleri arasında ortak olduğu
ve kim olursa olsun her insanın uygarlıkta ilerleyecek ve
başkalarının elde ettiği mutluluğu elde edebilecek güce sahip olduğu
kastediliyorsa, o zaman gelişmiş toplumlar her insana cömertçe
özgürlük tanıyarak onu sağlıklı topluma katılacak şekilde
eğitmekle yükümlüdürler.
Bu görüş de doğrudur. Fakat kimi zaman eğitim faaliyeti, eğitim
süreci tamamlanıncaya kadar belirli bir zaman diliminde eğitilenin
irade özgürlüğünün askıya alınmasını gerektirir. Eğitilen kişi
iradesini bilinçli olarak kullanacak düzeye gelince özgürlük nimetini
tatmakta serbest bırakılır. Tıpkı doktorun hastasına hoşuna
gitmeyen bir ilâç içirmesi ve küçüklerin büyütülmeleri sırasında
ağırlarına giden uygulamalara tâbi tutulması gibi.
496 .................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
İslâm'ın, Müslümanlara savaş açan kâfir milletlerin irade ve
davranış özgürlüklerini askıya almaktaki, onları dinî toplumun içine
alarak eğitmekteki ve tedricî bir şekilde özgürlük alanına ulaştırmaktaki
görüşü ve beklentisi budur. Çünkü bu tutum sosyal
amaçlı bir tutumdur. Bu tutumun kendisine, sonuçlarına ve etkilerine
kapsamlı bir açıdan bakılmalıdır.
Yoksa bu tutum, ferdî ve sınırlı bir açıdan değerlendirilecek
ferdî ve cüz'î bir tutum değildir. [Dolayısıyla savaşta esir alınarak
köleleştirilen insanların bazılarının ömür boyu kölelikten kurtulup
özgürlüğe kavuşmamaları bu genel kanuna halel getirmez.]
Sonra şurası şaşırtıcı bir noktadır ki, Batılılar da daha önce
değindiğimiz gibi her ne kadar bu uygulamanın isimlendirilmesine
ve iyi niyetle ele alınmasına karşı çıkıyorlarsa da fiiliyatta İslâm'ın
benimsediği gibi bir tavır takınıyorlar.
Yoksa bu sözle bütün insanların bir tutulmasının, her insanın
mutlak iradesi ile baş başa bırakılmasının özgürlüğün gereği olduğu
mu kastediliyor?
Böyle bir yaklaşımın kabul edilmez olduğu gibi, mutlak olarak
uygulanmasının mümkün olmadığı şüphe kaldırmaz açıklıkta bir
gerçektir. Özellikle savaş açan düşman hakkında uygulanmasını
düşünmek bile mümkün değildir ki, İslâm'ın mutlak özgürlüğü askıya
almakta üzerinde ısrarla durduğu tek gerekçe budur.
Sonra eğer böylesine sınırsız özgürlük bir hak ise bu konuda
bir kişi, iki kişi ve bir topluluk arasında fark olmaz. O hâlde Batılılar
niçin intihar durumunda olduğu gibi bir kişiye ve düello örneğinde
olduğu gibi iki kişiye yasal özgürlük tanıyorlar da kendi cinslerinden
olan yoksullar kesimine tenha bir yere veya bir mağaraya
sığınıp kendileri ile meşgul olma, Rablerinden gelecek rızkı yiyip
kendi hayatlarını yaşama özgürlüğü tanımıyorlar?
Geriye bir şey kalıyor ki, o da şudur: Şöyle bir soru sorulabilir:
Niçin İslâm, kölelere mal edinme hakkı tanımadı? Eğer tanısaydı,
köleler edinecekleri mal sayesinde efendilerine yük olmadan zorunlu
ihtiyaçlarını karşılayabilirlerdi. Yine niçin İslâm, köleliği Müslüman
olmakla sınırlamadı? Eğer böyle bir sınırlama olsaydı, köle
Müslüman olunca özgürlüğüne kavuşur ve böylece gerek kendi
alnına ve gerekse kıyamet gününe kadar türeyecek soyunun alnı
Mâide Sûresi 116-120 ................................................... 497
na vurulmuş olan mahrumiyet damgası silinmiş olurdu.
Fakat bu soruyu soran kimse şuna dikkat etmelidir: Kölelerin
köleleştirilmeleri ve mülk edinmeden yoksun bırakılmaları ile ilgili
hükmün ortaya çıkışı ve uygulanması, bu kölelerin ele geçirildikleri
ilk günlerin şartları göz önüne alınarak yasalaşmıştır. İslam'a
karşı savaş açan düşmanlar olan bu köleler aleyhine fıtratın vermiş
olduğu özgürlüklerini ellerinden alabilme hükmü, onların sağlıklı
İslâm toplumunu yıkmaya yönelik komplolarını etkisiz hâle
getirmeyi ve bu amacı taşıyan direnme güçlerini kırmayı
amaçlıyor. Güç ve kuvvet ancak malla, mülkle olur. Buna göre köleler
çalışmaktan ve çalışmanın ürünlerinden yoksun kaldıkları
zaman çatışacak veya savaşacak gücü kendilerinde bulamazlar.
Evet; İslâm, bir ölçüde kölelere mal edinme hakkı tanımıştır.
Bu mal edinme efendilerin onların mülküne geçirdiği mal üzerinde
olabilir. Bu mülkiyet, efendinin mülkiyetinin uzantısı niteliğindedir;
kölenin kendi başına tasarrufta bulunması anlamında değildir.
Dolayısıyla herhangi bir sakınca doğmaz.
Kölelerin köleliklerini Müslüman olmaları ile sınırlandırmaya
gelince, böyle bir siyaset İslâm'ın esasını korumak, dinî toplumu
ayakta tutmak, silâh gücü ile ele geçirilen bu saldırganları köklü
bir İslâmi eğitimden geçirmek gibi temel amaçlarla çelişir. Eğer
bu tedbir alınmazsa köleler, din devletinin egemenliği altına girip
alınlarına kölelik damgası vurulur vurulmaz derhal görünüşte Müslüman
olurlar ve böy-lece sayısal varlıklarını ve güçlerini korurlar,
arkasından da ilk fırsatta kendilerine yasaklanan faaliyetleri
yapmaya koyulurlar.
Bu konuda günümüzün milletlerarası uygulamalarını bir yana
bırakarak insanlık tarihinin belgelenebilmiş en eski uygulamalarına
dönelim. O çağlarda iki millet veya iki kabile birbiri ile savaştığında
ve biri diğerini yenip ona karşı üstünlük sağladığında galip
gelen taraf, kılıcı düşmanının göğsüne dayayarak onu kayıtsız
şartsız teslimiyete zorlamaya kendini haklı görürdü.
Galip taraf, bu teslim alma sırasında mağlup düşmanının sadece
silâhlarını yere bırakması ile yetinip onları istediklerini yapmakla
baş başa bırakmaz, buna ek olarak yenilen düşmanının
kendi emrine teslim olmasını, hakkında vereceği kararlara ta
498............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
mamen boyun eğmesini, lehindeki ve aleyhindeki uygulamaları,
şahısları ve malları ile ilgili tasarruflarını peşin olarak kabul etmesini
sağlardı.
Düşmana dayatılan bu hâkimiyetin, bu mutlak teslimiyetin
etkisini bozacak, hükmünü geçersiz kılacak, düşmana eski komplolarına
ve tuzaklarına geri dönme yolunu açacak, onun daha önceki
tutumuna dönme ümidini tazeleyecek bir kayıtla kayıtlanması
aptallık olurdu. Galip gelen millet böyle bir aptallığa nasıl düşebilir
ki, kutsal bildiği toplumun bağımsızlığı uğruna birçok insanını
ve maddî varlığını feda etmiştir. Böyle bir tutum kendine zulmetmek,
en kutsal değerlerini hafife almak ve kanlarını, mallarını ve
emeklerini boşa harcamak olmaz da ne olur?!
İnsanlarının hayatlarını ve mallarını feda ederek düşmanını
yenen ve bu galibiyet sonunda düşmanını zillete ve perişanlığa
mahkum ederek onlara köleliği dayatan taraf hakkında şöyle bir
itiraz ileri sürülemez: Efendim, adamlar savaştılar, öldürdüler, yakıp
yıktılar, sonunda düşmanlarını esir aldılar, savaşanların rakipleri
üzerindeki meşru hakkına dayanarak aldıkları esirlerin özgürlüklerini
kaldırmayı caiz gördüler. Peki, daha sonra doğan nesillerin
çocuklarının günahı nedir? Bunlar ne silâh taşıdılar, ne kılıç
çektiler ve ne savaşa katıldılar. Bu dayanaksız itirazın cevabı şudur:
Onlar babalarının ve dedelerinin kurbanıdırlar.
Bütün bunlardan sonra şunu unutmamak gerekir ki, eğer İslâm
hükümeti İslâm toplumunun menfaatinin o yolda olduğuna
karar verirse, köleleri sahiplerinden satın alarak veya başka bir
şekilde kölelere özgürlük verme çarelerine başvurabilir.