112- Hani havarîler, "Ey Meryem oğlu İsa, Rabbin bize gökten
donatılmış bir sofra indirebilir mi? (Bunu maslahat görür mü?)"
demişlerdi. İsa, "Eğer inanan kimseler iseniz, Allah'tan korkun"
demişti.
113- Onlar, "İstiyoruz ki, ondan yiyelim, kalplerimiz sakinleşsin,
bize (Rabbinden tebliğ ettiğin hususlarda) doğru söylediğini
kesin olarak bilelim ve buna (dünya ve kıyamette) tanıklık edenlerden
olalım." demişlerdi.
114- Meryem oğlu İsa şöyle dedi: "Allah'ım, ey Rabbimiz! Bize
gökten bir sofra indir ki, (bugün) hem öncekilerimiz, hem de sonrakilerimiz
için bir bayram ve senden bir mucize olsun. Bize rızk
ver. Sen rızk verenlerin en hayırlısısın."
115- Allah da şöyle buyurdu: "Ben şüphesiz onu size indireceğim;
ama ondan sonra kim inkâr ederse, ona âlemlerde hiç kimseye
yapmayacağım azabı yaparım."
Okuduğumuz ayetlerde İsa Peygamber (a.s) ile arkadaşlarına
gökten sofra inişinin hikâyesi anlatılıyor. Ayetlerde gerçi sofranın
fiilen indirildiği açıkça belirtilmiyor; fakat son ayet yüce Allah'ın bu
sofrayı indireceğini ifade eden kayıtsız şartsız bir vaat içeriyor ve
yüce Allah birçok ayette kendini vaadinden caymamakla nitelen
310............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
dirmiştir.
Bazı tefsir bilginleri, yüce Allah'ın sofranın inmesinden sonra
kâfir olanlara yönelik ağır tehdidini işittikten sonra havarîlerin bu
istekten vazgeçtiklerini ileri sürmüşlerdir. Fakat bu görüş Kur'ân
ve sünnet kaynaklı güvenilir bir delile dayanmıyor.
Bu görüş bazı tefsircilerden nakledilmiştir. Mücahit ile Hasan
bu tefsirciler arasında yer alır. Fakat ne onların ve ne diğerlerinin
bu yoldaki görüşlerinde delile rastlanmıyor. Eğer Mücahit ile Hasan'ın
bu yoldaki görüşleri rivayet sayılsa bile, zayıf olduğu için delil
değeri taşımayan mevkufat türü bir rivayettir. Üstelik bu rivayet
bu sofranın fiilen indiğini bildiren başka rivayetlere ters düşmektedir.
Zaten doğru olsa bile ahad silsileli bir haber olduğu için hükümler
dışındaki alanlarda dayanak kabul edilmez.
Bazıları bu sofranın fiilen inmediğini şu şekilde savunabilirler:
Hıristiyanların bu mucize konusunda hiçbir bilgileri yoktur, kutsal
kitaplarında bu olaydan hiç söz edilmiyor. Eğer bu sofra fiilen inmiş
olsaydı, kutsal kitaplarında sık sık sözü geçer, bu olayı tıpkı ilâhî
yemek gibi aralarında sürekli bir tören hâlinde korurlardı. Fakat
Hıristiyanlığın yayılma tarihini ve çeşitli İncillerin ortaya çıkış
hikâyesini iyi bilenler bu tür sözlere önem vermezler. Çünkü Hıristiyanların
kutsal kitapları tevatür yolu ile İsa Peygambere (a.s) dayandırılarak
yazıya geçirilmiş olmadığı gibi günümüzdeki Hıristiyanlık
da onun zamanına kesintisiz bir şekilde bağlanmıyor. Böyle
bir tarihî bir bağlantı olmadığı için, ne kuşaktan kuşağa geçen gelenekleri
konusunda ve ne İsa Peygamberin çağrısına izafe edilen,
onunla ilgili olan ve hakkında bilgi sahibi olmadıkları konularda
günümüz Hıristiyanlığından faydalanmak mümkün değildir.
Evet, bazı İncillerde İsa Peygamberin az miktardaki arpa ekmeği
ve balıkla mucizevî şekilde çok sayıda kişiyi doyurduğu anlatılıyor.
Ama bu hikâye Kur'ân 'da anlatılan ilâhî sofra hikâyesi ile
hiçbir özelliği bakımından uyuşmuyor. Yuhanna İncili’nin altıncı
bölümünde şöyle deniyor:
"(1) Bundan sonra İsa Celil (Taberiyye) denizi üzerindeki köprüye
doğru yol aldı. (2) Çok sayıda insan peşine düştü. Çünkü hastalar
konusundaki mucizelerini görmüşlerdi. (3) İsa dağa çıktı ve
öğrencileri ile birlikte orada oturdu. (4) Yahudilerce kutsal olan
Mâide Sûresi 112-115 ................................................... 311
Fesh Bayramı yakındı. (5) İsa gözlerini kaldırıp bakınca büyük bir
kalabalığın kendisine doğru geldiğini gördü. Bu durumu görünce
Filibs'e 'Nereden ekmek alıp bu insanlara yedireceğiz?' diye sordu.
(6) İsa Peygamber Filibs'i denemek için bu soruyu sordu. Çünkü o
ne yapmaya kararlı olduğunu biliyordu. (7) Filibs ona herkese küçük
parça ekmek verilse bile iki yüz dinara alınacak ekmeğin bu
kalabalığa yetmeyeceği cevabını verdi. (8) Saman Putros'un kardeşi
olan Enderus adındaki bir öğrencisi İsa Peygambere şöyle
dedi: (9) Yanında beş yufkası ve iki balığı olan bir genç var burada,
ama bu yiyecek bu büyük kalabalığa göre ne anlam taşır ki? (10)
İsa Peygamber 'İnsanlara söyleyin de birbirlerine yaslansınlar' dedi.
Orası bol otlaklı bir yerdi. Adamlar birbirine yaslandılar. Sayıları
beş bin kişi kadardı. (11) İsa Peygamber yufkaları aldı. Allah'a
şükretti. Sonra onları öğrencilerine bölüştürdü, öğrencileri de birbirine
yaslanan insanlara paylaştırdı. İki balığı da bu şekilde paylaştırdılar.
Herkes istediği kadar yedi. (12) Herkesin karnı doyunca
İsa Peygamber öğrencilerine 'Artan kırıntıları toplayın ki, hiçbir şeyi
kaybolmasın' dedi. (13) İsa'nın öğrencileri artıkları toplayıp on
iki torbaya doldurdular. Beş arpa ekmeği ile o kadar kişi karnını
doyurduktan sonra kırıntıları on iki torbayı doldurmuştu. (14) İnsanlar
İsa Peygamberin gösterdiği bu mucizeyi görünce, 'Bu adam
gerçekten dünyaya gelmesi beklenen peygamberdir' dediler. (15)
İsa Peygamber, insanların üzerine gelip onu hükümdar yapmak için
götürmeye kararlı olduklarını bildiği için oradan ayrılıp tek başına
dağa doğru yola çıktı."
Sonra eğer bu hikâyenin (Mâide Kıssasının) ayetlerde anlatılan
içeriği dikkatle incelenince, başka bir konu karşımıza çıkar ki,
o da şudur: Bu hikâyenin baş tarafında havarîler tarafından sorulan
soru yüce Allah'a karşı gösterilmesi gereken saygıdan yoksun,
edebe aykırı bir sorudur. Nitekim ayetlerin sonunda, bu mucizenin
arkasından kâfir olanlara, yüce Allah'ın peygamberlerine doğrudan
sunduğu veya ümmetlerinin isteğine cevap olarak gösterilen
hiçbir mucize vesilesi ile söz konusu edilmeyen ağır bir tehdit yöneltilmektedir.
Meselâ, Nuh, Hud, Salih, Şuayb, Musa ve Muhammed
peygamberlerin (hepsine selâm olsun) ümmetlerinin mucize
isteklerine böyle sert bir tehdit içerikli cevap verilmemiştir.
Acaba bu cevabın sertliğinin sebebi bu soruyu soran havarîle
312........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
rin edebe aykırı ifadeleri midir? Çünkü onlar bu soruyu sorarken
Allah'ın gücünden şüphe eden kişilerin kullanacakları bir üslûp
kullandılar. Fakat daha önceki ümmetlerin mucize isteklerinde de
Allah'a karşı saygısız ve peygamberlerine karşı alay etme içerikli
ifadelere rastlamaktayız. Bunların yanı sıra Peygamberimizin
(s.a.a) kavminin zorbalarına ve o dönemde yaşayan Yahudilere ait
daha çirkin ve daha edepsiz ifadeleri Kur'ân bize nakletmektedir.
Yoksa sebep, havarîlerin bu soruyu sormadan ve ilâhî sofranın
inmesinden önce iman etmiş olmaları mıdır ki, sofranın inişinden
ve bu çarpıcı mucizeyi görmelerinden sonra kâfir olmaları hâlinde
bu kadar şiddetli bir tehdidi hak etmiş mi sayılmaktadırlar? Fakat
gerçi çarpıcı mucizeler gördükten sonra kâfir olmak büyük bir azgınlık
ve serkeşliktir; ama bu sadece havarîlere mahsus değildir.
Bu bakımdan diğer ümmetler arasında benzerleri vardır. Fakat
hiçbir zaman o benzerlere böyle ağır bir tehdit yöneltilmemiştir.
Hatta bu ümmetler içinde Allah'ın yakınlığını kazandıktan ve Allah'ın
mucizelerini yakından gördükten sonra dinden dönenler bile
böyle şiddetli bir tehdide muhatap olmadılar. Şu ayette verilen örnekte
olduğu gibi:
"Onlara şu adamın olayını anlat: Adama ayetlerimizisunduk, fakat o onların içinden sıyrılıp çıktı. Arkasından
onu şeytan peşine taktı da azgınlardan oldu."
(A'râf, 175)Bu noktada söylenebilecek söz şudur: Bu hikâye başlangıcında
sorulan soru dolayısı ile, gerek ümmetlerin isteği üzerine gösterilen
ve gerekse başka zaruretlerin gerekli hâle getirdiği diğer
bütün peygamberlerin mucizeleri arasında özel bir anlam taşıması
ciheti ile ayrıcalıklı bir niteliğe sahiptir.
Şöyle ki, Kur'ân'da anlatılan mucizeler birkaç kısma ayrılır. Bir
kısmı yüce Allah'ın peygamberleri görevlendirdiği sırada onlara
sunmuş olduğu mucizelerdir. Bunların maksadı, peygamberlerin
peygamberliklerini teyit eden deliller olmalarıdır. Musa Peygambere
(a.s) sunulan ışıltılı el ve asâ, İsa Peygambere (a.s) sunulan
ölüleri diriltme, kuşlara can verme, doğuştan körleri ve alacalık
hastalarını iyileştirme ve Hz. Muhammed'e (s.a.a) sunulan Kur'ân
mucizeleri gibi. Bunlar imana çağrı ihtiyacını karşılamak ve kâfirlere
söylenecek söz bırakmamak için sunulan mucizelerdir. Böylece
helâk olanların bile bile helâk olmaları ve hayat bulanların da
bile bile hayat bulmaları istenmiştir.
Mâide Sûresi 112-115 ................................................... 313
Diğer bir kısım mucizeler, kâfirlerin isteği üzerine peygamberlere
sunulan mucizelerdir. Salih Peygamberin (a.s) devesi gibi.
Peygamberlerin çağrı çalışmaları sırasında gündeme gelen korkunç
olaylar ve genel afetler de bu kategoriye girer. Örneğin Musa
Peygamberin (a.s) Firavun'un kavmine gösterdiği ve aralarında
çekirge, zararlı böcek ve kurbağa istilalarının da bulunduğu yedi
tabiî afet mucizesi, Nuh tufanı, Semud oğullarının yerin dibine geçirilmeleri,
Ad oğullarının kasırgası gibi olağandışı belâlar. Bunlar
da inatçı inkârcılara yöneliktir.
Diğer bir kısım mucizeler de bir ihtiyacın gerektirmesine, bir
zorunluluğun ortaya çıkmasına binaen yüce Allah'ın müminlere
sunduğu olağanüstülüklerdir. Yarılan kayadan pınarların fışkırması,
İsrailoğul-larına çöl ortasında bıldırcın etinin ve helvanın indirilmesi,
büyük kayanın başları üzerinde asılı tutulması, Firavun'-
dan ve onun zalimliklerinden kurtulmaları için denizin ikiye ayrılması
gibi. Bu olağanüstülükler de ya kendini beğenmiş isyankârları
korkutmak veya müminlere yönelik rahmeti tamama erdirmek
için böyle bir istekleri olmamasına rağmen kendilerini onurlandırmak
maksadı ile sunulan mucizelerdir.
Yüce Allah tarafından Peygamberimizi (s.a.a) onurlandırmak
için müminlere sunulan vaatler de bu kategoriye girer. Mekke'nin
fethedileceği, Kureyş kâfirlerinin perişan olacakları, Bizanslıların
Farsları yenecekleri ile ilgili vaatler gibi.
Kur'ân'da anlatılan ve ilâhî öğretide söz konusu edilen mucize
türleri işte bunlardır. Mucize indikten sonra başka bir mucize istemeye
gelince, ilâhî öğreti bunu hezeyan nitelikli heveslerden sayar
ve ona önem vermez. Kur'ân'ın mevcudiyetine rağmen
Ehlikitab'ın Peygamberimizden (s.a.a) gökten kendilerine bir kitap
indirilmesini istemeleri gibi. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Ehlikitap,senden kendilerine gök-ten bir kitap indirmeni istiyorlar. Onlar
Musa'dan, bundan daha büyüğünü istemişlerdi ve 'Bize Allah'ı açıkça
göster' demişlerdi... Fakat Allah sana indirdiğine şahitlik
eder; onu kendi bilgisiyle indirmiştir. Melekler de (buna) şahitlik
ederler. Şahit olarak Allah yeter."
(Nisâ, 166)Mekkeli müşriklerin Peygamberimizden (s.a.a) yeryüzüne meleklerin
indirilmesini veya Allah'ın kendilerine gösterilmesini istemeleri
de bu türden hezeyan nitelikli bir istektir. Şu ayetlerde
314 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
buyrulduğu gibi:
"Bizimle karşılaşacaklarını beklemeyenler, 'Bizemelekler gönderilmeli değil miydi veya doğrudan doğruya
Rabbimizi görmeli değil miydik?' dediler. Onlar büyüklük kompleksine
kapılarak azgınlıkta son derece ileri gitmişlerdir."
(Furkan,21)
"Dediler: Bu elçiye ne oluyor ki yemek yiyor ve çarşıda geziyor?
Ona kendisiyle beraber uyarıcı olarak bir melek indirilmeli
değil mi? Yahut üstüne bir hazine atılmalı, yahut kendisinin, ürününden
yiyeceği bir bahçesi olmalı değil mi? Bu zalimler müminlere
'Sizler büyülenmiş, aklî dengesi bozuk bir adamın peşinden
gidiyorsunuz' dediler. Senin hakkında ne yakışıksız benzetmeler
düzdüklerini görüyor musun? Onlar sapmışlardır ve bir türlü doğru
yolu bulamıyorlar."
(Furkan, 7-9) Kur'ân da bu anlamı ifade edendaha birçok ayet vardır.
Bütün bunların arkasındaki tek gerekçe şudur: Mucizelerin
inmesinin maksadı, gerçeğin ortaya çıkması ve delilin tamama
erdirilmesidir. Mucize inip de gerçek ortaya çıkınca ve artık söylenecek
söz kalmayınca, eğer mucize indiği ve maksat hasıl olduğu
hâlde yine mucize isteği tekrarlanırsa, bunun Allah'ın mucizelerini
eğlence konusu yapmak, Allah ile oyun oynamaktan ve gerçekleri
kabul etmekte oynaklık göstermeden başka bir anlamı yoktur ve
bu tutum en büyük azgınlık ve gerçeğe karşı başkaldırmadır.
Böyle bir tutum eğer müminler tarafından ortaya konursa, bunun
günahı daha yoğun ve suçu daha ağır olur. Özellikle Allah'ın
mucizelerini görüp de bunun üzerine iman etmiş olan bir müminin,
mümin olduğuna göre gökten mucize inmesi ile ne işi olabilir?
Bu tutum daha çok arzularının esiri olmuş ve eğlence toplantılarında
kendinden geçmiş kimselerin isteklerine veya acayip spor
gösteri düşkünlerinin gönüllerini hoş etmek için istedikleri şaşırtıcı
cambazlık ve akrobasi taleplerine benzemiyor mu?
"Hani havarîler, 'Ey Meryem oğlu İsa, Rabbin bize gökten
donatılmış bir sofra indirebilir mi?' demişlerdi."
ifadesindenanlaşılan mana şudur: Havarîler İsa Peygamberden (a.s)
kendilerine özel bir mucize göstermesini istiyorlar. Oysa onlar
onun havarîleri, ona en yakın kimselerdir. Onun gösterdiği o
çarpıcı mucizeleri, o açık kerametleri görmüşlerdi. İsa Peygamber
(a.s) zaten kavmine gönderilirken olağanüstü mucizelerin
beraberinde gönderilmişti. Yüce Allah bu gerçeği şöyle ifade
Mâide Sûresi 112-115 ..................................................... 315
Yüce Allah bu gerçeği şöyle ifade ediyor:
"(Allah onu)İsrailoğullarına elçi kılacak, (o, onlara şöyle diyecek) 'Ben size
Rabbinizden bir mucize getirdim. Ben size çamurdan kuş biçiminde
bir şey yaratır, ona üflerim, Allah'ın izni ile kuş oluverir..."
(Âl-i İmrân, 49)
İsa Peygambere inanan bir kimsenin onun bir mucizesi ile
karşılaşmadığı nasıl tasavvur edilebilir ki, onun kendi varlığı başlı
başına bir mucizedir. Allah onu babasız yarattı ve Ruh'ul-Kudüs ile
destekledi. Daha beşikteyken gelişmiş yaşlarındaki gibi insanlarla
konuşabiliyor, birbirini izleyen birçok mucize ile sürekli biçimde
onurlandırılıyor ve sonunda Allah onu kendi katına yükselterek en
şaşırtıcı mucize ile misyonunu noktalıyor.
Havarîlerin bu kadar çok sayıda mucizeden sonra kendileri için
seçtikleri bir mucize istemeleri, mucizeden sonra mucize isteme
anlamına gelir. Böylece son derece çirkin bir davranış sergilemiş
oldular. Bundan dolayı İsa Peygamber (a.s),
"Eğer inanankimseler iseniz, Allah'tan korkun."
şeklindeki sözleri ile onları azarlamıştır.İşte bu yüzden havarîler bu tekliflerini gerekçelendirdiler, sözlerinin
mutlaklığını sınırlandırıp yumuşatacak ikinci bir açıklama
yapmak ve ifadelerin sivriliğini gidermek için,
"İstiyoruz ki, ondanyiyelim, kalplerimiz sakinleşsin, bize doğru söylediğini kesin olarak
bilelim ve buna tanıklık edenlerden olalım."
dediler. Böylelikleyeme amacına, isteklerine gerekçe oluşturacak başka amaçlar
eklediler. Bundan maksatları, isteklerinin acayip olaylarla eğlenmek
ve Allah'ın mucize-lerini oyun konusu yapmak anlamına
gelmediğini, tersine bilgilerini mükemmelleştirmek, kötü duyguları
kalplerinden kovmak ve olaya şahitlik etmek gibi faydalı amaçları
olduğunu ifade etmektir.
Fakat bununla birlikte sofranın yemeklerinden yemek istediklerini
söylemekten geri kalmadılar. İşte asıl hataları bu oldu. Eğer
"O sofranın yemeklerinden yiyip kalplerimizin güven bulmasını
istiyoruz" deselerdi,
"İstiyoruz ki, ondan yiyelim, kalplerimiz sakinleşsin"dedikleri için aldıkları sert cevaplara muhatap olmayacaklardı.
Çünkü ilk ifade, bütün heves ve eğlence ihtimallerini ortadan
kaldırırken, ikincisi böyle değildir.
İsa Peygamber (a.s) havarîlerin ısrarlı isteklerine cevap olarak
316 ................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
Rabbinden bu mucizeyi kendilerine bağışlamasını istedi. Bu mucize
sadece kendi ümmetine mahsus türden bir olağanüstülüktü.
Çünkü görünüşte gerekli olmayan gerekçelere dayandırılan bir istek
üzerine gösterilecek tek mucize idi. Bu gerekçe inanmış kimselerin
inecek sofranın yiyeceklerinden yeme gerekçesi idi. Bundan
dolayı İsa Peygamber (a.s) bu isteğini Allah'a yöneltilmesi uygun
olacak bir gerekçe ile yaftalayarak,
"Allah'ım, ey Rabbimiz!Bize gökten bir sofra indir ki, bugün hem öncekilerimiz, hem de
sonrakilerimiz için bir bayram ve senden bir mucize olsun."
dedi.Görüldüğü gibi İsa Peygamber bu olayı bayram olarak adlandırdı.
Bayram, bir kavmin insanlar arasında kendilerine mahsus bir bağışa,
bir kıvanca mazhar oldukları gündür. Bu sofranın inişi İsa
Peygamber tarafından işte bu sıfatla nitelendirilmişti.
İsa Peygamber bu isteğini Rabbine yöneltince, Rabbi onun
duasını kabul etti. Zaten onun, Rabbinden kabul edileceğini ummadığı
bir istekte bulunması veya Rabbinin onu reddederek rezil
etmesi, elini boş çevirmesi beklenemezdi. Fakat nasıl ki, bu mucize
başka hiçbir ümmete sunulmamış türden sadece havarîlere
mahsus bir mucize idi ise, bu mucizeden sonra kâfir olacak olanlar
için hiçbir insan topluluğuna verilmemiş ağırlıkta bir ceza şartı
koşuldu. Yüce Allah bu şartı şöyle açıklıyor:
"Ben şüphesiz onu sizeindireceğim. Ama ondan sonra kim inkâr ederse, ona âlemlerde
hiç kimseye yapmayacağım azabı yaparım."
Açıkladığımızbu hususu ganimet olarak bilmelisin.
"Hani havarîler, 'Ey Meryem oğlu İsa, Rabbin bize gökten donatılmış
bir sofra indirebilir mi?' demişlerdi."
Ayetteki "iz=hani" bir zarf edatıdırve gizli bir fiil ile bağlantılıdır. Bu gizli fiil, "uzkur" (hatırla) veya
bu anlamda bir fiildir. Buna göre ifadenin anlamı "Havarîlerin...
dedikleri zamanı hatırla" şeklindedir.
Bazı tefsircilere göre bu "iz" edatı bir önceki ayette geçen
"kâlû âmenâ
=inandık dediler..." cümlesi ile bağlantılıdır. O zamananlam,
"Havarîler İsa'ya, Rabbin bize gökten donatılmış bir sofraindirebilir mi?"
dedikleri bir vakitte, "İnandık... demişlerdi." şeklindedir.Yani havarîler dediler ki: "Biz Allah'a inandık. Bizim Allah-
'ın emrine teslim olmuş kimseler olduğumuza şahit ol."
Bu faraziyeden maksat, havarîlerin iddialarının doğru olmadı
Mâide Sûresi 112-115 ............................................................... 317
ğını ve İsa Peygamberi (a.s), kendisine teslim olduklarına şahit
tutmalarının ciddi olduğunu belirtmektir.
Fakat bu faraziye ayetlerin içeriği ile bağdaşmaz. Havarîlerin
imanı nasıl olur da samimi olmaz? Yüce Allah onlara, kendisine
ve peygamberlerine iman etmelerini vahyettiğini bildiriyor ve bunun
İsa Peygambere (a.s) yönelik bir lütuf olduğunu vurguluyor.
Üstelik eğer öyle olsa idi,
"Havarîler dediler ki..." ifadesindeki [imansızlıklarını]açığa çıkarmaları yersiz olurdu.
"Mâide", üzerinde yemek bulunan sofra demektir. Ragıp
İsfahanî şöyle der: "Mâide, içinde yemek bulunan tabak demektir.
Hem tabak ve hem de içindeki yemek için kullanılır. Araplar, 'Bana
yemek verdi.' anlamında 'mâdenî, yemîdunî' ifadesini kullanırlar."
Ayette aktarılan soru metnine, yani
"Rabbin bize gökten donatılmışbir sofra indirebilir mi?"
ifadesine gelince, ilk bakıştakianlamı ile bu ifadenin havarîlerin ağzından çıkması aklın yadırgayacağı
bir husustur. O havarîler ki, İsa Peygamberin arkadaşları,
öğrencileri, yakın ve ayrılmaz dostları, onun bilgisinin ve düşüncelerinin
ışığından feyz alan, onun ahlâk kurallarına ve ayak izlerine
uyan kimselerdir. Öte yandan en zayıf iman bile yüce Allah'ın her
şeye kadir olduğu, O'nun için âcizlik diye bir şeyin söz konusu edilemeyeceği,
O'na âcizliğin galip gelemeyeceği bilincini insana aşılarken,
nasıl olur da havarîler Allah'ın gökten sofra indirmeye gücünün
yetip yetmeyeceğini peygamberlerine sorabilmektedirler?
Bundan dolayı yedi kurradan biri olan Kisaî, ayetteki ilgili ibareyi
"Hel tastatîu Rabbeke
=Sen Rabbinden sorabilir misin?" şeklindeokumuştur. Yani "Rabbeke" kelimesi, gizli bir fiilin
mef'ulüdür. Aslı şöy-ledir: "Hel tastatîu en tes'ele Rabbeke."
Mef'ulda amil olan fiil hazfedilmiş ve "tastatîu" fiili onun yerine
geçmiştir veyahut da bir kelimenin diğerinin yerine geçişi söz konusu
olmaksızın fiil hazfedilmiştir.
Tefsirciler, havarîlerin bu tereddüt içerikli sorularını değişik
şekilde yorumlamışlardır. Bu yorumlarda ilk plânda akla gelen Allah'ın
gücünden şüphe etme ihtimalinin varit olmadığı, havarîlerin
böyle basit bir cehaletten uzak oldukları esasına dayanılmıştır.
Bu esasa dayanılarak yapılabilecek en iyi yorum şudur: Ayet
318......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
teki "güç yetirme" maslahatın gerektirmesinden ve iznin verilmesinden
kinayedir. Nitekim imkân, güç ve kuvvet kavramlarıyla da
kinaye yolu ile "maslahatın olması ve izin verilmesi" ifade edilir.
Meselâ, "Hükümdar her ihtiyaç sahibini dinleyemez" denir. Bununla
"Hükümdarlığın kamusal faydası onu bundan alıkor" denmek
istenir. Yoksa mutlak anlamı ile dert dinlemek, hükümdarın gücü
dahilinde bir iştir. Yine "Zengin kişi, herkese sadaka veremez" denir.
Yani malını koruma maslahatı bunu yapmamasını gerektirir.
Başka bir örnek, "Âlimin bütün bildiğini anlatması mümkün değildir."
sözüdür. Yani dinin, halkın ve toplumsal düzenin maslahatı
âlimi bundan alıkor. Yine bir örnek olarak birimiz arkadaşına "Benimle
birlikte falancaya gidebilir misin?" diye sorarız. Bu sözdeki
yapabilirlik gidebilmenin özünü değil, bu eylemin yerinde olup olmadığına,
faydalı görülüp görülmediğine yöneliktir.
Bu konuda tefsircilerin ileri sürdükleri başka yorumlar da vardır.
Bunlardan biri şudur: Bu sorunun amacı, görerek inanmak suretiyle
kalplerin tatmin olmasıdır; yoksa Allah'ın gücünden şüphe
etme maksadı taşımaz. Tıpkı İbrahim Peygamberin (a.s), bize Allah
tarafından nakledilen
"Ya Rabbi! Ölüleri nasıl dirilttiğini banagöster. Allah, 'Yoksa buna inanmadın mı?' dedi. İbrahim: İnandım;
fakat kalbim tatmin olsun diye bunu istiyorum."
(Bakara, 260)sözleri gibidir.
Bu yorum hakkında şunları söylemek gerekir: İmanın arttırılması
ve kalbin tatmin edilmesi amacı ile mucize istemenin doğru
olması, tek başına havarîlerin sorusunu bu gerekçeye bağlamanın
doğruluğunu kanıtlamaz. Onların İbrahim Peygamber (a.s) gibi
masum oldukları sabit değildir ki, bu masumluk sözlerinde kabalık
olmadığı şeklinde bir yoruma başlı başına delil sayılsın. Tersine
sözlerinin böyle olmadığı yolunda delil vardır. Çünkü onlar İbrahim
Peygamberin,
"İnandım; fakat kalbim tatmin olsun diye bunuistiyorum."
dediği gibi, "O sofranın yemeklerinden yiyip kalplerimizintatmin olmasını istiyoruz." demiyorlar. Bunun yerine,
"İstiyoruz ki, ondan yiyelim, kalplerimiz sakinleşsin."
diyorlar. Yaniyemek yemeyi başlı başına bir amaç olarak öne sürüyorlar.
Zaten bu yorum olsa olsa onların kalplerinin Allah'ın gücü ile
Mâide Sûresi 112-115 ................................................. 319
ilgili kuşkudan arınması sonucunu verebilir. Sözlerinin zahirindeki
kabalık, varlığını devam ettirir.
Üstelik, "Hani İbrahim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster..."
(Bakara, 260)
ayetinin tefsiri sırasında anlattığımız üzere bu yorumundayanak olarak kabul ettiği gibi, İbrahim Peygamberin (a.s)
istediği şey, ölülerin ölümden sonra hayatla donanmış hâllerini
görmek değildi. Eğer böyle olsaydı, onun bu isteği mucizeyi görüp
Allah'la konuştuktan sonra, O'ndan mucize istemek kabilinden olurdu.
Onun istediği şey, o ayeti incelerken açıkladığımız anlamda
diriltme olayının gerçekleşme biçimini görmekti.
Bu yorumlardan biri de şudur: Havarîlerin bu sorusu Allah'ın o
konudaki gücü ile değil, onu fiilen yapması ile ilgilidir. Dolayısıyla
burada fiil, onun ayrılmaz şartı olan güçle ifade edilmiştir.
Bu yorum hakkında söyleyeceğimiz söz şudur: Bunun böyle
olduğuna dair sözlerinde bir delil yoktur. Öyle olduğu kabul edilse
bi-le bu yaklaşım, onların mutlak ilâhî kudreti bilmedikleri ihtimalini
ortadan kaldırır. Fakat kulluk edebi ile bağdaşmayan bir söz
söyledikleri gerçeği yerinde kalır.
Başka bir yorum da şudur: Bu söz kısaltılmıştır. Aslı "Hel tastatîu
sual'e Rabbike
=Rabbine söyleyebilir misin?" şeklindedir. Nitekimmuteber kıraat tarzlarından biri ["Hel tastatîu Rabbeke], bu
ihtimali haklı çıkarmaktadır. Buna göre anlamı, "Seni soru sormaktan
alıkoyacak bir engel olmaksızın ondan isteyebilir misin?"
şeklindedir.
Bu yorum hakkında da şunları söylemek gerekir: Sözü edilen
gizli kelimeleri ibareye katmak, bu ifadeyi bu yorumda ileri sürülen
anlamı verecek hâle getirmeyi sağlamaz. Çünkü iki kıraate göre
fiillerin konumları farklıdır; birisinde fiil, gayıp (üçüncü şahıs)
kipinde, bir diğerinde ise muhatap (ikinci şahıs) kipindedir. Cümlede
bir şeyin tak-dir edilişi, kesinlikle gayıp kipinde olan bir fiili
muhatap kipi olarak değiştiremez.
Mutlaka bir şey denecekse, şöyle söylemeliydi: Bu soru İsa
Peygamber ile ilgili bir fiili Allah'a isnat ediyor. Bunun gerekçesi
şudur: İsa Peygamberin (a.s) fiili, aslında Allah'ın fiilidir. Onun her
şeyi Allah'a aittir. Bu yorum şu bakımdan sakattır: Peygamberlerin
bazı eylemleri Allah'a isnat edilebilir. Ama bu eylemler hidayet,
320........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
ilim vb. Allah'a isnat edilmeleri eksiklik ve aksaklık gerektirmeyen
eylemler olmalıdır. Âcizlik, yoksulluk, yemek ve içmek gibi peygamberlerin
kul ve insan olmalarının gereği olan eylemlere gelince,
bunlar kesinlikle Allah'a izafe edilemez. Ayrıca bu yoruma göre
de havarîlerin sözlerindeki kabalık yerinde kalır.
Başka bir yorum da şöyledir: Buradaki "istitaat (=güç yetirme)",
itaat anlamındadır. Buna göre ayetin o bölümünün anlamı,
"Rabbin sana itaat eder, ondan bunu istediğinde duanı kabul eder
mi?" şeklindedir.
Bu yorum hakkındaki itirazımız şudur: Bu yorum, varolan problemi
daha da büyütür. Çünkü yüce Allah'ın peygamberine itaat edip
etmeyeceğini, ona boyun eğip eğmeyeceğini sormak, O'nun
güç sahibi olup olmadığını sormaktan daha çirkin ve edep dışı bir
şeydir.
Bir tefsir bilgini bu yorumu savunarak hakkında özetle şu açıklamayı
yapmıştır: İstaat ile itaat kelimeleri "kurh" (=istemezlik,
zorlama) kelimesinin karşıtı olan "tav'" (uyma, muvafakat etme)
kökünden gelirler. Bir işe itaat etmek demek, ona razı olarak ve
tercih ederek yapmak demektir. Bu maddenin istif'al kalıbına uyarlanmış
türevi, "icâbet" kelimesinin istif'al kalıbına uyarlanmış
biçimi ile aynı anlamı taşırlar. Dolayısıyla, "istecâbehu" ifadesi,
duasını ve isteğini kabul etti anlamına geldiğine göre, "istetâahu"
cümlesi de ona itaat etti, yani ona boyun eğdi, onun rızası dahilinde
oldu, onun tercih ettiği şey oldu, anlamındadır.
Her iki maddede istif'al kalıbı, bu kalıbın en meşhur anlamı
olan talep ve istek anlamını taşır. Ancak hazfedilmiş bir fiilin talebini
ifade ederler. Bu takdirî fiil, ona terettüp eden ve kelâmda
zikredilen fiil aracılığıyla bilinir. "İstetâa'ş-şey'=bir şeye güç yetirdi"
demek, bu şeyin onun tercih ettiği şey olmasını istedi, o da ona itaat
etti ve boyun eğdi, demektir. "İstecâbe" ise, onun icabet etmesini
istedi, o da icabet etti anlamına gelir.
Bu ayrıntılı açıklamadan, "yestetîu" fiilinin "yutîu" fiili ile aynı
anlama geldiğini söyleyen tefsir bilgininin görüşünün doğru olduğu
anlaşılıyor. Çünkü "yutîu" fiili, bir şeyi razı olarak ve tercih ederek,
zorlamasız bir şekilde yapmak anlamına gelir. Buna göre ayetin
bu cümlesinin anlamı, "Eğer biz Rabbinden bu sofrayı indirmesini
Mâide Sûresi 112-115 ........................................ 321
istersek veya sen onu bizim için istersen, Rabbin onu bize gökten
indirmeye razı olur, bunu tercih eder mi?" şeklindedir. (Alıntı burada
sona erdi).
Bu açıklama hakkında birkaç söz söylemek gerekir: Birincisi,
bu açıklama yeni bir şey getirmedi. Sadece "istetâa" fiilini
"istecâbe" fiili ile karşılaştırdı ve arkasından ilk fiile ikincisinin anlamını
yükledi. Bu ise dilbilgisi hususunda kabul edilmeyen bir kıyas
ve karşılaştırmadır.
Bu görüşe karşı ikinci itirazımız şudur: "İstitâat" ve "itâat" kelimelerinin
ortak kökünün zorlamanın zıddı olan "tav' (=muvafakat
etme)" olması, kökün bütün türevlerinde bu anlamın gözetilmesini
gerektirmez. Birçok kelime türeme süreci içinde kökünün anlamından
tamamen kopar. Şu örneklerde olduğu gibi; Darebe (vurdu),
adrebe (yüz çevirdi), kabile (kabul etti), akbele (yöneldi),
kabbele (öptü), kâbele (karşılaştırdı), istakbele (karşıladı). Bu kelimelerde
kullanım yerlerine göre, zihne gelen anlamlar, kelimenin
kök anlamıyla büsbütün farklıdır.
Dilbilgisindeki türeme incelemelerinde, gerçi kelimenin kökünün
anlamı göz önünde bulundurulur; fakat bundan maksat kök
anlamının türeme süreci içinde türevlerde ne oranda yaşadığı veya
nasıl hayatiyetini kaybederek başka bir anlama yerini bıraktığını
tespit etmektir. Yoksa dildeki gelişmenin hükmünü geçersiz
sayıp kök anlamını korumak değildir. Bu noktayı iyi anlamak gerekir.
Buna göre, herhangi bir kelimede önemli olan anlam, o kelimenin
kökünün sözlükteki anlamı değil, kullanımda geçerli olan
canlı anlamıdır. Meseleye bu açıdan bakarsak, "istitâat" kelimesi
Kur'ân'da kırktan fazla yerde ve hepsinde güç, kudret anlamında
kullanılmıştır. "İtaat" kelimesi ise, yine Kur'ân'ın yaklaşık yetmiş
yerinde ve hep boyun eğme (inkiyad) anlamında kullanılmıştır.
"Tav’" kelimesi de kullanıldığı yerlerde "kurh"un zıddı anlamında
kullanılmıştır. Durum böyle olunca, "yestetîu" kelimesine "yutîu"
kelimesinin anlamını yük-lemek, arkasından "yutîu" kelimesini
"tav’" anlamında kabul etmek ve sonra da ayetteki "yestetîu" kelimesinin
"yerdâ (razı olur)" anlamında olduğunu söylemek nasıl
mümkün olabilir?
322 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
"Ecâbe" ve "istecâbe" fiillerine gelince; bu fiiller birlikte
Kur'ân-da aynı anlamda kullanılmıştır. "İsticâbet" kelimesinin kullanıldığı
yerler "icabet" kelimesinin kullanıldığı yerlerden birkaç
kat fazladır. "İsticâbet" kelimesi otuza yakın yerde kullanıldığı
hâlde, "icâbet" kelimesinin Kur'ân'da kullanıldığı yerler onu
geçmez. Durum böyle iken "etâa" ve "istetâa" fiilleri bu kelimelerle
nasıl karşılaştırılabilir?
Bu kelimelerin aynı anlamda gelmeleri, iki farklı yaklaşımın
aynı noktada örtüşmesi şeklindedir. Buna göre "ecâbe" fiili, cevap
soruya muhatap olan kişiden soruyu sorana geçti demektir. Buna
karşılık "istecâbe" fiili, soruya muhatap olan kişi cevabı kendinden
istedi ve onu soru soran kişiye iletti anlamındadır. Bundan anlaşılıyor
ki, bu yorumu savunan tefsirci "istecâbe" fiilini uygun şekilde
açıklamamıştır. Yani "istecâbe" demek, adam bir şeyi sordu,
karşı tarafın kendisine cevap vermesini istedi ve karşı taraf da
kendisine cevap verdi, derken, tam yerinde olan bir açıklama
yapmamıştır. Çünkü istif'al kalıbı, "fe-ale" maddesinin talebi yönünde
kullanılır, "ef'ale" kalıbının talebi yönünde değil. Bu, açık
bir husustur.
Bu yoruma yönelik üçüncü itirazımız şudur: İfadenin içeriği bu
anlamla uyuşmaz. Verilen anlama göre havarîlerin "Rabbin gökten
bize donatılmış bir sofra indirebilir mi?" şeklindeki sözlerinin
anlamı, "Eğer biz istersek veya sen istersen, Rabbin bize gökten
bir sofra indirmeye razı olur mu?" şeklindedir ve bu istekten veya
sofranın inmesinden maksatları, imanlarının artması ve kalplerinin
güvene ermesidir. Eğer sözlerinin anlamı bu olsaydı, İsa Peygamberin
(a.s), "Eğer inanan kimseler iseniz, Allah'tan korkun."
diyerek kendilerini azarlamasının ve yüce Allah'ın bu mucizeden
sonra kâfir olanları hiç kimseyi çarptırmadığı ağırlıkta bir azaba
çarptıracağı şeklinde tehdit etmesinin ne sebebi vardı? Çünkü o
durumda onlar sadece doğruyu söylemiş ve sadece meşru olan bir
şey istemiş olurlardı. Nitekim Kur'ân'da, "Allah'tan O'nun lütuf ve
keremini isteyin." (Nisâ, 32) buyruluyor.
"Eğer inanan kimseler iseniz, Allah'tan korkun, demişti."
İsa Peygamberden(a.s) havarîlere yöneltilmiş bir azarlamadır. Bu azarlamanın
sebebi, Allah'ın bir sofra indirmeye muktedir olup olmadığı
hususunu O'ndan öğrenmek istemeleridir. Havarîlerin bu sözü
Mâide Sûresi 112-115 ..................................................... 323
nasıl yorumlanırsa yorumlansın, şüphe ifade edicidir.
Yukarıda değindiğimiz gibi bu ayetlerin sonunda yer alan ilâhî
tehdide yol açan azarlamanın asıl sebebi onların hiçbir ihtiyaç olmadığı
hâlde mucize istemeleri ve mucizeler ile eğlenmek anlamına
gelecek bir teklifte bulunmalarıdır ve sonra ilk bakışta Allah-
'ın gücüne kalpten inanmadıkları gibi bir anlama gelen bir ifade
kullanmalarıdır. Buna göre, İsa Peygamberin (a.s), "Eğer inanan
kimseler iseniz, Allah'tan korkun." diyerek onları azarlamasının
sebebi gayet açıktır.
"Onlar, 'İstiyoruz ki, ondan yiyelim, kalplerimiz sakinleşsin, bize doğru
söylediğini kesin olarak bilelim ve buna tanıklık edenlerden olalım.'
demişlerdi."
Bu ifadenin içeriğinden havarîlerin bu sözlerinin İsaPeygamberin azarlamasından kurtulmak için yaptıkları bir özür
beyanı olduğu anlaşılıyor. Söyledikleri sözlerin,
"Rabbin bize göktendonatılmış bir sofra indirebilir mi?"
şeklindeki Allah'ın mutlakgücünden şüphe ettikleri izlenimini uyandıran sözleri ile değil de
sofra indirilmesi mucizesi istekleri ile bağlantılı olduğu açıktır. Bu
durum aynı zamanda azarlanmalarının asıl sebebinin ihtiyaç olmadığı
hâlde mucize istemeleri olduğunun şahitlerinden biridir.
"İstiyoruz ki, ondan yiyelim..."
şeklindeki sözlerine gelince;burada mucize istemekteki amaçlarını açıklarken dört madde
sıralıyorlar:
Birincisi yemektir. Bu sözü söylemekteki maksatları, bu istekle
Allah'ın mucizelerini eğlence konusu yapmayı amaçladıklarını,
o sofranın yemeklerinden yemek istediklerini belirtmektir ki, bu
mantıklı bir amaçtır. Daha önce söylediğimiz gibi, bu sözler İsa
Peygamberin azarlamasına ve sofra mucizesinden sonra kâfir olanların
ağır bir ilâhî azaba çarptırılacağı şeklindeki tehdide müstahak
kalmaya teslim olduklarını ifade eder gibi bir cümledir.
Bazı tefsircilere göre, havarîlerin yemek yemekten söz etmelerinden
maksat, yemeğe şiddetle ihtiyaçları olduğunu, açlıklarını
giderecek bir şeyleri olmadığını açıklamaktır. Başka bazı tefsirciler
ise böyle demekle "O sofranın yemeklerinden yemekle onurlanmak
istiyoruz." demek istemişlerdir. Malumdur ki, bu iki yorumlarda
anlatılan maksatlara mutlak yemek ifadesi delâlet
etmez. Eğer maksatları azarlamayı gereksiz kılan böyle bir şey idi
ise, mazeret beyan ettikleri bu yerde onu açıkça ifade etmeleri ge
324....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
rekirdi. Eğer maksatları öyle idi ise onu belirtmeleri gerektiği hâlde
belirtmediklerine göre şuna hükmetmek gerekir: Yemek derken
kastettikleri şey bu kelimenin mutlak anlamıdır. Çünkü akla
uygun bir amaç olarak sofra inmesine yönelik isteklerinin amaçlarından
biri olmuştur.
İfade ettikleri ikinci amaç, kalp huzuruna ermeleridir. Bu da
ihlâs-la ve huzur ile çelişen duyguların ortadan kalkması ile elde
edilen kalp sakinliğidir.
Havarîlerin ifade ettikleri üçüncü amaç, İsa Peygamberin (a.s)
Rabbinden alıp onlara tebliğ ettiği mesajlar konusunda doğru konuştuğunu
bilmeleridir. Bu durumda bilmekten maksat, nefsanî
vesveselerin ve kuşkuların giderilmesinden sonra kalpte meydana
gelen kesin bilgidir.
Bazı tefsircilere göre ise, buradaki bilgiden maksat İsa Peygamberin
(a.s) onlara vaat ettiği iman meyveleri konusunda doğru
konuştuğunu bilmeleridir. Duanın kabul edilmesi gibi. Fakat bu
akla pek yakın değildir. Çünkü havarîler gökten sofranın inmesini
sadece İsa Peygamberin (a.s) duasından ve dilemesinden, kısaca
onun tarafından gerçekleşecek bir mucize aracılığıyla istiyorlar.
Oysa onlar onun birçok mucizesini görmüşlerdi.
O , hayatı boyunca hep büyük ilâhî mucizelerle yan yana yaşadı.
Peygamber olarak kavmine gönderilmesi ve onlara yönelttiği
her çağrı mutlaka Rabbinin bir mucizesinin eşliğinde olmuştur.
Eğer imanın meyvesi olarak onun duasının kabul edilmesini kastetmişlerse,
onun imanının meyvesini sürekli görmüşlerdir. Yok,
eğer imanın meyvesinden kastettikleri şey, kendi dualarının kabul
edilmesi idi ise, onlar sofranın inmesini kendi duaları ile istemiş
değillerdi ve sofra İsa Peygamberin (a.s) duası ile inmişti.
Dördüncü amaçları, bu olaya gerektiği zaman şahitlik etmeleridir;
inkâr edenlere karşı ve kıyamet günü Allah'ın huzurunda şahitlik
etmek gibi. Kastedilen şahitlik mutlak şahitliktir. Sadece Allah'ın
huzurunda yapacakları şahitliği de kastetmiş olmaları
mümkündür. Nitekim yüce Allah tarafından nakledilen sözlerinde
bu anlam kastedilerek şöyle buyrulmuştur: "Ey Rabbimiz, indirmiş
olduğun şeye inandık, peygambere uyduk, bizi şahitlerle birlikte
yaz." (Mâide, 53)
Mâide Sûresi 112-115 .......................................... 325
Bu sözlerden çıkan sonuç şudur: Havarîler özür dileme nitelikli
sözlerine gökten inen sofranın yemeklerinden yemek olan amaçlarına,
hoşnut edici güzel amaçlar eklediler. Maksatları yeterli sayıda
mucize gördükten sonra yeni bir mucize istemelerinin kabalığını
gidermektir. İsa Peygamber de (a.s) bu ısrarlarından sonra isteklerine
karşılık verdi.
"Meryem oğlu İsa şöyle dedi: Allah'ım, ey Rabbimiz! Bize gökten bir
sofra indir ki, (bu gün) hem öncekilerimiz, hem de sonrakilerimiz için bir
bayram ve senden bir mucize olsun. Bize rızk ver. Sen rızk verenlerin en
hayırlısısın."
İsa Peygamber (a.s) sofra isteme konusunda kendisinide havarîler arasına kattı ve
"Allah'ım, ey Rabbimiz!" diyerek genişkapsamlı bir ifade ile Rabbine seslenerek işe başladı. Oysa
havarîler ona
"Rabbin bize gökten donatılmış bir sofra indirebilirmi?"
demişlerdi. Böylece baştaki seslenişin dua ile uyuşması sağlanmışoldu.
Bu dua, peygamberlerin Kur'ân'da nakledilen duaları arasında
başlangıcının özelliği sebebi ile tektir, bir başka benzeri yoktur.
Çünkü bu dua,
"Allah'ım, ey Rabbimiz!" diyerek başlıyor. Oysa diğerdualar ya "ey Rabbim" veya "ey Rabbimiz" diye başlıyor. Bunun
yegâne sebebi, dua konusu olayın inceliği ve girişin muhteşemliğidir.
Evet, Kur'ân'da aktarılan övgü çeşitlerinde bu tür bir girişe
rastlanmaktadır. Şu ayetlerde olduğu gibi:
"De ki: Hamd Allah'amahsustur."
(Neml, 59) "De ki: Allah'ım, ey mülkün maliki..."(Âl-i İmrân, 26)
"De ki: Ey Allah'ım! Ey göklerin ve yeryüzünün yoktanvar edicisi..."
(Zümer, 46)
İsa Peygamber (a.s) bu seslenişin arkasından, bu inecek sofra
hakkında kendisi ve arkadaşları için amaç niteliğinde bir unvan
ortaya koydu. Bu unvan inecek sofranın kendisi ve ümmeti için
bayram olmasıdır. Havarîler istekleri sırasında inecek sofranın
kendilerine mahsus bir bayram olmasını istediklerini söylememişlerdi.
Fakat İsa Peygamber bu isteğine güzel bir unvan taktı ve onu
güzel bir kalıba döktü. Maksadı, elleri altında ve gözleri önünde
birçok ilâhî mucize varken başka bir mucize isteğinde bulunma
görüntüsünden kurtulmak ve isteğinin Allah'ın hoşuna gidecek,
O'nun yüceliği ile çelişmeyecek bir istek olmasını sağlamaktır.
Çünkü bayram halk arasında söz birliği meydana getirir, milletin
326 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
hayatını yeniler, bayram yapanlarının gönüllerini coşturur, her tekrarlanışında
dinin yüceliğini ilân eder.
Bundan dolayı İsa Peygamber "hem öncekilerimiz, hem sonrakilerimiz
için bayram olsun..." dedi. Yani ümmetimizin ilk topluluğu
ve sonradan onlara katılacaklar için. Ayetlerin içeriğinden bu
anlam çıkıyor. Çünkü "îd=bayram" kelimesi, "avd=dönme, tekrarlanma"
kökünden gelir. Bir olayın bayram olabilmesi için periyodik
olarak ve sınırsız bir şekilde nesilden nesile aktarılarak tekrarlanması
gerekir.
Daha önce söylediğimiz gibi bu inen mucize türü sadece İsa
Peygamberin (a.s) kavmine mahsus olduğu gibi, bu bayram da onlara
mahsustur.
"Senden bir mucize olsun."
İsa Peygamber, serzenişe sebepolmayacak güzel bir amaç olarak bayram meselesini öne aldıktan
sonra, bu amaca bu isteğin Allah tarafından gösterilen bir mucize
olmasını ekledi. Sanki bu ana amacın üzerine gelen fazladan bir
faydaymış gibi, tek başına güdülen bir amaç olmadığı için serzenişe
ve kızgınlığa maruz olmayacak gibi bir ifade kullanıldı. Aksi
hâlde eğer mucize olarak tek başına amaç olsa idi, onu istemek
arzu edilmeyen sonuç vermekten kurtulamazdı. Çünkü bu mucizeden
beklenecek bütün iyi sonuçlar, İsa Peygamberin (a.s) her Allah'ın
günü havarîlere ve başkalarına gösterdiği mucizelerden elde
edilebilirdi.
"Bize rızk ver. Sen rızk verenlerin en hayırlısısın."
İsa Peygamberrızk vermeyi başlı başına amaç olmayan, fakat bayram isteğine
dayalı bir başka fayda olarak saydı. Havarîler ise onu başlı
başına bir istek olarak dile getirmişlerdi. Bilindiği gibi,
"İstiyoruzki, ondan yiyelim."
diyerek bu maddeyi başlı başına bir amaç olaraksöz etmiş ve onu diğer amaçların önüne geçirmişlerdi. Fakat
İsa Peygamber (a.s) tek başına gözetilmeyen bir amaç saydı ve
onu diğer amaçlardan sonraya bıraktı. Ayrıca "yemek" kelimesini
"rızk" kelimesi ile değiştirerek bu maddeyi,
"Sen rızk verenlerinen hayırlısısın."
cümlesi ile noktaladı.
İsa Peygamberin (a.s) havarîler tarafından asıl amaç olarak alınan
yemek yemeyi dolaylı fayda olarak aldığı yolundaki görüşümüzün
delili şudur: O en başta bu mucizeyi ümmeti ve kendisi için
Mâide Sûresi 112-115 .......................................... 327
istedi. Bu istek onların isteklerine eklediği bayram isteğidir. Böylece
bu olayın Allah'tan gelen bir mucize olması ile rızk olması,
bazılarına mahsus olup da başka bazılarına mahsus olmayan,
herkesi kapsamına almayan, dolaylı bir fayda gibi iki sıfat hâlini
aldı.
İsa Peygamberin (a.s) Rabbine karşı takındığı çarpıcı edebe
dikkat edenler ve onun sözlerini havarîlerin sözleri ile karşılaştıranlar
-ki her iki söz de sofranın inmesini ifade ediyor- hayrete düşerler.
İsa Peygamber havarîlerin sorusunu ele aldı, onda eklemeler
ve çıkarmalar yaptı, bazı bölümlerini öne alarak bazı bölümlerini
arkaya attı, bazı kelimelerini değiştirdi, bazılarını aynen muhafaza
etti ve sonunda yüce Allah'a yöneltilmesi yakışık almayan
sözler, kulluk edebinin bütün inceliklerini içeren en güzel sözlere
dönüştü. Onun sözlerinin inceliklerini irdelersen hayretler içinde
kalırsın.
"Allah da şöyle buyurdu: Ben şüphesiz onu size indireceğim; ama
ondan sonra kim inkâr ederse, ona âlemlerde hiç kimseye yapmayacağım
azabı yaparım."
Mecma'ul-Beyan tefsirinde verilen bilgiye göreayette geçen ve "indireceğim" şeklinde anlamlandırdığımız kelimeyi,
Medine ve Şam âlimleri ile Asım "mu-nezziluha" şeklinde
okurken, geride kalanlar onu "munziluha" şeklinde okumuşlardır.
Bu ikinci okunuş daha uygundur. Çünkü "munzilu-ha" sıygası bir
defada indirme anlamına gelir ki sofranın inişi böyle bir olaydır.
"Munezziluha" kalıbı ise, daha önce birkaç kere söylediğimiz gibi
yaygın olarak tedricî indirme anlamında kullanılır.
"Ben şüphesiz onu size indireceğim."
Bu ifade, yüce Allah'tansofranın indirileceğine dair açık bir vaattir. Özellikle "munziluha"
kelimesinin ism-i fail olarak kullanılması, fiil kalıbının kullanılmamış
olması, bu vaadi pekiştirmektedir. Bunun gerektirdiği sonuç
ise sofranın fiilen inmiş olmasıdır.
Bazı tefsircilere göre bu sofra fiilen inmedi. ed-Dürr'ül-Mensûr
ve Mecma'ul-Beyan tefsirlerinde ve başka bazı eserlerde yer alan
Hasan'dan ve Mucahit'ten nakledilmiş rivayetler bu yoldadır. Bu
rivayetlere göre, adları geçen selefî tefsir âlimleri şöyle demişler:
Bu sofra inmedi. Çünkü havarîler Allah'ın koştuğu şartı işitince,
"Onu istemiyoruz, ona ihtiyacımız yok" diyerek inmesini istemekten
vazgeçtiler ve sofra fiilen inmedi.
328 ................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
Gerçek şu ki, bu ayetin sofranın indiğine delâleti açıktır. Çünkü
sofranın ineceği yolunda açık bir vaat içeriyor. Yüce Allah, açık
vaatte bulunma cömertliğini gösterecek, fakat onlar bu istekten
vazgeçecekleri için inmeyeceğini bilerek bu vaatte bulunacak diye
düşünülemez. Çünkü böyle davranmak Allah'ın şanına yakışmaz.
Ayetteki vaat açıktır ve içerdiği azap ise inişten sonraki kâfirliğe
dayandırılmış bir cezadır.
Başka bir deyişle, ayet sofranın ineceğine dair mutlak bir vaat
içeriyor. Sonra kâfirliğe karşı azabı bunun bir ayrıntısı olarak ilân
ediyor. Yoksa kâfir olunduğunda azaba uğramayı kabul ettikleri
takdirde sofranın indirilebileceği vaat edilmiyor. Ancak öyle olsa
şartın kabul edilmemesi hâlinde vaadin ortadan kalkacağı ve isteklerinden
vazgeç-meleri sebebi ile sofranın inmemesi ileri sürülebilirdi.
Bu inceliği iyi anlamak gerekir.
Her neyse. Yüce Allah'ın sofrayı indireceği yolundaki vaadinin
bu mucizeden sonra kâfir olanların azaba uğrayacakları şeklindeki
bir ağır tehdit içermesi, İsa Peygamberin (a.s) duasının reddedildiğini
değil, kabul edildiğini gösterir. Yalnız duayı izleyen bu ilâhî
kabul, bu mucizenin onların öncekilerinin ve sonrakilerinin yararlanacakları
mut-lak bir rahmet olduğunu ortaya koyduğu için yüce
Allah bu rahmetin mutlaklığını koştuğu şartla kayıtlandırmıştır.
Yani yüce Allah'ın sadece onlara tahsis ettiği bu bayramdan onların
hepsi yararlanamaz. Ondan ancak içlerindeki müminliklerini
devam ettiren müminler yararlanabilir. Bu mucizeden sonra kâfir
olanlar ise ondan en ağır biçimde zarar göreceklerdir.
Bu iki ayet, gerektirdiği sonuç açısından duanın mutlaklığı ile
kabulün kayda bağlanması bakımından şu ayetlere benzer: "Hani
Rabbi, İbrahim'i birtakım kelimelerle denemiş, o da onları yerine
getirmişti. Bunun üzerine Allah 'Seni insanlara imam yapacağım'
demişti. İbrahim 'Soyumdan da' deyince, Allah 'Benim ahdim zalimlere
erişmez' buyurdu." (Bakara, 124) "Sen bizim dostumuz, efendimizsin.
O hâlde bizi affet, bize merhamet et, sen affedenlerin
en hayırlısısın. Bize hem bu dünyada, hem de ahirette hayırlı
olanı yaz. Biz sana yöneldik. Allah dedi ki, azabıma dilediğimi
çarptırırım. Fakat rahmetim her şeyi kapsamıştır. Onu günahlardan
sakınanlara, zekâtı verenlere ve ayetlerimize inananlara yazacağım."
(A'râf, 156)
Mâide Sûresi 112-115 ........................................................ 329
Daha önce belirttiğimiz gibi, İsa Peygamberin ümmetine
mahsus olarak öngörülen bu azabın asıl sebebi, onların başka bir
ümmete benzeri verilmemiş olan, sırf kendilerine mahsus türden
bir mucize istemiş olmalarıdır. Bu istekleri karşılanınca, arkasından
kâfir oldukları takdirde başka hiçbir ümmet için öngörülmemiş
olan bir azapla tehdit edildiler. Tıpkı böyle benzersiz bir ayrıcalıkla
şereflendirildikleri gibi.
Bundan anlaşılıyor ki, ayetin sonundaki "âlemler"den maksat
sadece çağdaşları değil, bütün ümmetlerin âlemleridir. Çünkü bu
kavram, karşılarında üstünlük sağladıkları insanları ifade ediyor
ki, bunlar sadece İsa Peygamber (a.s) zamanında yaşayan ümmetler
değil, daha önceki ve daha sonraki bütün ümmetlerdir.
Yine buradan anlaşılıyor ki, "ona âlemlerde hiç kimseye yapmayacağım
azabı yaparım." ifadesi, ağır bir azaba yönelik şiddetli
bir tehdit olmakla bu azabın bütün azaplardan, bütün cezalardan
daha şiddetli ve acı verici olacağını göstermez. Bu ifadenin maksadı,
sadece bu azabın türünde tek olacağını ve ümmetler arasında
sadece onlara mahsus olduğunu açıklamaktır.