204 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân c.6
100- De ki: Pisin çokluğu seni şaşırtsa bile, pisle temiz bir değildir.
O hâlde ey akıl sahipleri, Allah'tan korkun. Umulur ki, kurtuluşa
erirsiniz.
Bu ayet, tek ve bağımsız gibidir. Çünkü öncesi ve sonrası ile
bağıntısı belirgin değildir. Dolayısıyla öncesi ile arasında bağlantı
kurma zahmetine girişmek gereksizdir. Bu ayet hak dinin diğer
sözde dinler karşısındaki ayrıcalığını ve insanlığın genel gidişini
açıklayan bir küllî meseli içeriyor. Bu ayrıcalık şudur:
İtibar her zaman hakka yöneliktir. Taraftarı ne kadar az ve oluşturdukları
topluluk ne kadar küçük olursa olsun, bu böyledir.
Yöneliş hayra ve mutluluğa doğru olmalıdır. İstediği kadar çoğunluk
ondan yüz çevirsin ve güçlüler onu unutmuş olsun. Çünkü
hakkın ilkeleri aklıselime dayanır ve aklı selim, insanları toplumun
yararı dışında bir hedefe yöneltmez, onun yapısını güçlendirecek
hayat hükümlerinden ve temiz hayat yollarından başka bir istikameti
göstermez. Çoğunluğun arzularına uysun veya uymasın, fark
etmez. Genelde aklıselimin istekleri çoğunluğun arzularına ters
düşer. Bu evrensel düzenin kendisi, hak düşüncelerin eksenidir,
onların arzularının hiçbir dürtüsüne uymaz. Eğer hak onların arzularına
uysaydı, göklerin ve yeryüzünün düzeni alt üst olurdu.
"De ki: Pisin çokluğu seni şaşırtsa bile, pisle temiz bir değildir."
Öyleanlaşılıyor ki, pisin temiz ile eşit olmaması ile temizin pisten daha
iyi olduğu kastediliyor. Bu ise apaçık bir gerçektir. O hâlde bu ifadede
kinaye sanatı vardır. Anlatılmak istenen şudur: Temiz, tabiatı
itibari ile ve fıtratın gereği olarak pisten daha yüksek dereceli ve
daha üst konumdadır. Eğer, geçici bir faktörün etkisi ile durumun
tersine döndüğü ve pisin temizden daha iyi oluverdiği farzedilecek
olursa, o zaman pisin aşama aşama ilerleyerek temiz ile
aynı düzeye çıkması, ona eşit konuma gelmesi, arkasından da
Mâide Sûresi 100 .................................................................. 205
temizin seviyesini geçerek onun üstüne çıkması gerekir. Buna göre
pisin temiz ile eşit olması reddedilince, onun temizden daha üstün
konuma gelme ihtimali haydi haydi reddedilmiş olur.
Bu açıklamalarımızla, neden "habîs
=pis" kelimesinin"tayyib
=temiz" kelimesinin önüne geçirildiği ortaya çıkıyor. Çünküayetin amacı pisin çok oluşunun onu temizden daha iyi yapamayacağını
açıklamaktır. Böyle bir şeyin olabilmesi için pisin alçaklık
ve adilik çukurundan üstünlük doruğuna çıkarak temizle eşit konuma
gelmesi ve sonra onun seviyesinin üzerine yükselmesi gerekir.
Eğer "tayyib
=temiz" kelimesi öne alınarak "temiz ve pis eşitdeğildir" denseydi, ifadenin amacı, temizin pisten daha alt düzeyde,
daha aşağıda olamayacağını açıklamak olurdu. O zaman da
bunun arkasından pisin çok olduğunun yerine temizin az olduğunun
belirtilmesi gerekirdi. Bu inceliğe dikkat etmek gerekir.
Temizlik ve pislik, taşıdıkları anlam itibari ile dış dünyada somut
varlığı olan gerçek nesnelerin gerçek sıfatları olarak kullanılırlar.
Temiz ve pis yiyecek ile temiz ve pis yer gibi... Şu ayetlerde
buyrulduğu gibi:
"Temiz yer, Allah'ın izni ile ürününü cömertçe verir.Pis yer ise cılız ürün verir."
(A'râf, 58) "Temiz rızkları" (A'râf, 32)Eğer zaman zaman bu iki kelime itibarî ve vaz'î sıfatlarla ilgili olarak
kullanılırlar da meselâ temiz veya pis hüküm veya temiz veya
pis huy denirse, bu bir tür mecazî ifade olur.
Takva birtakım fiilleri yapmak veya yapmamak demek olduğu
hâlde ve bu fiillerin temizliği ve kirliliği mecazî bir ifade olduğu
hâlde,
"pisle temiz bir değildir." ifadesini "O hâlde ey akıl sahipleri,Allah'tan korkun. Umulur ki, kurtuluşa erirsiniz."
ifadesiyleayrıntılan-dırılması ve pis ile temizin eşit olmadığının herkes tarafından
kabul edilen bir gerçek olarak ele alınması, temiz ile pisten,
somut ve objektif varlıkların kastedildiğinin en güçlü şahididir
ve o takdirde bu, başarılı ve tartışmasız bir delil olur. Ama eğer
temiz ve pis davranışlar ve tutumlar kastedilseydi, bu o kadar açık
bir delil olmazdı. Çünkü her grup kendi yolunu temiz ve nefsinin
arzularına ters düşen her yolu da pis görür.
Buna göre bu söz, yüce Allah'ın Kur'ân'ın birçok yerinde
vurguladığı başka bir gerçeğe dayanıyor. Bu gerçek şudur: Din,
fıtrata ve yaratılışa dayanır. Dinin benimsemeye çağırdığı hayat
tarzı, temiz olan hayat tarzı, yasakladığı hayat tarzı ise pis olan
hayat tarzıdır. Yüce Allah sadece temiz şeyleri helâl kılarken,
206 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân c.6
Yüce Allah sadece temiz şeyleri helâl kılarken, haram ettiği şeyler
de sadece pis olan şeylerdir. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi:
"(EyMuhammed), yüzünü Allah'ı bir kabul edici olarak doğruca dine
çevir. Fıtrata uygun olarak dine dön ki, Allah insanları ona göre
yarattı. Allah'ın yaratma kanunları değiştirilemez. İşte doğru din
budur."
(Rûm, 30) "Allah onlara temiz şeyleri helâl ve pis şeyleriharam kılıyor."
(A'râf, 157) "De ki, Allah'ın kullarının yararına sunduğugüzellikleri ve temiz rızkları kim haram etti?"
(A'râf, 32)Bütün bu açıklamalardan çıkan sonuç şudur:
"Pisin çokluğuseni şaşırtsa bile, pisle temiz bir değildir."
ayeti şu gerçeği açıklayanbir özdeyiştir: Din kuralları, nesnelerde bulunan tekvinî
=varoluşsal temizlik ve pislik sıfatlarına dayanırlar. Tekvinî nitelikte
olan bu sıfatlar insanın mutluluğu ve bedbahtlığı üzerinde etkilidir.
Bu sıfatlar üzerinde azlığın ve çokluğun etkisi yoktur. Yani
temiz az olsa da temizdir ve pis de çok olsa da pistir.
Buna göre, pis ile temizi birbirinden ayırt edebilen, temizin pisten
hayırlı olduğuna hükmeden, insanın hayatını mutlu kılmaya
gayret et-mesi ve iyiyi kötüye tercih etmesi gerektiğine inanan her
akıl sahibinin Allah'tan korkarak onun yolundan gitmesi, insanların
birçoğunun pis işlere ve mahvedici davranışlara dalmalarına
aldanmaması, nefsî arzularına kapılarak kandırılma ve korkutulma
yolu ile hakka bağlılıktan vazgeçmemesi gerekir ki, mutluluğa
yönelmek suretiyle kurtuluşa ermesi umulabilsin.
"O hâlde ey akıl sahipleri, Allah'tan korkun. Umulur ki, kurtuluşa erirsiniz."
Bu ifade, ayetin ilk bölümünü oluşturan özdeyişin bağlantılı
uzantısıdır. Anlamının özü şudur: Takva, ilâhî yasalar-la bağlantılı
bir husustur. İlâhî yasalar da insanın mutluluğu ve kurtuluşunu
gözetmekte, tekvinî temizlik ve pislikler esasına dayalıdır. Aklı başında
olan kimse bu konuda şüphe etmez. O hâlde ey akıl sahipleri,
Allah'tan korkup O'nun yasalarına uygun davranmalısınız ki,
kurtuluşa erebilesiniz.
Mâide Sûresi 101-102 ....................................................... 207
101- Ey inananlar! Açıklandığında sizi üzecek olan, Kur'-ân indirildiği
zaman sorarsanız size açıklanacak olan şeyleri sormayın.
(Çünkü) Allah onlardan vazgeçmiştir ve Allah bağışlayandır, halimdir.
102- Sizden önceki bir toplum da onları sormuştu; sonra onları
inkâr etmişlerdi.
Bu iki ayetin önceki ayetlerle belirgin bir bağlantıları
görülmüyor. İçerikleri başka bir sözle bağlantılı olmayı gerektirmeyecek
derecede zengindir. Bu ayetler başka bir söze hacet bırakmadan
maksatlarını kendileri ifade ediyorlar. Bu yüzden bazı
tefsircilerin bu ayetleri kimi zaman kendilerinden önceki ayetlerle,
kimi zaman surenin baş tarafı ile ve kimi zaman surenin amacı ile
irtibatlı göstermek için harcadıkları gayretlere ihtiyaç yoktur. Bunları
göz ardı etmek en doğru davranıştır.
"Ey inananlar! Açıklandığında sizi üzecek olan... şeyleri sormayın."
Ayette geçen "tubde" fiilinin kökü olan "ibdâ" açıklamak ve yine
ayette yer alan "tesu'kum" fiilinin geçmiş zaman sıygası olan
"sâe" fiili, "sevindirdi"nin tersi anlamına gelir.
Ayet, açıklanmaları hâlinde müminlerin üzülmelerine yol açacak
konuları sormayı onlara yasaklıyor. Ayet soruya muhatap olanın
kim olduğunu açıkça belirtmiyor. Yalnız ayetin
"Kur'ân indirildiğizaman sorarsanız size açıklanacak"
biçimindeki devamındanve bir sonraki ayetin
"Sizden önceki bir toplum da onları sormuştu;sonra onları inkâr etmişlerdi."
şeklindeki ifadesinden söz konususoruların muhatabının Peygamber efendimiz (s.a.a) olduğu
anlaşılıyor. Buna göre bu ayet mahiyeti şu şu olan soruların Peygamberimize
(s.a.a) sorulmasını yasaklama amacını taşıyor. Ama
yasağın gerekçesinden çıkan sonuç, bu yasağın söz konusu ama
208................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân c.6
cını aşan bir kapsam genişliğine sahip olduğunu ortaya koyuyor.
Yüce Allah'ın göz ardı ettiği, normal sebeplerle ve bildik yollarla
insan bilgisi dışında bıraktığı konuları sormak ve kurcalamak da
bu yasağın kapsamına girer. Çünkü bu meselelerin iç yüzünü öğrenmek
insanın mahvına, mutsuzluğuna yol açar. Bir kişinin ne
gün öleceğini, helâk olma sebebini, sevdiklerinin ve saydıklarının
ne kadar yaşayacaklarını, mülkünü ve üstünlüğünü ne zaman
kaybedeceğini sorup kurcalaması gibi. Çoğu zaman insanın bu
konularda elde edebileceği bilgiler onu yok olmaya sürükler veya
mutsuzlukla tehdit eder.
Yüce Allah'ın plânlayıp ortaya koyduğu hayat düzeni evrende
yürürlüktedir. O, birtakım konuları açıklarken kimi konuları insan
bilgisine kapatmıştır. Allah açıkladığı her şeyi bir hikmete dayayarak
açıkladığı gibi, saklı tuttuğu her şeyi de bir hikmete dayalı olarak
saklı tutmuştur. Buna göre açıklanan şeylerin gizli kalmasına
ve gizli bırakılan şeylerin açıklanmasına sebep olmaya kalkışmak,
kâinata yayılan hayat düzeninin bozulmasına yol açar.
Meselâ insan hayatı güçlerden, organlardan ve sistemlerden
oluşan organik bir düzene dayanır. Bunlardan biri eksilse veya birine
bir şey eklense bu durum, hayatın bazı önemli unsurlarının
yok olmasına sebep olur. Arkasından bu yok olma diğer güçlere ve
organlara sirayet eder ve belki de ya gerçek anlamda veya kemâl
ve olması gereken anlamında hayatın ortadan kalkmasına yol açar.
Sonra bu ayet, sorulması yasaklanan şeylerin neler olduğunu
da muphem bırakmış, bunları açıklamamıştır. Yalnız bunların açıklanmaları
hâlinde insanları üzecek şeyler olduklarını söylemekle
yetinmiştir.
Şüphe edilmeyecek bir nokta,
"açıklandığında sizi üzecek olan"ifadesinin sorulabilecek şeylerin sıfatı olduğudur. Bu bir şart
cümlesidir. Şart gerçekleştiği takdirde sonucun (cezanın) gerçekleşeceğine
de-lâlet eder. Bunun gereği, bu şeylerin açıklanmaları
hâlinde insanların üzülmelerine sebep olmalarıdır. Buna göre soru
sorarak onların açıklanmasını istemek, aslında üzülmeyi, zor duruma
düşmeyi istemektir.
Burada şu problemle karşılaşıyoruz. Hiçbir aklı başında insan
Mâide Sûresi 101-102 ................................................... 209
kendisini üzecek bir şeyi istemez. Oysa eğer ayette "aralarında
açıklandıkları takdirde zorunuza gidecek konuların bulunduğu
meseleleri sor-mayın." veya "açıklandıkları takdirde zorunuza gitmeyeceklerinden
emin olmadığınız meseleleri sormayın" denseydi,
hiçbir sakınca ile karşılaşmazdık.
Bu probleme verilen acayip cevaplardan biri şudur: "Arap dilinin
kurallarına göre 'in' şart edatı meydana gelmede kesinlik ifade
etmez ve sonuç da gerçekleşip gerçekleşmeme bakımından
şarta bağlıdır. Buna göre 'izâ ubdiyet lekum
tesu'kum
=açıklandığında sizi üzer' ifadesi yerine, 'in tubde lekumtesu'kum
=eğer açıklanırsa sizi üzer' ifadesinin kullanılması, açıklanmave açıklanacak şeyin üzücü oluşu ihtimalinin onu sormaktan
vazgeçmenin gerekli olması için kâfi olduğuna delâlet eder.
Ama eğer 'izâ' şart edatı kullanılmış olsaydı, ayet bu anlama
gelmezdi." (Gerekli alıntı burada sona erdi.)
Bu cevap yanlıştır. Arapçanın hangi kuralı, şartın gerçekleşme
kesinliği ifade etmemesini ve şartın varlığına bağlı olan sonucun
da böylece gerçekleşme kesinliği ifade etmeyeceğini ortaya koyuyor.
Bizim "İn ci'tenî ekramtuke
=eğer bana gelirsen sana ikramdabulunurum" şeklindeki sözümüzün, gelmenin gerçekleşmesi hâlinde
ikramın kesinlikle gerçekleşeceğinden başka bir anlamı var
mı?
Bu cevabı veren tefsircinin, buna göre
"açıklandığında sizi üzecek"ifadesi, açıklanma ihtimalinin ve açıklanacak şeyin üzücü
oluşunun onu sormaktan vazgeçmenin gerekli olması için yeterli
olduğuna delâlet ettiği şeklindeki görüşü, ayetteki şartın açıklanmaları
hâlinde üzücü olması mümkün olan şeyleri sormayı yasaklamayı
ifade etseydi, doğru olurdu. Oysa bildiğiniz gibi şart bunu
ifade etmiyor. Yasağın ifade ettiği anlam, açıklanmaları hâlinde
üzücü olacakları kesin olan şeyleri yasaklamaktır. Buna göre problem
çözümsüz olarak olduğu gibi kalmış oluyor.
Zayıflıkta bu cevabın bir benzeri, bir tefsircinin bazı rivayetlerde
de yer aldığı gibi şu görüşüdür:
"açıklandığında sizi üzecek olan...şeyler"
den maksat, bazılarının arzu ettikleri gaybe ilişkinbilgilerdir. Eceller, işlerin akıbetleri, hayır ve şerrin cereyanı ve insanı
mutlaka üzecek bir yönü doğal olarak içeren diğer gizli şeylerin
açıklanması gibi. Meselâ insanın ne kadar ömrünün kaldığını,
210 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân c.6
ölümüne neyin sebep olacağını, akıbetinin iyi olup olmayacağını
ve gerçek babasının kim olduğunu sorması gibi. Bu tür soruları
sormak cahiliye döneminde Araplar arasında yaygındı.
Buna göre
"açıklandığında sizi üzecek olan... şeyleri sormayın."ayeti ile çoğunlukla açıklanmaları insanı üzecek ve kederlendirecek
haberleri içeren bu tür meseleleri sormayı yasaklamak
kastedilmiştir. Meselâ bu sorular sonunda adamın yakında öleceği,
vahim bir akıbete uğrayacağı veya gerçek babasının bilinen
babasından başkası olduğu ortaya çıkabilir.
Bunlar çoğunlukla insanın üzülmesine, kederlenmesine yol
açacak meselelerdir. Bunlar Peygamberden (s.a.a) soruldukları
takdirde soru sahibinin hoşuna gitmeyecek bir cevap almayacağından
ve bu kişinin cevaplar karşısında nefsinin şımarıklığına ve
sinirliliğe kapılarak Peygamberimizin (s.a.a) cevabını yalan sayarak
bir sonraki
"Sizden önceki bir toplum da onları sormuştu;sonra onları inkâr etmişlerdi."
ayetinde işaret edildiği üzere kâfirolmayacağından emin olunamaz.
Bu açıklama ilk bakışta doğru görünse de,
"Kur'ân indirildiğizaman sorarsanız, size açıklanacak"
ifadesi ile uyuşmaz. Bunuşöyle açıklayabiliriz: Bu ifadenin anlamı ya Kur'ân inerken bu meseleleri
sormanın caiz olduğunu belirtmektir veya Kur'ân inerken
de bunları sormayı şiddetle yasaklamaktır. Şiddetle yasaklama
amacı taşıyabileceği sonucuna şöyle varabiliriz: Bu soruların muhatabı
olan Peygamber (s.a.a), Kur'ân'ın inişi dışındaki zamanlarda
soru soranın menfaatini düşünerek bu tür soruları cevaplandırmama
imkânına ve kolaylığına sahiptir. Fakat soru konusu şeyler
aslında açıktır ve kesinlikle üzerlerini örten bir perde yoktur. Bu
yüzden onları Kur'ân inerken kesinlikle sormayın.
İfadenin anlamı bu iki yorumdan hangisi olursa olsun, az önceki
tez ile bu ayet arasında uyumsuzluk vardır. Bu yorum ilk anlamla
uyuşmaz. Çünkü bu konular doğal olarak sakıncalı oldukları
için Kur'ân inerken bunları serbest bırakmanın anlamı yoktur.
Çünkü sakınca aynı sakıncadır.
Yorum ayetin ikinci anlamı ile de uyuşmaz. Çünkü Kur'ân'ın iniş
zamanı gerçi bilgilendirme ve açıklanması gereken meseleleri
açıklama zamanıdır, ama Kur'ân'ın bu fonksiyonu temel bilgilerle,
Mâide Sûresi 101-102 ................................................ 211
şeriatın hükümleri ile ve bunlarla aynı kategoriye girecek meselelerle
ilgilidir. Ahmed'in ne zaman öleceğine, Mehmed'in nasıl öleceğine
ve falancanın gerçek babasının kim olduğuna ve buna
benzer ayrıntılara gelince, bunlar Kur'ân'ın bilgi verme fonksiyonu
ile ilgili şeyler değildir. Böyle olunca şöyle şöyle şeyleri sormayı
yasaklayan ifadenin arkasından
"Kur'ân indirildiği zaman sorarsanız,size açıklanacak."
ifadesine yer vermenin anlamı ve gerekçesiolmaz. Bu açıktır.
Bu problemle ilgili en güzel cevap, diğer âlimlerin verdiği cevaptır.
O da şudur: Gerek
"Sizden önceki bir toplum da onlarısormuştu"
ifadesi, gerek "Kur'ân indirildiği zaman sorarsanız, sizeaçıklanacak."
ifadesi, bu meselelerin şer'î hükümlerle ilgili olduklarınadelâlet eder. Şer'î hükümlerin kimi kez uzun uzadıya araştırılan
ve ısrarla incelenen bağlantıları ile ilgili ayrıntılar gibi. Bu
ısrarlı incelemelerin sonucu soru sormada ayrıntılara inildikçe ve
incelemede ısrar edildikçe hükümlerin ağırlaştırılması ve zorlaştırılmasının
gündeme gelmesi olur. İsrailoğullarının inek hikâyesinde
olduğu gibi. Bilindiği gibi İsra-iloğulları boğazlamakla emredildikleri
ineğin nitelikleri ile ilgili sorularında ısrar ettikçe, yüce Allah
onların görevlerini ağırlaştıracak yeni şartlar ortaya koymuştur.
Sonra ayetteki "Afallah'u anha
=Allah onlardan vazgeçmiştir."ifadesi,
"açıklandığında sizi üzecek olan... şeyleri sormayın." ifadesininsebebi, gerekçesidir. Bazılarının dediği gibi "eşya" kelimesinin
sıfatı olup ifadede öne alma ve arkaya bırakma (takdim, tehir)
gibi bir durum söz konusu değildir. Bunu göz önüne aldığımızda
ayetin takdirî açılımı şöyle olur: "La tes'elû an eşyâe afallah'u
anha in tubde lekum tesu'kum" yani, Allah'ın söz konusu etmeden
geçtiği ve açıklanmaları hâlinde üzüleceğiniz meseleleri sormayın.
Ayetin bu ifade tarzı -yani "afa" fiilinin "an" edatı ile mutaaddi
(ge-çişli) yapılması- ayetteki soru konusu olacak olan meselelerden
şer'î hükümlerle ilgili konuların kastedildiğinin en güzel şahididir.
Çünkü eğer bu konular şeriat hükümleri dışında kalan tekvinî
konular olsaydı, "afahallahu" ibaresinin kullanılması gerekli gibi
olurdu.
Her neyse. Bu soru yasağının Allah'ın o konulara değinmemiş
olmasıyla gerekçelendirilmesi, şunu ifade eder: Soru konusu şeyler,
şer'î hükümlerle ilgili ayrıntılar ve bu hükümlerle bağlantılı ka
212............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân c.6
yıtlar ve şartlardır. Bunlara değinilmemiş olması da onların unutulduklarından
veya ihmal edildiklerinden kaynaklanmıyor. Doğrudan
doğruya Allah'ın bir hafifletmesi, kullarına yönelik bir kolaylaştırmadır.
Ayetin sonundaki
"Allah bağışlayandır, halimdir."cümlesi de bunu kanıtlıyor. İnsanların şeriat hükümlerinin ayrıntıları
ile ilgili soruları onlardan gelen bir sıkıştırma, bir zorlaştırma
girişimidir. Bu girişim onları üzen ve kederlendiren sonuçlar getirir.
Bu girişim Allah'ın affını, kolaylaştırmasını ve değinmemesini reddetme
anlamını taşıyor. Oysa bu değinmeden geçmenin tek amacı
kolaylaştırma, hafifletme, affedicilik ve yumuşak tutumluluk sıfatlarını
perçinlemektir.
Buna göre bu ayetin anlamı şöyle olur: Ey müminler, şeriatta
gündeme getirilmemiş konuları Peygambere (s.a.a) sormayın.
Çünkü Allah onlara değinmemiştir; hafifletme ve kolaylaştırma
adına açıklamamıştır. Bu meseleler eğer Kur'ân inerken sorarsanız
size anlatılacak ve açıklanmaları hâlinde zorunuza gidecek
meselelerdir.
Yaptığımız açıklamalardan şu sonuçlar ortaya çıkıyor:
1-
"Kur'ân indirildiği zaman sorarsanız size açıklanacak" ifadesi,daha önce belirtildiği gibi soru sorma yasağını pekiştiren bir
ifadedir. Yoksa bazılarının söyledikleri gibi Kur'ân'ın inişi sırasında
soru sormayı serbest bırakan bir ifade değildir.
2- "
Allah onlardan vazgeçmiştir." ifadesi soru sorma yasağınınsebebini bildiren bağımsız bir cümledir. Ayet içindeki fonksiyonu
sıfat anlamı taşımaktır. Fakat söz dizimi itibarı ile sıfat değildir.
3- Ayet yasak içerikli olmasına ve bu içeriğin affedicilik ve
yumuşak tutumluluk sıfatları ile uyuşmamasına rağmen,
"Allah,bağışlayandır, halimdir."
cümlesi ile bitmesinin nedeni açıklık kazanmışoldu. Dolayısıyla yüce Allah'ın bu iki ismi ayetin konusu
olan yasakla değil,
"Allah onlardan vazgeçmiştir." cümlesinde değinilenhoş görü ile bağlantılıdır.
"Sizden önceki bir toplum da onları sormuştu, sonra onları inkâr
etmişlerdi."
Arapçada "seelehu ve seele anhu" [yani ken-diliğindengeçişli kılınma şekliyle edat aracılığıyla geçişli kılınma şekli] bir
anlama gelir. Hem kendiliğinden geçişli kılınarak, "o konuyu sordu"
denir, hem de edat aracılığıyla geçişli kılınarak, "o konudan
Mâide Sûresi 101-102 ........................................................... 213
sordu" denir.
Ayette kullanılan "sümme" edatı, zaman açısından değil de
söz sırası açısından sonralığı ifade eder. Ayette geçen "biha" kelimesi,
ayetin hüküm yasalaştırılırken değinilmemiş sınırlarına ait
soruları sormayı yasaklama amacı taşıyor olmasından anlaşıldığına
göre, "kâfirîne" kelimesiyle ilintilidir. Dolayısıyla bu ayetteki kâfirlik,
şer'î hükümlere yönelik bir kâfirliktir. Çünkü bu hükümler
nefislerin zorlanmasını ve kalplerin onları kabul etmekte sıkışmasını
gerektirir. "Ba" harf-i cerrinin burada sebebiyet anlamına gelmesi
de uzak bir ihtimal değildir. [Yani bu konular yüzünden kâfir
oldular.]
Ayette sözü edilen kavim muphem bırakıldı, tanıtılmadı. Fakat
Kur'-ân'da bu ayetin uyarlanabileceği birçok hikâye anlatılmıştır.
Mâide su-resindeki Hıristiyanlara ilişkin hikâyeler ile Musa'nın
kavminin ve diğer bazı kavimlerin hikâyeleri gibi.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde İbn-i Cerir, Ebu'ş-Şeyh ve İbn-i Mürdeveyh'in
Ebu Hüreyre'den şöyle rivayet ettikleri belirtilir: "Peygamberimiz
(s.a.a) bir gün 'Ey insanlar, Allah size hacca gitmeyi
farz kıldı' dedi. Bunun üzerine Esed kabilesinden Ukaşe b. Mihsan
ayağa kalkarak, 'Ey Allah'ın resulü, her yıl mı?' diye sordu. Peygamberimiz
ona şu karşılığı verdi: 'Eğer evet desem her yıl hacca
gitmeniz farz olurdu. Farz olduğu hâlde onu yapmazsanız yoldan
çıkmış olurdunuz. Benim değinmediğim konuları kurcalamayın.
Sizden öncekiler sorularından ve bu amaçla peygamberlerinin yanına
gidip gelmelerinden dolayı he-lâk oldular. Bunun üzerine,
'Eyinananlar! Açıklandığında sizi üzecek olan... şeyleri sormayın... '
ayeti indi."
Ben derim ki: Bu hikâyeyi birkaç ravi Ebu Hüreyre ve Ebu
Amame'den nakletmişlerdir. Bu rivayet Mecma'ul-Beyan tefsirinde
ve başka birkaç Şia kitabında nakledilmiştir. Hikâye daha önceki
açıklamalarımızla örtüşmektedir.
Yine ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde İbn-i Cerir ve İbn-i Ebu
Hatem,
"Ey inananlar! Açıklandığında sizi üzecek olan... şeylerisormayın."
ayeti hakkında Süddi'den şöyle rivayet ederler: "Gün
214................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân c.6
lerden bir gün Peygamberimiz (s.a.a) öfkelendi ve minbere çıkarak
şu konuşmayı yaptı: 'Bana istediğiniz soruyu sorun. Sorduğunuz
her soruyu kesinlikle cevaplandıracağım.' Bunun üzerine Abdullah
b. Hüzafe adını taşıyan ve babası ile ilgili dedikoduların muhatabı
olan Kureyş kabilesinin Benî Sahm koluna mensup biri ayağa kalkarak,
'Ey Allah'ın Resulü, benim gerçek babam kimdir?' diye sordu.
Peygamber, adamın babasının adını vererek, 'Baban falâncadır.'
dedi. Bunun üzerine Ömer ayağa kalkarak Peygamberin ayağını
öptü ve 'Ey Allah'ın Resulü, bizler Allah'ın Rabbimiz, senin
Peygamberimiz ve Kur'ân'ın rehberimiz olduğuna inandık. Bizi affet,
Allah da seni affetsin.' dedi. Peygamber razı olana kadar Ömer
ısrarla özür diledi ve o gün, 'Çocuk, peydahlandığı yatağa nispet
edilir ve zina eden taşlanarak cezalandırılır.' dedi. Arkasından,
'Sizden önceki bir toplum da onları sormuştu'
ayeti indi."Ben derim ki: Bu rivayet bazı metin farklılıkları ile birkaç kanaldan
nakledilmiştir. Daha önce söylediğimiz gibi bu rivayet bu
ayetle örtüşmüyor.
Yine aynı eserde İbn-i Cerir, İbn-i Münzir ve Hâkim -rivayetin
sahih olduğunu belirterek- Sa'lebe el-Haşinî'den şöyle rivayet etmişlerdir:
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: "Allah size birtakım
farzlar emretti, bunları ihmal etmeyin. Sizin için bazı sınırlar çizdi,
bunları çiğ-nemeyin. Size bazı şeyleri haram kıldı, saygısızlık edip
onları yapmayın. Bazı şeyleri değinmeden geçti. Bunu onları unuttuğu
için değil, size merhamet olsun diye yaptı, bunları oldukları
gibi kabul edin ve kurcalamayın."
Mecma'ul-Beyan ve Safi tefsirlerinde Hz. Ali'den şöyle rivayet
edilir: "Allah size birtakım farzlar emretti, bunları ihmal etmeyin.
Size birtakım sınırlar çizdi, bunları çiğnemeyin. Size bazı şeyleri
yasakladı, bunlara saygısızlık yapmayın. Bazı şeyleri size açıklamadı,
bunları unuttuğu için terk etmiş değildir; o hâlde bunları
kurcalayarak kendinizi zora sokmayın."
el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Ebu Carud'dan şöyle
rivayet eder: İmam Bâkır (a.s) şöyle buyurdu: "Size bir söz söylediğim
zaman bu sözümün hangi ayete dayandığını bana sorun. Arkasından
yaptığı bir konuşmada, 'Peygamberimiz (s.a.a)
dedikoduyu, mal israfını ve çok soru sormayı yasakladı' dedi. Biri
Mâide Sûresi 101-102 ......................................................... 215
ona 'Ey Allah'ın Resu-lü'nün torunu, bu söylediklerinin Kur'ân'daki
delili hangi ayetlerdir?' diye sordu."
"İmam (a.s) adama şu cevabı verdi: Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
'Onların fısıldaşmalarının birçoğunda hayır yoktur. Yalnız,
sadaka yahut iyilik ya da insanların arasını düzeltmeyi emreden
hariç.'
[Nisâ, 114] Yine şöyle buyurmuştur: 'Allah'ın sizin için geçimkaynağı ve yaşayış vesilesi kıldığı mallarınızı beyinsiz (yetim)lere
vermeyin.'
[Nisâ, 5] Ve yine şöyle buyurmuştur: Açıklandığında siziüzecek olan... şeyleri sormayın."
[c.5, s.300, h:2]
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Ahmed b. Muhammed'den şöyle rivayet edilir:
"İmam Ebu'l-Hasan Rıza'ya (a.s) bir mektup yazmıştım. [Bana
verdiği cevabın] sonunda şunları yazdı: Çok soru sormak size yasaklanmış
değil mi? Buna rağmen bu alışkanlıktan vazgeçmediniz.
Bu konuda dikkatli olun ve bundan sakının. Çünkü sizden önceki
ümmetler çok soru sormaları yüzünden mahvoldular. Nitekim
yüce Allah
'Ey inananlar!... sonra onları inkâr etmişlerdi.' buyurmuştur."[c.1, s.346, h:212]
216 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân c.6
103- Allah, ne bahîre diye bir şey ortaya koymuştur, ne sâibe,
ne vasîle ve ne de hâm. Fakat kâfirler Allah'a yalan iftira ediyorlar
ve onların çoğu (iftira ettiklerine) akıl erdirmiyorlar.
104- Onlara "Allah'ın indirdiğine (Kur'ân'a) ve Elçiye (itaate)
gelin" dendiğinde, "Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter"
derler. Peki, ya ataları hiçbir şey bilmeyen ve doğru yolu bulmayan
kimseler olsalar da mı?
"Allah, ne bahîre diye bir şey ortaya koymuştur, ne sâibe, ne vasîle
ve ne de hâm."
Bu sayılanlar dört hayvan türüdür. Cahiliye dönemindeAraplar onlar hakkında saygıya ve bir tür serbestliğe dayalı
hükümler öngörüyorlardı. Yüce Allah bu hükümlerin kendisinden
kaynaklanmadığını açıklıyor. Allah'ın reddettiği şey o hayvanların
kendileri değil, onlar hakkında ön görülen sıfatlardır. Yoksa o hayvanlar
hiç şüphesiz Allah'ın yarattığı canlılardır. Sıfatları da sadece
sıfat olmaları açısından Allah'ın yarattığı ve O'na isnat edilebilir
şeylerdir. Allah'a isnat edilmesi ve reddedilmesi mümkün olan
şey, o hayvanlarla ilgili hükümlere kaynaklık etmeleri açısından o
hayvanlara izafe edilen sıfatlardır. İsnat etmeyi ve reddedilmeyi
kabul eden, sadece budur. Başka bir deyişle, bu ayette bahîre ve
onunla birlikte sayılan hayvanlarda reddedilen şey, bu hayvanlara
yakıştırılan ve cahiliye Arapları tarafından tanınan hükümlerin
reddedilmesidir.
Bu dört hayvan türünün isimlerinin anlamları tartışmalıdır.
Dolayısıyla aşağıda ele alınacağı üzere onlar için öngörülen
hükümlerin neler olduğu da tartışma konusudur. Fakat üzerinde
anlaşılan bir nokta, bu hayvanlara yakıştırılan hükümlerin bir tür
serbestliğe ve saygı duymaya dayandığıdır. Bu dört hayvan
Mâide Sûresi 103-104 ..................................................... 217
bestliğe ve saygı duymaya dayandığıdır. Bu dört hayvan türünün
üçü, "bahîre, sâibe ve hâm" deve türünden, vasîle ise koyun türündendir.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde Zeccac'a dayanılarak verilen bilgiye
göre, "Bahîre" dişi deveye denir. Bu deve beş batın yavrulayınca
eğer son yavrusu erkek olursa, kulaklarından birinde derin bir yarık
açılır. Artık ne binek hayvanı olarak kullanılır ve ne boğazlanır.
Hiçbir sudan, hiçbir otlaktan kovalanmaz. Yorgun yaya bile onun
sırtına binemez.
"İbn-i Abbas'tan nakledildiğine göre, dişi deve beş batın yavrulayınca
cahiliye Arapları beşinci batında doğan yavruya bakarlardı.
Eğer yavru erkek ise ana deveyi keserlerdi. Etini erkekler de, kadınlar
da yiyebilirlerdi. Eğer beşinci batında doğan yavru, dişi ise
ana devenin kulağını yararlardı. İşte Bahîre buna denirdi. Artık onun
yünü kırkılmazdı. Kesilirse üzerine Allah'ın adı anılmazdı. Sırtına
yük vurulmazdı. Kadınlar sütünden içemezlerdi ve ondan hiçbir
şekilde faydalanamazlardı. Sütü de, diğer faydaları da erkeklere
mahsustu. Ölünceye kadar bu böyle idi. Ölünce kadınlar da erkekler
gibi etinden yiyebilirlerdi. Muhammed b. İshak'a göre bahîre,
sâibe'nin dişi yavrusudur.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde Zeccac'a dayanılarak verilen bilgiye
göre "Sâibe", cahiliye Araplarının adadıkları develere denirdi.
Bir kişi bir yolculuktan döndüğü, bir hastalıktan iyileştiği veya bunlara
benzer bir isteği gerçekleştiğinde, "Benim dişi devem
sâibedir" derdi. Sâ-ibenin durumu kendisinden yararlanmama,
hiçbir suyu içmekten ve hiçbir otlaktan alıkonmama bakımından
bahîre gibi idi. Alkame'nin görüşü de budur.
İbn-i Abbas'a ve İbn-i Mesud'a göre sâibe, putlara adanmış,
putlar için azat edilmiş dişi deve demekti. Herkes dilediği deveyi
putlara adar, onu alıp puthane görevlilerine teslim ederdi. Görevliler
bu devenin sütünü yolda kalmışlara ve onlar gibi muhtaçlara
dağıtırlardı.
Muhammed b. İshak'ın verdiği bilgiye göre sâibe bir dişi devedir
ki, arka arkaya on dişi yavru doğuruyor, arada hiçbir erkek yavru
doğurmuyor. Bu dişi deveyi putlara adıyorlardı. Artık sırtına
binilmez; yünü kırkılmaz; sütünü sadece misafirler içebilirdi. Bun
218.......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân c.6
dan sonra eğer bir dişi yavru daha doğurursa yavrunun kulağı yarıldıktan
sonra anası ile birlikte salıverilirdi. İşte bu dişi yavruya da
bahîre deniliyor.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde Zeccac'a dayanılarak verilen bilgiye
göre "Vasîle", davar türünden bir hayvandır. Koyun, dişi kuzu
doğurunca bu kuzu sahiplerinin olur, fakat erkek kuzu doğurunca
onu ilâhlarına adarlardı. Aynı batında bir erkek ve bir dişi kuzu doğurunca
dişi kuzu için 'o kardeşine ulaştı' derler ve erkek kuzuyu
ilâhlarına kurban etmezlerdi.
İbn-i Mesut ve Mukatil'in verdikleri bilgiye göre, eğer keçi yedi
batın yavrular ve yedincisi erkek olursa, onu ilâhlarına kurban ederlerdi.
Bunun etinden sadece erkekler yiyebilirlerdi, kadınlar
yiyemezlerdi. Eğer yedinci batında doğan dişi oğlak olursa, ilâhlara
kurban edilmez ve koyun sürüsüne katılırdı. Eğer keçi beşinci
batında biri erkek ve biri dişi olmak üzere iki oğlak doğurursa,
"Dişi oğlak saygınlıkta kardeşine ulaştı" derler ve her ikisine saygı
gösterirlerdi. Bunların menfaatleri ve sütleri erkeklere ait olurdu,
kadınlar onlardan yararlanamazlardı.
Muhammed b. İshak'ın verdiği bilgiye göre, beş batında aralıksız
olarak on dişi kuzu doğuran, yani bu on yavrusu içinde hiç
erkek kuzu bulunmayan koyun vasîle adını alırdı, cahiliye Arapları
onun için "On dişi kuzuyu arka arkaya getirdi" derlerdi. Bundan
sonra doğurduğu kuzulardan sadece erkekler yararlanabilirdi, kadınlar
onlardan yararlanmazlardı.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde İbn-i Abbas'a ve İbn-i Mesud'a dayanılarak
verilen bilgiye göre, "Hâm" bir tür erkek devedir. Araplar,
sülbünden on batın yavru doğurtan erkek deve için "Sırtı
dokunulmaz oldu" derlerdi. Artık onun sırtına yük vurulmaz. Hiçbir
su kaynağından ve otlaktan kovalanmazdı. Ebu Ubeyde ve
Zeccac'ın görüşü de budur.
Ferra'nın görüşüne göre bir erkek deve, yavrusunun yavrusunu
ge-be bıraktığında cahiliye Arapları "Onun sırtı dokunulmaz oldu"
derler ve artık ona binmezlerdi.
Görüldüğü gibi bu isimler farklı biçimde açıklanıyor. Yalnız bu
farklılığın toplumların geleneklerindeki farklılıktan kaynaklanmış
olma ihtimali güçlüdür. Çünkü ilkel kavimlerin geleneklerinde bu
Mâide Sûresi 103-104 ............................................................. 219
tür uygulamaların benzerleri çoktur.
Her neyse; bu ayet, cahiliye Araplarının bu dört tür hayvana
yakıştırdıkları ve Allah'a nispet ettikleri hükümleri reddediyor. Onların
bu hükümleri Allah'a nispet ettiklerinin delili,
"Allah, ne bahîrediye bir şey ortaya koymuştur, ne sâibe, ne vasîle ve ne de
hâm."
ifadesi ile "Fakat kâfirler Allah'a yalan iftira ediyorlar."cümleleridir.
Bundan dolayı
"Fakat kâfirler Allah'a yalan iftira ediyorlar."ifadesi gizli bir sorunun cevabı niteliğindedir.
"Allah, ne bahîre diyebir şey ortaya koymuştur, ne sâibe, ne vasîle ve ne de hâm."
denince, sanki "Peki bu kâfirlerin iddiaları neyin nesidir?" diye soruldu
ve bu soruya onların Allah adına yalan uydurdukları biçiminde
cevap verildi. Arkasından bu açıklama daha genişletilerek,
"Onlarınçoğu akıl erdirmiyorlar."
denmiştir. Yani onlar bu iftira konusundabirbirlerinden farklıdırlar. Çoğu bu iftiraları düşünmeden,
anlamadan yapıyor. Fakat ufak bir azınlık işin doğrusunun ne olduğunu
bile bile ve Allah'a nispet ettikleri iftiranın farkında olarak
bu asılsız yakıştırmaları yapıyorlar. Bunlar çoğunluk tarafından
uyulan, itaat edilen ve halkın dizginlerini ellerinde tutan inatçı ve
bağnaz kimselerdir.
"Onlara 'Allah'ın indirdiğine (Kur'ân'a) ve Elçiye (itaate) gelin' dendiğinde,
'Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter' derler."
Bu ayetteonların Allah tarafından Peygambere indirilen mesaja çağrılmaları
anlatılıyor. Mesaj Allah katından geliyor. Peygamberin
yaptığı sadece davet etmektir. Dolayısıyla davet, hakka davettir.
Bu hak, içinde yalan ve aldatmacanın kırıntısının bile bulunmadığı
doğru ve cehaletten arınmış ilimdir. Bir önceki ayet, iftira ile düşünmeden
yoksun olmayı birlikte onların tarafına koyuyor. Buna
göre davet edildikleri tarafta -yani Allah'ın tarafında- sadece doğruya
ve ilme yer kalıyor.
Fakat onlar bu çağrıyı taklitçiliğe sarılarak,
"Atalarımızı üzerindebulduğumuz şey bize yeter"
diye reddediyorlar.Taklitçilik kimi zaman ve bazı şartlar altında doğrudur. Söz
konusu doğru taklit, cahilin âlime başvurmasıdır. İnsanın hangi yolu
izleyeceği ile ilgili bilgiyi kendi birikimi ile elde edemediği bütün
hükümler konusunda sosyal hayatın seyri bu tür taklide dayanır.
220 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân c.6
Fakat cahilin başka bir cahile başvurması anlamında cahilin cahili
taklit etmesi, aklı başında insanlarca kınanan bir tutumdur. Eğer
bir âlim, kendi bilgi birikimini bir yana bırakarak başkasının bilgisini
kaynak edinirse, bu anlamdaki âlimin âlime başvurması da
kınanacak bir tutumdur.
Bundan dolayı yüce Allah bu körü körüne taklitçiliği,
"Peki, yaataları hiçbir şey bilmeyen ve doğru yolu bulmayan kimseler olsalar
da mı?"
diyerek reddediyor. Yani akıl -eğer ortada akıl denenyetenek varsa- insanın, bilgisi olmayan ve hidayetten yoksun bulunan
kimseleri taklit etmesini onaylamaz. Hayatın kuralları, tehlikelerden
emin olunmayan ve ne şahsın kendi düşüncesi ile ve ne
bilen birinin görüşü ile mahiyeti bilinmeyen bir yola koyulmayı
tasvip etmez.
Belki de,
"doğru yolu bulmayan kimseler" ifadesinin "hiçbirşey bilmeyen"
ifadesine atfedilmesi, bu konudaki gerçeğin kayıtve şartlarını tamamlamak içindir. Çünkü bir cahilin kendisi gibi bir
cahile başvurması genel olarak kınanacak bir tutum olmakla birlikte,
bunun gerçekten kınanacak bir tutum olabilmesi için görüşü
sorulan cahilin, cahillikte soru soranla aynı olması, ona üstün gelecek
hiçbir ayrıcalığının bulunmaması gerekir. Ama eğer görüşüne
uyulan cahil, bir âlimin rehberliği ile belirlediği bir yoldan gidiyorsa,
koyulduğu yol hidayet yolu ise, o zaman onun tutumunu örnek
edinen, onun yolunu taklit eden cahil kınanmaz. Çünkü sonuçta
iş ilmin rehberliğine varıp dayanıyor. Meselâ cahilin biri bir
âlimin gösterdiği yolu izliyor, sonra da o cahili bu konuda başka
bir cahil kendine örnek kabul ediyor.
Bundan açıkça ortaya çıkıyor ki,
"Peki, ya ataları hiçbir şeybilmeyen ve doğru yolu bulmayan kimseler olsalar da mı?"
ifadesi,onların sapıklıklarını perçinlemede yeterli değildir. Çünkü taklit
yolu ile uydukları ataları, doğru yoldan giden âlimleri örnek edinerek
doğru yolu bulmuş kimseler olabilirler. O zaman atalarını taklit
eden kimseler kınanamaz ve sapıklıkları kesinlikle kanıtlanmış
olamaz. İşte bu ihtimali ortadan kaldırmak için onların atalarının
hiçbir şey bilmeyen ve doğru yoldan uzak kalmış kimseler oldukları
vurgulanmıştır. Öyle olunca durumu böyle olanlara uymanın
hiçbir haklı gerekçesi kalmamış olur.
Mâide Sûresi 103-104 ............................................................. 221
İlk ayetten, yani
"Allah, ne bahîre diye bir şey ortaya koymuştur,ne sâibe, ne vasîle ve ne de hâm."
ayetinden anlaşıldığı gibibu kimseler iki kısımdır. Bir kısmı, düşünce yeteneğinden yoksun
kimselerdir ki, bunlar çoğunluğu oluşturuyor. Diğer bir kısmı inatçı
ve kendilerini beğenmiş seçkinlerdir. Bu sonuca göre bu kimseler
muhatap kabul edilip delil gösterilme ehliyetinden yoksun kimselerdir.
Bu yüzden ikinci ayette kendilerine hitap edilerek delil gösterilmesi
yerine üçüncü şahıslara hitap edilmesi tercih edilmiş ve
"Peki, ya ataları hiçbir şey bilmeyen ve doğru yolu bulmayan
kimseler olsalar da mı?"
ifadesi ile âdeta onlarla yüzleşilmektenkaçınılmıştır. Tefsir kitabımızın birinci cildinde taklit hakkında ilmî
ve ahlâkî bir inceleme yapmıştık. İsteyenler ona başvurabilirler.
Bu ayetten açıkça anlaşılıyor ki, Kur'ân'a ve Peygambere başvurmak
-ki bu, sünnete başvurmaktır- asla kınanan bir taklit biçimi
değildir.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-Burhan tefsirinde Şeyh Saduk'un kendi rivayet zinciriyle Muhammed
b. Müslim'den, o da İmam Sadık'tan (a.s)
"Allah, ne bahîrediye bir şey ortaya koymuştur, ne sâibe, ne vasîle ve ne de
hâm."
ayeti hakkında şöyle rivayet ettiği belirtilir: "Cahiliye dönemiArapları, bir deve aynı batında iki yavru doğurduğu zaman 'Bu
deve erdi, ulaştı, kavuştu' derler ve artık onu kesmeyi ve etini yemeyi
helâl görmezlerdi. Deve on yavru doğurduğunda ona sâibe
[salıverilmiş] unvanını verirler ve artık onun ne sırtına binerler ve
ne etini yerlerdi. Hâm ise on-ların kendilerine helâl saymadıkları
erkek deveye verdikleri unvandı. İşte yüce Allah indirdiği ayette bu
hayvanlarla ilgili hiçbir yasak koymadığını bildirmiştir."
[c.1, s.506,h:1]
el-Burhan tefsirinin yazarı sözlerine şöyle devam eder. İbn-i
Ba-beveyh [Şeyh Sadûk] daha sonra şöyle dedi: "Başka bir rivayete
göre bahîre, beş batın yavrulamış bir dişi deveye denir. Eğer beşinci
batında bir erkek yavru doğurursa, ana deveyi keserlerdi. Etinden
erkekler de, kadınlar da yiyerdi. Eğer beşinci batındaki yavru
dişi olursa, ana devenin kulağında geniş bir yarık açarlardı. Bu
devenin eti ve sütü kadınlara haram sayılırdı. Ama eğer ölürse eti
222 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân c.6
kadınlara da helâl olurdu. Sâibe, ilâhlara adak sebebiyle salıverilen
deveye denirdi. Kişi bir hastalıktan iyileşince veya yolculuktan
sağ salim evine ulaşınca, böyle bir adakta bulunurdu."
"Vasîle davar türünden bir hayvana denirdi. Cahiliye dönemlerinin
âdetlerine göre eğer bir koyun yedi batın kuzular da, yedinci
batında erkek kuzu doğurursa kesilirdi. Bu koyunun etini erkekler
de, kadınlar da yiyebilirlerdi. Eğer koyun yedinci batında dişi kuzu
doğurursa, ana koyun diğer koyunlar arasında salınırdı. Fakat eğer
yedinci batında biri erkek ve öbürü dişi olmak üzere iki kuzu doğurursa,
o koyun için 'Kardeşine ulaştı' derlerdi ve artık onu
kesmezlerdi. Eti kadınlara haram olurdu. Yalnız kendiliğinden ölmesi
hâlinde yenmesi erkeklere de, kadınlara da helâl olurdu."
"Hâm, yavrusunun yavrusuna atlayan erkek deveye denirdi. Bu
deve için 'Sırtı yasak oldu' derlerdi. Başka bir rivayete göre Hâm,
on batın yavrulamış deveye verilen unvan idi. Bu deve için, 'Sırtı
yasak oldu' derlerdi. Artık ona binilmez, hiçbir otlaktan ve sudan
alıkon-mazdı."
Ben derim ki: Bu isimlerin, yani bahîrenin, sâibenin, vasîlenin
ve hâmın anlamları hakkında Sünnî ve Şiî kanallardan nakledilen
başka rivayetler vardır. Bunların bir bölümü yukarıda Tabersi'nin
Mecma'ul-Beyan adlı tefsirinden nakledilmişti.
Bilindiği gibi bu anlamlardan çıkan kesin sonuç şudur: Birincisi;
bu hayvan türlerine cahiliye döneminde bir tür serbestlik ve
dokunulmazlık tanınmış, onlarla ilgili bu dokunulmazlıklara uygun
hükümler benimsenmişti. Sırtlarına yük ve insan bindirilmemesi,
etlerinin yenmemesi, herhangi bir sudan ve otlaktan yararlanmalarının
engellenmemesi gibi. İkincisi; bu dört hayvandan biri olan
vasîle davar türünden, diğer üçü deve türündendir.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde belirtildiğine göre, İbn-i Abbas Peygamberden
(s.a.a) şöyle rivayet eder: "Bir zamanlar Mekke hükümdarı
olan Amr. b. Luhayy b. Kamaa b. Hindif, İsmail peygamberin
dinini değiştiren, putları diken ve bahîre, sâibe, vâsile ve
hâm adlı hayvanlara ilişkin hükümleri koyan ilk kişi olmuştur."
Peygamberimiz (s.a.a) onun hakkında, "Onu cehennemde
gördüm, boğazının kokusu cehennemlikleri rahatsız ediyordu."
(Başka bir rivayete göre de) "Cehennem içinde boğazından sürük
Mâide Sûresi 103-104 ....................................................... 223
leniyordu" buyurmuştur.
Ben derim ki: Bu anlamda bir rivayet İbn-i Abbas'a ve başkalarına
dayandırılarak ve birkaç kanaldan nakledilmiş olarak ed-
Dürr'ül-Mensûr tefsirinde yer almıştır.
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde belirtildiğine göre, Abdurrezzak,
İb-n-i Ebu Şeybe, Abd b. Humeyd ve İbn-i Cerir, Zeyd b. Eslem'den
şöyle rivayet ederler: "Resulullah (s.a.a) 'Ben sâibe geleneğini ortaya
koyan, putları diken ve İbrahim peygamberin dinini değiştiren
kimsenin kim olduğunu biliyorum' dedi. Sahabîlerin 'Ey Allah'ın
resulü, bu adam kimdir?' diye sormaları üzerine Peygamberimiz
'Bu şahıs, Kaab oğullarından Amr b. Luhey'dir. Onu cehennemde
boğazından sürüklenirken gördüm. Boğazının kokusu cehennemlikleri
rahatsız ediyordu." cevabını verdi.
Peygamberimiz sözlerine şöyle devam etti: "Ben bahîre geleneğini
ilk başlatanın kim olduğunu biliyorum." Sahabîlerin "Kimdir
ey Allah'ın resulü?" diye sormaları üzerine şu cevabı verdi: O,
Mudlic kabilesinden biri idi. İki dişi devesi vardı. Bunların kulaklarını
yardı ve sırtları ile sütlerini dokunulmaz ilân ederek, 'Bu develer
Allah'a aittir' dedi. Fakat sonra onlara muhtaç oldu ve hem sütlerini
içti, hem de sırtlarına bindi. Onu cehennemde gördüm. O iki
deve onu ağızları ile ısırıp parçalıyor ve ayakları ile tekmeliyorlardı."
Yine ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde belirtildiğine göre Ahmed,
Abd b. Humeyd, Nevâdir'ul-Usûl adlı eserde Hâkim-i Tirmizî, İbn-i
Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebu Hatem, el-Esmâ'u ve's-Sıfat adlı eserde
Bey-hakî, Ebu Ahves'den, o da babasından şöyle rivayet ederler:
"Ben bir gün iki eski elbise giymiş olarak Peygamberimizin
(s.a.a) yanına gittim. Bana, 'Malın-mülkün var mı?' diye sordu. 'Evet,
var.' dedim. 'Ne tür malın var?' diye sordu. 'Her türden malım
var. Develerim, davarım, atlarım, bu arada kölelerim var.' dedim.
Bana, 'Allah sana bir şey verince, bunun eserini üzerinde görmelidir.'
dedi."
"Arkasından, 'Senin develerin sağlam kulaklı yavrular mı doğuruyor?'
diye sordu. 'Evet.' dedim. 'Meğer develer böyle olmayan
yavrular da mı doğurur?' diye sordum; şöyle buyurdu: 'Ama belki
de sen usturayı eline alıp bazı develerinin kulaklarını kesiyor ve
224 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân c.6
bunlar bahîredir, diyorsun ve bazılarının kulaklarını yararak bunlar
sarımdır [kulağı yarık], diyorsun, değil mi?' 'Evet.' dedim. Bunun
üzerine bana, 'Böyle yapma, Allah'ın sana verdiği bütün hayvanlar
senin için helâldir.' dedi ve arkasından, '
Allah, ne bahîre diye birşey ortaya koymuştur, ne sâibe, ne vasîle ve ne de hâm.'
ayetiniokudu."
Mâide Sûresi 105 ........................................................... 225
105- Ey inananlar! Kendinizi gözetin. Siz doğru yolda olduğunuz
takdirde, sapan kimse size zarar vermez. Hepinizin dönüşü
sadece Allah'adır. Artık O, size yapmış olduklarınızı haber verecektir.
Bu ayet müminlere kendilerine bakmalarını, kendilerinden ayrılmamalarını
ve doğru yoldan çıkmış kimselerin sapıklıklardan
kaygılanmalarını emrediyor. Çünkü Allah herkes hakkında amellerine
göre hüküm verecek tek mercidir. Bununla birlikte bu ayetin
anlamı derindir.
"Ey inananlar! Kendinizi gözetin. Siz doğru yolda olduğunuz takdirde,
sapan size zarar vermez."
Ayetin orijinalinde geçen "aleykum"kelimesi, mukayyet olun, gözetin, gaflet etmeyin an-lamında ism-i
fiildir; "enfusekum" ise, onun mef'ulüdür.
Bilindiği gibi birbirinin karşıtı anlamlar taşıyan sapıklık ve doğru
yolda olma kavramları, yolu katetme durumunda gerçekleşirler,
başka bir durumda gündeme gelmezler. Sürekli yolun ortasından
giden kimse yolun son noktasına kadar varır. Bu, yolcunun yürüyüşünde
amaç edindiği, istenen bir sonuçtur. Ama eğer istikametli
olmaya özen göstermez de yolun doğrultusu dışına çıkarsa
bu durum, istenen sonucun kaçırılmasına yol açan bir sapıklıktır.
Ayet, insan için izleyeceği bir yol ve varmak isteyeceği bir amaç
belirliyor. Fakat insan kimi zaman bu belirli yolu izliyor, istikametini
kaybetmiyor; kimi zaman da yoldan çıkıp sapıtıyor. Belirli
bir yere ulaşmak için ilerleyen yolcunun tek hedefi hiç şüphesiz
mutlu hayat ve iyi akıbettir. Fakat bununla birlikte ayet, doğru yoldan
gidenlerin ve sapıtanların huzuruna varacakları tek merciin
Allah olduğunu vurguluyor.
Fıtratın doğrultusunda yol alan kimsenin istediği mükâfat, sadece
Allah katındadır. Doğru yolu izleyenler bu mükâfatı elde
226........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân c.6
ederler, sapıtanlar ise ondan mahrum kalırlar. Bunun kaçınılmaz
sonucu şudur: Gerek doğru yoldan gidenlerin, gerekse sapıtanların
izledikleri yollar Allah'a varır, O'nun huzurunda noktalanır. Söz konusu
yollar insanı hedefe, yani başarıya ve kurtuluşa, hayal kırıklığına
ve hüsrana ulaştırma bakımından değişik olsalar da, ayrıca
yakınlık ve uzaklık açısından farklılık gösterseler de amaçlanan
hedef Allah'ın katındadır. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi:
"Ey insanoğlu, sen Rabbine doğru koşuyorsun ve O'nunla buluşacaksın."
(İnşikak, 6)
"Haberiniz olsun ki, kurtuluşa erecek olanlarAllah'ın hizbidir."
(Mücâdele, 22) "Allah'ın nimetlerini teperekyerine kâfirliği seçenleri ve milletlerini helâk yurduna sürükleyenleri
görmüyor musun?"
(İbrâhîm, 28) "Muhakkak ki, ben pekyakınım, bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm.
O hâlde onlar da benim çağrıma cevap versinler ve bana
iman etsinler. Umulur ki, doğru yolu bulmuş olurlar."
(Bakara, 186)"İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında ağırlık vardır.
Kur'ân onlara kapalıdır. Sanki onlara uzak bir yerden bağrılıyor."
(Fussilet, 44)
Yüce Allah bu ayetlerde şunu açıklıyor: Her insan kaçınılmaz
olarak yüce Allah'a doğru ilerliyor. Yalnız bazılarının yolu kısadır ve
kurtuluş ile başarı bu yoldadır. Diğerlerinin yolu ise uzundur ve bu
yol mutluluğa ulaştırmıyor, tersine o yolu izleyenler mahvolmaktan
başka bir sonuca varamıyorlar.
Kısacası bu ayet, müminler için ve mümin olmayanlar için Allah'ın
huzurunda noktalanan iki yol belirliyor ve müminlere kendileri
ile meşgul olmalarını, yoldan çıkmış kimseler olan diğerlerine
aldırış etmemelerini, onlara akıllarını takmamalarını ve onların
sapıklıklarından korkmamalarını emrediyor. Çünkü onların hesabını
görmek müminlere değil, Allah'a düşer. Müminler onlardan
sorumlu değildirler ki, onların durumu kendilerine dert olsun. Bu
ayet şu ayete yakın bir anlam taşıyor:
"Müminlere de ki: Allah'ın azap günlerinden korkmayanları
affetsinler ki, Allah'ın kendisi o toplumu yaptıkları karşılığında
cezalandırsın."
(Câsiye, 14) Şu ayet de onun benzeridir: "Onlar gelipgeçmiş bir ümmettir. Onların yaptıkları kendilerine, sizin yaptıklarınız
da sizedir. Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulmazsınız."
(Bakara, 134)
Mâide Sûresi 105 ..................................................................... 227
Buna göre mümin kendisi için önemli olan doğru yolda ilerlemek-
le meşgul olmalı, insanların sapıklıkları ve aralarında günahların
yayılması yolundaki gözlemleri moralini bozmaması, bununla
ve böyle yapanlarla meşgul olmaması gerekir. Çünkü hak terk edilse
de haktır ve batıl benimsense de batıldır. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmuştur:
"Pisin çokluğu seni şaşırtsa bile, pisle temizbir değildir. O hâlde ey akıl sahipleri, Allah'tan korkun. Umulur ki,
kurtuluşa erirsiniz."
(Mâide, 100) "İyilik ile kötülük bir değildir."(Fussilet, 34)
Yaptığımız açıklamalar ışığında, "
Siz doğru yolda olduğunuztakdirde, sapan size zarar vermez."
ifadesinin kinaye olduğu anlaşılıyor.Maksadı müminlere, sapıkların sapıklığından etkilenerek
hidayet yolunu terk etmeyi yasaklamaktır. Müminlerin şöyle diyecekleri
farz ediliyor: Günümüz dünyasında dine yer yoktur. Çağımız,
maneviyata bağlılığı hoş görmüyor. Din ve maneviyat, modası
geçmiş ve taraftarlarının nesli tükenmiş basit bir gelenektir. Şu
ayette buyrulduğu gibi:
"Dediler ki, eğer biz seninle birlikte doğruyola girersek, yurdumuzdan atılırız."
(Kasas, 57)Veya müminler sapıkların sapıklıklarının kendi hidayetleri için
zararlı olacağından korkarak sapıklarla meşgul olurlar ve kendilerini
unuttukları için sonunda o sapıklar gibi olurlar. Mümin için gerekli
olan, Allah'a çağırmak, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak,
kısacası normal sebeplere yapışmak ve arkasından sonucu
Allah'a havale etmektir. Zira yetki tümü ile O'na aittir.
Başkalarını mahvolmaktan kurtarmak yolunda kendini mahvetmeye
gelince, mümine böyle bir şey emredilmiş değildir. O
başkasının yaptıklarından sorumlu tutulmayacak. O başkasının
davranışlarının he-sabını verecek değildir. Bu söylediklerimizin ışığında
bu ayetin anlamı, şu ayetlerin anlamları gibi olur:
"Eğer onlar bu yeni söze (Kur'ân'a) inanmazlarsa, arkalarından
duyacağın üzüntü sebebi ile neredeyse kendini mahvedeceksin.
Biz dünyadaki her şeyi yeryüzünün süsü yaptık. Amacımız
insanları imtihan ederek hangilerinin iyi işler yapacaklarını görmektir.
Biz mutlaka oradaki her şeyi kupkuru bir toprak yapacağız."
(Kehf, 6-8)
"Eğer dağların yürümesini, yeryüzünün parçalanmasınıve ölüler ile konuşabilmeyi sağlayan bir kitap olsaydı o,
bu Kur'ân olurdu. Fakat yetki bütünü ile Allah'ın elindedir. hâlâ
228 ................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân c.6
anlamadılar mı ki, Allah dileseydi bütün insanları doğru yola iletirdi?"
(Ra'd, 31) Bu anlamda başka ayetler de vardır.
Bu açıklama ile ortaya çıktı ki, bu ayet davet ayetleri ile iyiliği
emredip kötülükten sakınma ayetleri ile çelişmez. Çünkü ayet sadece
müminlere, kendilerini doğru yolda tutma görevini bir yana
bırakıp başkalarının sapıklığı ile meşgul olmayı ve başkalarını kurtarma
yolunda kendilerini mahvetmeyi yasaklıyor.
Üstelik, insanları Allah'a çağırmak ve iyiliği emredip kötülükten
sakındırmak, müminin kendisi ile uğraşmasının ve Rabbine
doğru iler-leyişinin bir parçasıdır. Bu ayet, Allah'a davet ayetleri ile
ve iyiliği emredip kötülükten sakındırma ayetleri ile nasıl çelişebilir
veya onları neshettiği söylenebilir ki, yüce Allah bu iki görevi bu
dinin ana nitelikleri ve dayanağını oluşturan temel esaslar arasında
saymıştır. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi:
"De ki: İşte benim yolumbudur. Ben inandırıcı deliller göstererek insanları Allah'a çağırırım.
Bana uyanlar da öyle yaparlar."
(Yûsuf, 108) "Siz insanlariçin ortaya çıkarılmış, en hayırlı ümmet oldunuz, iyiliği emreder,
kötülükten sakındırırsınız."
(Âl-i İmrân, 110)Buna göre mümin, insanları inandırıcı bir dille Allah'a çağırmalı,
iyiliği emredip kötülükten sakındırmalı, bu görevleri ilâhî farzı
yerine getirme yolu uyarınca yapmalıdır. Öfkeden mustarip olmak,
üzüntüden kendini mahvetmek veya bu çalışmaların sapıkların
vicdanlarında etkili olması için aşırı derecede yırtınmak onun görevi
değildir. Böyle bir gayretkeşlik onun omuzlarına yüklenmemiştir.
Bu ayet, müminler için hidayetlerini sağlayan bir yol belirlerken,
diğerleri için sapıklık sonucu doğuran başka bir yol belirledi.
Sonra da
"Siz kendinize bakın." ifadesi ile müminlere kendi nefisleriile meşgul olmalarını emretti. Bu şuna delâlet eder:
Müminin nefsi, izlemekle ve meşgul olmakla emrolunduğu yolun
kendisidir. Çünkü bir yola yönelik teşvik, o yola özen göstermeyi
teşvik edip onu terk etmekten sakındırmayı teşvik etmekle
uyuşur; o yoldan gidenleri bırakmamakla ilgili bir teşvikle uyuşmaz.
Bu inceliği şu ayetin üslûbunda görüyoruz:
"İşte benim dosdoğruyolum budur, bu yola uyun. Sakın sizi Allah'ın yolundan ayrı
düşürecek yollara girmeyin."
(En'âm, 153)
Mâide Sûresi 105 ............................................... 229
Görülüyor ki yüce Allah, müminlere hidayet yollarına bağlı kalmalarına
yönelik teşvik bağlamında nefislerine özen göstermelerini
emrediyor. Bu da onların izlemek ve ayrılmamakla görevli
oldukları yolun kendi nefisleri olduğunu ifade eder. Demek ki,
müminin nefsi onu Rabbine ulaştıran yoludur. Bu onun hidayet yolu
ve mutluluğuna ileten yoludur.
Buna göre, bu ayet başka ayetlerin ima ettikleri amacı açıkça
dile getiriyor. Meselâ şu ayetlerde olduğu gibi:
"Ey inananlar! Allah'tankorkun, herkes yarını için ne hazırladığına baksın. Allah'-
tan korkun. Hiç şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Sakın
Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın kendilerini unutturduğu
kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkmış kimselerdir. Cehennemlikler
ile cennetlikler bir değildir. Cennetlikler kurtuluşa ermiş
kimselerdir."
(Haşr, 18-20)Okuduğunuz ayetler, nefse bakmayı ve onun salih amellerini
gözetlemeyi emrediyor. Çünkü nefsin yol azığı bu salih amellerdir
ve en hayırlı yol azığı da takva ve Allah korkusudur. Nefis için bugün
ve yarın vardır. O her an yol alıyor ve mesafeler kat ediyor.
Gaye ve varılmak istenen hedef, yüce Allah'tır. Mükâfatın güzeli
olan cennet O'nun katındadır.
Dolayısıyla nefis sürekli biçimde Allah'ı anmalı, O'nu hiç unutma-
malıdır. Çünkü varılmak istenen hedef, O'dur ve hedefi unutmak,
arkasından yolu unutmayı gerektirir. Rabbini unutan,
kendini de unutur. Böyle bir kimse yarınında, yolculuğunun ileri
aşamalarında yararlanacağı, yaşaması için kullanabileceği azıktan
yoksun kalır ki, bu helâk olmaktır. İşte her iki mezhebin Peygamber
efendimizden (s.a.a) rivayet ettikleri, "Kim nefsini tanırsa,
Rabbini tanımıştır." hadisinin anlamı budur.
Bu anlam, eksiksiz incelemenin ve sağlıklı değerlendirmenin
doğruladığı bir gerçektir. Çünkü insanın herhangi bir gayeye doğru
uzayan hayat süreci boyunca aslında nefsinin iyiliğinden ve mutlu
yaşamaktan başka bir amacı olmaz. Eğer görünüşte başkalarının
çıkarları için gayret sarf ederse de asıl maksat kendisidir. Nitekim
yüce Allah,
"Eğer iyilik ederseniz, kendiniz için iyilik edersiniz.Eğer kötülük ederseniz, o da kendiniz içindir."
(İsrâ, 7) buyuruyor.
230 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân c.6
Ortada insan denen bir canlı var; bu canlı, hayatı boyunca aşamadan
aşamaya geçer. Hayat merdivenini basamak basamak
çıkar. Ceninken çocuk, çocukken genç, gençken orta yaşlı ve orta
yaşlı iken yaşlı olur. Sonra berzahta hayatına devam eder, sonra
kıyamet gününü yaşar, arkasından ya cennete veya cehenneme
gider. Bunlar insanın ilk oluşum durağından itibaren Rabbine ulaşıncaya
kadar kat ettiği mesafenin safhalarıdır. Şu ayette
buyrulduğu gibi:
"Varılacak son yer, Allah'ın huzurudur." (Necm, 42)Bu insanın yolculuğu boyunca attığı her adım, her yol alışı ve
ilerleyişi, kalp amelleri olan inançlar vb. şeylerle organlarının amelleri
olan iyilikler ve kötülükler eşliğinde gerçekleşir. Amelinin
bugünkü ürünü, yarının yol azığı olur. Kısacası nefis, insanın
Rabbine giden yoludur ve yolculuğunun son noktası da yüce Allah'tır.
Bu yol zorunludur. İnsan onu aşmaktan kaçınamaz. Şu ayette
buy-rulduğu gibi:
"Ey insanoğlu, sen Rabbine doğru koşuyorsun.O'nunla buluşacaksın."
(İnşikak, 6) Bu aşılması zorunlu bir yoldur.Bu zorunluluk mümin-kâfir, bilinçli-gafil herkesi kapsamına alıyor.
Ayet bu yolculuktan ayrılmamayı teşvik etmiyor, yani o yola koyulmayanı
yola girmeye çağırma diye bir endişe taşımıyor.
Ayetin maksadı, bu yolculuktan gafil olan müminleri bu gerçek
konusunda uyarmaktır. Çünkü bu gerçek her ne kadar tıpkı
diğer doğal gerçekler gibi sabit, bilip bilmemeye göre değişmeyen
bir gerçek ise de, insanın bu gerçeğin bilincinde olması, nefsin uygun
türde terbiye edilmesini sağlayan amelleri üzerinde bariz bir
şekilde etkili olur. Eğer insanın ameli mevcut durumla uyumlu, yaratılışın
gayesine uygun olursa, bu amelle kemâle eren nefis çabalarında
mutlu olur, emeklerinde hayal kırıklığına uğramaz, işlemlerinde
zararlı çıkmaz. Bu gerçek daha önce bu kitabın değişik yerlerinde
hiçbir şüpheli nokta bırakmayacak nitelikte açıklanmıştır.
Bu gerçeği konumuza uygun olacak şekilde şöyle
açıklayabiliz: İnsanoğlu, tıpkı diğer yaratıklar gibi yüce Allah'ın
terbiyesi altındadır. İnsanla ilgili hiçbir şey yüce Allah'ın denetimi
dışında değildir. Şu ayette buyrulduğu gibi:
"Hiçbir canlı yoktur ki,perçemi Allah'ın avu-cu içinde olmasın. Hiç şüphesiz benim
rabbim doğru yoldadır."
(Hûd, 56)
Mâide Sûresi 105 ................................................ 231
Bu terbiye, yüce Allah'ın insan dışındaki şeylerin hepsini kendisine
doğru olan ilerleyişlerindeki terbiyesi gibi tekvinî bir terbiyedir.
Nitekim O,
"Haberiniz olsun ki, bütün işler sonunda sadeceAllah'a döner."
(Şûrâ, 53) buyuruyor. Bu terbiye sürecinde varlıklararasında nitelik farklılığı ve durum değişikliği görülmez. Çünkü yol
dosdoğrudur ve durumda benzerlik ve özdeşlik vardır. Nitekim yüce
Allah,
"Sen Rahman olan Allah'ın yaratışında hiçbir uygunsuzlukgöremezsin."
(Mülk, 3) buyuruyor.Yüce Allah, insanın gayesini, varış noktasını ve mutlulukmutsuz-
luk, başarı-hayal kırıklığı açısından akıbetinin durak yerini,
nefsinin durumlarına ve ahlâkına dayalı kılmıştır. Nefsin ahlâkı ve
hâlleri de iyiye ve kötüye, takvaya ve günahkârlığa ayrılan insan
davranışlarına dayanır. Şu ayette buyrulduğu gibi:
"Nefse ve onabiçim verene, ona bozukluğunu ve korunmasını ilham edene yemin
olsun ki, nefsini arındıran kurtulmuş, onu kirletip örten ziyana
uğramıştır."
(Şems, 6-10)Görüldüğü gibi bu ayetler biçimlendirilmiş nefsi bir yana koyuyor
ki, burası gelişme sürecinin başlangıç noktasıdır. Sonra başarıyı
ve ha-yal kırıklığını öbür yana koyuyor ki, burası da gaye ve gelişme
sürecinin son noktasıdır. Sonra başarı ile hayal kırıklığını
nefsi arındırmaya veya kirletmeye dayandırıyor ki, bu ahlâk aşamasıdır.
Arkasından da fazileti ve rezilliği takva ile günahkârlığa,
yani iyi ve kötü amellere dayandırıyor ve iyi ameller ile kötü amellerin
insana Allah tarafından ilham edildiğini dile getiriyor.
Bu ayetler nefis aşamasının ötesine geçmiyor. Bunu şu anlamda
söylüyoruz: Bu ayetler nefsi biçimlendirilmiş bir yaratık sayıyor.
Günahkârlık ve takva ona izafe ediliyor. Arınan ve kirlenen
de odur. İnsanın başarısına ve hayal kırıklığına yataklık eden de
odur. Bilindiği gibi bu süreç tekvinin gereğine uygun bir akıştır.
İnsanın hayatı boyunca nefsinin çizdiği doğrultuda yol aldığı,
bu doğrultudan bir adım bile sapmasının söz konusu olmadığı, bir
an bile onu terk etmesinin ve çığrından çıkmasının mümkün olmadığı
şeklindeki tekvinî gerçek karşısında insanoğlunun tutumu
aynı değildir. Kimi insan bu gerçeğin bilincindedir, onu hep hatırında
canlı tutar, hiç unutmaz. Kimi insan da bu kaçınılmaz realiteden
gafildir, onu unutkanlığa terk etmiştir. Şu ayetlerde
buyrulduğu gibi:
232 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân c.6
"Hiç bilenler ile bilmeyenler bir olur mu? Bunu ancak akıl sahipleri
düşünebilir."
(Zümer, 9) "Kim benim doğru yola çağıran mesa-jıma uyarsa, o ne sapıtır ve ne sıkıntıya düşer. Ama kim
benim uyarıcı mesajıma sırt çevirirse, o, hayatta sıkıntıya uğrar
ve kıyamet günü de onu kör olarak toplantı yerine süreriz. O der
ki, ya Rabbi, beni niye toplantı yerine kör olarak sürüyorsun? Oysa
daha önce benim gözlerim görüyordu. Allah da ona der ki: İşte
böyle, vaktiyle sana ayetlerim geldi de sen onları unutmuştun.
Bugün de böyle tarafımdan unutuluyorsun."
(Tâhâ, 124-126)Bunu şöyle açıklayabiliriz: Bu gerçeğin bilincinde olan kimse,
Rabbi ile arasındaki durumunu ve evrenin diğer bölümleri ile arasındaki
ilişkiyi gözden geçirdiğinde, daha öncesinin tersine nefsinin
kendi dışındaki her şeyden kopuk olduğunu, önünde perdeler
ve engeller olduğunu fark eder. Bu durumda nefsini, etki kapsamına
sadece Rab-binin alabileceğini bilir. Çünkü nefsinin bütün işlerini
çekip çeviren, gücü ile ve yönlendirmesi ile onu arkasından
itip önünden çeken sadece O'dur. Bu kimse bir de bakar ki, nefsi
tek gözeticisi ve tek koruyucusu olan Allah'tan yana boştur. Koruyucusu
sadece O'dur.
İşte o zaman, "Siz kendinizi gözetin. Siz doğru yolda olduğunuz
takdirde, sapan kimse size zarar vermez."
ifadesini izleyen"Hepinizin dönüşü sadece Allah'adır. Artık O size yapmış olduklarınızı
haber verecektir."
ifadesinin ve "Ölü iken dirilttiğimiz vekendisine insanlar arasında yürürken yararlandığı bir ışık verdiğimiz
kimse karanlıklar içinde bocalayıp oradan bir türlü çıkamayan
kimse gibi midir?"
(En'âm, 122) ayetinin anlamını anlar. İşteo zaman nefsin idraki ve şuuru değişir. Müşriklikten kulluğa ve
tevhide geçiş yapar. Eğer Allah'ın yardımı elinden tutup onu başarıya
yöneltirse, yavaş yavaş sürekli şirki tevhit ile, vehimleri gerçeklerle,
uzaklığı yakınlıkla, şeytanî gururu rahmanî tevazu ile, asılsız
istiğnayı kulluğun muhtaçlığı ile değiştirir.
Biz bu incelikleri gerçek anlamda kavrayamayız. Çünkü yere,
toprağa çakılmışız. Yüce Allah'ın Kur'ân'da oyun ve eğlence diyerek
tanımlamakla yetindiği bize yararı olmayan bu fani hayatın lüzumsuzluklarına
daldığımız için açıkladığı ve Kur'ân'ın işaret ettiği
bu gerçeklerin derinliklerine dalmaya fırsat bulamıyoruz. Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Dünya hayatı sadece bir oyundan
Mâide Sûresi 105 .................................................................. 233
ve eğlenceden ibarettir."
(En'âm, 32) "Onların bilgilerinin son noktasıdünya hayatıdır."
(Necm, 30)Yalnız sağlıklı bir değerlendirme, yeterli bir inceleme ve gerekli
miktardaki bir kafa yorma, bizi bu gerçekleri bir bütün olarak
özet hâlinde tasdik etmeye ulaştırabilir. Gerçi onların ayrıntılarına
girmekten âciziz. Hidayet Allah'tandır.
Galiba sözü uzattık. Artık sözün başına dönelim. Şöyle de diyebiliriz:
Bu ayetteki hitap topluma yöneliktir. Yani "Ey inananlar!"
ifadesine müminlerin toplumu muhataptır. Dolayısıyla,
"Siz kendinizigö-zetin."
ifadesi ile müminlerin toplum olarak ıslahı kastedilmiştir.Bunun için ilâhî hidayetin doğrultusundan ayrılmamaları
ve bunun için de dinî ilkelerini korumaları, salih ameller işlemeleri
ve genel İslâmi şiarları gözetmeleri istenmiştir. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmuştur:
"Hep birlikte Allah'ın ipine sarılın ve sakın ayrılığadüşmeyin."
(Âl-i İmrân, 103) Bu ayetin tefsiri sırasında oradakitoplu hâlde Allah'ın ipine sarılmakla Kur'ân'a ve sünnete bağlılığın
kastedildiğini belirtmiştik.
Bu yoruma göre,
"Siz doğru yolda olduğunuz takdirde, sapankim-se size zarar vermez."
ifadesinden maksat, Müslümanlarıngayrimüslim toplumların zararlarından güvencede olduklarını belirtmektir.
Bu yüzden daha önce söylediğimiz gibi, Müslümanların
Müslüman olmayanlar arasında İslâm'ı yaymak için normal çağrı
çalışmalarını aşacak şekilde aşırı gayretkeşlik göstermeleri gerekli
değildir.
Bu cümlenin anlamı şu da olabilir: Müslümanlar sapık toplumların
aşırı arzulara ve dünya nimetlerinden batıl şekilde yararlanmaya
daldıklarını görerek kendi ellerindeki hidayetten sıyrılmaya
yönelebilirler.
Bu ifade ile onlara böyle bir davranışın caiz olmadığı mesajı
verilmek istenmiştir. Çünkü bütün insanların son varış noktası Allah'ın
huzurudur ve O, yaptıklarını haber verecektir. O zaman bu
ayet, şu ayetlerle paralel bir anlama geliyor demektir: "Kâfirlerin
(zevk içinde) diyar diyar gezip dolaşmaları sakın seni aldatmasın.
Azıcık bir faydalanmadır bu. Sonra varacakları yer, cehennemdir.
Orası ne kötü bir yurttur, barınaktır."
(Âl-i İmrân, 196-197) "Bazı kâfirlereimtihan maksadı ile verdiğimiz dünya hayatının çekici ni
234..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân c.6
metlerine sakın göz dikme."
(Tâhâ, 131)"Siz doğru yolda olduğunuz takdirde, sapan kimse size zarar
vermez."
ifadesinde zarar verme reddinin, sapıkların belirli bir niteliğineveya davranışlarına değil de doğrudan doğruya kendilerine
isnat edilmesi ve böylece zarar vermeye mutlak bir anlam yüklenmiş
olması ciheti ile ifadenin başka bir anlama gelebileceği de
düşünülebilir.
Bu anlama göre, burada kâfirlerin İslâm toplumunu zorlayıcı
bir güç kullanarak gayri İslâmi bir topluma dönüştüremeyecekleri
belirtilmekte, böyle bir zarar verme ihtimalleri reddedilmektedir. O
zaman bu ayet, şu ayetlerle aynı anlama gelmiş olur:
"Bugün inkâredenler, dininizden umudu kesmişlerdir. Artık onlardan
korkmayın, benden korkun."
(Mâide, 3) "Onlar size eziyetten başkabir zarar veremezler. Sizinle savaşsalar bile, size arkalarını dönüp
kaçarlar." (Âl-i İmrân, 111)
Bir grup geçmiş dönem tefsirci bu ayetin dini davet etmeyi ve
iyiliği emredip kötülükten sakındırmayı terk etmeye ruhsat verdiğini,
anlamından bu sonucun çıktığını öne sürmüşlerdir. Onlara
göre ayet, dine davet etmenin ve iyiliği emrederek kötülükten sakındırmanın
şar-tının bulunmadığı zamana veya duruma mahsustur.
Söz konusu şart zarardan emin olma güvencesidir. Onlar bu
konuda bazı rivayetleri delil göstermişler ki, rivayetlerle ilgili araştırma
bölümünde onlara de-ğineceğiz.
Bu anlamın doğru olabilmesi için,
"Siz doğru yolda olduğunuztak-dirde, sapan kimse size zarar vermez."
ifadesinin kinaye yoluile yükümlülüğün reddedilmesini kastetmesi gerekir. Başka bir
deyişle, bu ifadenin, "Bu konuda size hiçbir yükümlülük düşmez."
anlamına gelmesi gerekir. Yoksa İslâm toplumunun küfür ve
fasıklık biçimlerindeki sapıklıktan zarar göreceği şüphesizdir.
Fakat bu yorum, ayetin içeriğinin ihtimal tanımadığı uzak bir
anlamdır. Çünkü bu ayet Allah'a çağırma ve iyiliği emredip kötülükten
sakındırma gereğini dile getiren genel hükümleri sınırlayıcı
olarak kabul edilse, dili ve üslûbu sınırlama üslûbu değildir.
Eğer neshedici bir ayet olduğu farz edilse, Allah'a çağırma ve
iyiliği emredip kötülükten sakındırma ile ilgili ayetlerin üslûbu
nesh kabul etmez bir üslûptur; onların neshedilmeleri
Mâide Sûresi 105 ...................................................... 235
düşünülemez. ileride bu konuda tamamlayıcı açıklama yapılacaktır.