Mizan Tefsiri, Cilt:1 |
||
356 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Bakara Sûresi / 94-99........................................................
94- De ki: "Eğer Allah katında ahiret yurdu hoşlanmadığınız şeylerden arı olarak, başka insanların değil de, yalnızca sizin ise ve sözünüzde doğru iseniz, haydi ölümü temenni edin."
95- Fakat ellerinin yapıp öne sürdüğü işlerden dolayı, ölümü asla istemezler. Allah, zalimleri bilir.
96- Andolsun ki onları, insanların hayata en düşkünü, hatta müşriklerden daha düşkün bulacaksın. Her biri ister ki bin yıl yaşatılsın. Oysa yaşatılması, onu azaptan uzaklaştıracak değildir. Allah, ne yaptıklarını görüyor.
97- De ki: "Kim Cibrîl'e düşman ise, bilsin ki o, Kur'ân'ı Allah'ın izniyle kendinden öncekileri doğrulayıcı, inananlara yol gösterici ve müjdeci olarak senin kalbine indirmiştir.
98- Kim, Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikâil'e düşman olursa bilsin ki, Allah da kâfirlerin düşmanıdır.
99- Andolsun, sana apaçık ayetler indirdik. Onları fasıklardan başkası inkâr etmez.
Bakara Sûresi / 94-99 ............................................... 357
"De ki: Eğer Allah katında ahiret yurdu... başka insanların değil de, yalnızca sizin ise..." Yahudiler, "Ateş yalnızca sayılı birkaç gün bize dokunacak." diyorlardı. "Allah'ın indirdiğine inanın." çağrısına da, "Biz bize indirilene inanırız." diye cevap veriyorlardı. Bu sözleri, bütün insanlar arasında sadece kendilerinin ahirette kurtulacaklarına, ahiretteki kurtuluş ve mutluluklarının helâk ve mutsuzlukla gölgelenmeyeceğine inandıklarını gösteriyordu. Çünkü asılsız iddialarına göre, onlar sadece birkaç sayılı gün azap göreceklerdi. Bu da buzağıya taptıkları günlerin karşılığıydı. Yüce Allah onlara öyle bir cevap veriyor ki, iddialarının asılsızlığı ve bu husustaki kesinkes dile getirdikleri şeyin yanlışlığı açıkça ortaya çıkıyor.
"De ki: Eğer ahiret yurdu sizin ise..." Yani eğer ahiret yurdunun mutluluğu sadece size özgü ise. Hiç kuşkusuz bir eve, bir yurda sahip olan kimse, orada istediği gibi hareket eder. Ondan mutluluğun ve güzelliğin en son sınırına kadar yararlanır. "Allah katında." Yani Allah katında sabitleşmiş, O'nun hükmü ve izniyle. Bu tıpkı şu ayeti kerimeye benziyor: "Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i İmrân, 19) Ayetin orijinalinde geçen "haliseten" ifadesi, "hoşlanmadığınız azap, horlanma ve benzeri onur kırıcı uygulamalardan, arı olarak" demektir. Çünkü iddianıza göre, orada sadece birkaç gün azap göreceksiniz.
"Başka insanların değil." Böyle düşünmenizin sebebi, sizin dininizin dışındaki tüm dinlerin batıl olduğunu iddia etmenizdir. "Sözünüzde doğru iseniz, haydi ölümü temenni edin." ifadesi, "De ki: Ey Yahudiler, eğer insanlar arasında yalnız sizin, Allah'ın dostları olduğunuzu sanıyorsanız, o hâlde ölümü temenni edin." (Cum'a, 6) ayetine benziyor. Bu tür bir öneri, onları etkisini hemen gösteren, hiçbir kuşku götürmeyen fıtrî bir gerçeğin kaçınılmaz gereği ile yüz yüze getirme amacına yöneliktir. Çünkü bütün insanlar, hatta bilinç sahibi tüm canlılar, rahatlık ve zorluk arasında bir tercih yapma durumunda bırakıldıklarında hiç tereddütsüz ve kıvırmasız rahatlığı seçerler. Sıkıntılı ve bulanık bir hayat ile berrak ve arı bir hayattan birini seçme önerisi karşısında kesinlikle esenlik dolu berrak, arı-duru hayattan taraf tercihlerini koyarlar. Böyle birisi söz gelimi meşakkatli, mutsuzluk verici, aşağılık bir hayatla sınansa yine de öteki temiz, arı ve berrak
358 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
yine de öteki temiz, arı ve berrak hayatı ister. Onun özlemiyle tutuşur, dilinde hep o hayatın adı ve çabası, hep o hayata kavuşmaya yönelik olur.
Şayet, ahiret mutluluğunun diğer insanlardan ayrı olarak sırf kendilerine ait olduğu şeklindeki iddialarında samimi iseler, kalp, dil ve tavır olarak bu mutluluğu temenni etmeleri gerekir. Ama kesinlikle böyle bir temennide bulunmazlar, peygamberleri öldürdükleri, Hz. Musa'yı inkâr ettikleri, sözleşmelerini bozdukları için. Allah zalimleri herkesten daha iyi bilir.
"Ellerinin yapıp öne sürdüğü..." ifadesi, yaptıkları amellerden kinaye olarak kullanılmıştır. Çünkü amellerin büyük çoğunluğu el aracılığı ile gerçekleştirilir. Daha sonra bu ameller, onlardan yararlanacak veya onları isteyen kimseye sunulur. Dikkat edilirse bu ifadede iki özentiyle karşı karşıyayız: Birincisi; fiiller el sahiplerine değil, ellere izafe edilmiştir: İkincisi, tüm fiiller ellerin işlediği ameller olarak nitelendirilmiştir.
Kısacası, insanın amelleri, özellikle sürekli sergilediği tavırlar, vicdanının derinlerinde sakladığı, kişiliğinin ayrılmaz parçası hâline gelen niteliklerini ortaya koyan en güzel ve en tartışmasız kanıtlardır. Kötü ameller, çirkin hareketler, ancak Allah'la buluşmak arzusundan, onun dostlarının yurtlarına girmekten kaçınan kötü ve çirkin batından kaynaklanır.
"Onları, insanların hayata en düşkünü bulacaksın." Bu ifade yüce Allah'ın, "Ölümü asla istemezler." şeklindeki sözünü açıklayıcı bir kanıt olarak sunuluyor. Yani onların ölümü arzulamadıklarının kanıtı, insanlar arasında şu dünya hayatına en düşkün olanların onlar olduğudur. Çünkü dünyada ahiret yurdunu arzulamanın önündeki tek engel hayata düşkünlüktür, toprağa bağlılıktır. İfadede "hayat" kelimesinin belirsiz bırakılması, dünya hayatını küçümseme amacına dönüktür. Nitekim yüce Allah bir ayette de şöyle buyuruyor: "Bu dünya hayatı, eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise, asıl hayat odur, keşke bilselerdi." (Ankebût, 64)
"Ve müşriklerden..." Anlaşılan, bu ifade "nas=insanlar" ifadesine matuftur. Buna göre anlam şöyle olur: Onların müşriklerden daha çok hayata tutkun olduklarını göreceksin.
Bakara Sûresi / 94-99 ...................................... 359
"Oysa yaşatılması, onu azaptan uzaklaştıracak değildir." Anlaşılan, ifadenin orijinalindeki "ma" olumsuzluk edatıdır. "Huve" zamiri ise, ya durum bildirme ve anlatma içindir ki, o zaman "en yuemmer= yaşatılması" mübteda, "bi-muzehzihihi=uzaklaştıracak" ifadesi de haberi olur. Ya da "huve" zamiri yüce Allah'ın, "her biri ister ki..." sözünün ifade ettiği anlama dönüktür. Bu durumda, "Onun istediği şey kendisini azaptan uzaklaştıracak değildir." şeklinde bir anlam elde edilmiş olur. "En yuemmer=yaşatılması" sözü de zamirin dönük olduğu şeyin açıklayıcı konumuna gelir. Bunun ışığında ayeti genel olarak açıklayacak olursak şöyle bir anlam çıkar: Onlar asla ölümü arzu etmezler. And içerim ki, insanlar arasında şu aşağılık, şu rezil, şu değersiz ve insanları mutluluk kaynağı, tertemiz ahiret hayatından alıkoyan dünya hayatına en tutkun olanların Yahudiler olduğunu göreceksin. Onlar ölümden sonra dirilişe, haşre inanmayan müşriklerden daha çok hayata düşkündürler. Kaldı ki müşrikler onların her biri en uzun ömrü yaşamak ister. Ama en uzun ömür bile onu azaptan uzaklaştıracak değildir. Çünkü dünyada sürdürülen ömür, ne kadar uzun da olsa sonuçta sınırlıdır, belli bir sürenin dolması ile sona erer. "Her biri ister ki bin yıl yaşatılsın." Yani en uzun ve en fazla ömrü yaşasın. Dolayısıyla "bin" sayısı çokluktan kinayedir. Çünkü Arap dilinde bileşik olmayan en yüksek sayı adı "bin"dir. Bundan fazlası iki sayı adının bileşkesi veya birinin tekrarı şeklinde ifade edilir. On bin; yüz bin, bin bin, gibi.
"Allah ne yaptıklarını görüyor." "el-Basir", yüce Allah'ın güzel isimlerindendir. Görülecekleri bilmek, demektir. Dolayısıyla bu isim, alîm yani "bilen" isminin bir dalıdır.
"De ki: Cibrile kim düşman ise, bilsin ki, o, Kur'ân'ı Allah'ın izniyle senin kalbine indirmiştir." Ayetlerin akışından anlaşıldığı kadarıyla bu ayet Yahudilerin sarf ettikleri bir söze cevap olmak üzere inmiştir. İfadeden anlaşıldığı kadarıyla Yahudiler Peygamber efendimize (s.a.a) indirilen Kur'ân'a inanmaya yanaşmamışlar ve bu tavırlarına gerekçe olarak da vahyi indiren Cebrail'e düşman olduklarını göstermişlerdi. Bunun kanıtı da yüce Allah'ın her iki ayette hem Kur'ân ve hem de Cebrail adına cevap vermesidir. Ayetin iniş sebebi ile ilgili aktarılan rivayet de bunu pekiştirir nitelik-
360 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
tedir. Önce onların "Biz Kur'ân'a inanmayız, çünkü biz onu indiren Cebrail'e düşmanız." sözlerine cevap verilmiştir. Şöyle ki: Bir kere: Cebrail Kur'ân'ı Allah'ın izniyle senin kalbine indirmiştir. Kendi yanından değil. Dolayısıyla onların Cebrail'e düşman oluşları, Allah'ın izniyle sana indirilmiş bulunan kelâma inanmaktan kaçınmalarını gerektirmez.
İkincisi: Bu Kur'ân onların yanındaki hak içerikli kitabı doğrulamaktadır. Dolayısıyla bir şeye inanıp da onu doğrulayana inanmamak anlamsızdır.
Üçüncüsü: Bu Kur'ân kendisine inananlara yol göstericilik yapar. Dördüncüsü: Kur'ân bir müjdedir. Akıllı bir insan düşmanı tarafından sunuldu diye doğru yol kılavuzundan sapar mı? Kendisine ulaştırılan müjdeye ilgisiz kalır mı?
Onların "Biz Cebrail'e düşmanız." şeklindeki sözlerine de şu şekilde cevap verilmiştir: Cebrail ancak bir melektir. Tıpkı Mikâil ve diğer melekler gibi, Allah'ın kendisine yönelttiği emirleri eksiksiz yerine getirmekten başka bir iş görmez. Onlar saygın kılınmış kullardır. Allah'ın kendilerine yönelttiği emirlere karşı çıkmazlar. Emredilenleri yaparlar. Allah'ın peygamberleri de öyle, onların yaptığı Allah adına ve O'nun direktifleri doğrultusunda hareket etmektir.
Dolayısıyla meleklere ve peygamberlere düşman olmak, onlara buğzetmek, Allah'a düşman olmak, O'na buğzetmek anlamına gelir. Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikâil'e düşman olursa, Allah da onun düşmanıdır. İşte bu iki ayet, değindiğimiz bu cevapları içermektedir.
"O, Kur'ân'ı... senin kalbine indirmiştir." Bu ifadede birinci tekil şahıs anlatımından ikinci tekil şekline bir geçiş yaşanıyor. İfadenin normal akışı göz önünde bulundurulacak olursa: "O, Kur'ân'ı benim kalbime indirdi." şeklinde bir ifade kullanılmış olması gerekiyordu. Fakat hitaba yönelik bir değişiklik gerçekleşiyor ki, bununla güdülen amaç, "nasıl ki, Kur'ân'ın indirilişinde emirleri eksiksiz yerine getirmekle yükümlü Cebrail'in bir etkinliği bulunmuyor, aynı şekilde Kur'ân'ı algılayıp duyurma işinde Hz. Peygamberin de bir etkinliği söz konusu değildir" gerçeğini vurgulamaktır. Hz. Pey-
Bakara Sûresi / 94-99 ...................................... 361
gamberin kalbi yalnızca vahyi algılayan bir kaptır. Vahyin mahiyeti üzerinde bir etkinliği söz konusu değildir. O sadece tebliğle yükümlüdür. Bil ki, bu ayetlerin sonlarında çeşitli şekillerde iltifat sanatı, yani hitapta şahıs değişikliği söz konusudur. Ayetlerin akışı içinde temel hitap ise İsrailoğullarına yöneliktir. Ne var ki, hitabın temel niteliği muhatabı azarlama ve yerme olur, söz de uzarsa konuşanın bir yolla muhatapla konuşmanın kendisine bıkkınlık verdiğini, muhatabı önemsemediğini hissettirmesi, bildirmesi yerinde olur. Bu durumda usta bir konuşmacı zaman zaman konuşmasının akışını değiştirip hitaptan üçüncü şahsa, üçüncü şahıstan hitaba geçiş yapar. Bununla onları konuşturmaktan, onlara hitap etmekten hoşlanmadığını, onların buna lâyık olmadığını, buna rağmen onların aleyhine olmak üzere gerçeği açığa çıkarmak için de onlara hitap etme gereğini de duyduğunu ortaya koyar.
"Allah kâfirlerin düşmanıdır." Burada zamir yerine "kâfirler" ifadesi kullanılmıştır. Buradaki incelik de yüce Allah'ın bu hükmünün sebebine dikkat çekmektir. Sanki şöyle denmek isteniyor: "Allah onlara düşmandır. Çünkü onlar kâfirdirler ve Allah da kâfirlerin düşmanıdır."
"Onları fasıklardan başkası inkâr etmez." Bu ifade küfrün sebebini ortaya koyuyor ki, bu fısktır. Yani onlar fasık oldukları için kâfir olmuşlardır.
Ayetin orijinalinde geçen "el-Fasikûn=fasıklar" kelimesinin başındaki harf-i tarifin hatırlatma için olması uzak bir ihtimal değildir. Bu durumda surenin başındaki şu ifadeye göndermede bulunulmuş oluyor: "Ancak onunla sadece fasıkları saptırır. Onlar ki, Allah'a vermiş oldukları sözü kesin bir ahit hâline getirdikten sonra bozarlar."
Hz. Cebrail'e, onun Kur'ân'ı Peygamber efendimizin (s.a.a) kalbine indirişinin mahiyetine, ayrıca Mikâil ve diğer meleklere ilişkin bilgilere yeri gelince değineceğiz.
Mecma'ul-Beyan'da belirtildiğine göre, "De ki: Kim Cibril'e düşman olursa..." ayeti ile ilgili olarak İbn-i Abbas'ın şöyle dediği
362 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
bildirilir: "Bu ayetin iniş sebebi şu olaydır: Fedek bölgesinde yaşayan bir Yahudi grubu ile birlikte İbn-i Suriya Medine'ye gelip Peygamberimizin (s.a.a) huzuruna çıktı. Ona, 'Ya Muhammed, nasıl uyuyorsun? Çünkü ahir zamanda gönderilecek peygamberin uykusunun mahiyeti ile ilgili bazı bilgilere sahibiz.' dediler. Peygamberimiz, 'Gözlerim uyur, ama kalbim uyanıktır.' dedi. 'Doğru söyledin ya Muhammed.' dediler. 'Bize bildir bakalım çocuğun erkekten midir, yoksa kadından mı?' Peygamberimiz, 'Kemikler, sinirler ve damarlar erkektendir. Et, kan, tırnaklar ve saç ise kadındandır.' dedi. 'Doğru söyledin ya Muhammed.' dediler. 'Peki nasıl oluyor da çocuk amcalarına benziyor; ama dayılarına hiç benzerlik göstermiyor ya da dayılarına benziyor da dayıları ile aralarında bir benzerlik olmuyor?' Peygamberimiz, 'Hangisinin suyu üst olursa, çocuk onun tarafına benzer.' dedi. 'Doğru söyledin ya Muhammed. Şu hâlde bize Rabbini anlat, kimdir ve nedir O?' dediler." "Bunun üzerine yüce Allah, 'Kul huvellahu ahad...' suresini indirdi. Daha sonra İbn-i Suriya ona dedi ki: 'Bir husus daha var, eğer onu açıklarsan sana inanıp uyacağım. Allah'ın sana indirdiğini hangi melek sana getiriyor?' Peygamberimiz, 'Cebrail.' dedi. Bunun üzerine adam, 'O bizim düşmanımızdır. Savaş, şiddet ve harp emirlerini indirir. Mikâil ise, kolaylık ve bolluk indirir. Eğer sana gelen melek Mikail olsaydı, kesinlikle sana inanırdık.' dedi."
Ben derim ki: Resulullah (s.a.a), "Gözlerim uyur; ama kalbim uyanıktır." buyuruyor. Şiî ve Sünnî kanallardan gelen bilgilere göre, Peygamberimiz uyurdu, ama kalbi uyumazdı, yani uykunun etkisiyle kendinden habersiz olmazdı. Uykudayken uyuduğunu, gördüklerinin rüya olduğunu, bunları uyanık olarak görmediğini biliyordu. Ruhlarını arındırmaları ve bütünüyle Rablerinin yüce makamını anmaları durumunda salih insanlarda da böyle durumlar kimi zamanlarda meydana gelebilir. Çünkü ruhun, Rabbinin yüce makamını olanca görkemiyle algılaması, onun dünya hayatındaki durumlarından ve Rabbine olan bağlılığından gaflet etmesine mani olur.
Böyle bir müşahede sonucu şu gerçek ortaya çıkıyor: İnsanoğlu bu dünya hayatında ister insanların uyku dedikleri durumda olsun, ister uyanıklık durumunda olsun, o aslında bir tür uyku orta-
Bakara Sûresi / 94-99 ...................................... 363
mında bulunmaktadır. İnsanlar içinde bulundukları duyusal ortamla bütünleşmiş, doğal ortama uymuşlardır. Kendilerini uyanık kabul etseler bile, uykudadırlar onlar. Nitekim Hz. Ali (a.s) "İnsanlar uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar." diyor.
İleride bu konuda daha geniş bilgi vereceğimiz gibi, yeri geldikçe Hz. Ali'den rivayet edilen bu hadisin diğer bölümlerini de ele alacağız, inşaallah.
364 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Bakara Sûresi / 100-101 ..................................................
100- Ne zaman bir ahit yaptılarsa, içlerinden bir gurup ahdi kaldırıp atmadı mı? Doğrusu şu ki, onların çoğu iman etmezler.
101- Allah tarafından kendilerine, yanlarında bulunanı doğrulayan bir elçi gelince, kitap verilmiş olanlardan bir grup, Allah'ın kitabını, sanki bilmiyorlarmış gibi, sırtlarının arkasına attılar.
"...ahdi kaldırıp atmadı mı?" Ayetin orijinalinde geçen "nebeze" kelimesinin kökü olan "nebz", atmak demektir.
"Allah tarafından kendilerine... bir elçi gelince..." Bundan maksat Peygamber efendimizdir (s.a.a), onlara gelen ve yanlarındaki kitabı tasdik eden her peygamber değil. Çünkü yüce Allah'ın, "kendilerine bir elçi gelince..." ifadesinde sürekliliğe yönelik bir işaret bulunmuyor. Tersine, bu ifadede söz konusu tavrın bir kereye mahsus olmak üzere gerçekleştiği anlaşılıyor.
Ayet-i kerime bir yandan da, Tevrat'ta yer alan Peygamberimize ilişkin müjdeler içeren ifadeleri gizlemeleri, ellerindeki kitabı doğrulayıcı niteliğe sahip olan kitaba inanmamaları suretiyle gerçeğin karşısında yer almalarına da işaret ediyor.
Bakara Sûresi / 102-103 ................................................. 365
102- Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurdukları sözlere uydular. Oysa Süleyman küfre gitmemişti. Fakat o şeytanlar, küfre gittiler; insanlara büyü öğretiyorlardı. Ve yine onlar, Babil'de Harut ve Marut adlı meleklere indirilene uydular. Oysa o ikisi (Harut ve Marut), "Biz bir imtihan vesilesiyiz; sakın küfre gitme!" demedikçe, kimseye bir şey öğretmiyorlardı. Onlar, o ikisinden, erkekle karısının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. Ancak, Allah'ın izni olmadan o büyü ile hiç kimseye zarar veremezler. Onlar kendilerine yarar vereni değil, zarar vereni öğreniyorlardı. Andolsun, onu satın alanın ahirette bir nasibi olmadığını gayet iyi biliyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları şey, ne kötüdür. Keşke bilselerdi.
103- Eğer onlar iman edip korunsalardı, elbette Allah katından verilecek sevap, kendileri için daha hayırlı olurdu. Keşke bilselerdi.
366 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
"Süleyman'ın hükümranlığı hakkında (onlar), şeytanların uydurdukları sözlere uydular." Tefsir bilginleri arasında bu ayetin yorumu ile ilgili olarak ilginç denecek düzeyde görüş ayrılıkları meydana gelmiştir. Diyebiliriz ki, Kur'ân-ı Kerim'in bir başka ayeti üzerinde bu düzeyde görüş ayrılıkları baş göstermemiştir. "Uydular" fiilindeki zamirin kimlere dönük olduğu hususunda görüş ayrılığı var: "Burada Hz. Süleyman dönemindeki Yahudilere mi, yoksa Resulullah efendimiz dönemindeki Yahudilere mi ya da hepsine mi işaret ediliyor?" diye. (Mealde "uydurdukları" diye geçen orijinaldeki) "tetlû" ifadesi de ihtilâf konusudur: Acaba şeytanların uygulayıp işledikleri mi, yoksa okudukları mı, kastedilmiştir? "Şeytanlar" deyimi hakkında da değişik görüşler ileri sürülmüştür: Acaba bunlar cin kökenli şeytanlar mıdır, yoksa insan kökenli şeytanlar mıdır veya her iki türün şeytanları mıdır?
Orijinalindeki "alâ mulk-i Süleyman" ifadesinin anlamı da tartışılan bir konudur. Bir kısım tefsir bilginine göre, bunun anlamı "Süleyman'ın hükümranlığı hakkında"dır. Bir kısmına göre de ifadenin anlamı, "Süleyman'ın hükümranlık döneminde"dir. Diğer bir grup da, "Süleyman'ın hükümranlığı üzerinde" anlamı kastedilmiştir, şeklinde bir görüş ileri sürmüşlerdir. Bu gruptaki bilginlerin bu yaklaşımlarının temel dayanağı, ifadedeki "alâ" harf-i cerrinin zahirî anlamındaki "üzerinde"lik unsurunu göz önünde bulundurmaktır. İfadenin anlamı, "Süleyman'ın hükümranlık dönemi üzerinde" şeklindedir, diyenler de olmuştur.
İhtilâfa konu olan ifadelerden biri de, "Fakat o şeytanlar küfre gittiler" ifadesidir. Bir kısım âlime göre, onlar sihri insanlara gösterdikleri için kâfir olmuşlardır. Bazıları da, şeytanlar sihri Hz. Süleyman'a mal ettikleri için küfre gitmişlerdir, şeklinde bir görüş ileri sürmüşlerdir. Diğer bazılarına göre, şeytanlar sihir yaptılar, dolayısıyla sihir, küfür şeklinde ifade edildi.
"İnsanlara büyü öğretiyorlardı." ifadesi üzerinde de farklı görüşler ortaya atılmıştır. Bazıları, şeytanlar insanlara büyü yapıyorlardı, böylece onlara öğretmiş oluyorlardı, demişlerdir. Bazı bilginlerin ifadenin anlamına ilişkin görüşleri ise şöyledir: Şeytanlar in-
Bakara Sûresi / 102-103 ....................................... 367
sanlara büyünün nerede olduğunu gösterdiler. Büyü Hz. Süleyman'ın tahtının altında gizliydi. Onu oradan çıkarıp öğrendiler.
"Harut ve Marut adlı meleklere indirilen" ifadesi hakkında da değişik görüşler benimsenmiştir. Bazıları orijinal ifadedeki "ma unzile" cümlesindeki "ma" edatı mevsuledir ve "ma tetlû" ifadesine matuftur, demişlerdir. Diğer bazı âlimler ise, "ma" edatı mevsuledir ve hemen öncesindeki "es-sihr" kelimesine matuftur. Yani söz konusu ifadenin anlamı: "İnsanlara iki meleğe indirileni öğretiyorlardı, şeklindedir" demişlerdir. Bazı âlimlere göre "ma" edatı olumsuzluk bildirir, başındaki "vav" harfi ise, önceki ifadeye atfetmek için değil, yeni bir cümleye başlandığını bildirmek içindir. Bu durumda ifadeye şöyle bir anlam vermek gerekir: "Yahudilerin ileri sürdükleri gibi Harut ve Marut adlı iki meleğe sihir indirilmiş değildir."
"İndirme" fiili üzerinde tartışma meydana gelmiştir. "Gökten indirme" kastediliyor, diyenler olduğu gibi, yeryüzünün yüksek yerlerin- den indirme, kastediliyor, diyenler de olmuştur.
"İki melek" ifadesi üzerinde de tartışma meydana gelmiştir. Bazılarına göre bunlar gökteki meleklerdendiler. Bazıları ise, ifadeyi "melikeyn" şeklinde okuyarak, bunlar insandılar ve kraldılar, demişlerdir. Genelde olduğu gibi, "melekeyn" şeklinde okunması hâlinde bile, bununla "iki salih insan" ya da "salih gibi görünen iki insan" kastedilmiştir, demişlerdir.
"Babil" deyimi üzerinde de farklı görüşler ortaya atılmıştır. "Bu, Irak'taki Babil'dir" diyenlerin yanı sıra bazıları da, "Bu, Demavend'teki Babil'dir" demişlerdir. Bundan maksat, Nusaybin'- den Re'sü'l-Ayn'e kadar uzayan bölgedir, diyenler de olmuştur. "Öğretiyorlar." Bir kısım tefsir bilginine göre "alleme=bildirdi" fiili asıl anlamında kullanılmıştır; bir kısmı ise, "a'leme=bildirdi" anlamında kullanılmıştır, demişlerdir.
Bir ihtilâf konusu da "küfre gitme" ifadesidir. Sihir yapmak suretiyle küfre gitme, şeklinde bir yorum getirenlerin yanı sıra, bir kısım âlim de, sihir öğreterek küfre gitme, şeklinde bir yorum getirmişlerdir.
Her iki anlam da kastedilmiştir, diyenler de olmuştur. "O ikisinden... öğreniyorlardı." deyimi de ihtilâflıdır. Bazıları "ikisi" nden maksat, Harut ve Marut adlı meleklerdir, demişlerdir;
368 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
bazıları da, "sihir ve küfür" kastedilmiştir, görüşündedirler. Bir üçüncü grup da, bu ifadeyle iki meleğin öğrettiklerinin yerine onlar o iki meleğin yasaklamasına rağmen erkekle karısının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı, şeklinde bir görüş benimsemiştir.
"Erkekle karısının arasını açacak şeyler" cümlesi de farklı biçim- lerde yorumlanmıştır. Yani, "Karı-koca arasında sevgi veya nefret oluşturacak şeyler" diyenlerin yanı sıra, "Onlar eşlerden birini baştan çıkarıyor, onu küfür ve şirke yöneltiyorlardı, din değişikliğinden dolayı karı koca birbirlerinden ayrılmak durumunda kalıyorlardı." diyenler de olmuştur. Bazıları, "Onlar eşler arasında şüphe ve güvensizlik yayarak sonuçta onları ayrılmağa yöneltiyorlardı." demişlerdir.
Buraya kadar sunduklarımız, kıssayı anlatan ayetteki ifadelere ilişkin görüş ayrılıklarından bir demetti. Bunun dışında kıssanın mahiyeti ile ilgili ihtilâflar da söz konusudur: Bu kıssa gerçekten olmuş mudur? Yoksa temsilî bir kıssa mıdır bu? Ya da başka bir durum mu söz konusudur? gibisinden. Sözünü ettiğimiz ihtimallere ilişkin bazı rakamlar diğer bazısı ile çarpıldığı zaman ihtimaller akıl almaz bir sayısal düzeye çıkıyor. Yaklaşık bir milyon iki yüz altmış bin (1.260.000) ihtimal ortaya çıkıyor. (4x39x24) Allah'a andolsun ki, bu ayet Kur'ân'ın olağanüstü ifade tarzının akıllara durgunluk veren örneklerinden biridir. Ayet-i kerimede akılların dehşetten donakalacağı, kafaların allak-bullak olacağı kadar ihtimaller söz konusu olmakla birlikte sözel yapısının göz kamaştırıcı güzelliğini aynen korumakta, fesahat ve belâgat açısından en ufak bir helâl görülmemektedir. Bunun bir benzerini de şu ayet-i kerimede göreceksin: "Rabbinden apaçık bir delil üzerinde bulunan, onu yine ondan bir delil izleyen ve ondan önce bir önder ve rahmet kılavuzu olarak Musa'nın kitabı bulunan kimse, onlar gibi midir?" (Hûd, 17)
Yaptığımız bu açıklamadan sonra şunu demek gerekir: Ayetin akışı Yahudilerin bir diğer özelliklerini gözler önüne seriyor. Sihrin aralarında yaygın biçimde başvurulan bir yöntem olduğunu sergiliyor. Bu tutumlarına gerekçe olarak, bildikleri bir veya iki kıssaya dayanıyorlardı. Bu kıssalarda Süleyman Peygamberden ve Babil'e inen Harut ve Marut adlı meleklerden söz ediliyordu. Şu
Bakara Sûresi / 102-103 ...................................... 369
hâlde ayet-i kerime Yahudiler arasında yaygın biçimde anlatılan bir kıssaya göndermede bulunuyor.
Ne var ki, Yahudiler, Kur'ân-ı Kerim'in de tanımladığı gibi gerçekleri tahrif etme, ellerindeki bilgileri değiştirme eğiliminde kimselerdirler. Ne inanmalarına, ne de tarihsel bir kıssayı tahrif etmeden, değiştirmeden sunmalarına güvenilmez. Bu, onların karakteristik özellikleridir. Her fırsatta kendi çıkarlarına olan söz ve davranışlar sergilemekten geri durmazlar. Ayetin satır aralarında buna ilişkin işaretler yeterli derecede belirgindir.
Ayetin akışından anlaşıldığı kadarıyla Yahudiler yaygın biçimde sihir yapıyor, sihirle ilgileniyorlardı. Bunu da Hz. Süleyman'a mal ediyorlardı. Çünkü iddialarına göre Hz. Süleyman krallığını, cinler, insanlar, vahşî hayvanlar ve kuşlar üzerindeki egemenliğini, olağanüstü gelişmelere yol açma yeteneğini sihir sayesinde elde edebilmişti. Bildikleri sihrin bir kısmını ona mal ediyorlardı. Diğer bir kısmın da Babil'deki Harut ve Marut adlı meleklere mal ediyorlardı. Kur'ân-ı Kerim, Hz. Süleyman'ın sihirle ilgilenmediğini belirterek onlara cevap veriyor, bu yaklaşımlarının asılsızlığını vurgulayarak reddediyor. Hem nasıl olabilir ki, sihir Allah'ı inkâr demektir; evrende yüce Allah'ın koyduğu normal düzenin tersine uygulamalarda bulunmak demektir. Yüce Allah'ın canlılara bahşettiği algı ve duyu organlarını yanıltarak, yanlış yargılara yöneltmektir. Süleyman kâfir olmadı. O, Allah tarafından küfür ve günahlardan korunan bir peygamberdir. Ulu Allah onunla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Süleyman küfre gitmemişti. Fakat o şeytanlar küfre gittiler. İnsanlara büyü öğretiyorlardı... Andolsun, onu satanın, ahirette bir nasibi olmadığını gayet iyi biliyorlardı." Hz. Süleyman, kendisine sihir ve küfür izafe edilmeyecek kadar üstün ve kutsal bir kişiliktir.
Yüce Allah kitabının birçok yerinde; bu sureden önce Mekke'- de inen En'âm, Enbiyâ, Neml ve Sâd gibi surelerde onun üstün bir konuma sahip olduğunu vurgulamıştır. Buralarda belirtildiğine göre, Hz. Süleyman salih bir kul, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Allah ona bilgi ve hikmet vermiştir. Ona öyle bir hükümranlık bahşetmiştir ki, ondan sonra hiç kimse, böylesine
370 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
göz kamaştırıcı, akıllara durgunluk verici bir egemenlik elde edememiştir. O, kesinlikle sihirbaz değildir. Bu, şeytanların uydurup insanlar arasındaki dostlarına fısıldadıkları asılsız bir kuruntu, güvenilmez bir hurafedir ve onlar da insanlara sihir öğrettikleri için kâfir olmuşlardır.
Kur'ân-ı Kerim Yahudilerin Babil'e inen Harut ve Marut adlı meleklere ilişkin değerlendirmelerini de şu şekilde cevaplandırıyor: "Eğer yüce Allah onlara bunu indirmişse, hiç kuşkusuz bu, insanları sınamaya, denemeye yönelik bir ilâhî imtihandır. Nitekim yüce Allah sınama amacı ile Âdemoğullarının kalplerine çeşitli kötülükler ve bozgunculuklar ilham eder. Bu, bir kaderdir. Evrensel sisteminin öngördüğü bir uygulamadır. Dolayısıyla, eğer söz konusu iki meleğe sihir indirilmişse, onlar kesinlikle, "Biz birer sınama araçlarıyız, öğrendiğin sihri yerinde kullanmamak suretiyle sakın küfre gitme. Sihri bozma ve ailenin kötü yola düşmüşlüğünü ortaya çıkarma amacının dışında sakın sihir yapıp küfre sapma" demedikçe kimseye onu öğretmezlerdi. Ama onlar buna rağmen, o iki melekten yüce Allah'ın evrene yerleştirdiği normal düzeni bozucu şeyler öğreniyorlardı. Kötülük ve bozgunculuğun yaygınlaşması için öğrendikleri sihirle karı-kocanın arasını bozuyorlardı. Kendilerine yarar sağlayanı değil de zararlı olanı öğreniyorlardı.
Bu durumda ayet-i kerimeyi şöyle açıklamak gerekir: "Uydular", yani Yahudiler Hz. Süleyman'dan sonra, halefin seleften devralması şeklinde. "Uydurduklarına", yani cin kökenli şeytanların Süleyman'ın hükümranlığı üzerine yaydıkları yalanlara. İfadenin orijinalinde geçen "tetlû" kelimesinin "uydurdukları yalanlar" anlamına geldiğinin kanıtı, fiilin "alâ" harf-i cerri ile geçişli kılınmış olmasıdır. Bu şeytanlar cin kökenliydiler, Hz. Süleyman'ın kontrolü altındaydılar ve onun tarafından çeşitli cezalara çarptırılmışlardı. Böylece Hz. Süleyman onları bozgunculuk yapmaktan alıkoyuyordu. Bunları yüce Allah'ın şu sözlerinden anlamak mümkündür: "Şeytanlardan, onun için denize dalan ve bundan başka işler gören kimseleri de. Biz onları, onun için koruyorduk." (Enbiyâ, 82) "Süleyman yıkılınca anlaşıldı ki, eğer cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı." (Sebe', 14)
Bakara Sûresi / 102-103 ...................................... 371
"Oysa, Süleyman küfre gitmemişti." Yani, Süleyman sihir yapmamıştı ki, küfre gitsin. Ama şeytanlar kâfir oldular. Çünkü, onlar insanları saptırıyor ve onlara sihir öğretiyorlardı.
"İndirilene..." Yani Yahudiler, Babil'deki Harut ve Marut adlı meleklere uyarı suretinde ve ilham yoluyla indirilene uyuyorlardı. Hâlbuki, bu melekler, sihir yapmama hususunda uyarmadıkça kimseye sihir öğretmezlerdi ve şöyle derlerdi: "Biz sizin için birer sınama aracıyız. Bizimle ve size öğrettiklerimizle sınanıyorsunuz. Dolayısıyla sihir yapmak suretiyle küfre girmeyin."
"Fakat onlar, o ikisinden... öğreniyorlardı." Yani Harut ve Marut adlı iki melekten. "...açacak şeyleri..." yani uygulandığı takdirde bıraktığı etkiyle erkekle karısının arasını açacak sihri.
"Ancak, Allah'ın izni olmadan o büyü ile hiç kimseye zarar veremezler." Bu ifade, Yahudilerin büyü aracılığı ile yaratılış ve oluşum sistemini bozdukları, Allah'ın öngördüğü kaderin önüne geçip, ona müdahale ettikleri şeklinde kafalara takılabilecek bir soruya cevap niteliğindedir. Burada yüce Allah, sihrin kendisinin de ilâhî takdirin bir sonucu olduğunu, Allah'ın izni olmaksızın etki gösteremeyeceğini vurguluyor. Şu hâlde onlar hiçbir şekilde Allah'ı etkisizleştiremezler. Bu ifadeye, "Onlar kendilerine yarar vereni değil, zarar vereni öğreniyorlardı." ifadesinden önce yer verilmesinin sebebi, "Fakat onlar, o ikisinden erkekle karısının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı." cümlesinin sihrin tek başına etkinliğini gösteren bir anlam içermesidir. Onun için hemen ardından söz konusu etkinliğin Allah'ın izniyle olduğu vurgulanıyor.
"Andolsun, onu satan alanın, ahirette bir nasibi olmadığını gayet iyi biliyorlardı." Bunu akılları sayesinde biliyorlardı. Çünkü akıl, sihrin insanlık âlemi için bozgunculuk kaynağı bir uğursuzluk olduğundan kuşku duymaz. Bu bilgilerinin bir kaynağı da Hz. Musa'nın şu sözüdür: "Büyücü de nereye varsa iflah olmaz." (Tâhâ, 69)
"Kendilerini karşılığında sattıkları şey ne kötüdür, keşke bilselerdi." Yani, onlar büyünün kendileri için bir kötülük, ahiretteki hayatlarını ifsat eden bir uğursuzluk olduğunu bildikleri hâlde, biliyor sayılmazlardı. Çünkü bildikleriyle amel etmiyorlardı. Bir bilgi bileni doğru yola iletemiyorsa, o, bilgi değil; sapıklıktır, cehalettir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Heva ve hevesini ilâh edinen ve
372 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
bilgi sahibi olmasına rağmen Allah'ın saptırdığı kimseyi gördün mü?" (Câsiye, 23) Şu hâlde, birisi böyleleri için bilgi ve hidayet dileğinde bulunsa, iyi olur.
"Eğer onlar inanıp korunmuş olsalardı." Şeytanların asılsız uydurmalarına uyacaklarına, sihir aracılığı ile küfre sapacaklarına, iman ve takva çizgisini izleselerdi... Bu ifadeden anlaşıldığı kadarıyla sihir yapmak suretiyle küfre girmek, zekât vermemek gibi amelî bir küfürdür, itikadî değil. Eğer sihir itikadî bir küfür olsaydı yüce Allah, "Eğer onlar inansalardı, elbette Allah katından verilecek sevap daha hayırlı olurdu." der ve meseleyi sırf imanla sınırlandırıp takvadan, sakınmadan söz etmezdi. Oysa Yahudiler inanıyorlardı, fakat günahlardan sakınmadıkları, Allah'ın belirlediği haramları gözetmedikleri için yüce Allah imanlarını önemsememiştir, dolayısıyla onları kâfir olarak nitelendirmiştir.
"Elbette Allah katından verilecek sevap, kendileri için daha hayırlı olurdu. Keşke bilselerdi." Yani Allah katındaki sevap sihir aracılığı ile, küfre saparak umdukları, elde ettikleri çıkarlardan, menfaatlerden daha hayırlıdır.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir'ul-Ayyâşî ve Tefsir'ul-Kummî'de, "Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurdukları sözlere uydular." ifadesi ile ilgili olarak İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği belirtilir: "Hz. Süleyman ölünce, İblis bir sihir uydurdu, onu bir kağıda yazıp katladı, üzerine de şöyle bir not düştü: 'Bu, Asif b. Berhiya'nın Davud oğlu Süleyman'ın ortaya koyduğu ilim hazinelerinin saklı bulunduğu kitaptır. Şu şu şeyleri isteyen kimse şöyle şöyle yapmalıdır.' Sonra da yazıyı Süleyman'ın tahtının altına gömdü, ardından çıkarıp onlara okudu. Bunun üzerine kâfirler, 'Demek ki, Süleyman bu bilgiler sayesinde bize üstünlük sağlamıştı.' dediler. Müminler ise, 'Hayır, o, Allah'ın kulu ve peygamberidir.' dediler. İşte yüce Allah'ın şu sözü buna işaret etmektedir: Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurdukları sözlere uydular." [Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1, s.52, h: 74] Ben derim ki: Sihrin uyduruluşunu, yazılıp okunuşunu İblis'e isnat etmek, bu eylemi öteki cin ve insan kökenli şeytanlara isnat
Bakara Sûresi / 102-103 ................................. 373
etmeye ters düşen bir yaklaşım değildir. Çünkü her türlü kötülüğün kaynağı İblis'tir ve o mel'un kötülüğü, fısıltı ve vesvese aracılığı ile dostlarına, yardakçılarına ulaştırır. Rivayetler literatüründe bu tür bir ifade tarzının örneklerine sıkça rastlanır. Hadisten anlaşıldığı kadarıyla, ayetteki "tetlû" kelimesi, "okuma" anlamındaki "tilavet"ten gelir. Bunun böyle olması, bizim önceki açıklamamızın yanlış olduğu anlamına gelmez. Biz demiştik ki: "Tetlû" yalan uydurdu anlamına gelir. Çünkü ifadenin içeriğinden ve oluşturduğu atmosferden zımnen bu anlam anlaşılmaktadır. Bu durumda ifadenin açılımı şöyledir: "Şeytan Süleyman'ın hükümranlığı hakkında uydurdukları" yani yalana dayalı olarak okudukları... "Tela/ yetlû" fiili, köken olarak "veliye/yelî/velâyet" köküne dönüktür. Bir şeye bir sıra dahilinde, bir parçasının, diğer bir parçasının ardından meydana gelmesi şeklinde sahip olmak demektir. Mâide suresindeki, "Sizin veliniz ancak Allah ve Peygamberidir..." (Mâide, 55) ayetini ele alırken, "velâyet" kavramı üzerinde ayrıntılı bilgi vereceğiz.
el-Uyun adlı eserde, İmam Rıza (a.s) ile Halife Me'mun arasında geçen konuşmada şöyle bir pasaja yer verilir: "Harut ve Marut iki melektiler. İnsanlara sihir öğretiyorlardı ki, bunun aracılığı ile sihirbazların yaptıkları büyüden korunsunlar, onların kurdukları hileleri bozabilsinler. 'Biz bir imtihan vesilesiyiz, sakın küfre gitme.' demedikçe de kimseye bu sanatı öğretmezlerdi. Ama bu sihri öğrenenlerin bir kısmı sihir yapmak suretiyle küfre saptılar. Oysa sihirden kaçınmaları kendine emredilmişti. Yaptıkları sihir aracılığı ile erkekle karısının arasını açıyorlardı. Yüce Allah bunlarla ilgili olarak, 'Ancak, Allah'ın izni olmadan o büyü ile hiç kimseye zarar veremezler.' buyuruyor." [c.1, s. 271, h: 2]
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, İbn-i Cerir'in İbn-i Abbas'a dayanarak şöyle rivayet ettiği bildirilir: "Hz. Süleyman helaya gitmek istediğinde ya da özel bir iş yapmak istediğinde yüzüğünü karısı Cerade'ye verirdi. Yüce Allah'ın Süleyman'ı sınamak istediği bir günde o, yüzüğünü her zaman olduğu gibi Cerade'ye verdi. Ardından Şeytan Süleyman'ın şekline girerek kadının yanına gelip ona, 'Yüzüğümü getir.' dedi. Şeytan yüzüğü alıp parmağına takınca bütün cin ve insan kökenli şeytanlar ona boyun eğdi. Daha sonra Hz.
374 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Süleyman karısının yanına geldi ve 'Yüzüğümü getir.' dedi. Kadın, 'Yalan söylüyorsun. Sen Süleyman değilsin.' dedi." "Bunun üzerine Hz. Süleyman bir sınavdan geçirildiğini anladı. O günlerde şeytanlar serbest kalıp sihir ve küfür içeren bir yazı hazırladılar. Bunu önce Süleyman'ın tahtının altına gizlediler, sonra çıkarıp insanlara okudular ve dediler ki: 'Süleyman bu yazılar aracılığı ile insanlar üzerinde egemenlik kuruyor, onlara üstünlük sağlıyor.' Bunun üzerine insanlar Hz. Süleyman'dan uzaklaşıp onu tekfir ettiler. Nihayet Hz. Muhammed (s.a.a) peygamber olarak görevlendirilince yüce Allah, 'Süleyman küfre gitmemişti. Fakat o şeytanlar, küfre gittiler.' ayetini indirdi."
Ben derim ki: Bu kıssa başka kanallardan da aktarılmıştır. Oldukça da uzundur ve peygamberlerden baş gösteren hatalar cümlesinden sayılmış ve bu hususla ilgili olarak nakledilir.
Yine ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde şöyle geçer: Said b. Cerir ve Hatip "Tarih"inde Nâfi'in şöyle dediğini tahriç ederler: "İbn-i Ömer ile birlikte yolculukta idim. Gecenin sonuna doğru, 'Ey Nâfi', bak bakalım zühre yıldızı çıktı mı?' dedi. 'Hayır.' dedim. Sonra bu soruyu iki veya üç kere tekrarladı. 'Yıldız çıktı.' dedim. 'Hoş gelmedi, safalar getirmedi.' dedi. 'Sübhanallah, Allah'ın buyruğuna boyun eğmiş, buyruğu dinleyip itaat etmiş bir yıldız hakkında nasıl böyle bir ifade kullanıyorsun?' dedim. Bunun üzerine dedi ki: 'Resulullah'tan ne duydumsa, onu söyledim sana, Resulullah şöyle buyurdu: Melekler dediler ki: 'Ya Rabbi, Âdemoğullarının işlediği hatalara ve günahlara karşı nasıl sabrediyorsun?' Yüce Allah buyurdu ki: 'Ben onları sınarım ve bağışlarım.' Bunun üzerine melekler, 'Eğer onların yerinde olsaydık, senin emirlerine karşı gelmezdik.' dediler." "Allah dedi ki: 'Aranızdan iki melek seçin.' Çok geçmeden Harut ve Marut'u seçtiler. Böylece o ikisi yeryüzüne indi. Sonra yüce Allah onlara şehvet duygusunu verdi. Sonra Zühre adında bir kadın geldi. İkisi de kadından hoşlandı. Her biri içindeki duyguyu arkadaşından saklamaya çalıştı. Daha sonra biri diğerine dedi ki: 'Benim içimden geçenler senin de içinden geçti mi?' 'Evet.' dedi. Bunun üzerine kadınla birleşmek istediler. Kadın, 'Bana göğe çıkıp inmenizi sağlayan ismi öğretmedikçe bu isteğinize uymayacağım.'
Bakara Sûresi / 102-103 ................................. 375
dedi. Ama onlar kadının isteğini yerine getirmediler. Sonra tekrar kadınla birleşme isteğini dile getirdiler. Kadın bir kez daha onları reddetti. Sonra melekler kadının isteğini yerine getirdiler. Kadın göğe doğru yükselince, Allah onu bir yıldız hâline getirdi ve o iki meleğin de kanatlarını kopardı."
"Melekler Rabbine tövbe ettiler. Yüce Allah onlara iki alternatif sundu. Dedi ki: 'İsterseniz sizi eski konumunuza getireyim de kıyamet günü cezalandırayım. Veya sizi dünyada cezalandırayım da kıyamet günü eski hâlinize döndüreyim.' Biri diğerine dedi ki: 'Dünyadaki azap kesilir, sona erer.' Bunun üzerine ahiret azabı yerine dünyada azap görmeyi tercih ettiler. Daha sonra yüce Allah onlara, 'Babil'e gidin.' diye vahyetti. Onlar da Babil'e doğru hareket ettiler. Allah onları gökle yer arasında baş aşağı astı. Böylece kıyamete kadar azap görürler."
Ben derim ki: Buna benzer bir yorum da Şiî kaynaklarından merfu olarak İmam Bâkır'a (a.s) dayandırılarak rivayet edilmiştir. Suyutî, Harut ve Marut adlı meleklerle Zühre adlı kadın hakkında yirmi küsûr hadis rivayet eder. Bunlardan bazılarının sahih olduğu bildirilmiştir. Bu rivayetlerin isnat zincirinde bazı sahabelerin adlarına da rastlanmaktadır. İbn-i Abbas, İbn-i Mes'ud, Hz. Ali, Ebu Derda, Ömer, Ayşe ve İbn-i Ömer gibi. Ne var ki, bu asılsız bir hikâyedir. Saygın meleklere yakıştırılmış uydurma rivayettir. Kur'ân'ı Kerim meleklerin kutsallıklarını, şirk ve günahtan uzak oluşlarını açık biçimde bildirmiştir. En iğrenç şirk ve en iğrenç günah, puta tapıcılık, adam öldürme, zina etme, içki içmedir. Bu uydurma rivayette, Zühre adlı yıldızın meshedilmiş zinakâr bir kadın olduğu belirtilir. Bu, gülünç bir iddiadır. Zühre yıldızı, doğuşu ve varoluşu bakımından tertemiz gök cismidir. Yüce Allah bir ayet-i kerime'de ona yemin etmiştir: "Hayır, yemin ederim o geceleri geri dönüp ışık verenlere, gündüzün güneşi altında gizlenen gezegenlere." (Tekvîr, 15-16) Kaldı ki, Astronomi bilimi, günümüzde, söz konusu gezegenin mahiyetini, yapısındaki elementleri, hacmini ve diğer özelliklerini ortaya koymuştur.
Bu ve az önce sözü edilen kıssa, Yahudilerin anlattıkları kıssalara benzemektedir. Yahudilerin Harut ve Marut'la ilgili efsaneleri-
376 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
ni çağrıştırmaktadır. Bir bakıma bu hurafeler eski Yunan mitolojisinde yer alan gökcisimlerine ilişkin efsanelere de benzemektedir. Titiz bir araştırmacı açıkça görür ki, peygamberlerin hataları ve yanılgıları ile ilgili olarak ortaya atılan bu tür hadisler, kesinlikle Yahudilerin desiselerinden uzak değildirler. Bir gözlemci biraz dikkat edince, Yahudilerin ilk kuşak hadisçiler üzerindeki derin etkilerini hemen fark eder. Yahudiler rivayetler üzerinde diledikleri gibi oynayarak, istedikleri fikirleri bunlara katmışlardır. Bu konuda onlara yardımcı olan başka kimseler de vardır.
Ne var ki, yüce Allah kitabını, düşmanları arasında yer alan art niyetli sapıkların komplolarına karşı koruma altına almıştır. Bu sapıklar arasında yer alan herhangi bir şeytan kulak hırsızlığına kalkışacak olursa, onu yürek yakan kavurucu bir alev takip eder. Ulu Allah şöyle buyuruyor: "O zikri biz indirdik biz ve onun koruyucusu da elbette biziz." (Hicr, 9) "O aziz bir kitaptır. Ne önünden, ne de arkasından ona batıl gelmez. Hikmet sahibi, çok övülen Allah'tan indirilmiştir." (Fussilet, 42) "Biz Kur'ân'dan, müminlere şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz. Ama Kur'ân zalimlere ziyan arttırmaktan başka bir katkıda bulunmaz." (İsrâ, 82) Bu ayet-i kerimelerde ifade genel tutulmuş ve herhangi bir sınırlandırmaya gidilmemiştir. Şu hâlde hiçbir batıl karıştırma girişimi ve hiçbir art niyetli yaklaşım yoktur ki, Kur'ân-ı Kerim onu önlemesin. Bu tür girişimlerin sahiplerinin hüsranı çok geçmeden ortaya çıkar. Tarih sayfaları okunduğu zaman bunun örneklerine rastlamak mümkündür. Her iki mezhebin de (Şia, Ehlisünnet) üzerinde ittifak ettikleri bir hadiste Resulullah (s.a.a) şöyle buyuruyor: "Allah'ın kitabı ile uyuşanı alın, onunla çelişeni de bırakın." Böylece Peygamber efendimiz (s.a.a) kendisinden ve yakın dostlarından aktarılan sözlerin değerlendirileceği genel bir ölçü koymuş oluyor. Kısacası, Kur'ân aracılığı ile batıl, hakkın kutsal sahasından uzak-laştırılır ve çok geçmeden batıllığı, eğriliği ortaya çıkar. Gözlerden kaybolduğu gibi bir süre sonra dipdiri gönüllerde de etkinliğini, canlılığını yitirip gider. Ulu Allah şöyle buyuruyor: "Hayır, biz hakkı batılın üstüne atarız da onun beynini, parçalar." (Enbiyâ, 18) "Allah, kelimeleriyle hakkı gerçekleştirmek istiyor." (Enfâl, 7) "Ki suçlular istemese de hakkı gerçekleştirsin, batılı da ortadan kal- Bakara Sûresi / 102-103 ... 377 dırsın." (Enfâl, 8) Hakkı gerçekleştirmenin ve batılı batıllaştırmanın, her ikisinin temel niteliklerini gözler önüne sermekten başka bir anlamı yoktur.
Bazı insanlar, özellikle çağımızda her şeyi maddî açıdan değerlendirme taraftarı, çağdaş batı uygarlığının tutkunu bazı yazarlar, yukarıda değindiğimiz bu gerçeği yanlış algılamış ve kaynaklarda yer alan tüm rivayetleri Resulullah efendimizin sünnetinin kapsamına giren her şeyi reddetme eğilimi göstermişlerdir. Bu hususta aşırı bir tepkisellik örneği göstererek, gelen her türlü rivayeti, hiçbir kriterden geçirmeden olduğu gibi kabul etme taraftarı olan bazı nakilciler, hadisçiler ve harurîlerin aşırılığının karşısında yer almaya çalışmışlardır.
Kayıtsız şartsız kabul nasıl, dinde hak ile batılı, eğri ile doğruyu birbirinden ayırma amacı ile konulmuş ölçüleri yalanlama ve yalan nitelikli saçma-sapan sözleri Resulullah efendimize (s.a.a) yakıştırma anlamına geliyorsa, nakledilmiş tüm rivayetleri ayırım gözetmeksizin bir kalemde atmak da önünden ve arkasından batıl bulaşmayan aziz Kur'ân'ı yalanlama ve geçersiz kılma anlamına gelir. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor: "Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının." (Haşr, 1) "Biz hiçbir peygamberi, Allah'ın izniyle itaat edilmekten başka bir amaçla göndermedik." (Nisâ, 64)
Eğer Peygamberin sözleri kanıt olmasaydı ya da sözleri çağında yaşamamış bizlere yahut ölümünden sonraki Müslümanlara ulaştırılmasaydı, din binasının duvarında tek bir taş bir diğer taşın üzerinde kalmaz, temelden yıkılıp giderdi. Aktarılan rivayetlere dayanmak, anlatılan hadislere başvurmak, bir insan için toplumsal hayatın zorunluluğudur. İnsanın fıtratı kaçınılmaz olarak böyle bir kabule zorlar insanı. Çünkü başka seçeneği yoktur insanın. Yalan yanlış sözlerin, saçma sapan açıklamaların bulaştırılmış olması, sadece geçmişten aktarılan dinsel metinlere, dinsel bilgilere özgü bir durum değildir. Bilakis toplum değirmeni, bütün yönleriyle özel ve genel nitelikli günlük haberler üzerinde dönüyor. Bu haberlere art niyetli saptırmaların ve bilinçli karıştırmaların bulaşması daha yüksek bir ihtimaldir. Uzun ve kısa vadeli politikaların öngördüğü müdahalelerin izleri çok daha fazladır. Biz ise, fıt-
378 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
ratımız gereği sırf herhangi bir toplantıda duyduğumuz bir haberi, nakledilen bir bilgiyi dinlemekle yetinmiyoruz. Tam tersine, bunları teker teker elimizde bulunan ölçülere vuruyoruz. Eğer elimizdeki ölçü söz konusu haberin doğruluğunu onaylarsa, biz de onu kabul ederiz. Ölçü rivayetin aksini bildirirse, onu yalanlarsa, biz de söz konusu haberi reddederiz. Şayet mahiyeti açıklığa kavuşmazsa, eğriliği veya doğruluğu, gerçekliği veya yalanlığı kesin olarak belirlenemezse, onu ne kabul ederiz, ne de reddederiz. Kötü ve zararlı şeyler karşısındaki doğal tavrımız gereği onu ihtiyatla karşılarız. Bütün bunlar, bize ulaşan haberler hakkında belli bir deneyim düzeyine sahip olma şartına bağlıdır. Ancak bir insan kendisine ulaşan haberin içeriği hususunda deneyim sahibi değilse, toplumun akıllı insanlarının yöntemi, bu haberleri uzmanına götürüp onların görüşlerini ve bu husustaki değerlendirmelerini almaktır. Toplumsal ilişkilerin doğal dayanağı, fıtrî temeli budur. Dinsel kriter hak ile batılı, eğri ile doğruyu birbirinden ayırt etme amacı ile konulmuştur. Bu ölçü değişmez ve hep olduğu gibi kalır. Ölçü Allah'ın kitabına başvurmaktır. Eğer bu başvuru sonucu eldeki haber bir açıklığa kavuşuyorsa, onu benimsemek bir zorunluluk niteliğini kazanır. Herhangi bir kuşku dolayısıyla mesele tam açıklığa kavuşamıyorsa, bu durumda orada durmak gerekir. Peygamber efendimizden (s.a.a) ve onun Ehlibeyti'nden olan imamlardan (a.s) gelen mütevatir haberlerde de bu, böyle belirlenmiştir. Bu dediklerimiz, fıkıh biliminin ilgi alanına girmeyen konular için geçerlidir. Fıkhî sorunlarda ise, başvurulacak merci, fıkıh metodolojisidir.
AYETLERLE İLGİLİ FELSEFÎ BİR ARAŞTIRMA
Bilindiği gibi, olağanüstü fiillerin meydana gelişini gösteren kanıtlar ya bizzat görmeye ya da nakledilen bir habere dayanırlar. Az-çok olağanüstü fiilleri bizzat görmeyenimiz ya da kendisine haberleri ulaşmayanımız yok gibidir. Ne var ki, bu alanda gerçekleştirilecek titiz bir araştırma bu olağanüstülüklerin birçoğunun temelde normal doğal sebeplere dayandıklarını ortaya çıkaracaktır. Olağanüstü hareketlerin birçoğu onları gerçekleştiren kişinin alıştırmalar ve sürekli tekrarlanan egzersizler sonucu bir tür bağışıklık
Bakara Sûresi / 102-103 ................................. 379
kazanmış olmasına dayanır: Zehir yemek, çok ağır yükleri kaldırmak, boşluğa gerilmiş ip üzerinde yürümek gibi.
Bunların birçoğu da insanlara gizli bulunan, onlar tarafından bilinmeyen doğal sebeplere dayanır. Vücuduna talk sürdüğü için ateşe girdiği hâlde yanmayan bir kimsenin hareketi ya da üzerinde yazısı fark edilmeyen dolayısıyla ancak sahibi tarafından okunabilen bir yazı yazmak gibi. Bu yazı ancak ateş ve benzeri bir cisme tutulduğunda okunabilen bir madde ile yazılmıştır. Bunların birçoğu ise çok hızlı gerçekleştirilirler, dolayısıyla karşıdaki insan, olağanüstü hızından dolayı meydana gelen hareketin nasıl gerçekleştiğinin farkında olmaz. Ama bu hareket, olağanüstü bir hızın dışında tamamen olağan sebeplere dayalıdır, göz bağlayıcıların numaraları gibi.
Kısacası bunlar, farkında olmadığımız ya da güç yetiremediğimiz doğal sebeplere dayalı hareketlerdir. Ancak, bu olağanüstülüklerin bir kısmı, normal sisteme göre hareket eden doğal sebeplere dayanmazlar. Gaybın kapsamında olan, özellikle de gelecekte gerçekleşecek bazı olayları haber vermek gibi. Sevgi, nefret, bağlama, çözme, ipnotizma, hasta etme, uykuyu bağlama, ruh çağırma ve iradeyle hareket ettirme gibi. Riyazet ehlinin gerçekleştirdikleri bu hareketleri inkâr etmek mümkün değildir. Bunların bir kısmını bizzat görmüşüz, bir kısmını da kesinlikle doğruluğundan kuşku duyulmayan aktarma haberlerden öğrenmişiz. Bugün Hindistan'da, İran'da ve Batıda bu tür olağanüstülükleri sergileyen topluluklara rastlamak mümkündür.
Bu tür olağanüstülüklere yol açan egzersizler üzerinde yapılacak bir etüt, bu kişilerin yöntemleri alanında gerçekleştirilecek fiilî bir deneyim, bunların irade ve iman gücünün etkisine dayandığını söyleme zorunluluğunu doğuracaktır. Bununla beraber söz konusu yöntemler ve etkileme yolları da çok çeşitlidirler. İrade, kendisine oranla önceliği bulunan bilgi ve inanca dayanır. Böyle bir şey kimi zaman herhangi bir koşula bağlı olmaksızın gerçekleşir, kimi zaman da özel koşulların oluşması ile meydana gelir. Kimilerinde kimilerine karşı sevgi veya nefret oluşturmak amacı ile özel mekânlarda, özel bir mürekkeple özel bir yazı yazmak gibi. Yahut ruh
380 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
çağırma seansı esnasında özel olarak seçilmiş bir çocuğun yüzüne ayna tutmak ya da özel bir koruyucu dua okumak gibi. Bu koşulların tümü etkin iradeyi meydana getirme amacına yöneliktir. Çünkü, bilgi, kesin bilgi niteliğine kavuşunca, duyulara kesin olarak bilgiyi görme yeteneği kazandırır. Bunun doğruluğunu kendi kendine sen de deneyebilirsin. Falanca şeyin veya falanca kimsenin şu anda yanında olduğunu, kendisini gözlerinle gördüğünü kendine telkin edersin. Sonra hiçbir şeye dikkat etmeyecek şekilde tüm dikkatini onun üzerinde yoğunlaştırarak onu hayal edersin. Birde bakarsın ki, o şey veya o kimse istediğin gibi karşında durmaktadır. Kaynaklarda ba-zı doktorların öldürücü hastalıklara yakalanan hastalarına sağlığa kavuşma isteğini telkin ederek onları tedavi ettiklerinden söz edilir.
Meselenin iç yüzü böylece ortaya konduktan sonra, irade bu sahada etkin bir güce kavuşursa, isteğe bağlı olarak seansa katılan insanda olduğu gibi, istemeyen insan üzerinde de etkin olabilir. Bu durum ya birtakım şartlara bağlı olur ya da herhangi bir şarta ve kayda bağlı olmaksızın gerçekleşir.
Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan aşağıdaki hususlar açıklığa kavuşmuştur:
Birincisi: Söz konusu etki olağanüstülüğü gerçekleştiren şahısta kesin bilginin gerçekleşmesine bağlıdır. Bu bilginin, gökcisimleriyle bağlantısı olan ruhlara inanan müneccimlerin inandıkları gibi, dış âlemle uyum içinde olması şart değildir. Bazı dua ve çile erbabının kimi melek ve şeytanların adlarını söyleyerek özel yöntemlerle onlara çağrıda bulunmaları da bu kategoride değerlendirilebilir. Ruh çağırma seansları düzenleyenlerin buna ilişkin inançları da bunun gibidir. Ruhu hayalleri veya duyularıyla duyumsadıklarından fazlasına ilişkin bir kanıt yoktur. Ruhun gerçekten orada bulunduğunu iddia edemezler. Yoksa, orada bulunan herkes, görürdü. Çünkü herkes aynı doğal duygulara sahiptir. Böylece, herkesin tek bir ruhu olduğu da dikkate alınarak uyanıklılık hâlinde kendi işiyle meşgul iken yaşayan birinin ruhunun çağırılması ile ilgili şüphe giderilmiş olur.
Bunun yanı sıra bir diğer şüphe de bertaraf edilmiş olur. Şöyle ki: Ruh soyut bir cevherdir. Belli bir zamanla ve belli bir mekânla
Bakara Sûresi / 102-103 ................................. 381
bir bağlantısı yoktur. (Öyleyse ruh çağırma olayı nasıl gerçekleştirilebilir?) Ortadan kaldırılan üçüncü şüphe ise şudur: Tek bir ruh nasıl iki adamın yanına farklı şekillerde gelebilir. Bir dördüncü kuşku da gidebiliyor böylece. Şöyle ki: Ruhlar çağırma seansı sırasında nasıl yanlış bilgi verebiliyorlar. Bazıları diğer bazılarını yalanlayabiliyor? Bu kuşkuların tümüne birden şöyle bir cevap vermek mümkündür: Ruh, çağıran kişinin duygularında gelmiş gibi olur. Onun dışında diğer doğal olguları algıladığımız türden bir geliş söz konusu değildir.
İkincisi: Böylesine etkin bir iradeye sahip olan kişi, bu hususta, ba-zen kişiliğinin gücüne ve egosunun sağlamlığına dayanıyordur. Mistik çilekeşler gibi. Bu durumda kaçınılmaz olarak güç ve etki irade eden kimse açısından ve dışarıda sınırlı olacaktır. Bunların bir kısmı da Rablerine dayanıyorlardır. Peygamberler, veliler, kendilerini Allah'a yönelik kulluğa adayanlar ve Allah'a yönelik inançları yakin düzeyinde olanlar gibi. Bu gibi insanlar irade ettikleri zaman Rableri için ve Rableri ile irade ederler. Bu tür bir irade tertemizdir. Kişiye özgü bağımsız bir dileyiş değildir. Onlardan yansıyan bu irade bir amaca yöneliktir, kişisel arzu niteliğinde değildir ve kesinlikle gerçeğe dayalıdır. Dolayısıyla bu tür bir irade Rabbanidir, sınırsızdır kayıtsızdır.
İkinci kısma giren olaylar eğer bir meydan okumayla birlikteyse, Peygamberlerden aktarılan bazı gelişmeler gibi, bu, mucizedir ve eğer böyle bir niteliği yoksa keramettir. Ya da dua esnasında oluşmuşsa, duanın kabul görmesidir. Birinci kısma giren gelişmelere gelince, bunlar eğer bir cinden veya ruhtan haber almak, ondan yardım görmek şeklinde gerçekleşirse, bu, kehanettir. Bir dua, mistik bir egzersiz ya da bir düğüm sonucu ise, o zaman buna sihir denir.
Üçüncüsü: Bu mesele irade gücünün ekseni etrafında döndüğü için ve güçlülük ve zayıflık bakımından da iradeler arasında farklılık kaçınılmaz olduğu için, bunların bir kısmı diğer bir kısmının etkisini yok edebilir; büyü ve mucizenin karşı karşıya gelmesi gibi. Veya bazı nefisler diğer bazı nefisler üzerinde etkili olmayabilir; güç düzeyleri farklı olunca olduğu gibi. Nitekim ipnotizma ve
382 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
ruh çağırma seanslarında bunu gözlemlemek mümkündür. İleride yine konuya ilişkin bazı açıklamalarda bulunacağız.
AYETLERLE İLGİLİ BİLİMSEL BİR İNCELEME
İlginç etkileme yöntemlerini araştıran birçok bilim dalı vardır. Bunların bölümleri ve ilgi alanları üzerinde genel bir değerlendirmede bulunmak oldukça güçtür. Uzmanları arasında yaygın olarak üzerinde durulan ve en çok bilinenleri şunlardır:
a) Simya: Doğal olgular üzerinde olağanüstü tasarruf gücüne ulaşmak amacı ile iradi güçlerle özel maddî güçleri kaynaştırmayı hedefleyen bir ilim. Algılama üzerinde tasarrufta bulunma da bu ilimin kapsamına girer. Buna ayrıca göz büyüsü denir. Sihrin en somut örneklerinden biridir bu.
b) Limya: Yıldızlar ve olaylar üzerinde etkili olan üstün ve güçlü ruhlarla iletişim kurmanın sonucu meydana gelen iradî etkilemelerin niteliğini araştıran ilim. İrade, bunları ya buyruğu altına alır ya onlarla iletişim kurar ya da cinlerin yardımıyla söz konusu güçleri hizmetine alır. Buna boyun eğdirme sanatı da denir.
c) Himya: İlginç etkiler meydana getirmek için yüceler âleminin güçleri ile aşağı unsurlar arasında bir bileşim meydana getirmeyi hedefleyen ilim. Buna "tılsımlar" da denir. Çünkü gökteki yıldızların, semavi düzenin maddî olaylarla bir ilgisi vardır. Unsurlar, bileşimler ve bunların doğal nitelikleri için de böyle bir bağlantı söz konusudur.
Söz gelimi falanın ölümü ve falanın dünyaya gelmesi ya da falanın dünyada kalması gibi herhangi bir olay için uygun semavi şekiller, uygun maddî biçimle bir bileşim meydana getirilirse, istenen sonuca varılır. İşte tılsımın anlamı budur.
d) Rimya: Maddî güçleri, olağanüstü intibaı uyandıracak şekilde kullanma ilmine denir. Buna göz bağlayıcılık denir.
Bu dört ilmin yanı sıra bir de "Kimya" adı verilen bir ilim daha vardır. O da; unsurlardan bazısının diğer bazısının biçimini almasını inceler. Bunlara beş gizli ilim denir.
Şeyhimiz Behaî diyor ki: "Bu ilimlerle ilgili olarak bugüne kadar rastladığım en güzel kitap, Herat'ta gördüğümdür. Kitabın adı
Bakara Sûresi / 102-103 ................................. 383
"Kulluhu Sirrun" idi. Kitabın adı söz konusu beş ilmin, yani; Kimya, Limya, Himya, Simya ve Rimya ilimlerinin baş harflerinin birleşmesinden oluşuyor." Şeyhin açıklaması kısaca bundan ibaretti.
Bu alandaki muteber eserler ise, "Belinas'in kitaplarının özeti"; "Hüsrevşahi Risaleleri"; "Zahîret'ül-İskenderiye"; Razi'nin "es- Sırr'ul-Mektum"u, Sekkakî'nin "et-Teshirat"ı; Feylesof Tamtam el- Hindî'nin "Yedi Yıldızın Hareketleri" adlı eserlerdir. Yukarıda sözünü ettiğimiz ilimlerin bir şubesi de sayı ve tevafuk ilmidir. Bu ilim, sayı ve harflerin isteklerle bağlantısını inceler. Buna göre, istekle uyuşan sayı veya harfler özel bir düzenlemeyle üçgen veya dörtgen şeklindeki çerçevelere konur. "Hafiye" denen yöntem de bu kategoriye girer. Bu, istenen şeyin ya da istenen şeye uygun isimlerin harflerinin kesilmesi, böylece arzulanan meseleyle ilgili melekler veya şeytanların adlarının elde edilmesi ve bunlardan oluşan duaların okunmasıdır. Amaç, tutulan niyetin gerçekleşmesi. Bu sanatla ilgilenenlerin yanında en muteber eserler; Şeyh Abbas Tunî ve Seyyid Hüseyin Ahlatî vb. insanların kitaplarıdır. Sözünü ettiğimiz ilimlerle aynı kategoride incelenebilecek bir sanat da günümüzde başvurulan ipnotizma ve ruh çağırmadır. Daha önce de söylediğimiz gibi, bunlar iradenin düşünce üzerindeki etki ve uygulamasının sonucu meydana gelirler. Bunlarla ilgili olarak birçok kitap ve broşür yayımlanmıştır. Son derece yaygın oluşlarından dolayı, ayrıca bunlardan söz etme gereğini duymuyoruz. Bunları uzun uzadıya ele alışımızın nedeni, sihir ve kehanetin mahiyetini ortaya koymaktır.
384 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Bakara Sûresi / 104-105 ...............................................................
104- "Ey iman edenler, "Raina" demeyin, "Unzurna" deyin ve dinleyin. Kâfirler için acı bir azap vardır."
105- "Kitap ehlinden olan kâfirler de, müşrikler de size Rabbinizden bir hayır indirilmesini istemezler. Oysa Allah, rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah, büyük lütuf sahibidir.
"Ey iman edenler." "Kur'ân-ı Kerim'de ilk kez bu ayette müminlere bu şekilde hitap edilmektedir. Böyle bir hitap yaklaşık olarak seksen beş yerde geçmektedir. İster hitap şeklinde olsun ve ister hitap dışı bir amaçla olsun, müminlerin "iman edenler, inananlar" olarak nitelendirilmesi bu ümmete özgü bir durumdur. Bundan önceki ümmetlerse "kavim" kelimesi ile anılmışlardır: "Nuh kavmi veya Hud kavmi" (Hûd, 89) "Dedi ki: Ey kavmim, ya ben apaçık bir kanıta dayanıyorsam?" (Hûd, 28) "Medyen halkı" (Tevbe, 70) "Ress halkı" (Kaf, 12) "İsrailoğulları" (Tâhâ, 47) "Ey İsrailoğulları" (Tâhâ, 80) gibi. Şu hâlde "iman edenler" ifadesinin bu ümmete özgü kılınması, bir tür onurlandırmadır. Ancak yüce Allah'ın sözü üzerinde titiz bir yaklaşımla durulduğu zaman "ellezîne âmenû=iman edenler" ifadesiyle kastedilenin, "müminler" ifadesiyle kastedilenden farklı olduğu görülecektir.
Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Ey müminler, topluca Allah'a tövbe edin." (Nûr, 31) Bu ifade bizim yaklaşımımızı doğrular niteliktedir. Bir ayette şöyle buyuruyor: "Arşı taşıyanlar ve onun
Bakara Sûresi / 104-105 ......................................... 385
çevresinde bulunanlar, Rablerini överek tesbih ederler, O'na inanırlar ve iman edenler için bağışlanma dilerler: Rabbimiz, rahmet ve bilgi bakımından her şeyi kapladın. Tövbe edip senin yoluna uyanları bağışla, onları cehennem azabından koru. Rabbimiz, onları ve babalarından, eşlerinden, çocuklarından iyi olan kimseleri onlara söz verdiğin Adn cennetlerine sok. Şüphesiz üstün olan, hikmet sahibi olan sensin." (Mü'min, 7-8) Bu ayetlerde, önce, meleklerin ve Arşı taşıyanların bağışlanma dileyişi "iman edenlere" yönelik olarak sunuluyor, ardından bunu açıklayıcı olarak şöyle bir ifade kullanılıyor: "Tövbe edip senin yoluna uyanları..." Bilindiği gibi "tövbe" pişmanlık duyup dönmek , demektir. Ardından duaları "iman edenler"e bağlantılı kılınıyor, daha sonra "iman edenler"in babaları, eşleri ve çocukları da bu duanın kapsamına alınıyor. Eğer "iman edenler" diye kendilerinden söz edilenler, nasıl olursa olsun Resulullah'a (s.a.a) inananlar ise, o zaman "iman edenler" ifadesi, babaları, oğulları, eşleri, herkesi kapsar, ayrıca "iman edenler"e atfedilerek zikrolunmalarına gerek kalmazdı. Tümü aynı hizada ve aynı safta yer alırlardı. Benzeri bir sonucu şu ayet-i kerimeden de çıkarmak mümkündür: "Onlar ki, iman ettiler, zürriyetleri de imanda kendilerine uydu; zürriyetlerini de kendilerine katmışızdır; kendi amellerinden de hiçbir şey eksiltmemişizdir. Herkes kendi kazandığına bağlıdır." (Tûr, 21) Eğer "imanda kendilerine uyan zürriyetleri" ayet- i kerimedeki "iman edenler" ifadesinin kapsamına giren kimseler olsaydı, o zaman ayet-i kerimede sözü edilen "katma" bir anlam ifade etmezdi. Şayet "Zürriyetleri de imanda kendilerine uydu" ifadesi, "iman edenler" ifadesiyle özel şahısların yani zürriyetleri olan tüm müminlerin kastedildiğine yönelik bir ipucu olarak değerlendirilecekse, bu durumda da "katma"dan söz etmenin somut bir anlamı olmamış olur.
Yine, "Kendi amellerinden de hiçbir şey eksiltmemişizdir." ifadesi de sadece, arkalarında zürriyet bırakmayan, dolayısıyla kendilerine iman noktasında uyacak bir soyları bulunmayan ve ancak kendileri babalarına uyma durumunda bulunan son kuşak açısından bir anlam ifade edebilir. Bu yaklaşım makul gibi görün-
386 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
se de ayetin akışından bunun bir onurlandırma ifadesi olduğunun anlaşılmasıyla çelişmektedir.
Çünkü bu yaklaşıma göre, ayetten şöyle bir şey anlamalıyız. "Müminler birbirlerindendirler. Ya da bir kısmı bir kısmına katılarak tek safta yer alırlar. Bir kısmının diğer bir kısmın üzerinde onursal bir üs-tünlüğü yoktur; daha önce iman etmekle daha sonra iman etmek arasında bir ayrıcalık söz konusu değildir. Çünkü üstünlük ölçüsü imandır ve o hepsinde vardır." Ancak bu anlayış, ayetin oluşturduğu atmosferle çelişki arzetmektedir. Görüldüğü gibi ayet-i kerimede bir tür saygınlıktan söz ediliyor. Öncekilerin kendilerine katılma durumunda olan zürriyetlerine oranla daha şerefli bir konumda oluşları vurgulanıyor.
Şu hâlde, "zürriyetleri de imanda kendilerine uydu." ifadesi, "iman edenler" ifadesi ile bazı özel kimselerin kastedildiğine yönelik bir ipucu konumundadır. Dolayısıyla bunlar, tüm insanlardan önce, zor zamanda Resulullah'a (s.a.a) iman eden öncülerdir, yani ilk Muhacirler ve Ensar topluluğudur. Buna göre, "iman edenler" deyimi, bir onurlandırma niteliğidir ve bunun-la söz konusu kişiler kastedilmiştir.
Yüce Allah'ın şu sözü de bu anlamı çağrıştırır mahiyettedir: "Muhacirlerden olan fakirler içindir... ve onlardan önce o yurda yerleşen, imana sarılanlar... Onlardan sonra gelenler derler ki: Rabbi-miz, bizi ve bizden önce inanan kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma! Rabbimiz sen çok şefkatli, çok merhametlisin." (Haşr, 8-10) Eğer "iman edenler" ile "bizden önce inananlar" ifadelerinde aynı kimseler kastedilmiş olsaydı, o zaman bir zamir ile "bizden önce inananlar"a göndermede bulunulur, ayrıca "iman edenler" ifadesinin kullanılmasına gerek kalmazdı. Çünkü bu durumda "iman edenler" ifadesinin kullanılmasında hiçbir incelik ve fayda söz konusu değildir. Aşağıdaki ayet-i kerimeden de bunu anlamak mümkündür: "Muhammed Allah'ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. Onların, rüku ve secde ederek Allah'ın lütuf ve rızasını aradıklarını görürsün... Allah, onlardan iman edip salih ameller işleyenlere bağışlanma ve büyük bir ödül vaadetmiştir." (Fetih, 29)
Bakara Sûresi / 104-105 ............................................... 387
Böylece anlaşılıyor ki, bu kelime, müminlerden ilk iman edenlere özgü bir onurlandırma niteliğidir. "İnkâr edenler" ifadesi için de benzeri bir yorumda bulunmak mümkündür. Denebilir ki, bu ifadeyle her-kesten önce Resulullah'ı inkâr eden Mekke'li müşriklerle benzeri kâfirler kastedilmiştir. Nitekim yüce Allah'ın şu sözünden de benzeri bir sonuç çıkarsamak mümkündür: "İnkâr edenlere gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir: Onlar inanmazlar." (Bakara, 6)
Eğer desen ki: Şimdiye kadar ki açıklamalardan çıkan sonuca göre "ellezîne âmenû=iman edenler" hitabı ile Resulullah efendimiz (s.a.a) zamanındaki belli bir grup kastedilmiştir. Oysa tüm İslâm âlim-leri diyorlar ki: Bu tür hitaplar hem Peygamber efendimiz zamanını, hem diğer zamanları, hem o zamanda hazır olanları ve hem de diğer zamanlardaki müminleri kapsar. Özellikle de bu hitapları, "hakikî önermeler" şeklinde değerlendirirsek, bu husus daha bir belirginlik kazanır.
Ben derim ki: Evet, bu, belli bir gruba yönelik özel bir onurlandırmadır. Ama bu demek değildir ki, hitabın kapsadığı yükümlülükler sırf onlara özgüdür. Çünkü yükümlülüğün kapsamını genişletip daraltan sebepler vardır ve bunlar hitabın kapsamını genişletip daraltan sebeplerden ayrıdırlar. Nitekim hitaptan soyutlanmış yükümlülükler de ortada herhangi bir hitap olmaksızın genel nitelikli, geniş kapsamlıdırlar. Dolayısıyla, bazı yükümlülüklerin "Ey iman edenler..." ifadesiyle başlaması, tıpkı diğer bazı yükümlülüklerin "Ey Nebi..." veya "Ey Resul..." diye başlaması gibi bir onurlandırma amacına yöneliktir; ama yükümlülük geneldir, kapsamı geniştir. Bütün bunlara rağmen, bu söylediklerimiz, "iman edenler" ifadesinin söz konusu özel ve onurlandırılmış grubun dışındakiler için hiçbir zaman kullanılmadığı anlamına gelmez. Tersine bir ipucu, bir karine söz konusu olduğu zaman başka insanlar için de kullanıldığı tespit edilebilir: Yüce Allah'ın şu sözünde olduğu gibi: "İman edip sonra inkâr eden, sonra yine iman edip tekrar inkâr eden, sonra da inkârları artmış olan kimseleri Allah, ne bağışlayacak, ne de doğru yola iletecektir." (Nisâ, 137) Bir diğer ayette de yüce Allah Hz. Nuh'tan aktararak şöyle buyurur: "Ve ben iman edenleri
388 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
kovacak değilim. Çünkü onlar Rablerine kavuşacaklardır." (Hûd, 29)
"Raina, demeyin, 'Unzurna' deyin." Yani, "bize bak" anlamını ifade etmek için "raina" kelimesi yerine onun anlamdaşı olan "unzurna" kelimesini kullanın. Eğer bunu yapmazsanız, bu tutumunuz küfür olur. Kâfirler içinse çok acı bir azap hazırlanmıştır. Görüldüğü gibi ayet-i kerime "raina" kelimesine yönelik şiddetli bir yasaklama içermektedir. Bu kelime bir başka ayette de yer alıyor ve o ayette kelimenin hareket nitelikli bir başka anlamına dikkat çekiliyor: "Yahudilerden bir kısmı, sözleri yerlerinden değiştirirler ve 'İşittik ve karşı geldik', 'Dinle, dinlemez olası' ve dillerini eğip bükerek ve dini yererek 'Raina' derler." (Nisâ, 46) Bununla anlaşılıyor ki, Yahudiler "raina" kelimesi ile Resulullah efendimize (s.a.a) hitap ederlerken, "dinle, dinlemez olası" gibi bir anlam kastediyorlardı. Peygamberimize bu kelime ile hitap edilmesinin yasaklanması bu yüzdendir.
Nakledilen olay da bunu pekiştirir niteliktedir: Resulullah konuşma yaptığı zaman Müslümanlar ona bu şekilde hitap ederlerdi: "Ya Resulallah raina; yani bizi gözet ki, ne dediğini iyice anlayalım." Bu kelime, Yahudi dilinde ise, sövgü ifade ederdi. Yahudiler bunu fırsat bilerek Resulullah efendimize (s.a.a) bu kelimeyle hitap ediyorlardı. Böylece görünüşte ona saygılı olduklarını ifade etmiş olmakla birlikte aslında bununla, ona yönelik bir sövgü ifade ediyorlardı. Yahudilerin dilinde "raina", "dinle, dinlemeyesice" demektir. Bunun üzerine şu ayet-i kerime indi: "Yahudilerden bir kısmı, sözleri yerlerinden değiştirirler ve 'İşittik ve karşı geldik', 'Dinle, dinlemez olası' ve dillerini eğip bükerek ve dini yererek 'Raina' derler." Burada yüce Allah Yahudilerce yanlış anlama çekilebilecek kelimenin kullanımını yasaklıyor, onun yerine anlamdaşı olan "unzurna" kelimesinin kullanılmasını emrediyor. "Raina" demeyin, "unzurna" deyin, buyuruyor.
"Kâfirler için acı bir azap vardır." Bununla söz konusu yasağı dinlemeyenler kastediliyor. Ayrıntı niteliğindeki bir yükümlülüğü terk etmenin küfür olarak nitelendirildiği yerlerden biri de budur.
"Kitap ehlinden olan kâfirler... istemezler." Eğer bu ifadeyle özellikle Yahudiler kastedilmişse, -ki önceki ifadelerin onlara yönelik olması bunu gösteriyor- bu durumda onların Ehlikitap olarak nite-
Bakara Sûresi / 104-105 ............................................... 389
lendirilmiş olmaları yargının illetine yönelik bir işarettir. Buna göre, onlar Ehlikitap oldukları için, müminlere kitap indirilmesini istemezler. Çünkü müminlere kitap indirilmesi, "kitap ehli" niteliğinin on-lara özgü olmasını geçersiz kılar. Ayrıca, onlar bu istemeyişleriyle, Allah'ın rahmetinin genişliğine ve kullarına yönelik lütfunun büyüklüğüne karşı çıkmış sayılırlar. Ama eğer bu ifadeyle Yahudi ve Hıristiyanlardan oluşan tüm kitap ehli topluluklar kastedilmişse, bu durumda, tahsis bildiren bir ifadenin ardından, genellik ifade eden bir ayete yer verildiği sonucu çıkarılır. Çünkü her iki topluluğun İslâm'a karşı kin gütme noktasında ortak özellikleri vardır.
Bu yorumu ayetlerin akışı içinde yer alan diğer bazı ayetler de pekiştirmektedir: "Yahudi yahut Hıristiyan olandan başkası cennete girmeyecek, dediler." (Bakara, 111) "Yahudiler, 'Hıristiyanlar, bir temel üzerinde değiller.' dediler. Hıristiyanlar da, 'Yahudiler, bir temel üzerinde değiller.' dediler. Oysa hepsi de kitabı okuyorlar." (Bakara, 113)
ed-Dürrül-Mensûr tefsirinde belirtildiğine göre, Ebu Nuaym, el- Hilye adlı eserinde, İbn-i Abbas'a dayanarak şu hadisi tahric eder: Resulullah (s.a.a) buyuruyor ki: "Yüce Allah, içinde 'Ey iman edenler' ifadesi bulunan hiçbir ayet indirmemiştir ki, Ali, muhatapların başı ve emiri olmasın."
Ben derim ki: Bu rivayet, daha sonra, bazı ayetlerin Hz. Ali ya da Ehlibeyt İmamları hakkında indiklerine ilişkin olarak sunacağımız rivayetleri destekler niteliktedir. Buna örnek olarak şu ayet-i kerimeleri verebiliriz: "Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz." (Âl-i İmrân, 110) "...insanlara şahit olasınız..." (Bakara, 143) "...doğrularla beraber olun." (Tevbe, 119)
390 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Bakara Sûresi / 106-107 ...........................................................
106- Biz bir ayeti neshedersek veya unutturursak, ondan daha hayırlısını veya onun benzerini getiririz. Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmedin mi?
107- Göklerin ve yeryüzünün egemenliğinin yalnızca Allah'a ait olduğunu bilmedin mi? Sizin Allah'tan başka bir veliniz ve bir yardımcınız yoktur.
Bu iki ayet, "nesih" meselesini işlemektedir. Fıkıh bilginleri açısından nesih, bir hükmün geçerliliğinin sona erdiğini, yürürlük süresinin bittiğini açıklamaktır. Fıkıhtaki nesih, ayetteki mutlak ifadeden alınan, ayetin ayrıntısı niteliğinde bir kavramdır. Anlamını ve içeriğini ayetten ve ayetin onunla ilgili işaretlerinden almaktadır.
"Biz... neshedersek" Neshetme, giderme demektir. Güneş gölgeyi ortadan kaldırıp yok edince, Araplar, "Nesehat'iş-şems'üzzille" yani, "Güneş gölgeyi giderdi (neshetti)" derler. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Senden önce hiçbir resul ve nebi göndermemiştik ki o, bir şey arzu ettiği zaman, şeytan onun arzusu içerisine mutlaka bir düşünce atmış olmasın. Fakat Allah şeytanın attığını derhâl giderir (nesheder)." (Hacc, 52) Bir kitaptan ikinci bir nüsha oluşturulunca, "kitap neshedildi, nüshası alındı" derler. Sanki kitap giderilmiş, yerine yenisi getirilmiştir. Aşağıdaki ayet-i kerimede "nesh" yerine "tebdil" kelimesinin kullanılmış olması bu yüzdendir: "Biz bir ayetin yerine başka bir ayet getirdiğimiz zaman -Allah ne indirdiğini bilirken- 'Sen Allah'a iftira ediyorsun' derler. Hayır çokları bilmiyorlar." (Nahl, 101)
Bakara Sûresi / 106-107 ............................................... 391
Her ne ise, görüldüğü gibi, nesh ayetin kendisinin ortadan kaldırılmasını, varoluşunun iptal edilmesini gerektirmez. Tam tersine, bu hususta hüküm, "ayet" ve "alâmet" niteliği ile ilgilidir. Ayrıca ayet-i kerimenin son cümlesi (Allah'ın her şeye... bilmedin mi?), önceki cümlede varılan hükmün illetini bildirir niteliktedir. Dolayısıyla "nesh", ayetin bir alamet, bir işaret olarak etkisinin giderilmesi demektir. Yani, bir şey özünü korumakla birlikte işaret ve alâmet oluşunu elden veriyor. Buna göre, neshetme olayında ayetin yükümlülük ve benzeri etkileri giderilir; ama kendisine, özüne dokunulmaz. "Unutturma" ve "neshetme" fiillerinin bir arada kullanılmasından da böyle bir sonuca varabiliriz. Ayetin orijinalinde geçen "nunsihâ" fiilinin mas-tarı olan "insâ", "nisyan" mastarının "if'al" kalıbına sokulmuş şeklidir ve "bilme" nin kapsamının dışına çıkarma, "ilim"den giderme anlamına gelir. Nesh ise, göz önünden gidermektir. Bu durumda ayete şöyle bir anlam vermek gerekir: Bir ayeti göz önünden giderirsek ya da "bilme"nin kapsamının dışına çıkarırsak, ondan daha iyisini veya bir benzerini getiririz.
Ayrıca bir şeyin "ayet" oluşu "şeylere", "yerlere" ve "cihetlere" göre değişir. Kur'ân bir yönüyle insanların benzerini getirememeleri bakımından yüce Allah'ın ayetidir. İlâhî hüküm ve yükümlülükler de Allah'ın ayetleridirler. Çünkü bunlar aracılığı ile Allah'tan korkma ve O'na yakın olma durumu meydana gelir. Somut varlıklar da Allah'ın ayetleridirler. Çünkü bu tür olgular kendi varlıkları ile yaratıcılarının varlığına işaret ederler. Varlıklarının özellikleriyle yaratıcılarının isim ve sıfatlarına tanıklık ederler. Allah'ın peygamberleri, velileri de ayettirler. Söz ve fiil olarak Allah'a davet ettikleri için... Dolayısıyla ayet, güçlü ve zayıf olabilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Andolsun Rabbinin ayetlerinden en büyüğünü gördü." (Necm, 18)
Öte yandan bir ayet, bir yönüyle ayet niteliğine sahip olabileceği gibi, birkaç yönüyle de ayet sayılabilir. Dolayısıyla bir ayet sahip olduğu tek yönüyle neshedilip giderilirse, ortadan kalkmış olur. Ama eğer birçok yönü bulunursa, neshedilen yönünün dışındaki diğer yönleriyle yine "ayet" olarak değerlendirilir. Kur'ân'daki herhangi bir ayetin, içerdiği şer'î hükmün yürürlükten kaldırılması,
392 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
buna karşın ayetin belâgati ve mucizevîliği ile varlığını sürdürmesi gibi.
"Nesh" kavramının genelliğinden algıladığımız budur. Yüce Allah'ın şu sözünde ifadesini bulan illetlendirme unsurundan da bu sonucu çıkarmak mümkündür: "Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmedin mi? Göklerin ve yeryüzünün egemenliğinin yalnızca Allah'a ait olduğunu bilmedin mi?" Bu durumda, konuya yöneltilebilecek inkâr ya da ayetin iniş sebebine ilişkin rivayetlerde belirtildiğine göre Yahudilerin sergiledikleri inkâr, nesh kavramının anlamıyla ilgili olarak iki açıdan söz konusudur:
Birincisi: Ayet Allah katından geldiğine göre, kulların gerçek çıkarlarından birini koruma amacına yöneliktir ve bu çıkarı onun dışında hiçbir şey koruyamaz. Ayet giderilirse, çıkar da ortadan kalkar. Artık hiçbir şey ayetin yerine geçip söz konusu çıkara kalıcılık niteliğini kazandıramaz. Yaratıkların yararına ve kulların çıkarına olan böy-lece elden çıkmış olur. Oysa yüce Allah kullarına benzemez. Bilgisi de onların bilgisi gibi değildir. Çünkü kulların bilgileri dış etkenlerin değişmesi ile birlikte değişiklik arzeder. Bu yüzden kul, bir gün herhangi bir çıkara ilişkin bir bilgi edinir ve o bilgi doğrultusunda bir hüküm verir. Sonra ertesi gün bilginin niteliği değişir, zihinde dün elde edemediği daha değişik bir çıkara yönelik bir bilgi belirir ve yeni bir hükümde bulunur; eski hük-mün yanlışlığına karar verir; yeni bir hükmün konulmasının gerekliliğine inanır. Dolayısıyla her gün yeni bir hüküm vermek durumunda kalır. Renkten renge girer. Eşyadaki yarar unsurunu tüm yönleriyle kuşatıp algılayamayan kulların durumu bundan ibarettir. Yararlı ve zararlı şeylere ilişkin bilgileri değiştikçe, hükümleri ve durumları da değişir. Bilgi alanındaki değişiklik oranında, az veya çok pratikte de değişiklik olur, yeni oluşumlar baş gösterir. Bu da, gücün genel ve sınırsız olmayışından ileri gelir.
İkincisi: Güç sınırsız olsa da, var etme olgusunun gerçekleşmesi ve varoluşun fiilileşmesi ile birlikte değişkenlik imkânsız olur. Çünkü şey, zorunlu olarak gerçekleştiği durumdan değişikliğe uğramaz. Bu durum, insanın isteğe bağlı fiilleri karşısındaki konumuna benzemektedir. Çünkü insanın isteğe bağlı olan fiilleri, pratikte meydana gelmediği sürece isteğe bağlı fiillerdir. Pratikte
Bakara Sûresi / 106-107 .............................................. 393
meydana geldikten sonra zorunluluk ve kesinlik niteliğini kazanırlar ve artık isteğe bağlı fiiller olarak değerlendirilemezler. Meselenin bu yönü mülkiyetin sınırsızlığının geçersizliğini gerektirir ve dizgin elden çıktıktan sonra kimi tasarrufların yerine diğer bazı tasarruflarda bulunmanın imkânı söz konusu olamaz. Yahudilerin, "Allah'ın eli kolu bağlıdır." demeleri gibi. Bu ayetlerde yüce Allah birinci duruma şu sözleriyle cevap veriyor: "Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmedin mi?" Yani; Allah, eskinin yerine daha iyisini veya bir benzerini koymaktan âciz değildir.
İkinci duruma cevap verirken de şöyle buyuruyor: "Göklerin ve yeryüzünün egemenliğinin yalnızca Allah'a ait olduğunu bilmedin mi? Sizin Allah'tan başka bir veliniz ve bir yardımcınız yoktur." Yani; gökler ve dünya üzerindeki egemenlik Allah'a aittir. O, egemenliği altındaki mülkünde dilediği gibi hareket eder. O'nun dışında hiç kimsenin bu mülk üzerinde tasarrufta bulunma yetkisi yoktur.
Dolayısıyla hiç kimse, O'nun tasarrufta bulunduğu kapılardan birini kapatamaz ya da onun tasarrufuna engel olamaz. Ne başlangıçtan, ne de yüce Allah'ın temliki ile hiçbir şey, hiçbir şeye sahip değildir. Çünkü yüce Allah'ın bir şeyi bir başkasının mülkiyetine vermesi, herhangi birimizin bir şeyi bir başkasının mülkiyetine vermemiz gibi değildir. Bizim kendi aramızdaki uygulamalarda birinci mülkiyet geçersiz olur ve ikinci mülkiyet yürürlüğe girer. Allah ise, tıpkı sahip olduğu diğer şeyler gibi, başkasının mülkiyetine verdiği şeylerin de sahibidir. Meselenin iç yüzüne baktığımız zaman, mutlak mülkiyet ve mutlak tasarruf yetkisinin O'na ait olduğunu görürüz. O'nun mülkiyetimize vermesi ile sahip olduğumuz şeylere bakarsak, görürüz ki, O'ndan bağımsız bir mülkiyete sahip değiliz ve O bizim velimizdir. Aynı şekilde, görünüş olarak bize bahşettiği bağımsızlığa bakacak olursak -ki bu, gerçekte zenginlik şeklinde beliren bir fakirliktir, bağımsızlığa benzeyen uyduluktur- görürüz ki, O'nun yardımı ve desteği olmaksızın işlerimizi düzenleyemeyiz. Yardımcımız O'dur bizim. Bu anlattıklarımız, "Göklerin ve yeryüzünün egemenliğinin yalnızca Allah'a ait olduğunu..." cümlesindeki hasr ifadesinden de anlaşılmaktadır.
394 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
"Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmedin mi? Göklerin ve yeryüzünün egemenliğinin yalnızca Allah'a ait olduğunu bilmedin mi?" Bu ifadeler sözü edilen iki itiraza cevap mahiyetindedir. İki itirazın söz konusu olduğunun kanıtı da, iki cümlenin bağlaçsız olarak birbirlerinden ayrılmış olmalarıdır. "Sizin Allah'tan başka bir veliniz ve bir yardımcınız yoktur." ifadesi, iki hususu içermektedir ki bunlar, söz konusu iki itiraza verilen cevabın tamamlayıcısı durumundadırlar.
Yani, eğer O'nun sınırsız mülküne bakmazsanız, size bahşedilen mülke bakın. Bu mülk, bağımsız ve kopuk olmadığına göre, tek veliniz O'dur. Şu hâlde O, hem sizin üzerinizde ve hem de yanınızda bulunan şeyler üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir. Eğer mülkiyet hususunda bağımsız bir konumda olmadığınıza bak-maz, yanınızda bulunan zahirî mülkiyete ve bağımsızlığa baksanız, yine de gücünüzün, mülkünüzün ve bağımsızlığınızın tek başına gerçekleşmediğini görürsünüz. Amaçlarınız, sırf niyetlerinize ve iradenize boyun eğmenin sonucu olarak gerçekleşmezler.
Bunun için Allah'ın yardımı ve desteği kaçınılmazdır. O, sizin yardımcınızdır, dilediği tasarrufta bulunabilir. Hangi yoldan giderseniz, O, işlerinize karışabilir. "Sizin Allah'tan başka bir veliniz... yoktur." ifadesinde "Allah" lafzının yerine zamir kullanılmamıştır.
Çünkü ifade ayetin genel akışı içinde bağımsız bir cümle olarak görünmektedir. Yani bu cümle olmadan da cevap tamamlanmış sayılır.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan şu sonuçlar çıkıyor:
a) Nesh, sırf şer'î hükümlere özgü bir durum değildir. Tekvinî fenomenleri de kapsayan genel bir olgudur.
b) Nesh, ancak nasih ve mensuhun bulunması ile söz konusu olur.
c) Nasih, mensuhta bulunan iyilik, yeterlilik ve yararlılık unsurlarını da içerir.
d) Nasih, mensuh ile çelişir gibi görünse de, gerçekte, her ikisi de ortak bir yararı içerdiği için, arada bir çelişki söz konusu değildir. Örneğin bir peygamber vefat edip yerine bir başka peygamber gönderildiğinde, -ki bunlar Allah'ın birer ayeti konumundadırlar- biri diğerini neshetmiş olur. Bu durum doğa yasasının hayat, ölüm,
Bakara Sûresi / 106-107 .............................................. 395
rızk ve ecel gibi prensiplerinin bir gereğidir. Aynı şekilde kullar açısından yararlı olan unsurların çağların değişmesi ile değişkenlik göstermesi ve bireylerin tekâmülü de bunu kaçınılmaz kılar. Bir dinî hüküm, diğer bir dinî hükmü neshetse, yürürlükten kaldırsa, her ikisi de din için yarar sayılacak unsurları kapsıyorlardır. Bu hükümlerden her biri yürürlükte olduğu döneme oranla daha elverişli, daha uygundur ve müminlerin durumlarına daha yatkındır. Meselâ, davet hareketinin ilk yıllarında müminlerin gerekli sayı ve hazırlığa sahip bulunmadıkları dönemlerde kâfirlerle dalaşmamayı, savaşmaktan kaçınmayı öngören hüküm yürürlüğe konulmuştu. Ama daha sonra İslâm güçlenince, Müslümanlar yapabildikleri kadar güç hazırlayınca ve ayrıca kâfirlerin ve müşriklerin yüreklerine korku salacak konuma gelince, yüce Allah cihat etmeye ilişkin hükmü içeren ayeti indirmişti.
Bunun yanı sıra, neshedilen ayetler, ileride neshedileceklerine ilişkin işaretler ve imalar da içermektedirler. Örneğin: "Allah emrini getirinceye kadar, affedin, hoşgörün." (Bakara, 109) Bu ayet, cihat hükmünü içeren ayet tarafından neshedilmiştir. İleride neshin gerçekleşeceğine ilişkin bir ima içeren bir ayet de şudur: "...O kadınları ölüm alıp götürünceye yahut Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde tutun." (Nisâ, 15) Bu ayet de kırbaçla cezalandırma hükmünü içeren ayet tarafından neshedilmiştir. Dolayısıyla birinci ayetteki "Allah emrini getirinceye kadar" ile ikinci ayetteki "Allah onlara bir yol açıncaya kadar" ifadeleri, söz konusu hükümlerin geçici olduklarına, belli bir dönemi kapsamak üzere konulduklarına, bir süre sonra neshedile-ceklerine yönelik işaretler niteliğindedirler.
e) Nasih ile mensuh arasındaki ilişki, genel ve özel, mutlak ve kayıtlı, üstü kapalı ve açık nitelikli hükümler arasındaki ilişki gibi değildir. Çünkü nasih ile mensuh arasındaki görünürdeki uyuşmazlığı ve çelişkiyi kaldıran etken her ikisinin arasında varolan hikmet ve maslahattır. Oysa genel ile özel, mutlak ile kayıtlı, üstü kapalı ile açık nitelikli ayetler arasındaki uyuşmazlığı kaldıran etken özel, kayıtlı ve açık nitelikli ayetlerde bulunan sözlü belirginliğin gücüdür. Bu güç genel nitelikli hükmü özel nitelikli hükümle, mutlak nitelikli hükmü kayıtlı nitelikli hükümle ve üstü kapalı nitelikli hükmü açık nitelikli hükümle açıklar. Bunun yöntemi de fıkıh
396 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
metodolojisinde ayrıntılı biçimde açıklığa kavuşturulmuştur. Muhkem ve müteşabih nitelikli ayetlerde de aynı durum söz konusudur: "Ondan bir kısım ayetler muhkemdir, ki onlar kitabın anasıdır. Diğerleri ise müteşabihtir." (Âl-i İmrân, 7) ayetini incelerken bu meseleyi ayrıntılı biçimde ele alacağız.
"...unutturursak..." Bu ifadenin orjinali "nunsiha" şeklinde okunmuştur. Yukarıda da açıkladığımız gibi bu kelime, "hatırdan ve bilgiden giderme" anlamına gelen "insâ" kalıbının çekimli hâlidir. Bu ifade geneldir ya da mutlaktır, sırf Peygamber efendimize (s.a.a) özgü değildir. Daha doğrusu Peygamberimizi kapsamaz bile. Çünkü yüce Allah onunla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Sana okutacağız ve sen unutmayacaksın. Yalnız Allah'ın dilediği başka." (A'lâ, 6-7) Bu ayet Mekke inişlidir. Nesh meselesini içeren ayet ise, Medine inişlidir. Bu yüzden, "sen unutmayacaksın." sözünden sonra "unutma" olgusunun gerçekleşmesi doğru olmaz. İfadenin "Yalnız Allah'ın dilediği başka." şeklinde bir istisna içermesine gelince, bu da tıpkı şu ayet-i kerimedeki istisnaya benzemektedir: "Gökler ve yer durdukça onlar orada sürekli kalacaklardır. Ancak Rabbin dilerse başka. Bu, kesintisiz bir bağıştır." (Hûd, 108) Buradaki istisnaya, yapabilirliği vurgulamak amacıyla yer verilmiştir. Yani değiştirme gücünün her zaman kalıcılığını sürdürdüğü dile getirilmiştir. Şayet bu istisna dışarıda kalan farklı bir durumun varlığını gösterme amacına yönelik olsaydı, o zaman "Sen unutmayacaksın." şeklindeki minnet bildiren ifadenin bir anlamı olmazdı.
Çünkü hatırda bulundurma ve ezberleme yeteneğine sahip tüm insanlar ve hayvanlar bir şeyi hatırlarında bulundurabilir ve unutabilirler. Bunların hatırda tutmaları ve unutmaları yüce Allah- 'ın iradesine bağlıdır. Peygamberimiz (s.a.a) de, "Sana okutacağız..." ifadesdiyle kendisine yönelik yapılacağı bildirilen okutma ve unutturmama lüt-fundan önce, bu durumdaydı. Bundan önce o da herkes gibi Allah'ın iradesiyle hatırlar ve O'nun iradesiyle unuturdu. Şu hâlde ifadedeki istisna, yüce Allah'ın yapabilirliğini vurgulamaktan başka bir amaca yönelik değildir. Yani, biz sana okutacağız ve sen hiçbir zaman unutmayacaksın. Buna rağmen Allah okuttuğunu sana unutturma gücüne sahiptir.
Bakara Sûresi / 106-107 .............................................. 397
"Unutturursak." ifadesinin orijinali "nensehâ" şeklinde de okunmuştur. Fiilin bu çekimi "nesie / nesîen" -yani, erteledi- kalıbından gelir. Bu durumda ayetin anlamı şöyle olur: "Biz, bir ayeti gidermek suretiyle neshedersek veya ortaya çıkışını geciktirmek suretiyle ertelersek, ondan daha iyisini ya da bir benzerini getiririz." Ayetler üzerinde, öne alma ya da erteleme şeklinde beliren ilâhî tasarruf, bir kemalin ve-ya maslahatın elden gitmesini gerektirmez. Maksadın ilâhî tasarrufun sürekli kemal ve maslahat doğrultusunda geliştiğini vurgulamak olduğunun kanıtı, şu ifadedir: "Ondan daha hayırlısını veya onun benzerini." Çünkü hayırlılık, ancak varolan şeyin mükemmelliği ya da konulan hükmün yararlılığı durumunda söz konusu olabilir. Bu durumda varolan şey ya ötekisine denk olur ya da hayırlılık noktasında ondan daha ileri düzeyde olur. Artık meseleyi anlamış olmalısın.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Gerek Şia ve gerekse Ehlisünnet kanalıyla Kur'ân-ı Kerim'de nasih ve mensuh olayının bulunduğuna ilişkin olarak Peygamber efendimizden (s.a.a), ashaptan ve Ehlibeyt İmamlarından birçok hadis rivayet edilmiştir.
Nümanî tefsirinde, nasih ve mensuhla ilgili birçok ayetten söz edildikten sonra, Emir'ül-Müminin'in (a.s) şöyle dediği belirtilir: "Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. (Zâriyât, 56) ayetini, 'Ama ihtilâf edip durmaktadırlar. Yalnız Rabbinin rahmetine nail olanlar hariç. Zaten onları bunun için yarattı.' [Hûd, 118- 119] ayeti neshetmiştir. Yani acıdığı için onları yaratmıştır." [s.14]
Ben derim ki: Bu rivayet gösteriyor ki, İmam Ali (a.s) ayetteki nesh kavramını, yasama alanındaki nesh meselesinden daha geniş boyutlu olarak değerlendirmiştir. Çünkü İmamın örnek gösterdiği ikinci ayet, birinci ayetin vurguladığı gerçeğin sınırlandırılmasını gerektiren bir gerçeği ifade etmektedir.
Daha açık bir ifadeyle; birinci ayet, yaratılışın bir amacının olduğunu dile getiriyor ki bu amaç, Allah'a yönelik kulluktur. Yüce Allah, herhangi bir fiili ile irade ettiği bir amaç noktasında altedilemez. Fakat yüce Allah, insanları ve cinleri farklı konumlara
398 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
sahip olmaya yatkın olarak yaratmıştır. Bu yüzden onlar da doğru yolu bulma ve sapma hususunda farklı tavırlar içindedirler. İhtilâf edip durmaktadırlar. Ancak ilâhî yardımın kapsamına girenler, hidayet rahmeti tarafından kuşatılanlar başka. Allah bunun için, yani bu rahmet için onları yaratmıştır. Şu hâlde ikinci ayet de yaratılış için bir hedef gösteriyor, o da kulluğu ve hidayeti doğuran rahmettir. Bu ise, ancak bütünün içinden belli bir kısmı kapsayabilir. Birinci ayet, kulluğu herkes için bir amaç olarak öngörüyor. Dolayısıyla kulluk, bir kısmın diğer bir kısım için yaratılmış olması açısından genelin amacı hâline getirilmiştir. Söz konusu ikinci kısım da bir başka kısım için yaratılmıştır. Böylece zincir, ibadet ehline kadar uzanır gider. Onlar ibadet etmek için yaratılmış abidlerdir. Bu durumda ibadetin herkes için amaç olması gerçeklik kazanmış oluyor. Tıpkı, meyve elde etmek ya da başka türlü malî menfaatler sağ-lamak amacı ile ağaç dikmek, bahçe oluşturmak gibi. Şu hâlde ikinci ayet, birinci ayetin mutlaklığını neshediyor.
Yine Nümanî tefsirinde belirtildiğine göre, Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "İçinizden oraya gitmeyecek hiç kimse yoktur. Rabbinin üzerine aldığı kesinleşmiş bir hükümdür. [Meryem, 71] ayetini, 'Ama bizden kendilerine güzellik geçmiş olanlar, işte onlar, ondan uzaklaştırılmışlardır. Onun uğultusunu duymazlar. Ve canlarının çektiği nimetler içinde ebedi kalırlar. O en büyük korku, onları asla tasalandırmaz.' [Enbiyâ, 101-103] ayeti nesh etmiştir." [s.15]
Ben derim ki: Bu ayetler, genel ve özel nitelikli değildirler. Nedeni de şu ifadedir: "Rabbinin üzerine aldığı kesinleşmiş bir hükümdür." Kesinleşmiş hükmün kaldırılması olacak iş değildir. Böyle bir hükmün geçersiz kılınması imkânsızdır. Bu tür bir neshin anlamı, inşaallah ileride, "Bizden kendilerine güzellik geçmiş olanlar, ondan uzaklaştırılmışlardır." ayetini ele alırken, daha geniş biçimde açıklanacaktır.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de belirtildiğine göre, İmam Bâkır (a.s) şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah'ın, 'Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır. Kitabın anası onun yanındadır.' [Ra'd, 39] ayetinde ifade ettiği
Bakara Sûresi / 106-107 .................................. 399
'bedâ' da bir tür neshtir. Yunus kavminin kurtuluşu da bunun örneklerindendir." [c.1, s.55, h: 77]
Bu rivayetin vurguladığı husus son derece belirgindir. Ehlibeyt İmamlarına dayandırılan bazı rivayetlerde bir imamın vefat edip yerine bir başka imamın geçmesi nesh olarak değerlendirilmiştir. Ben derim ki: Bu tür bir yaklaşımın ifade ettiği anlama bundan önce işaret etmiştik. Bu anlamı pekiştiren rivayetlerin sayısı oldukça kabarıktır ve bunlar büyük ölçüde yaygınlık kazanmışlardır. ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, Abd b. Humeyd'in, Ebu Davud'un Nasih adlı eserinde ve İbn-i Cerîr'in Katade'ye dayanarak şu rivayeti tahric ettikleri belirtilir: "Ayet ayeti neshederdi. Allah'ın Nebisi bir ayet, bir sure ve bir surenin Allah'ın dilediği kadarını okurdu. Sonra Allah onu kaldırır ve Peygamberine unuttururdu. Bu hususla ilgili olarak Peygamberine hitaben şöyle buyuruyor yüce Allah, 'Biz bir ayeti neshedersek veya unutturursak, ondan daha hayırlısını... getiririz.' Nesh olayında bir hafifletme, bir ruhsat, bir emir ve bir yasaklama söz konusudur."
Ben derim ki: ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde ayetin orijinalinde geçen "nunsihâ" kelimesinin anlamı ile ilgili birçok rivayet nakledilmiştir. "Unutturursak" sözünün açıklaması sırasında vurguladığımız gibi, bunların tümü de Kur'ân'ın mesajına ters niteliktedirler; dolayısıyla reddedilmelidir.
400 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Bakara Sûresi / 108-115 ............................................. 401
108- Yoksa siz de, Peygamberinizi, daha önce Musa'ya sorulduğu gibi sorguya çekmek mi istiyorsunuz? Kim küfrü imanla değişirse, artık dümdüz yoldan sapmış olur.
109- Ehlikitap'tan birçoğu, gerçek kendilerine apaçık belli olduktan sonra, içlerindeki kıskançlıktan ötürü, sizi imanınızdan sonra vazgeçirip kâfir olmanızı istediler. Allah emrini getirinceye kadar, affedin, hoş görün. Şüphe yok ki Allah'ın her şeye güce yeter.
110- Namazı ayakta tutun, zekât verin. Kendiniz için önceden ne hayırda bulunursanız onu, Allah katında bulursunuz. Şüphe yok ki Allah, yaptıklarınızı görür.
111- (Ehlikitap:) Yahudi yahut Hıristiyan olmayan kesin olarak cennete girmeyecek, dediler. Bu onların kuruntularıdır. De ki: "Doğru söylüyorsanız, delilinizi getirin."
112- Hayır, kim iyilikte bulunarak yüzünü Allah'a teslim ederse, ecri Rabbinin katındadır. Onlara ne korku vardır, ne de mahzun olurlar.
113- Yahudiler, "Hıristiyanlar, hiçbir şey (temel) üzerinde değildirler." dediler. Hıristiyanlar da, "Yahudiler, hiçbir şey (temel) üzerinde değildirler." dediler. Oysa hepsi de kitabı okuyorlar. Bilmeyenler de tıpkı onların dedikleri gibi demişlerdi. Allah, ayrılığa düştükleri şeyde kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.
114- Allah'ın mescitlerinde Allah'ın adının anılmasına engel olandan ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kim vardır? Bunların, oralara ancak korka korka girmeleri gerekirdi. Onlara dünyada horluk, ahirette de büyük bir azap.
115- Doğu da, batı da Allah'ındır. Artık nereye dönerseniz, Allah'ın yüzü oradadır. Allah('ın mülkü ve kuşatması) şüphesiz, geniştir, bilendir.
"Yoksa siz de, peygamberinizi daha önce Musa'ya sorulduğu gibi sorguya çekmek mi istiyorsunuz?" Ayetin akışından -Resulullah'a (s.a.a) inanan- bazı Müslümanların, Yahudilerin peygamberleri Hz. Musa'ya (a.s) yönelik sorgulamaları düzeyinde, Peygamber efen-
402 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
dimizi sorguladıkları anlaşılıyor. Yüce Allah, Yahudilerin gerek Hz. Musa'ya ve gerekse ondan sonraki peygamberlere yönelik bu tutumlarını kınayarak, dolaylı olarak bu tür bir tavır içinde olan Müslümanları da kınamış oluyor. Gelen rivayetler de bu yaklaşımımızı destekler mahiyettedir.
"dümdüz yol" Doğru ve amaca ulaştırıcı yol demektir.
"Ehlikitap'tan birçoğu..." Rivayet edildiğine göre, bunlar Hayy b. Ahtap ve onunla birlikte olan bir grup bağnaz Yahudilerdi.
"affedin, hoşgörün..." Bunun savaşla ilgili ayetle neshedildiğini söylemişlerdir.
"Allah emrini getirinceye kadar" Daha önce de değindiğimiz gibi, bu ifade yüce Allah'ın Ehlikitap'la ilgili başka bir hüküm koyacağına ilişkin bir işaret içermektedir. Aynı durum, "Bunların oralara ancak korka korka girmeleri gerekirdi." ayeti ile, Tevbe suresinde yer alan "Müşrikler pisliktir, artık bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar." (Tevbe, 28) ayeti arasındaki bağlantı açısından da geçerlidir. "Sana ruhtan sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir." (İsrâ, 85) ayetini incelerken "emr" kavramı üzerinde duracağız.
"cennete girmeyecek, dediler..." Hıristiyanlar da açıkça Yahudilere ilhak edilmeye başlanıyor ve ortak cürümleri açıklanıyor.
"Hayır, kim iyilikte bulunarak yüzünü Allah'a teslim ederse..." Bu, üçüncüsü oluyor ki yüce Allah, mutluluğun ve Allah katındaki saygınlığın isimlerden çok, gerçek iman ve kulluğa bağlı olduğunu bildiriyor. Birincisi, "Şüphesiz iman edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiiler..." (Bakara, 62) İkincisi, "Evet kim günah kazanır da suçu kendisini kuşatmış olursa.." (Bakara, 81) Üçüncüsü de bu ayettir. Bu ayetlerin vurguladıkları anlam göz önünde bulundurularak imanı, yüzü Allah'a teslim etmek; ihsanı da salih amel olarak değerlendirmek mümkündür.
"Oysa hepsi de kitabı okuyorlar." Yani onlar Allah'ın kitabından kendilerine geleni biliyorlar. Dolayısıyla böyle bir söz söylememeleri gerekirdi. Çünkü kitap, onlara gerçeği açıklar mahiyettedir. Bunun kanıtı da yüce Allah'ın şu sözüdür: "Bilmeyenler de tıpkı onların dedikleri gibi demişlerdi." Şu hâlde "bilmeyenler"den maksat, Arap müşrikleridir. Bunlar, "Müslümanlar bir temele
Bakara Sûresi / 108-115 .................................. 403
dayanmıyorlar" ya da "Kitap ehli olanlar bir temele dayanmıyorlar" demişlerdi.
"Allah'ın mescitlerinde, Allah'ın adının anılmasına engel olandan... daha zalim kim vardır." İfadeden anlaşıldığı kadarıyla, burada hicret öncesi Mekkeli kâfirlerin umumu kastediliyor. Çünkü bu ayetler, Peygamber efendimizin (s.a.a) Medine'ye hicret edişinin ilk günlerinde nazil olmuştur.
"Bunların, oralara ancak korka korka girmeleri gerekirdi." ifadenin orijinalinde geçen "kane" fiilini göz önünde bulundurursak, aslında olmuş bitmiş bir olaydan söz edildiğini anlarız. Bu durum Kureyş kâfirlerine ve onların Mekke'deki tavırlarına uyuyor. Nitekim rivayetlerde de belirtildiğine göre mescitlere girişleri engelleyenler, Mekke kâfirleriydi. Kureyş kâfirleri, Müslümanların Mescid-i Haram'da ya da Kâbe'nin avlusunda edindikleri namazgâhlarda namaz kılmalarını engelliyorlardı.
"Doğu da, batı da Allah'ındır. Artık nereye dönerseniz, Allah'ın yüzü oradadır." Doğu, batı ve tüm yönler gerçek anlamıyla Allah'ın mülküdür. Bu durum değişim ve başkalaşım kabul etmez. Yani yüce Allah'ın bir şey üzerindeki mülkiyeti, biz insanların mülkiyetine benzemez. O'nun mülkiyeti bir şeyin özüne taalluk ettiği için o şeyin kendisini de, etkinlik alanını da kuşatır. Bizim mülkiyetimiz ise, şeylerin sonuçları, etkinlik alanları ve yararları açısından geçerlidir. Şeylerin özleri üzerinde herhangi bir sahipliğimiz söz konusu değildir. Bir mülk, mülk olması itibariyle ancak sahibi ile vardır. Buna göre yüce Allah söz konusu yönleri var etmiştir, onları kuşatmıştır ve onlarla beraberdir. Dolayısıyla herhangi bir yöne yönelen biri, Allah'a yönelmiş durumdadır.
Doğu ve batı yönleri göreceli oldukları için, aşağı yukarı tüm yönleri kapsarlar. Çünkü, gerçek kuzey ve güney noktaları dışında herhangi bir yön bu kapsamın dışında kalmaz. Bu yüzden "nereye..." ifadesinin genelliği bu iki yönle kayıtlandırılmamıştır. Yani, "Bu iki yönden nereye dönerseniz" denilmemiştir. Sanki, insanoğlu nereye dö-nerse dönsün, orası ya doğudur ya da batıdır. Dolayısıyla, "Doğu da, batı da Allah'ındır." sözü, "Bütün yönler Allah'ındır." sözü ile aynı gerçeği ifade eder.
404 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Bütün yönler arasından, bu ikisinin seçilmiş olmasının sebebi, insanın yöneldiği tüm yönlerin ancak güneşin ve diğer aydınlatıcı gök cisimlerinin doğuş ve batışına göre belirleniyor olmasıdır. "Allah'ın yüzü oradadır." Ceza cümlesindeki hükmün illeti, cezanın yerine konulmuştur. Allah doğrusunu daha iyi bilir; ifadenin açılımı şöyledir: "Nereye dönerseniz dönün, bu sizin için caizdir. Çünkü Allah'ın yüzü oradadır."
Bu tarz bir açıklamanın kanıtı da, yukarıdaki hükmün şu ifadeyle illetlendirilmiş olmasıdır: "Allah geniştir, bilendir." Yani Allah geniş bir mülke ve kuşatıcı bir bilgiye sahiptir. Nereye yönelirseniz, o sizin maksatlarınızı bilir. Yani O, herhangi bir insan ya da diğer bir varlık gibi değildir ki, ancak özel bir yönde bulunduğu zaman kendisine yönelinebilsin ve ancak özel bir taraftan yönelenin yönelişini bilebilsin. Şu hâlde her yöne doğru gerçekleşen yöneliş, yüce Allah'a yöneliş demektir ve O bu yönelişi tüm yönleriyle bilir.
Bil ki, kıbleye ilişkin bu genişlik yönle ilgilidir, mekânla değil. Bunun kanıtı da yüce Allah'ın, "Doğu da, batı da Allah'ındır." şeklindeki sözüdür.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
et-Tehzib adlı eserde Muhammed b. Husayn'ın şöyle dediği belirtilir: Salih kula (İmam Musa Kâzım'a) şöyle bir yazı gönderildi: "Adamın biri bir çölde ve bulutlu bir günde, kıbleyi tam olarak belirleyemeden namaz kılar. Namazı bitirince güneşi görür ve kıbleye yönelmeden namaz kıldığını fark eder. Bu namazı geçerli mi sayar, yoksa yeniden mi kılar?" Salih kul şu cevabı verdi: "Vakit geçmemişse namazı yeniden kılar. Yoksa o adam bilmiyor mu ki, - doğru sözlü olan- Allah: 'Artık nereye dönerseniz, Allah'ın yüzü oradadır.' buyuruyor?" [c.2, h: 160]
Tefsir'ul-Ayyâşî de belirtildiğine göre, "Doğu da, batı da Allah- 'ındır..." diye başlayan ayetle ilgili olarak İmam Bâkır (a.s) şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah bu ayeti özellikle nafile namazlar hakkında indirmiştir. 'Artık nereye dönerseniz, Allah'ın yüzü oradadır. Allah şüphesiz geniştir, bilendir." Resulullah (s.a.a) devesinin sırtında işaretle namaz kılmıştır, bu sırada devenin yönü de değişebi-
Bakara Sûresi / 108-115 .................................. 405
liyordu. Bu durum hem Hayber'e gidişte ve hem de Mekke'den dönüşte gerçekleşmiştir ki, Mekke'den dönerken Kâbe'yi arkasına almış bulunuyordu." [c.1, s.56, h: 80]
Ben derim ki: Ayyâşî buna benzer bir açıklamayı Zürare'den, o da İmam Sadık'tan (a.s) rivayet etmiştir.1 Aynı şekilde, Kummî ve Şeyh Tusî, İmam Rıza'dan (a.s)2, Şeyh Saduk da İmam Sadık'tan (a.s)3 buna yakın ifadeler aktarmışlardır.
Bil ki, Ehlibeyt İmamlarından Kur'ân-ı Kerim'deki genel ve özel, mutlak ve kayıtlı ifadelerle ilgili olarak aktarılan rivayetler üzerinde uzun uzadıya durduğun zaman, göreceksin ki, bu rivayetlerde çoğu zaman genel nitelikli ayetten bir hüküm, özel nitelikli, yani özelle birlikte genel nitelikli ifadeden de bir başka hüküm çıkarılmıştır.
Genellikle, genel nitelikli ifadeden müstehap hükümler, özel nitelikli ifadeden ise farz hükümler çıkarılmıştır. Aynı durum mekruhluk ve haramlık için de geçerlidir ve böylece... İmamlardan aktarılan rivayetlerde belirlenen Kur'ân tefsiriyle ilgili anahtar yöntemlerden biri de budur. Onlardan rivayet edilen hadislerin kabarık bir yekûnu bu eksen etrafında döner. Buradan hareketle Kur'ânî bilgilere ilişkin iki temel kuralı belirleyebilirsin: Birincisi: Kur'ân'ın her cümlesi, hem tek başına, hem de kendisi ile ilgili tüm kayıtlarla birlikte sabit, değişmez bir gerçekten ya da sabit, değişmez bir hükümden söz eder. Şu ayet-i kerimede olduğu gibi: "Allah, de, sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oyalana dursunlar." (En'âm, 91)
Bu ifadede dört bağımsız, değişmez, sabit anlam vardır. Bîrincisi: "Allah, de." İkincisi: "Allah, de, sonra onları bırak." Üçüncüsü: "Allah, de, sonra bırak onları daldıkları bataklıkta." Dördüncüsü: "Allah, de, sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oyalana dur- --------
1- [Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1, s.56, h: 81] 2- [et-Tehzib, c2, h: 155] 3- [Men La Yahzuruh'ul-Fakih, c.1, h: 846]
406 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
sunlar." Bu şekilde incelenmesi mümkün olan her ifadede bu yöntem göz önünde bulundurulabilir.
İkincisi: İki kıssa veya iki anlam aynı cümle veya aynı ifade ile anlatıldığı zaman, her ikisi de aynı merciye dönük olurlar. Bu iki kural iki sırdır ki, gerisinde sırlar yatar. Yol gösterici, hidayet edici Allah'tır.
Bakara Sûresi / 116-117 .................................................. 407
116- "Allah çocuk edindi" dediler. Haşa! O, bundan münezzehtir. Hayır, göklerde ve yerde bulunanların hepsi O'nundur, hepsi O'na boyun eğmiştir.
117- O, örnek edinmeden göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Bir şeyi yaratmak istedi mi, ona sadece "ol" der, o da hemen oluverir.
"Allah çocuk edindi, dediler..." Ayetin akışı, bu sözü söyleyenlerin Yahudi ve Hıristiyanlar olduklarına ilişkin bir ipucu veriyor. Çünkü Yahudiler, "Üzeyir Allah'ın oğludur..."; Hıristiyanlar da, "İsa Allah'ın oğludur..." diyorlardı. Ayrıca buradaki ifadelerin hedefi de Ehlikitap'tır. Onlar, "Allah çocuk edindi." diyorlardı. Bunu önceleri peygamberlerine yönelik bir onurlandırma niteliği olarak kullanmışlardı. Nitekim, "Biz Allah'ın oğulları ve sevdikleriyiz." derlerdi. Bir onurlandırma aracı olarak kullandıkları bu sıfatı daha sonra, bir gerçeğin ifadesi olarak algılamaya başlamışlardı. İşte bu iki ayette yüce Allah onların bu sapık anlayışlarına cevap veriyor ve sözlerini şu şekilde çürütüyor: "Göklerde ve yerde bulunanların hepsi O'nundur..."
Bu ifade ve devamı iki kanıt içeriyor ki, bunların her biri, yüce Allah'ın çocuk edinmiş olmasını, O'nun bir çocuğunun olmasını reddediyor. Çünkü çocuk edinmek; doğal bir varlığın bazı cüzlerini kendisinden koparması, bazı parçalarını kendinden ayırıp tedricî bir eğitim sonucu onu kendi türünden kendine benzer bir fert hâline getirmesi demektir. Yüce Allah ise, benzerlerden münezzehtir. Tam tersine göklerde ve yerde olan her şey O'nun mülküdür, varlı-
408 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
ğını O'na borçludur. Varoluşundan kaynaklanan bir zelillikle O'nun huzurunda boyun eğmiş durumdadır.
Herhangi bir şey, böyle bir niteliğe sahipken, gerçek konumu bundan ibaretken, O'nunla aynı türden ve O'na benzer olabilir mi? O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Yarattığı herhangi bir şeyi eski bir modele bakarak yaratmaz. O'nun yarattığı hiçbir şey eskiden yarattığı hiçbir şeye benzemez. Benzeşme ve taklit açısından O'nun fiilleri, baş-ka hiç kimsenin fiillerini andırmaz. Sair yaratıklar gibi fiillerini tedricî olarak ve sebeplere yapışma suretiyle sergilemez. O, bir şeye karar verdi mi, ona sadece "Ol" der, o da geçmişte bir benzeri olmaksızın ve varoluşsal bir tedricîlik söz konusu olmaksızın hemen oluverir. Öyleyse O'na "Evlât edindi" yakıştırmasında bulunulabilir mi? Ki, evlât edinme bir terbiye sürecini, tedricî bir varoluşu gerektirir. Şu hâlde, "Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur, hepsi O'na boyun eğmiştir." ifadesi eksiksiz bir kanıttır, susturucu bir belgedir. "O, bir örnek edinmeden göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Bir şeyi yaratmak istedi mi, ona sadece 'Ol' der, o da hemen oluverir." ifadesi de bir diğer eksiksiz kanıttır. Ayrıca bu iki ayetten şu sonuçlar çıkıyor:
a) Kulluk niteliği, göklerde ve yerde bulunan tüm yaratıkları kapsayıcı bir genelliğe sahiptir. b) Yüce Allah'ın fiilleri tedricî değildirler. Bundan da şu sonuç çıkıyor: Tedricî olarak meydana gelen her varlığın bir de yüce Allah'tan kaynaklanan tedricîlik dışı bir yönü vardır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "O'nun emri, bir şeyin olmasını istedi mi ona, sadece 'Ol' demektir, o da hemen oluverir." (Yâsîn, 82) "Bizim emrimiz yalnız bir tektir, göz açıp yumma gibidir." (Kamer, 50) Kur'ân'ın içerdiği bu evrensel gerçekle ilgili ayrıntılı bilgiyi Yâsîn suresinin 82. ayetini ele alırken vereceğiz, inşaallah. Şimdilik söz konusu açıklamamızı bekle!
"Haşa! O, bundan münezzehtir." Ayetin orijinalinde geçen "subhanehu" deyimi tenzih etme anlamında mastardır. Bu ifade ancak bir isme muzaf olarak kullanılabilir. Dolayısıyla cümle içinde hazfedilmiş bir fiilin mef'ul-ü mutlakı konumundadır. Açılımı şöyledir: "Sebbehtuhu tesbîhen." Yani, "O'nu tesbih ve tenzih ettim." Buna göre fiil hazfedilmiş, mastar da mef'ulün zamirine iza-
Bakara Sûresi / 116-117 .................................. 409
fe edilerek onun yerine geçirilmiştir. Ayrıca ifadenin, yüce Allah'ın, kendi kutsal zatına yakışmayan nitelendirmelerden, asılsız yakıştırmalardan nasıl tenzih edileceğine ilişkin eğitici, yol gösterici bir yönü de vardır.
"Hepsi ona boyun eğmiştir..." İfadenin orijinalinde geçen "kanitûne" isminin kökü olan "kunût" kelimesi, kulluk ve boyun eğme anlamına gelir.
"O... göklerin ve yerin yaratıcısıdır." Orijinalde geçen "bedî" kavramı, bir şeyin bilinen ve alışılagelen bir örneği olmaksızın, benzersiz olarak meydana getirilmesini ifade eder.
"hemen oluverir." Bu ifade "kun=ol" deyiminin bir ayrıntısıdır. Dolayısıyla şart cümlesinin cezası konumunda değildir, bu yüzden sonu "cezm"li değildir.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-Kâfi ve el-Besâir adlı eserlerde bildirildiğine göre Südeyr es- Say-rafî şöyle demiştir: İmran b. A'yun'un, İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s), "Göklerin ve yerin yaratıcısı..." diye başlayan ayetin ne anlam ifade ettiğini sorduğunu duydum. İmam Bâkır (a.s) dedi ki: "Yüce Allah tüm varlıkları kendi bilgisiyle ve geçmişten bir örneği olmaksızın var etmiştir. Gökleri ve yerleri de yoktan var etmiştir, yani bu yaratılıştan önce gökler ve yerler yoktu. Yoksa yüce Allah'ın, "O'nun arşı su üzerinde idi." [Hûd, 7] sözünü duymadın mı?" [el-Kâfi, c.1 s.256, h: 2]
Ben derim ki: Bu rivayetten son derece ilginç bir sonuç daha çıkıyor. Şöyle ki, "O'nun arşı su üzerinde idi." ifadesindeki su ile bizim bildiğimiz "su" kastedilmiyor. Bunun kanıtı da, yaratılışın önceden varolan bir modele, bir örneğe dayanmamasıdır. Şu göklerin ve yerin yaratılışından önce ilâhî otorite suya dayanıyordu. Şu hâlde o su bildiğimiz bu su değildir. "O'nun arşı su üzerinde idi." (Hûd, 7) ayetini incelerken bu hususa açıklık getireceğiz.
BİLİMSEL VE FELSEFÎ BİR ARAŞTIRMA
Pozitif denemeler, iki varlık aynı bütünsel özellikleri paylaşsalar bile, bunların kimlik olarak ayrı olduklarını kanıtlamaktadır.
410 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Aynı durum, farklılıkları duyularca ayırt edilemeyen iki varlık için de geçerlidir. Çünkü tüm algılayıcı unsurları devrede olan, donanımlı bir duyu, aralarındaki farklılığı belirler.
Felsefî kanıt da bunu gerektirir. Çünkü, eğer iki varlık varsayılsa ve bunlardan biri ötekisinden kendi dışındaki bir şeyle ayırt edilemiyorsa, bu durumda varsayılan çokluğun sebebi, bu ikisinin dışında değil, demektir. Şu hâlde zat, katışıksızdır ve karışık değildir. Bir şeyin katışıksızlığının ikincisi ve tekrarı olmaz. Dolayısıyla çok olarak kabul edilen şey birdir ve çok değildir. Şu hâlde her varlık; zat olarak bir başka varlıktan ayrıdır. Her varlık eskiden bilinen bir benzeri olmaksızın meydana gelmiştir. Yüce Allah, benzersiz yaratır. Gökleri ve yeri örnek alınacak bir benzerleri olmaksızın yaratmıştır.
Bakara Sûresi / 118-119 .................................................... 411
118- Bilmeyenler dediler ki: "Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir ayet gelmeli değil miydi?" Onlardan öncekiler de onların dedikleri gibi demişlerdi. Kalpleri birbirine benzedi. Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere ayetleri apaçık gösterdik.
119- Doğrusu biz seni, gerçekle, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Cehennem halkından sen sorumlu değilsin.
"Bilmeyenler dediler ki..." Bunlar Ehlikitab'ın dışında kalan müşriklerdir. Bundan önceki ayetlerden birindeki karşılaştırma bunun kanıtıdır: "Yahudiler, 'Hıristiyanlar, hiçbir şey (temel) üzerinde değildirler.' dediler. Hıristiyanlar da, 'Yahudiler, hiçbir şey (temel) üzerinde değildirler.' dediler. Oysa hepsi de kitabı okuyorlar. Bilmeyenler de tıpkı onların dedikleri gibi demişlerdi. Artık Allah, ayrılığa düştükleri şeyde, kıyamet günü aralarında hüküm verecektir." (Bakara, 113)
O ayette Ehlikitap, sarf ettikleri sözler açısından Arap müşriklerinin kategorisine sokuluyor. Bu ayette ise, müşrikler Ehlikitabın kategorisine sokuluyor. Yüce Allah diyor ki: "Bilmeyenler dediler ki: Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir ayet gelmeli değil miydi? Onlardan öncekiler de onların dedikleri gibi demişlerdi..." Öncekilerden maksat, Ehlikitap ve Araplar arasında yaşayan Yahudilerdir. Çünkü Yahudiler de Allah'ın peygamberi Musa'ya benzeri sözler söylemişlerdi. Dolayısıyla onların ve kâfirlerin görüş ve dü-
412 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
şünceleri benzeşmiştir. Bunlar da onların sözlerini tekrarlamış oluyorlar. Bunun nedeni kalplerinin benzerliğidir.
"Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere ayetleri apaçık gösterdik." Bu ifade, "Bilmeyenler dediler ki..." şeklinde başlayan ifadeye bir cevap niteliğindedir. Denmek isteniyor ki: Onların istedikleri ayetler, ayrıntılı biçimde açıklanmış olarak gelmişlerdir. Ama, ancak Allah- 'ın ayetlerine derinden inanan ve bunları doyurucu bulan kimseler onlardan yararlanabilir. Şu bilmeyenler ise, kalpleri cehalet örtüsüyle perdelidir. Tutuculuk ve inatçılık felaketine duçar olmuşlardır. Bilmeyenlere ayetler bir yarar sağlamaz. Böylece yüce Allah'ın onları bilgisizlikle nitelendirişi ile güdülen amaç belirginleşiyor. Ayrıca bu husus, Resulullah efendimize (s.a.a) yönelik, Allah katından hak içerikli mesaj ile birlikte bir uyarıcı ve müjdeleyici olarak gönderildiğine ilişkin hatırlatma ile de pekiştiriliyor. Şu hâlde, gönlünü hoş tutmalıdır ve bilmelidir ki: Onlar cehennem ehlidirler. Bu hüküm onların aleyhine kesinleşmiştir. Doğru yola girmeleri, dolayısıyla kurtuluşa ermeleri beklenemez.
"Cehennem halkından sen sorumlu değilsin." Bu ifade, şu ayet-i kerime ile aynı mesajı vurgulamaya yöneliktir: "İnkâr edenlere, gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir; onlar inanmazlar." (Bakara, 6)
Bakara Sûresi / 120-123 ................................................... 413
120- Onların dinine uymadıkça, ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar senden razı olmazlar. De ki: Asıl yol göstericilik Allah'ın yol göstericiliğidir. Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olsan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir veli, ne de bir yardımcı olmaz.
121- Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onu gereği gibi okurlar. İşte onlar, ona inanırlar. Onu inkâr edenler ise ziyankârların ta kendileridir.
122- Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi ve sizi âlemlere üstün kıldığını hatırlayın.
123- Sakının o günden ki hiç kimse, başkasının yerine bir şey ödeyemez, hiç kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefaat fayda vermez ve hiç kimse başkalarından yardım görmez.
414 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
"ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar senden razı olmazlar..." Bu ifade başkalarına yönelik hitaptan sonra Yahudi ve Hıristiyan topluluklara yönelik bir dönüş mahiyetindedir. Yani bir bakıma burada dal budak salan konuşma toparlanıyor. Yüce Allah Yahudi ve Hıristiyanları birkaç kez azarladıktan sonra, çarpık anlayışları yüzünden kınayıcı bir üslûpla onlara hitap ettikten sonra, Peygamberine (s.a.a) dönüyor ve ona şöyle diyor: "Sen onların kendi arzu ve istekleri ve ihtirasa dayalı görüşleri doğrultusunda uydurdukları dinlerine uymadıkça, bunlar senden hoşnut olacak değillerdir." Ardından Elçisine onlara karşı şunları söylemesini emrediyor: "De ki: Asıl yol göstericilik Allah'ın yol göstericiliğidir." Yani, ancak doğru yolu bulmak için birinin yol göstericiliğine uyulur. Allah'ın gösterdiği doğru yoldan da başka yol, başka kılavuz yoktur. Uyulması zorunlu olan ise, ancak haktır. Onun dışındaki görüş ve sistemler -bu cümleden sizin dininiz de- doğru yol değildirler. Dininiz, sizin kişisel arzu ve ihtiraslarınızın manzumesidir. Ona din kisvesini giydirmiş, hayat sistemi adını takmışsınız.
"De ki: Asıl yol göstericilik Allah'ın yol göstericiliğidir." ifadesinde, yol göstericilik, yani hidayet, Allah katından inen Kur'ân'dan kinaye olarak kullanılmış, ardından bu kavram Allah'a izafe edilmiştir. Böylece, "Asıl yol göstericilik Allah'ın yol göstericiliğidir." ifadesinde "kasr'ul-kalb" sanatı söz konusudur. Bu tür yöntem uyarınca gerçekleştirilen hasr, onların dinlerinin yol göstericilik niteliğinden uzak oluşunu gerektirir ki, bu da söz konusu dinin onların kişisel arzu ve i-htirasların ifadesinden ibaret olmasını doğurur. Bu da Resulullah efendimizin (s.a.a) sunduğu mesajın bilgi nitelikli, onların savundukları dünya görüşünün ise, cehalet nitelikli olduğu gerçeğini ortaya koy uyor.
Dolayısıyla ardından hemen şu değerlendirme yapılabiliyor: "Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olsan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir veli, ne de bir yardımcı olmaz." Şu ifadenin derin etkili kanıtsallığına, özlü ama çarpıcı anlatım tarzına, akıcılığına ve berraklığına bakınız.
Bakara Sûresi / 120-123 ........................................ .. 415
"Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler..." Bu cümle, "İşte onlar, ona inanırlar." ifadesinden anlaşılan hasr unsuru aracılığı ile öngörülen bir sorunun cevabı olabilir ki bu soru, "Ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar senden razı olmazlar." cümlesi ile zihinde uyanabilir. Şöyle ki, eğer bunların inanmaları beklenmiyorsa şu hâlde, aralarında kim inanacaktır? Mesajı onlara sunmak, çağrıyı onlara yöneltmek boş ve gereksiz bir çaba mıdır?
İşte zihinde uyanması mümkün olan bu soruya şöyle bir cevap veriliyor: "Kendilerine kitap verdiklerimiz -ki onlar kitabı gereği gibi etüt ederek okuyorlar- ellerindeki kitaba inanıyorlar, dolayısıyla sana da inanırlar." Ya da, "Bunlar hangisi olursa olsun, Allah katından indirilmiş bulunan kitaba inanırlar." Veya, "Onlar Kur'ân adlı kitaba iman ederler." Buna göre, "İşte onlar, ona inanırlar." ifadesindeki hasr, "kasr'ul-ifrad" türündendir ve "ona" zamiri hakkında bazı varsayımlara göre "istihdam" sanatı [yani, dönük olduğu mutlak kavramın bazı fertlerinin kastedilmiş olması] söz konusudur.
Dolayısıyla "kitap verdiğimiz kimseler" ifadesi ile Yahudi ve Hıristiyanlar arasındaki bir grup kastediliyor, bunlar onların içinde yer alan hak taraftarlarıdırlar ve kişisel arzu ve ihtiraslara uymazlar. Kitaptan kasıt ise, Tevrat ve İncil'dir. Ama eğer inananlardan maksat, Resulullah efendimize iman eden müminler ise ve kitapla da Kur'ân-ı Kerim kastedilmişse, o zaman şöyle bir anlam vermek gerekir: "Kendilerine Kur'ân'ı verdiklerimiz, ki onlar bu Kur'ân'a inanırlar, heva ve heveslerine inanan şu kimseler değil." Bu durumda ifadedeki "hasr" unsuru, "kasr'ul-kalb" türünden olur.
"Ey İsrailoğulları..." diye başlayan iki ayette ise konuşmanın sonunda başlangıcına, bitiminde giriş kısmına göndermede bulunuluyor. Burada İsrailoğullarına yöneltilen bazı hitaplara nokta konuyor.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Deylemî'nin İrşâd'ında, "Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler onu gereği gibi okurlar" ayeti ile ilgili olarak İmam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Ayetlerini, üzerinde dura dura okurlar, içerdikleri mesajı derinden kavrarlar, onun hükümlerini uygu-
416 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
larlar, onun içerdiği geleceğe dönük müjdeleri umarlar, yine bu tür tehditlerinin gerçekleşmesinden endişe ederler, anlattığı kıssalarından ibret verici sonuçlar çıkarır, dersler alırlar, emirlerine uyarlar, yasakladığı hususlardan kaçınırlar. Allah'a andolsun ki, burada kastedilen durum, ayetlerini ezberlemek, harflerini öğrenmek, surelerini okumak, onda birini, beşte birini ders almak, harflerini ezberleyip de içerdiği uygulamaya dönük hükümlerini unutmak değildir. Ayetlerinin üzerinde durarak okumak ve içerdiği hükümleri uygulamaktır, kastedilen. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Mübarek bir kitaptır. O'nu sana indirdik ki, ayetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar." [Sâd, 29] [s.101, bab:19]
Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s), "Onu gereği gibi okurlar." ifadesiyle ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "Yani cennet ve cehennem ile ilgili ayetlerin yanında dururlar." [c.1, s.57, h: 84]
Ben derim ki: Bundan maksat, ayetlerin üzerinde düşünmektir.
el-Kâfi'de İmam Sadık'ın bu ayetle ilgili olarak, "Burada işaret edilen kimseler, İmamlardır." dediği belirtilir. [c.1, s.215, h: 4] Ben derim ki: Bu da bir tür uyarlamadır; meseleyi eksiksiz bir ör-neğine işaret ederek açıklığa kavuşturma yöntemidir.
Bakara Sûresi / 124 ................................................... 417
124- Hani Rabbi bir zaman İbrahim'i birtakım kelimelerle sınamış, o da onları tamamlayınca, "Ben seni insanlara imam yapacağım." demişti. İbrahim, "Soyumdan da" deyince, Allah, "Benim ahdim zalimlere ermez." demişti.
Burada, Hz. İbrahim'in (a.s) hayatından bazı kesitler sunmaya baş-lanıyor. Bu başlangıç bir anlamda kıble değişikliğini konu alan ayetlerle, hac ibadetine ilişkin hükümleri içeren ayetlere bir giriş niteliğindedir. Bunun yanı sıra, Allah'ın birliği esasına dayalı (hanif) İslâm dininin özü de bu sıralama içinde açıklığa kavuşturuluyor. Temel bilgilere, ahlâk kurallarına ve ayrıntı niteliğindeki fıkhî hükümlere yer veriliyor. Ayrıca yüce Allah'ın imamlık misyonunu İbrahim'e özgü kılmasını, onun Kâbe'nin temellerini atıp binasını kurmasını ve bir peygamber göndermesini istemesini konu alan ayetler sunuluyor.
"Hani Rabbi bir zaman İbrahim'i... sınamıştı..." Bu ifade, Hz. İbrahim'e imamlık misyonunun verilişine, bu onurun ona bahşedilişine yönelik bir işarettir. Bu olay, Hz. İbrahim'in ömrünün sonlarında, iyice yaşlandığı sıralarda, İsmail ve İshak'ın dünyaya gelişlerinin ve İsmail ile annesini Mekke'ye yerleştirmesinin ardından gerçekleşmiştir. Kimi bilginler de bu hususa dikkat çekmişlerdir. Bunun kanıtı, yüce Allah'ın kendisine, "Ben seni insanlara imam yapacağım" demesinin ardından onun, "soyumdan da" demesidir. Çünkü Hz. İbrahim, meleklerin gelip kendisine İsmail ve İshak adlı oğullarının dünyaya geleceklerini müjdelemelerinden önce, kendisinden sonra bir soyunun olacağını sanmıyordu. Hatta, melekler ken-disine bu müjdeyi verdiklerinde, o konuya ilişkin karamsarlığını ve ümitsizliğini şu ifadelerle dile getirmişti: "Onlara, İbrahim-
418 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
'in konuklarını haber ver: Onun yanına girmişler, 'Selâm' demişlerdi. İbrahim, 'Biz sizden korkuyoruz.' dedi. 'Korkma, dediler, biz sana bilgin bir çocuğun olacağını müjdeleriz.' 'Bana ihtiyarlık dokunmuşken mi beni müjdelediniz? Ne ile müjdeliyorsunuz beni?' dedi. 'Sana gerçeği müjdeledik, ümit kesenlerden olma!' dediler." (Hicr, 51-55)
Yüce Allah'ın bize bildirdiğine göre, onun eşi de, evlât müjdesi karşısında benzeri bir tavır sergilemişti: "İbrahim'in karısı ayakta duruyordu. Bunu duyunca güldü. Biz de ona İshak'ı müjdeledik, İshak-ın ardından da Yakub'u. İbrahim'in karısı, 'Vay, dedi, ben bir koca karı, kocam da bir ihtiyar iken doğuracak mıyım? Bu, cidden şaşılacak bir şey.' Melekler dediler ki: Allah'ın işine mi şaşıyorsun? Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizde ey ev halkı. O, övülmeye lâyıktır, iyiliği boldur." (Hûd, 71-73)
Görüldüğü gibi hem İbrahim'in, hem de karısının sözlerinde, bir karamsarlık, bir ümitsizlik sezilmektedir. Meleklerin onları bir bakıma teselli etmeleri, gönüllerini hoş tutmaya çalışmaları bu yüzdendir. Buna göre ne kendisi, ne de ailesi geride bir soy bırakacaklarını biliyordu. Öyleyse, "Seni insanlara imam yapacağım" sözünden sonra, "Soyumdan da" şeklinde bir ifadenin dile getirilmiş olması, bunun arkasından soy bırakacağına inanan biri tarafından söylendiğinin kanıtıdır. Konuşma adabından az da olsa haberdar olan biri, özellikle İbrahim gibi Allah'ın halis dostu olan bir insan, hakkında bilgi sahibi olmadığı bir hususta nasıl olur da Rabbinden bir istekte bulunabilir? Eğer böyle bir şey söz konusu olursa, o zaman ya "Eğer bana evlât bahşedeceksen soyumdan da" demeliydi ya da bu anlama gelen bir başka ifade kullanmalıydı. Şu hâlde bu olay, başlangıçta da işaret ettiğimiz gibi, Hz. İbrahim'in ömrünün son dönemlerinde yaşanmıştır.
Şu kadarı var ki: "Hani Rabbi bir zaman İbrahim'i birtakım kelimelerle sınamış, o da onları tamamlayınca, 'Ben seni insanlara imam yapacağım.' demişti." ifadesi, Hz. İbrahim'e bahşedilen imamlık misyonunun, ancak yüce Allah'ın onu birtakım sınavlardan geçirip denemesinden sonra ona verildiğini göstermektedir. Bu da, onun normal hayat sürecinde bazı musibetlere uğratılmasından başka bir şey değildir. Yine Kur'ân'ın belirttiğine göre Hz. İbrahim'in geçtiği en ağır imtihan, İsmail'in kurban edilişi mesele-
Bakara Sûresi / 124 ................................................. 419
sidir. Ulu Allah şöyle buyuruyor: "Yavrum, dedi, ben uykuda görüyorum ki, seni kesiyorum... Gerçekten bu apaçık bir imtihan idi." (Saffât, 102-106)
Yüce Allah'ın da belirttiği gibi, bu olayla Hz. İbrahim ömrünün son demlerinde karşılaşmıştı: "İhtiyarlık çağında bana İsmail'i ve İs-hak'ı lütfeden Allah'a hamdolsun. Şüphesiz Rabbim duayı işitendir." (İbrâhîm, 39)
Bu kısa değerlendirmeden sonra, artık ayet-i kerimenin orijinal metninde geçen "kelimeler"in açıklamasına geçebiliriz: "Hani Rabbi bir zaman İbrahim'i sınamıştı." "İbtilâ" ve "belâ" kelimeleri aynı anlamı ifade ederler. Birini imtihandan geçirip denediğin zaman, "ibte-leytuhu" veya "belevtuhu" dersin. Bununla onun gizli kalmış psikolojik niteliklerini ortaya çıkarmış olursun. İtaatkârlık, cesaretlilik, cömertlik, iffetlilik, bilgi, sözünde durma gibi. Ya da bunların karşıtı sayılabilecek özelliklerini öğrenirsin. Bundan dolayı, sınama ancak amelle, yani pratikte olabilir. Çünkü insanın gizli yönlerini amel ortaya döker, söz değil. Sözün doğru veya yalan olması aynı oranda muhtemeldir. Yüce Allah buyuruyor ki: "Biz bahçe sahiplerini sınadığımız gibi, onları da, sınavdan geçirdik." (Kalem, 17) Bir ayette de şöyle buyuruyor: "Allah sizi bir ırmakla sınayacaktır." (Bakara, 249)
Ele almakta bulunduğumuz ayet-i kerimede, sınama eylemi "kelimeler"le ilgili olarak gündeme getiriliyor. Eğer bu kelimelerden maksat, sözler ise, bu ancak o sözlerin amellerle bağlantılarının olması dolayısıyladır. Bu sözlerin birtakım ahitleri ve emirleri ifade etmeleri dolayısıyladır ve bunların da fiil ile sıkı bağlantıları vardır. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "İnsanlara güzel söz söyleyin." (Bakara, 83) Yani onlarla iyi ilişkiler içinde olun. "birtakım kelimelerle... o da onları tamamlayınca." İfadenin orijinalinde geçen "kelimat", "kelime"nin çoğuludur. Bu deyim Kur'ân-ı Kerim'de "lafız" ve "söz" dışında nesneler için de kullanılmıştır, şu ayet-i kerimede olduğu gibi: "...kendisinden bir kelime, adı Meryem oğlu İsa Mesih'tir." (Âl-i İmrân, 45) Bunun sebebi ise, bütün yaratıkların Allah'ın "ol" sözünün sonucu meydana gelmesidir. Nitekim yüce Allah bir diğer ayette şöyle buyuruyor: "Allah katında İsa'nın durumu, Âdem'in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona 'Ol' dedi, o da oluverdi." (Âl-i İmrân, 59) Kur'ân-ı Kerim'de,
420 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
"kelime" sözcüğünün yüce Allah'a izafe edildiği her yerde bununla "söz" kastedilmiştir. Şu ayet-i kerimelerde olduğu gibi: "Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek kimse yoktur." (En'âm, 34) "Allah'ın kelimeleri değişmez." (Yûnus, 64) "Allah kelimeleriyle hakkı gerçekleştirir." (En-fâl, 7) "Üzerlerine Rabbinin kelimesi hak olanlar inanmazlar." (Yûnus, 96) "Ama kâfirlere azap kelimesi hak oldu." (Zümer, 71) "Böylece Rab-binin kâfirler hakkındaki, 'Onlar ateş ehlidir.' sözü yerini bulmuş oldu." (Mü'min, 6) "Eğer belli bir süreye kadar Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında hüküm verilirdi." (Şûrâ, 14) "Yüce olan, yalnız Allah'ın sözüdür." (Tevbe, 40) "Buyurdu ki: Gerçek ve ben gerçeği söylerim." (Sâd, 84) "Biz bir şeyi istediğimiz zaman, söyleyeceğimiz söz, sadece ona 'Ol' dememizdir; derhâl oluverir." (Nahl, 40)
Bu ve benzeri ayetlerde "söz" kavramı kastedilmiştir. Söz ise, konuşanın yanında bulunan bir şeyi muhataba bildirmesidir. Haber amaçlı cümlelerde olduğu gibi. Ya da yanındakini muhatabına yüklemesidir. Emir, nehiy sorgulama, dilek gibi inşâ amaçlı cümlelerde olduğu gibi. Bu kavramın yüce Allah'ın sözünde "tamam" sıfatı ile nitelendirilmesi de, bu yüzden olsa gerektir. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe tamam-lanmıştır. O'nun sözlerini değiştirebilecek kimse yoktur." (En'âm, 115) "Rabbinin İsrailoğullarına verdiği güzel söz tamamlandı." (A'râf, 137) Âdeta deniliyor ki, kelime söyleyenin ağzından çıktıktan sonra henüz eksiktir, pratiğe dökülmedikçe tamamlanmış ve doğruluğu kanıtlanmış sayılmaz.
Ama bu durum, yüce Allah'ın sözünün aynı zamanda O'nun fiili olması ile çelişmez. Çünkü dış gerçekler bir hükme tâbidirler; sözlü, kelâmî amaçlar da bir başka hükme tâbidirler. Dolayısıyla yüce Allah'ın bir şeyi gizlilikten sonra bir peygamberine veya onların dışındaki birine göstermesi ya da onu birine yüklemesi, Allah'ın sözü ve kelâmıdır. Çünkü sözün ve kelâmın, haberin, emir veya yasağın hedeflediği hususu içermektedir. Böyle durumlar için söz (kavl) veya kelime sözcüğünün kullanılması son derece yaygındır. Ama bunun için de ifadenin söz (kavl) ve kelime ile kastedilen hedefi gerçekleştirmesi gerekir. Söz gelimi, söylediğin bir sözden, daha önce dile getirdiğin bir kelimeden dolayı "mutlaka şöyle şöyle yapacağım" dersin. Ama sen bir söz söylememişsin, önceden
Bakara Sûresi / 124 ................................................. 421
bir kelime dile getirmemişsin. Sadece bir şeye karar vermişsin, artık o sözünden, herhangi bir aracının girişiminden dolayı vazgeçmezsin ve irade zaafına düşmezsin. Antara'nın şu beyti de buna bir örnektir.
"Savaşın korkulu anlarında kendi kendine de ki: Korkup sarsılma; / çünkü ya öldürüp rahatlarsın ya da ölüp övülürsün." "Demek"ten maksat, nefsine sarsılmazlığı, kararlılığı ve yerini terk etmeyişi telkin etmektir. Çünkü eğer ölecek olursa, övgü ile ve eğer yenecek olursa rahata kavuşmakla başarı elde etmiş olacaktır. Bu husus açıklığa kavuştuktan sonra, yüce Allah'ın "kelimeler" ifadesiyle, Hz. İbrahim'i sınavdan geçirdiği birtakım olayları ve uymasını istediği birtakım ahitleri kastettiğini anlarsın. Yıldızlar, putlar, ateşe atılma, hicret ve oğlunu kurban etme gibi sınavlar. Ayet-i kerimede "kelimeler"in neler olduğu belirtilmiyor; çünkü amaç bu değildir. Evet, "Seni insanlara imam yapacağım." ifadesinin "kelimeler"den sonra yer almış olması gösteriyor ki, bununla bazı işler kastedilmiştir ki, Hz. İbrahim (a.s) bunların gereklerini eksiksiz yerine getirerek imamlık misyonunu üstlenmeye lâyık olduğunu kanıtlamıştır.
"Kelimeler"in mahiyeti budur. Bunların tamamlanışına gelince, eğer "etemmehunne=tamamlayınca" fiilindeki zamir, Hz. İbrahim'e dönükse, bu, Hz. İbrahim'in, kendisinden istenenleri yerine getirmesinin, emredilenleri eksiksiz uygulamasının kastedildiğini gösterir. Şayet, ifadenin zahirinden de anlaşıldığı gibi, fiildeki zamir yüce Allah'a dönükse, o zaman yüce Allah'ın Hz. İbrahim'i kendisinden istenenleri yerine getirme hususunda başarılı kılması, bu hususta ona yardımcı olması kastedildiği sonucu çıkar. Bazıları, ayet-i kerimede geçen "kelimeler"den maksat, "Yüce Al-lah'ın, 'Seni insanlara imam yapacağım.' diye başlayan sözleridir." demişlerdir. Böyle bir yaklaşıma itina etmemek gerekir, çünkü Kur'ân-ı Kerim'de "kelimeler" deyiminin, sözel cümleler için kullanıldığına rastlanmaz.
"Seni insanlara imam yapacağım." Yani seni insanların izlediği bir önder yapacağım. Senin sözlerine ve fiillerine uyacaklardır. Çünkü imam, insanların peşinde gittikleri, kendilerine önder kabul
422 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
ettikleri kimsedir. Bundan dolayı bazı tefsir bilginleri, önderlikten maksadın "peygamberlik misyonu" olduğunu söylemişlerdir. Çünkü ümmet din hususunda peygamberine uyar. Yüce Allah buyuruyor ki: "Biz her peygamberi, Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesi için gönderdik." (Nisâ, 64) Ama bu yaklaşım, yani Hz. İbrahim- 'e bahşedilen önderliğin peygamberlik olarak değerlendirilmesi son derece yanlıştır.
Çünkü, birincisi: İfadedeki "imamen" kelimesi ikinci mefuldür, etkeni (âmili) de "câiluke" ifadesidir. Oysa ism-i fail mazi anlamını ifade ediyorsa, meful üzerinde etkili olmaz. Ancak şimdiki zaman ya da gelecek zaman anlamını ifade ettiğinde meful üzerinde etkisi söz konusu olabilir. Bu yüzden, "Seni insanlara imam yapacağım." sözüyle Hz. İbrahim'e (a.s) gelecekte imamet vaadi verilmiştir. Bu da, vahiy yoluyla verilen bir vaattir ki, ancak peygamberlik misyonuna sahip kimseler için mümkündür. Hz. İbrahim de (a.s) imamlık niteliğini almadan önce peygamber olarak görevlendirilmişti. Şu hâlde ayette sözü edilen "imâmet"ten maksat, bazı tefsir bilginlerinin ileri sürdükleri gibi peygamberlik görevi değildir.
İkincisi: Konunun giriş bölümünde de vurguladığımız gibi, imamlıkla görevlendirilme olayı İbrahim Peygamberin (a.s) ömrünün son demlerinde, meleklerin gelip ona İsmail ve İshak'ı müjdelemelerinden sonra gerçekleşmişti. Melekler, Lût kavmine uğrayıp onları yeryüzünden silmek üzere yola çıkmışlarken ona uğramış ve ona bu müjdeyi iletmişlerdi. Hz. İbrahim bu sırada ilâhî mesajı insanlara sun-makla görevlendirilmiş bir peygamberdi. Dolayısıyla imam olmadan önce peygamber olmuştu. Yani onun imamlık misyonu, peygamberlik misyonundan farklıydı.
Yukarıda sunduğumuz yorumlama biçiminin kaynağı, Kur'ân-ı Kerim'de yer alan kavramların sürekli olarak kullanımından kaynaklanan aşınma ve anlam kaymasıdır. Bu şekilde içerik aşınmasına uğrayan kavramlardan biri de "imamet"tir. Bazıları bu kavramı, peygamberlik, öncülük ve sınırsız itaat edilirlik olarak yorumlamışlardır. Diğer bazı tefsir bilginleri, imamlık misyonunu, din ve dünya işleri ile ilgili halifelik, vasilik veya başkanlık olarak açıklamışlardır.
Bakara Sûresi / 124 ................................................. 423
Ama bunların hiçbiri olmaz. Çünkü "nübüvvet"in anlamı, Allah katından haber getirmektir. "Risalet"in anlamı ise, tebliğ misyonunu üstlenmektir. Halifelik ise, bir tür naipliktir. Vasilik de öyle. Başkanlık kavramı da itaat edilirliği ifade eder. Bu da toplumsal yönetimde otorite işlevini görür. Ama bunların hiçbirisi imamlığın anlamını ifade etmez. İmamlık bir insanın başkalarınca izlenmesidir, söz ve fiillerinin tıpatıp uygulanmasıdır. Dolayısıyla, itaat edilmesi zorunlu olan bir peygambere, "Seni insanlara imam yapacağım." ya da "Peygamberliğinin gereği sunduğun mesaj noktasında seni itaat edilen biri yapacağım." demenin bir anlamı yoktur. Bir peygambere, "Seni din hususunda emreden, nehyeden bir başkan, bir vasi, insanlar arasında baş gösteren anlaşmazlıkları Allah'ın hükmüne göre çözümleyen yeryüzü halifesi yapacağım." demenin ne anlamı vardır?
İmamlık kavramı salt sözel olarak az önceki kelimelerle çelişmez ve sırf bu açıdan kendine özgü bağımsız bir kavram olarak ön plâna çıkmaz. Çünkü -peygamber olarak görevlendirildikten sonra itaat edilmesi bu görevinin öngördüğü bir zorunluluk olan- bir peygambere, "Seni itaat edilmesi gereken biri yaptıktan sonra, insanların itaat ettikleri biri yapacağım." demek doğru olmaz. Birtakım ifadesel değişikliklerle de olsa bu anlama gelebilecek sözler sarf etmek uygun düşmez. Çünkü aynı mahzurla karşılaşılacaktır. Ayrıca ilâhî nimetler, sırf ifadesel anlamlarla sınırlı değildir. Bunların gerisinde yatan başka gerçekler vardır. Dolayısıyla, imamlık kavramı, bunlardan öte başka gerçekleri ifade etmektedir. İlâhî kelâma baktığımızda görüyoruz ki, imamlık kavramına yer verilen her yerde, açıklayıcı bir unsur olarak da peşinden "hidayet" kavramına yer veriliyor. Yüce Allah Hz. İbrahim'in yaşam öyküsünden kesitler sunduğu ayetlerde şöyle buyuruyor: "Ona İshak'ı hediye ettik, üstelik Yakub'u da. Hepsini de salih insanlar yaptık. Onları, emrimizle doğru yola ileten imamlar yaptık." (Enbiyâ, 72-73) "Onların içinden, emrimizle doğru yola ileten imamlar yaptık." (Secde, 24)
Bu ayetlerde imamlık misyonu, tanımlayıcı bir unsur olarak hidayet, yani doğru yola ileticilik sıfatı ile açıklanıyor. Ayrıca yüce
424 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Allah, bu misyonu "emir" ile kayıtlı kılıyor. Bununla demek istiyor ki, imamlık misyonunun hidayet işlevi mutlak değildir. Tersine, bu misyon Allah'ın emriyle gerçekleşen bir misyondur. Emir meselesi de şu ayet-i kerimelerde açıklığa kavuşturuluyor: "Onun emri, bir şeyin olmasını istedi mi ona sadece 'ol' demektir, hemen oluverir. Yücedir O ki, her şeyin melekutu O'nun elindedir." (Yâsîn, 82-83) "Bizim emrimiz yalnız bir tektir, göz açıp yumma gibidir." (Kamer, 50)
Bu iki ayetti açıkladığımızda, ilâhî emrin, bu ayetlerden birinde "melekut" olarak isimlendirildiğini ve bunun yaratılışın bir başka yönü olduğunu vurgulayacağız. Yaratılışın bu yönüyle yaratıklar her türlü zaman ve mekân kaydından temizlenmiş değişim ve başkalaşım unsurlarından soyutlanmış olarak Allah'a yönelirler. "Ol" kelimesi ile kastedilen de budur ve bu, bir şeyin objektif varlığından başka bir şey değildir. Ki bu, şeylerin diğer yönü olan yaratma karşısındadır. Değişkenlik, tedricîlik, hareket ve zaman yasalarına uyarlanma da bu yönde (yaratmada) söz konusudur. İleride inşaallah daha ayrıntılı bilgi sunana kadar, şimdilik ana hatlarıyla yaptığımız bu değinme ile yetinmelisin.
Kısacası, imam yol ileticidir, kendisine eşlik eden melekutî bir emirle doğru yola iletir. Bu bakımdan imamlık misyonu batınî olarak insanların işleri üzerinde bir tür velâyet yetkisine sahip olmak demektir. Allah'ın emri ile hidayet etmesi de, insanları istenen hedefe ulaştırmasıdır; salt bir yol gösterme işi değildir. Çünkü yol gösterme, nebi ve resulün görevidir. Her mümin de nasihat ve güzel öğüt aracılığı ile insanlara Allah'ın yolunu gösterebilir. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Biz, her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara açıklasın. Sonra, Allah dilediğini saptırır, dilediğini yola iletir." (İbrâhîm, 4) Yüce Allah, Firavunoğulları arasında yer alan bir müminle ilgili olarak şöyle buyurur: "İnanan adam dedi ki: Ey kavmim, bana uyun, sizi doğru yola götüreyim." (Mü'min, 38) Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor yüce Allah: "Her topluluktan bir grubun toplanıp dini iyice öğrenmeleri ve kavimleri kendilerine dönüp geldikleri zaman kaçınmaları için onları uyarmaları gerekmez mi?" (Tevbe, 122) Bu hususta daha detaylı bilgiler sunacağız.
Bakara Sûresi / 124 ................................................. 425
Yüce Allah, söz konusu kullarına imamlık misyonunu bahşedişinin gerekçesini şu şekilde açıklıyor: "Sabrettikleri ve ayetlerimize kesinlikle inandıkları için..." (Secde, 24) Burada, söz konusu misyonu hakkedişlerinin geri plânındaki sebep, Allah yolunda sabırlı oluşları olarak açıklanıyor. İfadede sabırla ilgili bir kayda yer verilmiyor. Dolayısıyla bu kavram, insanın tâbi tutulduğu her türlü sınavla, kulun kulluğunun sınandığı her türlü musibetle ilgilidir. Bir de onların kesinlikle inananlar olduğundan söz ediliyor.
Yine Hz. İbrahim'in yaşam öyküsü sunulurken şöyle bir ifadeye yer veriliyor: "Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekutunu gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun." (En'âm, 75) Ayetin zahirinden şöyle bir sonuç elde edilebilir: Hz. İbrahim'e melekutun gösterilmesi, kesin inanca ulaşması için bir mukaddime konumundaydı. Böylece, kesin inancın melekutu gözlemlemenin ayrılmaz bir unsuru olduğu açığa çıkıyor. Şu ayetler de bu gerçeği vurgulamaya yöneliktirler: "Hayır, kesin bilgi ile bilseydiniz, elbette cehennemi görürdünüz." (Tekâsur, 5-6) "Hayır, onların işleyip kazandıkları şeyler, kalplerinin üzerine pas olmuştur. Hayır, doğrusu o gün onlar, Rablerinden perdelenmişlerdir. Sonra onlar elbette cehenneme gireceklerdir... Hayır, iyilerin yazısı İlliyyîn'dedir. İlliyîn'in ne olduğunu sen nereden bileceksin? Yazılmış bir kitaptır. Yaklaştırılmış olanlar onu görürler." (Mutaffif în, 14-21) Bu ayet-i kerimeler gösteriyor ki, yaklaştırılmış olanlar, kalbi ilgilendiren bir perde sonucu Rablerinden perdelenmeyen kimselerdir. Bu perde günah, cehalet, şek ve şüphedir. Yak-laştırılmışlar kesin inanç sahipleridirler ve onlar cehennemi gördükleri gibi İlliyîn'i de görürler. Kısacası, imam kesin inanca sahip bir insan olmalıdır. Yüce Allah'ın kelimeleri aracılığı ile melekut âlemini gözlemleyebilmelidir. Bundan önce "melekut" kavramının "emir" olduğunu, onun da şu âlemin iki yönünden birini oluşturduğunu vurgulamıştık. Çünkü yüce Allah'ın, "emrimizle doğru yola iletirler." ifadesi gösteriyor ki, imam, hidayet kavramı ile ilgili olan her şeyin -kalpler ve amellerin- batınını ve hakikatini bilir. Söz konusu şeyin emirle (melekutla) ilgili yönü imamın gözü önündedir, ona gizli olamaz. Bilindiği gibi kalpler ve ameller diğer şeyler gibi iki yönlüdürler.
426 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Dolayısıyla imam kulların hayır ve şer nitelikli amellerini görür. O her iki yolu da kontrol eder. Yani hem mutluluk, hem de bedbahtlık yolunu...
Ulu Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Her milleti imamıyla çağıracağımız gün..." (İsrâ, 71) Burada amel kitabının dışında gerçek imamın kastedildiğini ileride açıklayacağız. Çünkü ayetin zahirinden böyle bir sanıya kapılabilir insan. İmam sırların yoklanıp ortaya döküleceği gün insanları Allah'a doğru yürütür. Tıpkı şu dünya hayatının zahirî ve batınî alanlarında onları sevk ettiği gibi. Bu ayet-i kerime bunun yanı sıra, hiçbir zamanın imamsız olmayacağını, her zamanın bir imamı olması gerektiğini ortaya koyuyor. "Her millet..." ifadesi bunu gösterir. Ayeti ele aldığımız zaman vardığımız bu sonucu daha ayrıntılı biçimde açıklayacağız.
Ancak bu anlam, yani imamlık misyonu, yüceliği ve onurlu bir makam oluşuna göre ancak kendi zatından dolayı mutluluk niteliğine sahip kimse için geçerli olabilir. Çünkü, zâtına zulüm ve bedbahtlık unsurlarının bulaşması muhtemel olan birisinin mutluluğu ancak kendisinin dışındaki birinin hidayetine bağlıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "...Hakka götüren mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa yola götürülmedikçe kendisi doğru yolu bulamayan mı?" (Yûnus, 35) Bu ayette doğru yola ileten ile, ancak başkası tarafından iletilebilen kişi arasında bir karşılaştırma yapılıyor. Bu karşılaştırmadan çıkan sonuca göre, doğru yola ileten kimse, kendiliğinden hidayet bulmuş olandır. Başkası tarafından doğru yola iletilen kimse ise, elbette hakka hidayet edici olamaz.
Yaptığımız bu açıklamalardan şu iki sonuç çıkıyor:
a) İmamın sapıklık ve günaha karşı korunmuş (masum) olması zorunluluğu vardır. Aksi takdirde kendisinden dolayı hidayet edici olamaz. Daha önce buna değindik. Şu ayet-i kerime de bu hususu vurgulamaya dönüktür: "Onları, emrimizle doğru yola ileten imamlar yaptık ve onlara hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik. Onlar bize kulluk eden insanlardı." (Enbiyâ, 73) Şu hâlde imamın işleri hayırdır, hayra dönüktür. Bu işleri başkasının yol göstericiliği ile değil, kendi nefsinin ulaşması ve ilâhî destek ve Rabbanî yardım ile gerçekleştirir.
Bakara Sûresi / 124 ................................................. 427
Bunun kanıtı da, "hayırlı işler yapma" ifadesinin orijinalinde geçen masdarın muzaf oluşu [fi'le'el-hayrati] ve bunun da fiilen gerçekleşmiş bir şeyi göstermesidir. Yani bu ifade, "Onlara hayırlı işler yapın diye vahy ettik" ifadesinden farklı bir yapıdadır. Çünkü bu tarz bir ifade gerçekleşmişliği, yaşanmışlığı anlatmaz. Oysa, "Onlara hayırlı işler yapmayı vahyettik." ifadesi, onların işlemiş oldukları hayırlı amellerin batınî bir vahiy ve semavî bir destek ile gerçekleştiğini gösterir.
b) Sapıklık ve günaha karşı korunmuş (masum) olmayan biri, elbette gerçeğe iletici imam olamaz.
Bu açıklamadan çıkan sonuç şudur: "İbrahim, 'Soyumdan da.' deyince Allah, 'Benim ahdimin zalimlere ermez.' demişti." ifadesindeki "zalimler" deyimini kısıtlayan bir kayıt yoktur. Bu yüzden kendisinden şirk ve günah gibi herhangi bir zulüm sadır olan herkes bu deyimin kapsamına girer. Ömrünün belli bir döneminde, böyle bir duruma düşse ve sonra tövbe edip durumunu düzeltse bile.
Üstatlarımızdan birine (Allah rahmet etsin); bu ayetten hareketle, imamın masumluğu sonucunun nasıl çıkarıldığı soruldu. O şu cevabı verdi: Aklî bir bölme olarak insanlar dört gruba ayrılırlar. a) Bütün ömürleri boyunca zalim olanlar. b) Bütün ömürleri boyunca hiç zulüm işlemeyenler. c) Ömrünün başlangıcında zalim olup da sonunda bundan vazgeçenler. d) Ömrünün başında zulümden kaçınıp da sonunda zulüm işlemeye başlayanlar. Hz. İbrahim (a.s), soyundan birinci ve dördüncü kategoriye giren- ler için imamlık niteliğini istemeyecek kadar büyük bir kişiliktir. Geriye iki kısım kalıyor. Yüce Allah bunlardan birini ahdinin kapsamına almayı reddediyor. Bunlar, ömürlerinin başlarında zulüm işleyip de sonunda bundan vazgeçenlerdir. Geriye bir grup insan kalıyor. Bunlar da tüm hayatları boyunca hiç zulüm işlemeyen kimselerdir.
Şu noktaya kadar yaptığımız açıklamaların ışığında aşağıdaki hususlar aydınlığa kavuşuyor.
1) İmam Allah'ın belirlemesiyle belirlenir. 2) İmam, ilâhî koruma sonucu masum olmalıdır.
428 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
3) Yeryüzü, üzerinde insanlar yaşadıkça gerçek imamdan yoksun kalmaz. 4) İmam Allah tarafından desteklenmelidir. 5) Kulların amelleri imamın bilgisine kapalı değildir. 6) İmam, insanların dünya ve ahiret ile ilgili olarak ihtiyaç duydukları tüm bilgilere sahip olmalıdır. 7) İnsanlar arasında kişisel faziletler bakımından imamdan daha üstün birinin bulunması muhaldir.
İmamlık misyonu ile ilgili meselelerin özünü bu yedi husus oluşturmaktadır. Bu sonuçları, ele almakta olduğumuz bu ayet-i kerime ile, ilgili diğer ayetlerden çıkarıyoruz. Gerçeğe ileten ulu Allah'tır. Şayet desen ki: Eğer imamlık, Allah'ın emri ile hidayete iletmeyi ifade ediyorsa ve bu da "...hakka götüren mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa yola götürülmedikçe kendisi doğru yolu bulamayan mı?" (Yûnus, 35) ayetinin de vurguladığı gibi, insanın kendiliğinden doğruyu bulması eşliğinde olan hakka iletmek demekse, o zaman bütün peygamberler kesinlikle imamdırlar. Çünkü peygamberin üstlendiği peygamberlik misyonunun, Allah'ın vahiy aracılığı ile sunduğu yol göstericiliği olmadıkça yerine gelmeyeceği açıktır. Yani peygamber bu niteliği kendi çabası ile bir başkasından, öğretim ya da öğüt gibi yöntemlerle edinmez. Bu durumda birine peygamberlik misyonunun bahşedilmesi, zorunlu olarak imamlık misyonunun da bahşedilmesini gerektirir. Şu hâlde siz yukarıdaki iddianızla, kendi kendinizi çelişkiye düşürdünüz.
Cevabında şöyle deriz: Ayet-i kerimeden çıkardığımız sonuçlar doğrultusunda yaptığımız açıklamaların ışığında şu husus açıklığa kavuşuyor: Hak ile hidayet edicilik, ki bu imamlık demektir, hak ile hidayet bulmuşluğu gerektirir. Ama bunun tersten ifadesi, yani hak ile hidayet bulmuş herkesin hak ile başkasını hidayet etmesi, dolayısıyla her peygamberin kendiliğinden hidayet bulmuş olduğuna göre imamlık misyonuna sahip olması gerektiği henüz tam olarak açıklığa kavuşmuş değildir. Onun için de yüce Allah, bazı ayetlerde hak ile gerçeği bulmaktan söz ediyor; ama bunu başkalarını hakka iletmeye yönelik bir işaret olarak sunmuyor.
Bakara Sûresi / 124 ................................................. 429
Nitekim şu ifadede buna yönelik bir vurgulama vardır: "Biz ona İshak' ı ve Yakub'u da hediye ettik; hepsine de doğru yolu gösterdik. Nitekim daha önce Nuh'a ve onun soyundan Davud'a, Süleyman'a, Eyyub'a, Yusuf'a, Musay'a ve Harun'a yol göstermiştik. Biz güzel dav-rananlara böyle karşılık veririz. Zekeriyya, Yahya, İsa ve İlyas'a da. Hepsi iyilerden idiler. İsmail, Elyes'a, Yunus ve Lût'a da. Hepsini âlemlerden üstün kıldık. Babalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden bazılarını da... Onları seçtik ve onları doğru yola ilettik. İşte bu Allah'ın hidayetidir, kullarından dilediğini buna iletir. Eğer onlar Allah'a ortak koşsalardı, kendileri için yaptıkları her şey hiç olur giderdi. İşte onlar, kendilerine kitap, hüküm ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Şimdi şunlar, bunları inkâr ederse, biz, onları inkâr etmeyecek bir toplumu onlara vekil bırakmışızdır. İşte onlar, Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Onların yoluna uy." (En'âm, 84-90) Gördüğün gibi, ayetlerin akışının verdiği mesajdan söz konusu hidayetin değişmeyeceği, başkalaşmayacağı sonucu çıkmaktadır. Bu hidayet Resulullah'ın ardından, ümmetinin özellikle İbrahim'in soyundan gelenlerin üzerinden kaldırılmayacaktır. Şu ayet-i kerime de bu hususa yönelik bir işaret içermektedir: "Bir zaman İbrahim, babasına ve kavmine demişti ki: 'Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk ederim. Çünkü O, bana doğru yolu gösterecektir.' Allah onu (tevhit kelimesini) soyu arasında devamlı kalacak bir kelime kıldı ki insanlar hakka dönebilsinler." (Zuhruf, 26-28)
Bu ayetlerden anlaşıldığı kadarıyla, Hz. İbrahim şu anda, onların kulluk ettikleri düzmece ilâhlardan uzak olduğunu belirtiyor ve gelecekte Allah tarafından hidayet edileceğini onlara haber veriyor. Onun kastettiği, gerçek anlamıyla Allah'ın emri ile hakka iletilmektir. Görüş ve ibret alma sonucu ulaşılan hidayet değil. Çünkü bu ikinci şıktaki hidayet, bu aşamada gerçekleşmiş durumdadır. "Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk sunarım." ifadesi bunun kanıtıdır.
Ardından yüce Allah, bu hidayeti, İbrahim'in soyunda kalıcı bir kelime yaptığını bildiriyor. Kur'ân-ı Kerim'in "kelime" kavramını "söz" anlamının dışında olgular için kullandığı yerlerden birisi de
430 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
budur. Bunun bir örneği de şu ayet-i kerimedir: "Onları takva kelimesine bağladı. Zaten onlar buna lâyık idiler." (Fetih, 26) Sonuç olarak diyoruz ki: İmamlık misyonu Hz. İbrahim'den sonra, onun evlâtlarına geçmiştir. "Soyumdan da, deyince Allah, 'Benim ahdim zalimlere ermez.' demişti." ifadesi buna işaret etmektedir. Hiç kuş-kusuz Hz. İbrahim (a.s) imamlığı soyundan gelen bazı kimseler için istemiştir, tüm zürriyeti için değil. Bu misyonun zalimlere verilmeyeceği belirtilerek ona cevap veriliyor. Tüm soyu zalimlerden oluşamayacağına göre, bu isteğin zalimleri kapsamaması, tüm soyunu kapsamaması anlamına gelmez. Bu ayette, Hz. İbrahim'in isteğinin kabul gördüğü ve bunun bir ahit olduğu, ayrıca bu ahdin zalimlere ermeyeceği dile getiriliyor. "Benim ahdim zalimlere ermez." ifadesi, zalimlerin ilâhî ahdin kapsamından uzak olduklarına işaret etmektedir. Buna kinaye yoluyla istiâre sanatı denir.
AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-Kâfi'de belirtildiğine göre, İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah İbrahim'i nebi yapmadan önce kul yaptı. Resul yapmadan önce nebi yaptı. Dost yapmadan önce resul yaptı. İmam yapmadan önce dost (halil) yaptı. Saydığımız bu nitelikleri üzerinde toplayınca Allah ona, 'Seni insanlara imam yapacağım.' dedi. Hz. İbrahim'in gözünde imamlık o kadar önemliydi ki: 'Soyumdan da.' dedi. Allah dedi ki: 'Benim ahdim zalimlere ermez, demişti.' Ahmak ve beyinsiz biri, takvalı insanın imamı olamaz." [c.1, s.174-175, h: 1, 2 ve 4]
Ben derim ki: Bu anlamı içeren bir diğer hadis de yine İmam Sadık'tan (a.s), ama bir başka kanaldan rivayet edilmiştir. İmam Bâkır'dan (a.s) da benzeri bir rivayet aktarılmıştır. İmam Bâkır'dan (a.s) aktarılan rivayetin aynısını Şeyh Müfid İmam Sadık'tan (a.s) rivayet etmiştir. "Allah İbrahim'i nebi yapmadan önce kul yaptı." Bunu yüce Allah'ın şu sözünden de anlamak mümkündür. "Andolsun biz, önceden İbrahim'e de doğru yolu bulma kabiliyetini vermiştik. Zaten biz onu biliyorduk' ...Ben de buna şahitlik edenlerdenim." (En-
Bakara Sûresi / 124 ....Bakara Sûresi / 124...... 431
biyâ, 51-56)
Hz. İbrahim'in yaşam sürecinin ilk aşamasında kul yapıldığının işaretleri bu ayetlerde gözlemlenmektedir.
Bil ki, yüce Allah'ın herhangi bir insanı kul yapması, o insanın özünde sahip olduğu varoluşsal kulluk niteliğinden farklı bir durumdur. Çünkü kulluk, varoluşun ve yaratılışın bir gereğidir. Anlayış ve bilinç sahibi bir yaratık, bu temel nitelikten soyutlanmış olarak düşünülemez. Bu bakımdan birini kul yapmak veya edinmek söz konusu olamaz. Çünkü insanın varlığı Rabbinin mülküdür, O'nun tarafından yaratılmış, O'nun tarafından biçimlendirilmiştir. İnsanın günlük hayatında, Allah'ın mülkü olmanın gereklerini yerine getirmesi, yüce Rabbi-nin rablik makamına teslim olması veya bunun tam tersi bir tutum sergilemesi, onun bu varoluşsal niteliğinde bir değişikliğe yol açmaz. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Göklerde ve yerde bulunan herkes Rahman'a kul olarak gelecektir." (Meryem, 93) Ancak bir insan günlük hayatında, yeryüzünde büyüklenerek, haddini aşarak kul olmanın gereklerini yerine getirmezse, kulluğun kurallarına uymazsa, kulluğun amaçları bakımından onun "kul" olarak isimlendirilmemesi gerekir. Çünkü kul, Rabbine, yani sahibine teslim olan, kendi yönetimini onun iradesine bağlayan kimseye denir. Dolayısıyla hem kişilik bakımından ve hem de amelde kulluğun gereğini yerine getirenden başkası "kul" olarak anılmamalıdır. Çünkü ancak böyle birisi gerçek kuldur. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Rahman'ın kulları yeryüzünde mütevazı olarak yürürler." (Furkan, 63)
Şu hâlde yüce Allah'ın bir insanı kul edinmesi (yani kul olarak kabul etmesi ve rububiyet sıfatıyla ona yönelmesi), onun velâyetini (veliliğini), yönetimini üstlenmesi demektir. Tıpkı efendinin kölesinin yaşamını yönlendirmesi gibi, O da kulunun hayatını yönlendirir, biçimlendirir. Kulluk, velâyetin anahtarıdır. Şu ayet-i kerime de bunu pekiştirir niteliktedir: Benim velim, kitabı indiren Allah'tır. O iyilerin velisidir." (A'râf, 196) Yani Allah, velâyete lâyık olanların velisidir.
Ayrıca yüce Allah kitabında yer alan bazı ayetlerde Hz. Peygamberi kul olarak nitelendirmiştir. Ulu Allah buyuruyor ki: "O ki, kuluna kitabı indirdi." (Kehf, 1) "Kuluna açık açık ayetler indiren O'dur." (Hadîd, 9) "Allah'ın kulu kalkıp ona dua edince..." (Cinn, 19) Böylece anlaşılıyor ki, birini kul edinmek, onu velâyeti
432 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Böylece anlaşılıyor ki, birini kul edinmek, onu velâyeti altına almaktır. "Resul yapmadan önce nebi yaptı." Ehlibeyt İmamlarına dayandırılan rivayetlerde, nebi ile resul arasındaki fark şu şekilde dile getirilir: Nebi, kendisine vahyedilen mesajı, rüyasında görüp algılayan kimsedir. Resul ise, vahiy getiren meleği gören ve onunla konuşan kimsedir. Hz. İbrahim'in yaşam öyküsünü konu edinen ayetler incelendiğinde böyle bir süreci fark etmek mümkündür. Ulu Allah buyuruyor ki: "Kitapta İbrahim'i de an; o çok doğru bir peygamberdi. Babasına demişti ki: Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir şey kazandırmayacak olan şeylere niçin tapıyorsun?" (Meryem, 41-42) Ayette açıkça dile getiriliyor ki, Hz. İbrahim (a.s) babasına bu sözleri söylediği sırada doğru sözlü bir peygamberdi. Bu açıklama, Hz. İbrahim'in kavminin yanına ilk kez gelip, "Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk sunarım. O bana doğru yolu gösterecektir." (Zuhruf, 26- 27) şeklindeki sözlerini doğrulayıcı bir işlev görüyor. Bir ayette de şöyle buyuruyor yüce Allah: "Elçilerimiz, İbrahim- 'e müjde getirdikleri zaman, 'Selâm' dediler. O da, 'Selâm' dedi." (Hûd, 69) Bu ayette işaret edilen olay -ki burada melekleri görüp onlarla konuşma söz konusudur- Hz. İbrahim'in (a.s) babasını ve kavmini terk edişinin ardından, ömrünün son dönemlerinde yaşanmıştır. "Allah onu dost yapmadan önce resul yaptı." şeklindeki söz, şu ayet-i kerimeden çıkarılan bir sonuçtur: "...İbrahim'in hanif (Allah'ı bir tanıyan) dinine tâbi olan kimseden din bakımıdann daha güzel kim vardır? Allah, İbrahim'i dost edinmiştir." (Nisâ, 125) Ayetten anlaşıldığı kadarıyla yüce Allah Hz. İbrahim'i bu hanif (Allah'ın birliği esasına dayanan) dininden dolayı dost edinmiştir, ki O, bu dini Rabbinin emri doğrultusunda sistemleştirmiştir. Şu hâlde, burada Hz. İbrahim'in hanif dininin yüksek onurunu vurgulama amacı güdülmektedir, ki Hz. İbrahim de bu din sayesinde dostluk onuruna erişmiştir.
Dost arkadaştan daha özel bir konuma sahiptir. Çünkü iki kişi ilişkileri ve karşılıklı sevgilerinde içten davrandıklarında arkadaş olurlar. Bu arkadaşlık, ihtiyaçlarını yalnızca ona açma derecesine
Bakara Sûresi / 124 ....................................... 433
varırsa, o zaman dost (halîl) olunur. Çünkü "halîl"in kökü olan "hillet" yoksulluk ve ihtiyaç anlamını verir. "Ahmak, beyinsiz biri takvalı insanın imamı olamaz." ifadesi şu ayet-i kerimeye göndermede bulunmaktadır: "Nefsini ahamklaştıran-dan başka, kim İbrahim'in dininden yüz çevirir? Andolsun ki, biz onu dünyada beğenip seçmiştik. Ahirette de o iyilerdendir. (İbrahim'i seçtik) o zaman ki Rabbi ona, 'İslâm ol.' demişti. O da âlemlerin Rabbine teslim oldum.' demişti" (Bakara, 130-131)
Burada yüce Allah İbrahim'in dininden yüz çevirmeyi, -ki bu, bir tür zulümdür- ahmaklık, beyinsizlik olarak nitelendiriyor. Buna karşılık olarak da "seçme"den söz ediyor. Seçmeyi de "teslim olma" olarak açıklıyor. "Rabbi ona 'Teslim ol.' demişti." ifadesi üzerinde iyice düşünüldüğü zaman, bu hususu kavramak mümkündür. Bir ayette de İslâm ile takvayı bir sayıyor ya da aynı konuma getiriyor: "Allah'tan, nasıl korkup sakınmak gerekiyorsa, öyleced korkup sakının ve ancak Müslümanlar olarak ölün." (Âl-i İmrân, 102) Bu mesele üzerinde iyice düşünmelisin! Şeyh Müfid, Dürüst ve Hişam kanalıyla Ehlibeyt İmamlarından şöyle rivayet eder: "İbrahim önceleri peygamberdi, ama imam değildi. Sonra yüce Allah ona, 'Seni insanlara imam yapacağım.' dedi. 'Soyumdan da.' dedi. Allah-u Teala dedi ki: 'Benim ahdim zalimlere ermez.' Put, heykel ve benzeri şeylere kulluk sunan kimse imam olamaz."
Ben derim ki: Bu ifadelerin ne anlama geldiklerini önceki açıklamalarımızdan anlamak mümkündür.
Şeyh'in el-Emalî adlı eserinde senet zinciri ile, İbn'ül- Meğazili'nin el-Menakıb adlı eserinde merfu olarak İbn-i Mes'ud'un şöyle dediği rivayet edilir: "Peygamber efendimiz (s.a.a) ayetle ilgili olarak yüce Allah'ın Hz. İbrahim'e, 'Benim dışımda putlara secde eden birini imam yapmam.' şeklindeki sözünü açıkladıktan sonra şöyle buyurdu: Nihayet dua, bana ve kardeşim Ali'ye ulaştı ki, hiçbirimiz asla herhangi bir puta secde etmiş değiliz." [c.1, s.388]
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde deniyor ki: Veki ve İbn-i Mürdeveyh, Ali b. Ebu Talib'ten (a.s), o da Resulullah efendimizden (s.a.a) "Benim ahdim zalimelere ermez." ifadesiyle ilgili olarak
434 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
şöyle rivayet ederler: "Ancak maruf (iyilik) hususunda başkalarına itaat edilebilir."
Yine ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde belirtildiğine göre, Abd b. Humeyd, İmrân b. Husayn'den şöyle rivayet eder: Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu duydum: "Allah'a isyan hususunda yaratılmışa itaat edilmez."
Tefsir'ul-Ayyâşî'de, değişik rivayet zincirleriyle Safvan el-Cemmal'in şöyle dediği rivayet edilir: "Mekke'de bulunduğumuz sıralarda, 'Hani Rabbi bir zaman İbrahim'i birtakım kelimelerle sınamış, o da onları tamamlayınca...' ayeti üzerinde konuşuyorduk. Dedi ki: O kelimeleri Muhammed, Ali ve Ali soyundan gelen imamlarla tamamladı. Şu ayet de bunu gösteriyor: Onlar birbirlerinden türeme tek bir zürriyettir. Allah işitendir, bilendir." (Âl-i İmrân, 34) [c.1, s.57, h: 88]
Ben derim ki: Bu rivayet, ayetteki "kelime" kavramı ile "imamlık" misyonunun kastedildiği varsayımına dayanıyor. Nitekim yüce Allah'ın şu sözü de bu yaklaşıma göre tefsir edilmiştir: "O, bana doğru yolu gösterecektir. Allah bunu onun soyunda kalıcı bir kelime yaptı..." (Zuhruf, 27-28) Buna göre ayetin anlamı şöyledir: Rabbi, bir zaman İbrahim'i birtakım kelimelerle, -ki bu, onun, İshak'ın ve soyunun imamlığıdır- sınamıştı ve bunu İsmail'in soyundan gelen Muhammed'in ve onun Ehlibeyti'nin imamlığı ile tamamladı. Sonra meseleyi şu sözüyle açıklamış ve şöyle demişti: "Ben seni insanlara imam yapacağım..."
|
||
|