Mizan Tefsiri, Cilt:1 |
||
Bakara Sûresi / 26-27.................................................... 159
26- Allah herhangi bir örnek vermekten çekinmez, sivrisinek olsun veya ondan üstün olan. İman edenler onun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise, "Allah bu örnekle ne demek istemiştir?" derler. Allah onunla birçoğunu saptırır ve yine onunla birçoğunu hidayete erdirir. Ancak onunla sadece fasıkları saptırır.
27- Onlar ki, Allah'a vermiş oldukları sözü kesin bir ahit hâline getirdikten sonra bozarlar, Allah'ın korunmasını emretmiş olduğu ilişkileri keserler ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar. İşte onlar hüsrana uğrayanlardır.
"Allah herhangi bir örnek vermekten çekinmez, sivrisinek olsun veya..." Sivrisinek bilinen bir hayvandır ve gözle görülür en küçük canlı türlerindendir. Bu ve bir sonrası ayet ile Ra'd suresinde yer alan şu ayetler içerik ve mesaj açısından benzerdirler: "Şimdi Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bilen kimse, kör gibi olur mu? Ancak selim akıl sahipleri düşünüp öğüt alırlar. Onlar ki Allah'ın ahdini yerine getirirler ve antlaşmayı bozmazlar. Ve onlar Allah'ın sürdürülmesini emrettiği ilişkileri sürdürürler." (Ra'd, 19- 21)
160 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Her ne ise; bu ayet gösteriyor ki: Kötü amellerinin sonucunda insan bir tür sapıklığa ve körlüğe düşürülür ve bu, onun daha önce yaşadığı sapıklık ve körlükten ayrıdır. Çünkü yüce Allah "Ancak onunla sadece fasıkları saptırır." buyuruyor. Bu ifadede söz konusu kişinin saptırılmasının fasıklığından sonra gündeme geldiği vurgulanıyor, önce değil.
Öte yandan hidayet ve sapıklık, yüce Allah tarafından mutlu ve bedbaht kullarına verilen her türlü onurluluğu ve alçaklığı kapsayan iki kavramdır. Yüce Allah Kur'ân'da mutlu kullarını güzel bir hayatta yaşattığını, onları iman ruhuyla desteklediğini, karanlıklardan aydınlığa çıkarttığını, kendilerine yollarını görmelerini sağlayan bir nur bahşettiğini, onların dostu, velisi olduğunu, onlar için bir korku olmadığı gibi üzülmelerinin de söz konusu olmadığını ve bunların yanı sıra dua ettiklerinde dualarını kabul ettiğini, kendisini andıklarında kendisinin de onları andığını ve meleklerin sürekli üzerlerine müjde ve selâm indirdiklerini dile getiriyor.
Bedbaht kullarına gelince, onları saptırdığını, aydınlıktan çıkarıp karanlıklara düşürdüğünü, kalplerini ve kulaklarını mühürlediğini, gözlerinin önünde bir perde bulunduğunu, onları yüzükoyun süründürdüğünü, boyunlarına çenelerinin altına gelip sıkışan zincirler taktığını, önlerine bir set, arkalarına da bir set çekerek onları perdelediğini, bu yüzden göremediklerini, şeytanları onlara arkadaş yaptığını ve bu şeytanların onları doğru yoldan saptırırken onların kendilerini doğru yolda sandıklarını, şeytanların onlara amellerini hoş gösterdiklerini, onların dostları olduklarını, farkında olmadıkları şekilde yüce Allah'ın yavaş yavaş onları acı akıbete doğru sürüklediğini, onlara süre tanıdığını, ama tuzağının da çetin olduğunu, bu tuzakla onları kıskıvrak yakalayacağını, azgınlıkları içinde bocalasınlar diye onlara mühlet verdiğini belirtiyor. Buraya kadar verdiğimiz bilgiler, yüce Allah'ın her iki gruba yönelik tasvirlerinin bir kısmını oluşturur. Görüldüğü kadarıyla, insanoğlu bu dünyada yaşadığı hayatın ötesinde, mutlu ya da mutsuz bir başka hayat yaşar. İleride sebeplerin etkinlikleri sona erip perde kaldırılınca insanoğlu bu hayatını çıplak gözle görür, gerçeği kavrar. Yine yüce Allah'ın bize verdiği bilgilerden anlaşıldığı kadarıyla, insanlar dünya hayatından önce de bir hayat yaşamışlar ve
Bakara Sûresi / 26-27 ...................................................... 161
dünya hayatının ahiret hayatını şekillendirdiği gibi o hayat da dünya hayatına şekil vermektedir. Diğer bir ifadeyle, insanoğlunun dünya hayatından önce ve sonra bir hayatı vardır. Üçüncü hayat ikinci hayatın ve ikinci hayat da birinci hayatın hükmüne tâbidir. Şu hâlde dünya hayatında insan, iki hayatın ortasında duruyor demektir. Geçmiş hayat ve gelecek hayat... Kur'ân ayetlerinin ifadeleri bu sonucu öngörüyor.
Ne var ki, tefsir bilginlerinin büyük çoğunluğu, geçmiş hayatı tanımlayan birinci kısım ayetleri, insanların kabiliyetiyle ilgili bir tür lisan-i hâl şeklinde yorumlamışlar. Gelecekteki hayatı tanımlayan ikinci kısım ayetleri ise mecaz ve istiare yollu ifadeler olarak algılamışlardır. Oysa birçok ayetin açık anlamı bu yaklaşımı reddediyor. Birinci kısımdan maksat, zerr ve misak âlemiyle ilgili ayetlerdir. İnşaallah yeri gelince, bunlara değineceğiz.
İkinci kısım ayetlere gelince; birçok ayette vurgulandığı gibi, kıyamet günü insanlar işledikleri amellerin aynısı ile karşılık göreceklerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bugün özür dilemeyin. Çünkü siz ancak yaptıklarınızla cezalandırılıyorsunuz." (Tahrîm, 7) "Sonra herkese kazandığı eksiksizce verilecek." (Bakara, 281) "Yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının." (Bakara, 24) "O zaman meclisini (taraftarlarını) çağırsın. Biz de zebanileri çağırırız." (Alak, 17-18) "O gün her nefis, yaptığı her hayrı hazır bulacaktır; işlediği her kötülüğü de." (Âl-i İmrân, 30) "Onlar karınlarını ateşten başka bir şey doldurmuyorlar." (Bakara, 174) "Karınlarına sadece ateş doldurmaktadırlar." (Nisâ, 10) Bunun gibi daha birçok ayet vardır.
Ömrüme andolsun ki, eğer Allah'ın kitabında "Andolsun, sen bundan gaflet içinde idin. Biz senin gözünden perdeni açtık; bugün artık gözün keskindir." (Kaf, 22) ayetinden başka konuya işaret eden ayet olmasaydı, bu bile yeterli olacaktı. Çünkü ancak fiilen varolan ve bilinen bir şeyden gaflet içinde olunur. Perdeyi açmak, ancak perdeli bir şeyin var olması ile mümkündür. Eğer insanın kıyamet günü göreceği şeyler önceden var olmasaydı, hazır bekletilmeseydi, insana, "Sen bunlardan gaflet içindeydin. Bunlar senden gizlenmişti. Bugünse üzerlerindeki perde kaldırılmış ve senin gafletin giderilmiştir." demek doğru olmazdı.
162 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Ömrüme andolsun ki, eğer bu anlamlar hiçbir mecaza yer bırakmayacak son derece net bir ifadeyle dile getirilmek istense, Kur'ân'ın ifadelerinden daha net bir ifade bulunamaz.
Kısacası, yüce Allah'ın sözü iki yönlüdür:
1- Sevap ve ceza olarak karşılık görme yönü. Bu noktayı vurgulayan birçok ayet vardır. Sonuç itibariyle, insanın ileride karşısına çıkacak cennet ve cehennem gibi hayır ve şerr ancak onun dünya hayatında işlediği amellerinin karşılığıdır.
2- Amellerin somutlaşması yönü. Bu noktaya da işaret eden çok sayıda ayet vardır. Bu ayetler gösteriyor ki, ameller ya bizzat ya da sonuçları itibariyle istenen ya da istenmeyen durumlara, hayra veya şerre yol açarlar. İşte insanlar her şeyin ortaya çıktığı günde bunları göreceklerdir. Sakın bu iki yönün birbirlerine ters düştüğü sanılmasın. Çünkü, Kur'ân-ı Kerim'in de vurguladığı gibi gerçekler ancak verilen örneklerle anlaşılabilir.
"Ancak onunla sadece fasıkları saptırır." İfadenin orijinal kökü olan "fısk" denildiğine göre, Kur'ân-ı Kerim'in kendisine yeni bir anlam yükleyerek kullandığı bir kavramdır. Bu ifade, hurmanın kabuğundan ve zarından çıkması anlamında "fesekati't-temretu" örneğinden alınmıştır. Nitekim ondan sonra yer alan ifade de bunu açıklar niteliktedir: "Onlar ki, Allah'a vermiş oldukları sözü kesin bir ahit hâline getirdikten sonra bozarlar." Bilindiği gibi, bozma, ancak bir şeyi önceden onaylama durumu söz konusuysa gerçekleşebilir. Ayrıca fasıklar "ahirette hüsrana uğrayanlar" olarak nitelendiriliyorlar. Bir insan sahip olduğu bir şeyde hüsrana uğrar. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü kendilerini ve ailelerini hüsrana uğratanlardır." (Şûrâ, 45) Onun için, sakın yüce Allah'ın kitabında, mukarrebler, muhlisler, mütevazılar, salihler, arınmışlar vs.; veya zalimler, fasıklar, hüsrana uğrayanlar, azgınlar, sapıklar vs. gibi mutlu ve bedbaht kullarına yakıştırdığı sıfatları, birtakım bayağı nitelikler veya sözün güzelliği ve çekiciliğini sağlayan öğeler olarak algılamayasın! Aksi takdirde Allah'ın sözünü kavrama hususunda zihnin karışır, bunları tek bir değerlendirmeye tâbi tutar, basit bir laf olarak algılarsın. Oysa bunlar mutluluk ve bedbahtlık yolunda psikolojik gerçekleri ve manevî makamları ortaya koyan niteliklerdir. Her biri kendi
Bakara Sûresi / 26-27 ...................................................... 163
içinde özel sonuçların başlangıcı, özel ve belirgin hükümlerin kaynağıdır. Tıpkı, insan ömrünün mertebelerinin, bu mertebelere özgü özelliklerin ve insandaki güçler ve fizikî niteliklerin her birinin özel hükümlerin ve sonuçların kaynağı olması gibi. Herhangi bir özelliği kaynağından ayrı olarak değerlendirmemiz mümkün değildir. Şayet, yeri geldikçe ayetler üzerinde düşünürsen ve derinine nüfuz etmeye çalışırsan bu iddialarımızı doğrulayan bulgulara rastlarsın.
Bil ki: Yüce Allah'ın saptırmanın fasıklarla ilgili bir durum olduğuna ilişkin açıklaması, Allah'ın kulların amelleri ve bu amellerin sonuçları üzerindeki etkinliğinin niteliğini açıklar mahiyettedir. (Cebir ve serbestlik başlığı altında açıklığa kavuşturulmak istenen de budur.)
Konunun açıklanması: Yüce Allah buyuruyor ki: "Göklerdekilerin ve yerdekilerin hepsi Allah'ındır." (Bakara, 284) "Göklerin ve yerin mülkü O'nundur." (Hadîd, 5) "Mülk O'nundur, hamd O'nundur." (Teğâ-bun, 1) Bu ve benzeri ayetlerde âlemler üzerinde mutlak malikliğin O-na ait olduğu vurgulanıyor. Yani; onun malikliğinin hiçbir sınırı yoktur; bazı yönlerden evrene malik olup da diğer bazı yönlerden malik olmaması söz konusu değildir. Örneğin bir insanın bir köleye veya başka bir şeye malik olması gibi değildir. İnsanın malikliği, akıllılarca onaylanan tasaruflarla sınırlıdır; akıllılarca onaylanmayan beyinsizce tasarruflar insanın malikliğinin kapsamına girmez.
Allah mutlak malik olduğu gibi aynı şekilde evren de Allah'ın mutlak mülküdür. Bu mülkiyet, dünyanın bazı şeylerinin bizim mülkümüz olmasına benzemez. Bizim malikliğimiz eksiktir, malik olduğumuz şey üzerinde her türlü tasarruf hakkına sahip değiliz. Söz gelimi, bir merkebe malik olan insan, onu taşıma ve binme işinde kullanma yetkisine sahiptir. Ama onu durduk yerde susuzluktan veya açlıktan ya da ateşte yakarak öldürmesi onun yetkisinde değildir. Akıllılar ona bu hakkı vermezler. Yani insanlık âlemi içinde geçerli olan bütün maliklikler noksandırlar ve malik olunan şey üzerinde insana sınırsız değil, kısmi bir tasarruf yetkisi verirler.
164 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Ama yüce Allah'ın şeyler üzerindeki malikliği bundan farklıdır. Şeylerin Allah'tan başka bir maliki, bir rabbi yoktur. Hiçbir şey kendisine yarar ve zarar verme, kendisini öldürme veya diriltme ya da kendini var etme gücüne sahip değildir. Nesneler üzerinde akla gelebilecek her türlü tasarruf yetkisi yüce Allah'a aittir. Kulları ve yarattığı diğer varlıklar üzerinde hangi tasarrufta bulunursa bulunsun, bundan dolayı bir suçlamaya, bir yergiye veya bir kınamaya maruz kalmaz. Kulların tasarruflarından bir kısmı, kınanır ve yerilir; çünkü o tür tasarruflarda bulunma yetkileri yoktur, akıllılar onlara bu hakkı tanımamışlar.
Dolayısıyla söz konusu kişinin tasarrufu sınırlıdır ve aklın tasvip ettiği alanlara özgüdür. Fakat yüce Allah'ın bütün tasarrufları, mutlak malikin mutlak mülkü üzerindeki tasarrufudur; bunun için de hiçbir tasarrufu bir kınama ve bir yermeye konu olmaz. Yüce Allah, dilediği veya izin verdiği tasarrufların dışında kimsenin O'- nun mülkünde herhangi bir tasarrufta bulunmayacağını vurgulayarak bu gerçeği beyan etmiştir. O, sınırlı tasarruf yetkisi tanıdığı kimseyi sorgular, hesaba çe-ker. Ama kendisi sorgulanmaz, sorumlu tutulmaz.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onun izni olmadan katında şefaat edecek kimmiş?" (Bakara, 255) "Onun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez." (Yûnus, 3) "Allah dileseydi bütün insanları hidayete erdirirdi." (Ra'd, 31) "O dilediğini saptırır ve dilediğini doğru yola iletir." (Nahl, 93) "Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz." (Tekvîr, 29) "O, yaptığından sorulmaz; ama onlar, sorulurlar." (Enbiyâ, 23) Buna göre mülkünde etkin tasarruf yetkisine sahip olan yüce Allah'tır. O'nun dışında hiç kimsenin böyle bir yetkisi yoktur, O'nun izni ve yetki tanıması hariç. Bu, O'nun Rabliğinin gereğidir.
Sonra görüyoruz ki, yüce Allah kendini kanun koyucu olarak tanımlıyor ve bu hususta akıllı insanların, insanlık toplumu içinde yaptıkları değerlendirmelere benzer değerlendirmelerde bulunuyor. Güzel olanı güzel olarak nitelendirmek, onu övmek ve ona karşılık şükür etmek ve ayrıca çirkini çirkin olarak nitelendirmek, onu yermek ve kınamak gibi. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
Bakara Sûresi / 26-27 ...................................................... 165
"Sadakaları açıktan verirseniz ne güzel!" (Bakara, 271) "Fasıklık ne kötü bir isimdir." (Hucurât, 11)
Yüce Allah, yasamalarında insanların yararları ve zararlarının göz önünde bulundurulduğuna ve insanın eksikliklerinin giderilmesi için en uygun ve en tutarlı yolun izlenildiğine dikkat çekmiştir. Buna örnek olarak sunacağımız ayetler şunlardır: "Sizi yaşatacak şeylere çağırdığı zaman." (Enfâl, 24) "Eğer bilirseniz sizin için en iyisi budur." (Saf, 11) "Allah adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi emreder; hayâsızlıktan, kötülükten ve azgınlıktan nehyeder." (Nahl, 90) "Allah hayâsızlığı emretmez." (A'râf, 28) Bu hususla ilgili olarak çok sayıda ayet yer alır Kur'ân-ı Kerim'de. Bu ifadelerden anlaşılıyor ki, Kur'ân'ın yasamalarında da akıllıların toplumdaki yöntemleri esas alınmıştır. Yani, güzel, çirkin, yararlı, zararlı, emir, yasak, ödül, ceza, övme ve yerme gibi akıllılar arasında geçerli olan kavramlar ve bu kavramlara dayandırılan
"İyi ve güzel olan yapılmalı; kötü ve çirkin olandan kaçınmalı" gibi hükümler, akıllıların genel hükümlerinin temelini oluşturduğu gibi, yüce Allah'ın kulları için koyduğu şer'î hükümlerde de göz önünde bulundurulmuştur. Akıllı insanlar fiillerinin akıllıca amaç ve maslahatlara dayanması gerektiği noktasında müttefiktirler. Yasalar, hükümler ve kanunlar koymaları, iyiliğe iyilikle, dilerlerse kötülüğe kötülükle karşılık vermeyi öngörmeleri de onların fiillerinden olup bütün bunların temelinde birtakım maslahatlar ve geçerli sebepler bulunmalıdır. Öyle ki eğer akıl ürünü herhangi bir emir veya yasakta toplumun çıkarı ve maslahatı gözetilmemişse, akıllı insanlar böyle bir emir ve yasağa uymazlar. Cezalandırma ve ödüllendirmelerde de verilen karşılıkla amelin hayır ve şer noktasında uyumluluğu ve uygun oranda ve nasıl uygun düşüyorsa öylece karşılık verilmesi, göz önünde bulundurulur. Yine akıllı insanların genel yargılarına göre, emir, yasak ve tüm yasal kurallar zor durumda kalan veya bir şey yapmaya zorlanan kimseye değil, ancak serbestçe davranabilen kimseye yöneliktirler. Aynı şekilde iyi veya kötü karşılık, yani sevap ve azap ancak isteğe bağlı olarak sergilenen amellere göre belirlenir. Ancak, isteğe bağlılığın kapsamın-dan çıkıp zorlanmışlığın kapsamına girmek kötü tercihten kaynaklanıyorsa, akıllı insanlar böyle birinin
166 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
cezalandırılmasını çirkin bir tutum olarak algılamazlar ve onun zorlanmışlıkla ilgili olarak anlattığı hikayeye de aldırış etmezler. Şayet yüce Allah kullarını itaat veya isyana zorlasaydı, itaat edenin cennetle ödüllendirilmesi gereksizlik ve günah işleyenin de cehennem azabına çarptırılması zulümden başka bir şey olmayacaktı. Oysa gereksizlik ve zulüm ise, akıllı insanlarca çirkinliği bilinen şeylerdir ve yine tercihi gerektirecek bir husus meydanda yokken, bir şeyden yana tercih koymayı gerektirecekti ki, bunun da çirkinliği yine akıllılarca bilinmektedir. Çirkin bir tutumda da bahaneyi kesecek bir gerekçenin varlığı söz konusu değildir. Oysa yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ki, peygamberler geldikten sonra insanların Allah'a karşı bahaneleri kalmasın." (Nisâ, 165) Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "Ki helâk olan, açık delille helâk olsun; yaşayan da açık delille yaşasın." (Enfâl, 42)
Şu ana kadar yaptığımız açıklamalardan aşağıdaki hususlar belirginleşiyor:
1- Yasama, fiillerde zorlama esasına dayalı olarak gerçekleşmez. Yükümlülükler kulların dünya ve ahiret çıkarlarına uygun olarak belirlenir, onların yapmak veya yapmamak hususunda tam bir serbestliğe sahip oluşları göz önünde bulundurularak kendilerine iletilir. Yükümlülük altında olanlar, ancak serbest iradeleri sonucu işledikleri iyilik veya kötülük üzerine ödüllendirilirler veya cezalandırılırlar.
2- Kur'ân-ı Kerim'de saptırma, kâfirlere karşı hile ve tuzak kurma, zorbaların azgınlıklarını uzun süreli kılma, şeytanı musallat etme, onu kimi insanlara dost ve yoldaş etme gibi, yüce Allah'a izafe edilen fiiller, O'nun kirlerden, noksanlıklardan, çirkinliklerden ve tiksinti uyandırıcı şeylerden münezzeh olan kutsal sahasına uygun olabilecek anlamda O'na izafe edilmektedir. Bu anlamların tümü sonuçta saptırmanın kapsamına girerler, onun şubeleri ve türleri sayılırlar. Aslında her saptırma da, hatta saptırmanın en ilkel türü olan aldatma da O'na izafe edilemez, O'nun kutsal sahasına yakıştırılamaz. Yüce Allah'a izafe edilen saptırma, kötülüğe kendi isteğiyle yöneleni cezalandırma ve onu kendi başına bırakma anlamını taşımaktadır.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onunla birçoğunu saptırır ve yine onunla birçoğunu hidayete erdirir. Onunla sadece
Bakara Sûresi / 26-27 ...................................................... 167
fasıkları saptırır." (Bakara, 26) "Onlar eğrilince Allah da kalplerini eğriltti." (Saf, 5) "İşte Allah aşırı giden şüpheci kimseleri böyle saptırır." (Mü'-min, 34)
3- İlâhî kazâ, faillerine mensup fiiller olmaları itibariyle değil, varlık âlemindeki varlıklardan biri olmaları itibariyle kulların fiillerine taalluk eder. Biraz sonraki açıklamalarda ve kazâ-kader konusu açıldığı yerde bu hususla ilgili geniş açıklamalarda bulunacağız, inşaallah.
4- Yasama cebir (zorlama) ile bağdaşmadığı gibi tam serbestlikle de bağdaşmaz. Çünkü efendinin sahip olmadığı bir hususta kölelerine emir ve yasaklar koyması bir anlam ifade etmez. Kaldı ki, kulların tam serbestliği, yüce Allah'ın mülkünden bazı kısımların üzerindeki mutlak egemenlik, sınırsız sahiplik yetkisinden soyutlanması demektir.
HADİSLER IŞIĞINDA CEBİR VE SERBESTLİK MESELESİ
Ehlibeyt İmamlarının (selâm üzerlerine olsun): "Ne zorlama var, ne de tam serbestlik, kullar bu ikisinin ortasında bir yol izleyerek hareket ederler." dedikleri dilden dile dolaşmaktadır.
el-Uyûn adlı eserde, çeşitli kanallardan şöyle rivayet edilir: "Emir- ül-Müminin Ali b. Ebu Talib (a.) Sıffin'den dönünce, onun saflarında savaşa katılmış bulunan yaşlıca bir adam, yanına gidip şöyle dedi: 'Ey müminlerin emiri, bize haber ver; bu başımıza gelenler Allah'ın kazâ ve kaderi uyarınca mı oluyor?' Emir'ül-Müminin şöyle dedi: 'Evet, ey ihtiyar! Allah'a andolsun ki, aştığınız her tümseği, geçtiğiniz her vadiyi Allah'ın kazâ ve kaderi uyarınca aşarsınız, geçersiniz.' Bunun üzerine yaşlı adam şöyle dedi: Öyleyse katlandığım zahmetleri, yorgunluklarımı Allah'ın hesabına yazıyorum." "Emir'ül-Müminin şöyle dedi: 'Yavaş ol, ihtiyar! Herhâlde sen kazâyı kesin ve kaderi zorlayıcı sanıyorsun. Eğer öyle olsaydı, sevap, ceza, emir, nehiy ve azap geçersiz olurdu. Müminlere yönelik vaat ve kâfirlere yönelik azap tehdidi bir anlam ifade etmezdi. Kötülük yapan kınanmaz ve iyilik yapan övülmezdi. İyilik yapan kötülük yapandan daha çok kınanabilirdi. Kötülük yapan iyilik yapandan daha çok övülebilirdi. Bu tür sözler, putperestlere, Rahman olan Allah'a karşı çıkanlara ve bu ümmetin Kadercileri ve Mecusi-
168 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
lerine aittir. Ey ihtiyar, yüce Allah isteğe bağlı olarak yükümlülük vermiş ve sakındırma amacı ile yasaklama getirmiştir. Az amele çok ödül vermiştir. Yenik düşürülerek O'na isyan edilmez; zorla da kendisine itaat edilmez. Allah gökleri, yeri ve ikisinin arasındaki canlı-cansız varlıkları boşuna yaratmamıştır. Bu sadece kâfirlerin kuruntusudur. Cehennem azabı karşısında kâfirlerin vay hâline..." [c.1, s.114, bab:11, h: 38]
Ben derim ki: "Allah'ın kazâ ve kaderi uyarınca..." ifadesinden, "Öyleyse katlandığım zahmetleri, yorgunluklarımı Allah'ın hesabına yazıyorum." ifadesine kadar ki kısmın üzerinde biraz durmak istiyorum. İslâm'da üzerinde çokça tartışma çıkmış, eğri-doğru görüşler ileri sürülmüş en eski meselelerden biri, kelâm meselesi ile kazâ ve kader meselesidir. O zamanlar kazâ ve kaderin ifade ettiği anlamı tasavvur ederek şöyle bir sonuca varmışlar: İlâhî irade öncesizliğiyle âlemde yer alan her şeye taalluk etmiştir. Âlemde hiçbir şey mümkünlük niteliğiyle var değildir. Tersine, bir şey varsa zorunlu olarak vardır, demektir. Çünkü ilâhî iradeyle bağlantılıdır ve yüce Allah'ın istediği şeyin O'nun iradesine ters düşmesi mümkün değildir. Eğer bir şey yoksa, bu da bir zorunluluktur. Çünkü ilâhî irade ona taalluk etmemiştir. Aksi takdirde varolurdu. Bu kural tüm varlıklara uygulanınca, bizim sergilediğimiz isteğe bağlı fiillerde problemler baş gösterdi. Çünkü, biz her şeyden önce bu fiillerin varlıklarının veya yokluklarının eşit olarak doğrudan bize izafe edildiklerini görüyoruz. Bu iki husustan biri kendisine yönelik tercihten sonra ancak iradenin devreye girişi ile belirginleşir. Dolayısıyla fiillerimizde herhangi bir zorlama söz konusu değildir ve bu fiillerin gerçekleşmesi ve varoluşunda irademiz etkin rol oynamaktadır. Ancak, muradından ayrılması mümkün olmayan ezelî ilâhî iradenin fiile taalluk edişinin farzı en başta, fiilin serbestiliğini, ikinci olarak da fiilin meydana gelişinde bizim irademizin rolünü geçersiz kılıyor. Böyle olunca da bir fiil gerçekleşmeden, o fiili yerine getirebilecek gücün varlığı bir anlam ifade etmez. Aynı şekilde, fiilden önce fiili yerine getirecek gücün varlığı söz konusu olmadığı için sorumluluk vermek de bir anlam ifade etmez.
Özellikle karşı çıkma ve başkaldırma durumları ile ilgili olarak düşündüğümüzde verilen yükümlülük güç yetirilemez niteliğinde
Bakara Sûresi / 26-27 ...................................................... 169
olur. Yine zorla itaat ettirilen kişiyi sevapla ödüllendirmek de bir anlam ifade etmez, gereksiz ve çirkin bir tutum olur. Aynı şekilde zorlama sonucu günah işleyeni cezalandırmak da anlamsız ve çirkin bir zulüm olur. Bunun gibi daha bir sürü sorun gündeme gelir. Sözünü ettiğimiz araştırmacılar bütün bu mahzurları kabullenerek, fiilden önce fiili gerçekleştirecek gücün var olmadığını, güzellik ve çirkinliğin gerçekliği olmayan iki itibarî kavram olduğunu, dolayısıyla da ilâhî fiilleri bu kavramlarla bağlantılı olarak değerlendirmemek gerektirdiğini, O'nun yaptığı her şeyin güzel olduğunu ve hiçbir fiilin çirkin olarak nitelendirilemeyeceğini, ortada tercihi gerektirecek bir gerekçe olmadan tercih yapılabileceğini, anlamsız iradenin, güç yetirilemez nitelikteki yükümlülüğün ve isyana zorlanan kimsenin cezalandırılmasının hiçbir sakıncası olmadığını ileri sürmüşlerdir. Yüce Allah bütün bunlardan münezzehtir. Kısacası, kazâ ve kader İslâm'ın ilk dönemlerinde güzellik, çirkinlik ve hakkederek karşılık alma kavramlarının ortadan kaldırılışı anlamında algılanıyordu. Bu yüzden yaşlı adam, başlarına gelenlerin kazâ ve kader sonucu meydana gelmiş olduğunu duyunca, çok etkilenmiş ve büyük bir üzüntü içinde; "Öyleyse katlandığım zahmetleri, yorgunluklarımı Allah'ın hesabına yazıyorum." demişti. Yani ilâhî irade bu işe taalluk ettikten sonra benim irade ve eylemimin hiçbir önemi kalmıyor. Bana kalan yorgunluk ve zahmetlere katlanmak oluyor. Dolayısıyla yorgunluğumu Allah'ın hesabına yazıyorum. Çünkü beni bu zahmetlere sokan O'dur. İhtiyarın bu düşüncesine karşılık olarak İmam Ali (a.s) şöyle demişti: "Eğer böyle olsaydı, o zaman sevap ve ceza anlamsız olurdu..." İmam'ın bu sözleri aklın onayladığı ilkeleri içermektedir ki, yasamalar da bu ilkelere dayanır. İmam sözlerini tamamlarken, kanıt olarak da şöyle diyor: "Gökler, yer ve ikisinin arasındaki canlı-cansız varlıklar boşuna yaratılmamışlardır." Çünkü, eğer seçme özgürlüğünü ortadan kaldıran amaçsız iradeyi doğru kabul edersek, o zaman amaçsız ve hedefsiz fiilin varlığı da gerçeklik kazanır. Bu da sonuçta yaratılışın ve varoluşun amaçsız olabileceğini gündeme getirir. Bu olabilirlik, gereklilikle aynı düzeydedir. Bu durumda yaratılışın ve varoluşun hiçbir gayesi olmaz. Gökler, yer ve ikisinin arasındaki canlı-cansız varlıklar boşuna yaratılmış olur-
170 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
lar. Ahiret de, anlamsızlaşır. Böyle olunca da çok büyük mahzurlarla karşı karşıya gelinir. Hz. Ali'nin "Yenik düşürülerek O'na isyan edilmez, zorla da kendisine itaat edilmez" şeklindeki sözünden maksat, "Günahkâr zorlamanın baskısı altında yenik düşürülerek günah işlemez ve itaatkâr itaat etme zorunda bırakılarak itaat etmez." olsa gerektir.
et-Tevhit ve el-Uyûn adlı eserlerde belirtildiğine göre, İmam Rıza- nın (a.s) yanında cebir (zorlama) ve serbestlikten söz açılmış, İmam şöyle demiştir: "Size, ona bağlı kaldığınız sürece ayrılığa düşmeyeceğiniz ve kimsenin sizinle baş edemeyeceği bir ilkeyi bildireyim mi?" Biz, "Nasıl isterseniz!" dedik. Bunun üzerine şöyle dedi: "Yüce Allah zorla itaat ettirmez, baskı sonucu kimseyi günah işleme durumunda bırakmaz. Mülkü içinde kullarını ihmal etmez. Kullarını sahip kıldığı şeylerin de sahibi O'dur. Onlara verdiği güçler üzerindeki etkin güç O'nundur. Eğer kullar Allah'a itaat etmeye karar verirlerse, Allah onların önüne geçmez, onları engellemez ve eğer kullar isyan etme kararındaysalar dilerse onlara engel olur, dilerse engel olmaz, isyan ederler. Dolayısıyla, onları günaha sokan yüce Allah değildir." İmam devamla şöyle demiştir: "Kim bu açıklamayı hakkıyla kavrarsa, karşı çıkanları alt eder." [el-Uyûn, c.1, s.119, h: 48; et-Tevhid, s.361, h: 7]
Ben derim ki: Cebircilerin bu görüşü benimsemelerinin altında, kazâ ve kader konusu ile ilgili incelemeleri ve buradan kesin ve kaçınılmaz bir kazâ ve kader anlayışı çıkarmaları yatmaktadır. Bu inceleme ve bundan elde edilen sonuç doğru olmakla birlikte söz konusu kişiler, elde ettikleri sonucu pratiğe uyarlama noktasında yanılgıya düştüler. Gerçeklerle itibarî şeyleri birbirine karıştırdılar. Zorunlu ile mümkünü ayırt edemediler. Bu meselenin açıklaması şöyledir: Kesinlikleri varsayılırsa kazâ ve kader olgularının değerlendirilmesinden çıkan sonuç şudur: Varoluş ve yaratılış düzeninde eşya gereklilik ve zorunluluk niteliğine sahiptir. Şu hâlde, her bir varlık ve her bir durumun ölçü ve sınırları, içinde bulunacağı tüm tavırlar ve koşullar Allah katında belirlenmiştir. Bilindiği gibi zorunluluk ve gereklilik nedenin niteliklerindendir. Bu yüzden bir şey kâmil nedeniyle birlikte düşünüldüğü zaman, zorunluluk ve gereklilik niteliği ile nitelenmiş olur. Ama
Bakara Sûresi / 26-27 ...................................................... 171
kâmil nedenin dışında neyle düşünülürse düşünülsün ancak mümkünlük niteliği ile nitelendirilir.
Evrensel boyuttaki kazâ ve kader çizgisi, top yekun âlemde kâmil nedensellik cereyanının akışıdır. Ama bu, bir başka açıdan ve bir diğer bakışa göre âlemde güç ve mümkünlük hükmünün de yürürlükte oluşuna ters düşmez. Örneğin insanın kendi iradesi uyarınca ortaya koyduğu isteğe bağlı bir fiil, varoluşu bakımından muhtaç olduğu bilgi, irade, gerekli gereçler ve fiilin gerçekleşmesi için elverişli zamansal ve mekânsal koşullara kıyasla zorunluluk niteliğini kazanır. İşte, ezelî ilâhî iradenin taalluk ettiği husus da budur. Fakat, fiilin kâmil nedeninin tüm parçalarına kıyasla zorunluluk niteliğini kazanmış olması, kâmil nedeninin bazı parçalarına kıyasla da zorunluluk niteliğini kazanmasını gerektirmez. Söz gelimi, bir fiil kâmil nedeninin tüm parçalarının içinden sadece failine kıyas edilirse, mümkünlüğün sınırını aşamaz, gereklilik sınırına ulaşamaz. Şu hâlde, "kazâ olgusunun genelliği ve ilâhî iradenin fiile taalluk edişi gücün ortadan kaldırılmasını ve serbestliğin geçersiz kılınmasını gerektirir" şeklindeki iddia bir anlam ifade etmez. Çünkü ilâhî irade, tüm varoluşsal özellikleri, nedenlerine olan bağlantıları ve var olmasında etkili olan koşullarıyla birlikte bir fiile taalluk eder. Diğer bir ifadeyle, ilâhî iradenin, söz gelimi Zeyd tarafından sergilenen bir fiile taalluk edişi mutlak değildir. Tersine, ilâhî irade bu fiilin falanca failden falan zaman ve mekânda failin isteğine bağlı olarak gerçekleşmesine taalluk etmiştir. Şu hâlde ilâhî iradenin fiil üzerindeki etkinliği, fiilin isteğe bağlı (ihtiyarî) olmasını gerektirir. Aksi takdirde, ilâhî iradenin muradından ayrılması gerekecektir. Öyleyse, fiili zorunlu kılan ilâhî iradenin etkinliği, fiilin isteğe bağlı olmasını da gerektiriyor. Yani, ilâhî irade açısından fiilin zorunlu olmasını, fiili işleyen insan iradesi açısından da mümkün ve ihtiyarî olmasını gerektiriyor. Şu hâlde, insanın iradesi ilâhî iradeye paralel değil, onun uzantısında yer almaktadır. Dolayısıyla aralarında bir çekişme söz konusu değildir ki, ilâhî iradenin etkinliğinden dolayı beşerî irade etkinliğini yitirsin.
172 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Görülüyor ki, Cebriye ekolünün hatasının özü, ilâhî iradenin fiile taalluk edişinin niteliğini kavrayamamaları, birbirlerine paralel olan iki iradeyle, biri diğerinin uzantısında yer olan iki iradeyi birbirinden ayırt edememeleri ve yüce Allah'ın iradesinin taalluk etmesinden dolayı kulun iradesinin etkisizleştiğini zannetmeleridir. Mutezile ekolü, gerçi kulların fiillerinin isteğe bağlı oluşu ve bunun diğer gerekleri konusunda Cebriye ekolünden farklı bir anlayış benimsemişlerdir; ama onların da tuttukları yol Cebriye ekolünün tutumundan daha az yıkıcı değildir. Mutezile ekolü, ilâhî iradenin fiillere taalluk etmesinin, isteğe bağlılığı geçersiz kılacağı hususunda Cebriye ekolünün görüşünü kabul etmişlerdir. Beri tarafta ise, isteğe bağlı fiillerin ihtiyarî oluşunda ısrar etmişlerdir. Sonuçta ilâhî iradenin fiillere taalluk edişini reddetmişlerdir. Bu yüzden fiiller için bir başka yaratıcı öngörmek durumunda kalmışlardır. Yani insanın kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Fiillerin dışındaki olguların yaratıcısı da yüce Allah olduğuna göre, Mutezile ekolü, iki yaratıcı olduğunu kabul etme gibi sapık bir inancı benimseme durumunda kalmıştır. Kısacası Cebriye ekolünün işlediği düşünsel yanlışlardan daha tehlikelisini, daha yıkıcısını işlemişlerdir. Nitekim İmam Ali (a.s) şöyle demiştir: "Kaderiyenin miskinleri Allah'ı adaletle nitelendirelim derken, O'nu gücünden ve egemenliğinden soyutladılar..."
Buna bir örnek verecek olursak, köle ile efendisinin durumunu örnek verebiliriz. Efendi kölelerinden birini cariyelerinden biriyle evlendirir, sonra ona bir tarla verir, dayalı döşeli bir ev tahsis eder. Bir insanın hayatı boyunca ihtiyaç duyabileceği her şeyi belli bir süre için onun emrine verir. Eğer biz, efendi kölesine bunları vermiş olmasına, bunları kölenin mülkü etmesine rağmen, "köle bunların maliki değildir. Köle nere, sahip olmak nere?" dersek, Cebriye'nin görüşünü yansıtmış oluruz. Eğer biz, "efendi kölesine mal vermekle, bazı şeyleri onun mülkü kılmakla, onu söz konusu malların maliki kılar ve kendisi de maliklikten azlolur. Asıl malik söz konusu köledir." dersek, Mutezile ekolünün görüşünü ifade etmiş oluruz. Eğer biz, konumlarını, statülerini korumakla birlikte iki mülkiyeti bir arada bulundursak ve: "Efendinin konumu efendiliktir. Kölenin konumu da köleliktir. Köle ancak efendinin mülkünün kapsamında olan bir şeye sahiptir. Efendi aynı zamanda kölenin
Bakara Sûresi / 26-27 ...................................................... 173
sahip olduğu şeyin de sahibidir" dersek, Ehlibeyt İmamlarının ileri sürdükleri ve aklî kanıtların onayladığı gerçek sözü ifade etmiş oluruz.
el-İhticac adlı eserde Abâye b. Rib'î el-Esedî'nin, güç yetirebilmenin ne anlama geldiğini Emir'ül-Müminin'den sorduğu, onun da şöyle dediği belirtilir: "Sen bu güce Allah'la birlikte mi sahipsin? Yoksa ondan ayrı mı?" Abâye b. Rib'î sustu, İmam Ali (a.s), "Söyle, ey Abâye" dedi. Abâye, "Ne söyleyeyim ey Emir'ül-Müminin?" dedi. Hz. Emir şöyle dedi: "Ona Allah sayesinde sahibim ve O ben olmadan ona sahiptir, dersin. Eğer Allah onu sana verdiyse, bu, O'nun sana yönelik bir bağışıdır. Eğer onu senden aldıysa, bu da, O'nun sana yönelik bir sınamasıdır. O, seni malik kıldığı şeyin malikidir; O, seni kadir kıldığı şeye kadirdir..." [c.2, s.255]
Ben derim ki: Bu rivayetin ifade ettiği gerçeği az önceki açıklamalarımızda dile getirdik.
Şeyh Müfid'in Şerh'ul-Akâid'inde şöyle deniyor: Rivayete göre İmam Ali Naki'den (a.s) kulların fiillerini Allah mı yaratır? diye sorulmuş, o da şöyle demiştir: "Eğer fiillerin yaratıcısı Allah olsaydı, bunlardan teberri etmezdi, uzak olduğunu bildirmezdi. Oysa yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah müşriklerden beridir, uzaktır."1 Yaratılmışlardan beri olmak, onların zatlarıyla ilgili değildir, berilik onların işledikleri şirk ve iğrenç davranışlar için geçerlidir." [s.13]
Ben derim ki: Fiillerin iki yönü vardır: 1) Varoluşluk, olguluk yönü. 2) Faile mensubiyet yönü. Fiillerin itaat, isyan, güzel veya kötü olarak nitelendirilmelerini sağlayan işte bu ikinci yöndür. Çünkü meydana gelme ve gerçekleşme açısından nikah adı altında gerçekleşen cinsel birleşme ile zina arasında bir fark yoktur. Aradaki tek belirleyici fark, nikah adı altındaki cinsel birleşmenin Allah'ın emrine uygun olması, buna karşın zinanın bu uygunluktan yoksun oluşudur. Bir cana karşılık olmak üzere adam öldürmekle, bir cana karşılık olmaksızın adam öldürmek, terbiye etmek amacıyla yetimi dövmekle, haksızlık ederek dövmek arasındaki niteliksel fark da bunun gibidir. --------
1- [Tevbe, 3]
174 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Dolayısıyla günahlarla günah olmayan fiillerin farkı, günahların yapıcı yönünün olmayışı veya ilâhî emre ters düşmesi ya da toplumsal bir amaç ile bağdaşmayışıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah her şeyin yaratıcısıdır." (Zümer, 62) Fiil ise, varlığı ve olguluğu ile bir "şey"dir. Hz. Ali (a.s), "Allah dışında 'şey' olarak isimlendirilen her olgu yaratılmıştır..."1 diyor. Bir ayette yüce Allah şöyle buyuruyor: "O'dur ki, her 'şey'in yaratılışını güzel yaptı." (Fussilet, 7) Buradan anlaşılıyor ki; her şey "yaratılmış" olduğu gibi "yaratılmış olması yönünden güzeldir de. Şu hâlde yaratılış ve güzellik birbirlerini gerektirirler, birlikte bulunurlar ve hiçbir şekilde birbirlerinden ayrılmazlar.
Sonra yüce Allah bazı fiilleri "kötü" olarak nitelendirmiş ve şöyle buyurmuştur: "Kim iyilik getirirse, ona getirdiğinin on katı vardır. Kim kötülük getirirse, sadece onun dengiyle cezalandırılır." (En'âm, 160) Cezalandırma olgusundan söz edilmiş olmasından anlıyoruz ki, burada insanların işlemiş oldukları günahlar kastediliyor. Bu şekilde, söz konusu günahların yaratılmışlıkla nitelendirilemeyecek ademî (yokluksal) kavramlar olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Aksi takdirde güzel olarak nitelendirilirlerdi. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ne yerde, ne de kendi canlarınızda meydana gelen hiçbir musibet yoktur ki biz, onu yaratmadan önce, bir kitapta olmasın." (Hadid, 22)
Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "Hiçbir musibet başa gelmez ki Allah'ın izniyle olmasın. Kim Allah'a inanırsa onun kalbini hidayet eder." (Teğâbun, 11) "Başımıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizin yaptığı işler yüzündendir. Allah birçoğunu da affeder." (Şûrâ, 30) "Sana gelen her iyilik Allah'tandır, sana gelen her kötülük de kendindendir." (Nisâ, 79) "Onlara bir iyilik erişirse, 'Bu, senin yüzündendir.' derler. De ki: 'Hepsi Allah tarafındandır.' Bu topluma ne oluyor ki, hemen hiç söz anlamıyorlar." (Nisâ, 78)
Bu ayetlerden anlıyoruz ki, insanın başına gelen musibetler, nisbî kötülüklerdir. Şöyle ki, güven, selamet, sağlık ve zenginlik gibi yüce Allah'ın nimetlerinden biriyle nimetlenen insan bunlara sahip olan kişi olarak nitelendiriliyor. Eğer bir felaketin inmesi ve -------- 1- [Usûl-i Kâfi, c.1, s.82, h: 2]
Bakara Sûresi / 26-27 ...................................................... 175
musibetin başa gelmesi sonucu bu nimetlerden birini kaybederse, inen felâket onun açısından "kötü"dür. Çünkü bir şeyin yitirilmesi, yok olmasını beraberinde getiriyor. Şu halde her musibet Allah'- tandır ve bu açıdan asla kötü değildir. Sadece insan açısından nisbî olarak kötü sayılmaktadır. Çünkü musibet sonucu sahip olduğu bir nimeti kaybetmiştir. Onun için her kötülük yoklukla ilgili bir durumdur ve kesinlikle bu açıdan yüce Allah'a mensup değildir.
Kurb'ul-İsnad adlı eserde Bezentî'nin şöyle dediği rivayet edilir: İmam Rıza'ya (a.s) dedim ki: "Bizim arkadaşların bir kısmı fiiller hususunda ilâhî bir zorlamanın olduğuna inanıyor, bir kısmı da insanın yapabilirliğinin etkin rol oynadığı düşüncesindedir." Bunun üzerine bana şöyle dedi: "Yaz. Yüce Allah diyor ki: Ey Âdemoğlu, benim dilememle kendin için dilediğin şeyi dileyebiliyor oldun. Benim gücüm-le öngördüğüm farzlarımı yerine getirdin. Benim sana bahşettiğim nimetlerim sayesinde bana karşı günah işleyecek gücü bulabildin. Seni işiten, gören ve güçlü biri kıldım. Karşına çıkan her iyilik Allah'tandır. Başına gelen her kötülük de sendendir. Çünkü sana iyilik verme hususunda ben senden daha öncelikliyim ve sana kötülük verme noktasında sen benden daha layıksın. Çünkü ben yaptığımdan dolayı sorgulanmam, ama onlar sorgulanırlar. Ben, senin dilediğin her şeyi düzenledim..." [s.155, s. 13]
Bu ve benzeri açıklamalar diğer Şiî ve Sünnî kanallardan da rivayet edilmiştir. Kısacası, günahlar, sadece günah olmaları yönüyle yüce Allah'a izafe edilmez. Buradan hareketle, bundan öneki rivayette yer alan "Eğer onları yaratan Allah olsaydı, onlardan teberri etmezdi... Allah sadece onların şirkleri ve iğrenç tutumlarından teberri etmiştir." ifadesi daha kolay anlaşılmış olur.
et-Tevhid adlı eserde İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) ve İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dedikleri rivayet edilir: "Yüce Allah kullarını günahlara zorlayıp sonra da onlara azap etmekten çok daha merhametlidir ve Allah dilediği şeyin gerçekleşmemesinden çok daha yücedir." "O zaman zorlama ve kader arasında bir üçüncü olan mı var?" diye soruldu. "Evet, dediler. Bu alan yerle gök arası kadar geniştir." [s.360, h: 3]
176 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
et-Tevhid adlı eserde Muhammed b. Aclan'ın şöyle dediği rivayet edilir: "İmam Cafer Sadık'a (a.s), 'Allah her şeyi kullarına mı bırakmıştır?' diye sordum. O şöyle buyurdu: 'Allah her şeyi kullarına bırakmayacak kadar yücedir, kerimdir.' 'Peki, Allah kullarını işledikleri fiillere zorluyor mu?' dedim. 'Yüce Allah bir kulu bir şey yapmaya zorlayıp sonra da ona azap etmeyecek kadar adildir.' dedi." [s.361, h: 6]
Yine et-Tevhid adlı eserde Mihzem'in şöyle dediği rivayet edilir: "İmam Cafer Sadık (a.s) bana, 'Geride bıraktığın taraftarlarımızın üzerinde görüş ayrılığına düştükleri hususları bana haber ver.' dedi. Dedim ki: 'Cebir ve serbestlik meselesi hakkında farklı görüşleri savunuyorlar.' 'O zaman sor bana neyi soracaksan!' dedi. 'Allah kulları günah işlemeye zorlar mı?' dedim. 'Allah onlar üzerinde, bundan daha kahredicidir.' dedi. 'Onları bütünüyle serbest mi bırakmıştır?' dedim. 'Allah onlar üzerinde bundan daha güçlüdür.' dedi. 'Peki bunlardan hangisi doğrudur?' dedim. Bunun üzerine elini iki veya üç kere çevirdi, sonra şöyle dedi: Eğer bu konuda sana cevap verecek olursam, küfre girersin." [s.363, h: 11]
Ben derim ki: "Allah onlar üzerinde bundan daha kahredicidir." sözünün anlamı şudur: Zorlama, ancak etkin gücün direncini kırma amacına yönelik bir baskıdır. Bundan daha kahredicilik ve daha güçlülük ise, isteğe bağlı fiilin failin irade ve serbestliğine gölge düşürülmeden veya fail ile âmirin iradeleri çelişmeden gerçekleşmesini sağlamaktır.
et-Tevhid adlı eserde İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: Kim, Allah'ın kötülüğü ve hayâsızlığı emrettiğini ileri sürerse, hiç kuşkusuz Allah adına yalan söylemiş olur. Kim hayır ve şerrin Allah'ın iradesinin dışında gerçekleştiğini iddia ederse, Allah'ı bir kısım egemenliğinden soyutlamış olur." [s.359, h: 2]
et-Tarâif adlı eserde, Haccac b. Yusuf'un Hasan el-Basrî'ye, Amr b. Ubeyd'e, Vasıl b. Ata'ya ve Âmir b. Şa'bî'ye birer mektup göndererek kazâ ve kader meselesi hakkında bildiklerini ve bu hususla ilgili olarak bugüne kadar duyduklarını kendisine bildirmelerini istediği rivayet edilir. Hasan el-Basrî şu cevabı verir: "Bu mesele ile ilgili olarak bugüne kadar duyduğum en güzel söz
Bakara Sûresi / 26-27 ...................................................... 177
Emir'ül-Müminin Ali b. Ebu Talib'in (a.s) şu sözüdür: "Aklın mı seni nehyediyor sandın? Aklın sadece seni alçaltır ve yüceltir ve Allah bundan beridir." Amr b. Ubeyd'in cevap mektubunda ise şunlar yazılıydı: "Bugüne kadar, bu mesele ile ilgili olarak duyduğum en güzel söz Ali b. Ebu Talib'in (a.s) şu sözüdür: Zorbalığın temelinde zorlama olsaydı, hakkında kısas uygulanan zorba mazlum sayılırdı." Vasıl b. Atâ'nın mektubunda ise şunlar yazılıydı: "Kazâ ve kaderle ilgili olarak duyduğum en güzel söz Emi-r'ül-Müminin Ali b. Ebi Talib'in şu sözüdür: "Sana yol gösterip sonra da yolunu kapatacağını mı sandın?" Şa'bi ise mektubunda şunları yaz-mıştı: "Kazâ ve kader hakkında duyduğum en güzel söz Emir'ül-Mü-minin Ali b. Ebu Talib'in şu sözleridir: "Dolayısıyla Allah'tan bağışlanma dilediğin her şey sendendir ve dolayısıyla Allah'a hamdettiğin her şey O'ndandır." Mektuplar Haccac'a ulaşıp içerikleri üzerinde biraz düşündükten sonra şöyle dedi: "Bu sözleri berrak bir kaynaktan almışlardır." [Tarâif'ul-Hikem, s.329]
Yine et-Tarâif adlı eserde belirtildiğine göre, bir adam İmam Cafer Sadık'tan (a.s) kazâ ve kader hakkında bir soru sormuş, o da şöyle cevap vermiştir: "Bir kulu dolayısıyla kınayabileceğin her davranış ondandır, dolayısıyla kınayamadığın şeyler de Allah'tandır. Allah kuluna, 'Niçin günah işledin? Niçin yoldan çıktın? Niçin şarap içtin? Niçin zina ettin?' der. Çünkü bunlar kulun fiilleridirler. Ama, 'Niye hastalandın? Niye kısa boylu oldun? Niye beyaz oldun? Veya Niye siyah oldun?' demez. Çünkü bunlar Allah'ın fiilleridirler." [s.340]
Nehc'ül-Belâğa'da belirtildiğine göre, İmam Ali'ye (a.s) tevhidin ve adaletin ne anlama geldiği sorulmuş, o da şöyle cevap vermiştir: "Tevhit, O'nun hakkında zan beslememendir. Adalet ise, O'nu suçlamamandır." [Kısa sözler: 470]
Ben derim ki: Yukarıda sunduğumuz rivayetlerin benzerleri oldukça fazladır. Ancak bizim aktardıklarımız, değinmediğimiz rivayet- lerin içeriklerini içermektedir. Eğer şimdiye kadar sunduğumuz rivayetler üzerinde etraflıca düşünecek olursan, bu rivayetlerin çeşitli yön-lerden konuya ilişkin kanıtlar içerdiğini görürsün. Bunların bir kısmında emir, nehiy, ceza, sevap ve benzeri hususlarından yola çıkarak ne cebir, ne tevfiz (başıboşluk) olmaksızın serbestliğin söz konusu olduğu kanıtlanmıştır. Emir'ül-Müminin
178 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Ali b. Ebu Talib'in yaşlı adama verdiği cevapta bu husus vurgulanıyor. Söz konusu açıklama, yüce Allah'ın sözünden çıkardığımız sonuçla da uyuşuyor. Bir kısmında; ne cebri ne de tefvizi (başıboşluk) doğrulamayan Kur'ân-ı Kerim'de yer alan ifadelerle konu kanıtlanmıştır. Yüce Allah'ın şu sözü gibi: "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır." (Mâide, 18) "Senin Rabbin kullara zulmedici değildir." (Fussilet, 46) "De ki: Al-lah, hayâsızlığı emretmez." (A'râf, 28)
Bu konuda şöyle bir görüş ileri sürülebilir: Bir fiil bizim açımızdan hayâsızlık veya zulüm olarak nitelendirilebilir; ama aynı fiil Allah'a izafe edilince hayâsızlık veya zulüm olarak nitelendirilemez. Çünkü yüce Allah'tan hayâsızlık veya zulüm vuku bulmaz. Ne var ki, ayetin giriş kısmı özel işaretiyle bu anlamı reddeder özelliktedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bir hayâsızlık işledikleri zaman: "Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah bunu bize emretti" derler. De ki: Allah hayâsızlığı emretmez." ayette "Allah bunu bize emretti" denip ardından da hemen "Allah hayâsızlığı emretmez." buyurulması, nefy-edilen hayâsızlıkla anlatılmak istenen şey "bunu" sözcüğüyle işaret edilen şeyin aynısıdır. Dolayısıyla o "şey", ister Allah'a izafe edilince hayâsızlık olarak nitelendirilsin, ister nitelendirilmesin Allah'ın emretmeyeceği bir şeydir.
Bir diğer kısmında; Allah'ın sıfatları yöntemiyle konuya yaklaşılmıştır. Şöyle ki; yüce Allah en güzel isimlere sahiptir. En yüce sıfatlar O'nundur. Zorlama veya başıboşluk söz konusu olursa, bu sıfatlar ve isimlerin bir kısmı doğru olmaz. Çünkü yüce Allah kahredicidir, her şeye güç yetirendir, kerimdir, rahimdir. Her şeyin varlığı O'ndan olmadığı sürece bu sıfatların anlamı pekişmez, kesinlik kazanmaz. Aynı şekilde bu niteliklerin gerçekten O'na ait olması için, eksiklik ve bozuklukların O'na dönük olmaması, O'nun kutsal katının bunlardan münezzeh olması gerekir. Nitekim et-Tevhid adlı eserden aktardığımız rivayetlerde bu husus vurgulanıyor. Bir kısmında da cebir veya tefviz (başıboşluk) söz konusu olsaydı, bağışlanma dileme, kınama gibi şeylerin anlamsız olacağı vurgulanarak meselede hak görüş kanıtlanmak istenmiştir. Şöyle ki; eğer günah kuldan kaynaklanan bir davranış olmasaydı, onun bağışlanma dilemesi bir anlam ifade etmezdi. Eğer fiillerin tümü
Bakara Sûresi / 26-27 ...................................................... 179
Allah'tan olsaydı, o zaman fiiller arasında kınanma veya kınanmama açısından bir fark olmazdı. Hâlbuki realite bunun aksidir. Bu arada saptırma, mühürleme, azdırma gibi anlamların yüce Allah'a izafe edilince ne anlamlar ifade ettiğini açıklayan rivayetler de vardır.
Örneğin el-Uyûn adlı eserde, İmam Rıza'nın (a.s) yüce Allah'ın, "Onları göremez bir şekilde karanlıklar içinde bırakıverir." sözü ile ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "Yaratıklarda olduğu gibi yüce Allah 'terketmek'le, 'bırakıvermek'le nitelendirilemez. Ancak O, kullarının küfürden ve sapıklıktan dönmeyeceklerini bilince, onlara yönelik yardımını ve lütfunu keser. Onları kendi tercihleriyle baş başa bırakır." [c.1, s.101, bab: 11]
Yine el-Uyûn adlı eserde, İmam Rıza'nın (a.s) şöyle dediği anlatılır: "Allah onların kalplerini mühürlemiştir." Mühürleme, kâfirliklerinde ısrar etmelerinden dolayı, kâfirlerin kalplerinin algılama yeteneklerinin devre dışı bırakılmasıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Tersine, kâfirliklerinden dolayı, Allah o kalplerin üzerini mühürlemiştir. Artık çok azı hariç, onlar inanmazlar."1 [c.1, s.101, bab: 11]
Mecma'ul-Beyan tefsirinde İmam Sadık'ın (a.s) "Allah... çekinmez." ifadesiyle ilgili olarak şöyle dediği belirtilir: "Yüce Allah'ın bu sözü Allah'ın kullarını saptırdığını, sonra da sapıklıklarından dolayı onları azaba çarptırdığını ileri sürenlerin, iddialarını çürütmektedir." Bu ayetin açıklamasına daha önce yer verildi.
CEBİR VE SERBESTLİKLE İLGİLİ FELSEFÎ İNCELEME
Hiç kuşkusuz, dış âlemde türler olarak nitelendirdiğimiz şeyler, türsel fiiller gerçekleştiren, türsel eserler bırakan olgulardır. Gerçek şu ki biz türlerin varlıklarını, onların başkalarından tür olarak farklı oluşlarını, ancak eserleri ve fiilleri aracılığı ile anlayabilmekteyiz. Bu durum, onlardan duyu organlarımız aracılığı ile türlü fiilleri gözlemlemek, başkalarından farklı eserleri algılamak şek- ---------
1- [Nisâ, 155]
180 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
linde olur. Duyu organları, gözlemlenen eserlerin ötesinde herhangi bir gerçeği algılayamamaktalar.
Sonra burhan ve kanıtlama aracılığı ile, söz konusu eserlerin meydana getirici nedenlerini ve oluştukları platformu belirleriz. Sonra bu nedenler ve platformların, yani türlerin farklı olduklarına karar veririz. Çünkü onlardan gözlemlediğimiz eserler ve fiiller farklıdır. Örneğin, insanların ve diğer canlı türlerinin ortaya koydukları eserlerde gözlemlenen farklılık, şöyle şöyle adlandırılan, şu şu eserleri ve fiilleri sergileyen değişik türlerin varolduğuna karar vermeyi bir zorunluluk hâline getirir.
Aynı şekilde arzular ve fiiller arasındaki farklılığı da ancak oluştukları platformları veya özellikleri aracılığı ile belirleyebiliyoruz. Konumu ne olursa olsun bütün fiiller, en başta iki kısma ayrılırlar.
a) Meydana gelişinde bilginin herhangi bir müdahalesi söz konusu olmayan doğadan kaynaklanan fiiller. Büyüyüp gelişme ve beslenme (bitkiler için) ve çeşitli hareketler (cisimler için) bu tür fiillerdendir.
Sağlık, hastalık ve benzeri şeyler de bu kapsama girerler. Bu fiiller bizim tarafımızdan biliniyor olsalar da ve bizimle birlikte varolsalar da, bilginin onlara yönelik taalluku, varoluşları ve sergilenişleri üzerinde hiçbir etkinlik sağlayamaz. Bu tür fiiller bütünüyle doğal faillerine dayanırlar.
b) Bilginin, meydana gelişleri üzerinde etkin rol oynadığı, failden bilinçli olarak kaynaklanan fiiller. İnsan ve öteki bilinçli canlıların isteğe bağlı olarak sergiledikleri fiiller gibi. Bu tür fiilleri, faili, bilgisinin taalluk etmesiyle, kendi tanımlamasıyla ve ayırt etmesiyle gerçekleştirir. Bu konudaki bilgi, fiilin belirginleşmesini ve başka fiillerden ayırt edilmesini sağlar. Bu ayırt etme ve belirginleştirme, fail için kemal sayılacak bir mefhumun bu fiile tatbik edip etmemesi açısından önem taşımaktadır. Çünkü kim olursa olsun bir fail bir fiili ancak varlığının kemali ve eksikliğini gidermek için yapar. Bilgiden kaynaklanan fiil, fail için kemal olan ile olmayan şeylerin birbirinden ayırt edilmesi bakımından bilgiye muhtaçtır.
Bakara Sûresi / 26-27 ...................................................... 181
Bu noktadan bakınca görüyoruz ki, konuşan insan tarafından düzenli harfler aracılığı ile ortaya konan sesler gibi özden kaynaklanan fiiller, aynı şekilde, insanın nefes alıp vermesi gibi doğanın da müdahalesi ile gerçekleşen fiiller ve aynı şekilde üzüntü, korku veya bunun gibi bir etkenin sonucu insanın sergileme durumunda kaldığı refleksler, failin uzun boylu düşünmesini gerektirmemektedir. Çünkü burada fiil ve faile tatbik eden tek bir bilgi şekli söz konusudur. Fiili bekleyen başka bir durum yoktur. İster istemez böyle bir fiil işlenme durumunda kalıyor. Fakat, değişik bilgi şekilleri olan fiiller böyle değildir.
Bu şekillerin bazısında insanın gerçek veya hayalî kemali söz konusudur. Bazısında ise insanın ne gerçek ne de hayalî kemali söz konusu değildir. Nitekim acıkmış Zeyd açısından ekmeğin durumu bundan ibarettir. Ekmek onu doyuran ve açlığını gideren bir şeydir. Ancak bu ekmek kendinin olabileceği gibi, başka birine de ait olabilir. Temiz ve sağlıklı olabileceği gibi zehirli, pis ve insanı tiksindirici de olabilir. İnsanın bu ekmeği yiyeyim mi yemeyeyim mi diye düşünmesinin nedeni, bu niteliklerin hangisinin ekmeğe uyarlandığını anlamak istemesidir. Niteliklerden biri kesinlik kazanıp ötekileri devre dışı kalınca ve failin kemali de onda olunca, fail hiçbir şekilde bu fiili işlemekten geri durmayacaktır. Birinci kısım fiilleri "zorunlu fiiller" olarak adlandırıyoruz. Doğanın etkisi sonucu oluşan fiiller gibi. İkinci tür fiilleri de, "irâdî fiiller" olarak adlandırıyoruz. Yürümek ve konuşmak gibi.
Bilgi ve iradeden kaynaklanan "irâdî fiiller" de ayrıca iki kısma ayrılır: Çünkü fiilin iki yönünden birini tercih ederek yapıp veya yapmamak, ya başkalarından etkilenmeksizin failin kendisine dayalıdır. Yanında bulunan bir ekmeği yemeyi düşünen aç kimse gibi. Bu adam, ya başkasının malı olduğu ve onun izni olmadan yememesi gerektiği için onu yememeyi tercih edecek ve yemeyecek ya da onu yemeyi yeğleyecek ve yiyecektir. Ya da fiilin tercihi ve belirginleşmesi başka bir şeyin etkisine dayalıdır. Bir zorba tarafından ölümle veya başka bir şeyle tehdit edilerek herhangi bir fiili işlemeye zorlanan, dolayısıyla kendi seçimi ve isteği ile belirginleştirmeksizin söz konusu fiili zorlanarak işleyen kimse gibi.
182 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Birinci kısım fiiller, ihtiyarî, yani isteyerek yapılan fiillerdir. İkinci kısma girenler ise, icbarî, yani zorlama sonucu işlenen fiillerdir. Şöyle ki; sen iyice düşündüğün zaman görürsün ki, icbarî bir fiili, gerçi bir zorlayıcının zorlamasına isnat ederiz ve zorlama aracılığı ile yapma veya yapmama şıklarından birinin imkânsızlaştığını dolayısıyla fail için tek bir şıkkın kaldığını söyleriz, ancak icbarî fiil de tıpkı ihtiyarî fiil gibi, ancak zorlanan failin yapmayı yapmamaya tercih etmesiyle gerçekleşebilir. Zorlayan kimsenin fiilin gerçekleşmesinde büyük rolü olması hiçbir şeyi değiştirmez. Çünkü tercihi zorlayıcının zorlamasına ve tehdidine dayanıyor olsa bile, failin kendisi yapmayı yapmamaya tercih etmediği sürece fiil gerçekleşmez. Yozlaşmamış vicdan bunun en büyük tanığıdır. Böylece anlaşılıyor ki, irâdî fiillerin "ihtiyarî" (isteğe bağlı) ve "icbarî" (zorlamalı) olmak üzere ikiye bölünmesi, bölünen fiili zat ve sonuçlar açısından iki farklı türe ayıran gerçek bir bölünme değildir. Çünkü "iradî fiil" bilgiye dayalı bir tercih ve tayine muhtaçtır ki, fiilin kaderini belirlesin. Bu da, hem "ihtiyarî" ve hem de "cebrî" fiilde eşit düzeyde bir gerekliliğe sahiptir. İki fiilden birinde failin tercihi kendi temennisine, diğerinde bir dış etkene dayanıyor olması, sonuçların farklılaşmasına yol açan türsel bir farklılığa sebep olmaz.
Nitekim bir duvarın dibinde gölgelenen kimse, duvarın yıkılmak üzere olduğunu fark edip korkarak oradan ayrılırsa, bu fiili, "ihtiyarî fiil" olarak tanımlanır! Ama eğer bir zorba gelir ve "eğer kalkmazsan duvarı üzerine yıkarım" diye tehdit ederse, o da korkarak oradan ayrılırsa, bu fiili "icbarî fiil" olarak nitelendirilir. Oysa iki fiil ve iki tercih arasında temelde bir fark yoktur. Sadece tercihlerden biri zorbanın iradesine dayanıyor.
Eğer desen ki: "İki fiilin birbirlerinden farklı olduklarının anlaşılması için, ihtiyarî fiilin, meydana gelişi ile fail katındaki bir maslahatla uyuşmasının bilinmesi yeterlidir. Övgü ve yergi de bu tür bir fiili izler; sevap ve ceza gibi daha birçok sonuç da bu tür fiiller için söz konusudur. İcbarî fiilde ise, durum bundan farklıdır. Bu tür bir fiili yukarıdaki sonuçlardan herhangi birisi izlemez." denecek olursa buna vereceğim cevap şudur:
Bakara Sûresi / 26-27 ...................................................... 183
Durum söylendiği gibidir, ancak bu sonuçlar, nihai toplumsal kemale uygun olarak akıllı insanların yaptıkları değerlendirmelerden ibarettirler. Dolayısıyla bunlar itibarî sonuçlardır, gerçek değil. Bu yüzden cebir ve ihtiyar meselesi felsefî bir mesele değildir. Çünkü felsefi meseleler, dış âlemde yer alan varlıkları ve onların objektif sonuçlarını kapsarlar. Fakat sonuç olarak akıllı insanların değerlendirmelerinden ibaret olan itibarî kavramlar felsefî bir araştırmaya tâbi tutulmaz ve aklî kanıtlarla ret veya ispat edilmez. Şu hâlde felsefî bir araştırmada söz konusu meseleyi başka bir yöntemle ele alıp şöyle demeliyiz:
Hiç kuşkusuz meydana gelen her mümkün bir illete muhtaçtır. Bu hüküm, kanıt yoluyla sabittir. Aynı şekilde, hiç kuşkusuz bir "şey" zorunlu olmadıkça var olmaz. Çünkü bir şeyin varlığı herhangi bir belirleyici tarafından belirlenmediği sürece, o şey eşit bir şekilde varlığa da, yokluğa da izafe edilir. Dolayısıyla bir şey, bu eşitlik konumunu korumakla beraber varolamaz. Çünkü bir şey varolduğu sürece zorunlulukla nitelenmek durumundadır. Bu zorunluluğu da hiç kuşkusuz illeti tarafından kazanmıştır. Dolayısıyla varlıklar âlemini bir bütün olarak ele aldığımız zaman, tümü de varlığı zorunlu olmak üzere birbirine bağlı ardışık halkalardan oluşan bir zincir gibi görürüz. Bu zincirde varlığı mümkün olarak nitelendirilebilecek tek bir halkaya rastlanmaz.
Ayrıca, söz konusu zorunluluk nispeti, dört illet, şartlar ve hazırlayıcılar gibi malûlün, yalın veya birçok şeyden meydana gelen bileşik nitelikli tam (eksiksiz) illetine izafe edilmesinden kaynaklanıyor. Fakat söz konusu malûl illetin bazı parçalarına veya söz gelimi başka bir şeye izafe edilirse, bu izafe zorunlu olarak mümkünlük nispeti niteliğini kazanır. Bu durum son derece açıktır. Eğer bu nispet, zorunluluk niteliğini taşıyor olsaydı, tam (eksiksiz) illete, tam (eksiksiz) illet olmasıyla beraber ihtiyaç duyulmaz olurdu. Şu hâlde, içinde yaşadığımız doğaya iki sistem egemendir: Zorunluluk sistemi ve mümkünlük sistemi. Zorunluluk sistemi, eksiksiz tam illetlere ve onların malûllerine hakimdir. Bu sistemin parçaları arasında, kesinlikle ne zat ve ne de zatın fiili açısından mümkünlük niteliğine sahip bir parçaya rastlanmaz. Mümkünlük sistemi ise, madde, maddenin alabileceği şekilleri ve madde tara-
184 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
fından kabul edilmesi imkân dahilinde olan sonuçları kapsar. Söz gelimi, insanın ihtiyarî fiillerinden biri ele alınırsa, bu fiil, tam iletine kıyasla -ki o; insan, ilim, irade, kullanıma elverişli madde, mekân ve zamanla ilgili şartların gerçekleşmesi ve engellerin ortadan kaldırılması ve kısaca fiilin var olmak için ihtiyaç duyduğu her şeydir- gereklilik ve zorunluluk niteliğine sahip olur. Ama bu fiil sadece insana izafe edilirse, -ki insan, tam illetin sadece bir parçasıdır- o zaman mümkünlük niteliğine sahip olur.
Kaldı ki, yerinde açıklandığı gibi illete ihtiyaç duyuluyor olmasının sebebi, varlığın mümkün niteliğine sahip bir varlık olmasıdır. Yani bağımlı olmasıdır, gerçeklik bakımından kendi başına bir varlık ifade etmemesidir. Çünkü bağımlılık zinciri sonuçta kendi başına bağımsız olan bir varlıkla noktalanmazsa, muhtaçlık ve yoksulluk zinciri öyle devam eder.
Buradan hareketle şu sonuçları elde ediyoruz:
a) Malûl illetine dayanıyor olmakla, mümkünlük zincirinin son bulduğu zorunlu illete muhtaç olmaktan kurtulmaz.
b) Bu muhtaçlık, var olmak bakımından olduğu için bütün varoluşsal özelliklerinin, illetleri ile olan bağlantılarının, zaman ve mekânla ilgili koşullarının korunmuş olmasıyla birlikte söz konusudur.
Böylece iki şey açıklık kazanmış oluyor:
1- İnsan, diğer tüm doğal olgular ve onların doğal fiilleri düzeyinde varoluşsal olarak ilâhî iradeye dayandığı gibi, insanın fiilleri de varoluşsal olarak ilâhî iradeye dayalıdırlar. Dolayısıyla Mutezile ekolünün, "insanın fiilleri varoluşsal olarak Allah'ın iradesine bağlı değildir" şeklindeki iddialarıyla kaderi inkâr etmeleri temelden yanlıştır. Bu dayanma, varoluş için kaçınılmaz bir durum olduğu için, malûlün varoluşsal özellikleri de burada etkin rol oynar. Şu hâlde her malûl, kendine özgü varoluş sınırları içinde illetine dayalıdır. Bir insan bireyi de baba, ana, zaman, mekân, şekil, nicelik, nitelik ve diğer maddî etkenlerden müteşekkil tüm varoluşsal sınırlarıyla ilk illete dayandığı gibi, insanın fiilleri de tüm varoluşsal nitelikleriyle birlikte ilk illete dayanır. Örneğin şu fiil ilk illete ve zorunlu olan iradeye intisap ettiği zaman, bu durum onu, asıl konumunun dışına çıkarmaz. Söz gelimi, insan iradesinin et-
Bakara Sûresi / 26-27 ...................................................... 185
kinliğini geçersiz kılmaz. Çünkü zorunlu ilâhî irade, ancak irade ve ihtiyar sonucu insandan sadır olan fiile taalluk eder. Eğer bu fiil, gerçekleştiği zaman irade dışı ve istem dışı olursa, bu durum yüce Allah'ın iradesinin gerçekleşmemesi demektir ki, bu da yüce Allah açısından imkânsızdır. Bu yüzden Cebriye anlayışına sahip Eş'arîlerin, "İlâhî iradenin isteme bağlı fiillere taalluk edişi irade ve istemin etkinliğini geçersiz kılar." şeklindeki görüşleri temelden yanlıştır.
Doğruluğunda kuşku olmayan kesin gerçek şudur: İnsanların fiilleri hem faile ve hem de ilâhî iradeye izafe edilirler ve bu iki nispetlilik birbirlerini geçersiz kılmazlar. Çünkü bunlar, birbirlerinin karşısında değil, yanındadırlar.
2- Fiiller eksiksiz illetlerine izafe edildikleri gibi (Bu izafe edilişin, zorunlu olarak eksiksiz illetlerine izafe edilen diğer olgular gibi zorunlu ve gerekli olduğunu öğrenmiş bulunuyorsun) eksiksiz illetlerinin bazı cüzlerine de -insan gibi- izafe edilirler. (Bu izafe edilişin ise mümkünlük niteliğine sahip olduğunu öğrenmiş bulunuyorsun.) Şu hâlde zorunlu ve eksiksiz illetinden dolayı herhangi bir fiilin varoluşsal olarak zorunluluk niteliğine sahip olması, bu fiilin bir başka açıdan varoluşsal olarak mümkünlük niteliğine sahip olmasına engel değildir.
Öyleyse, önce de söylediğimiz gibi iki türlü nispet vardır ve bunlar arasında bir çelişki yoktur. Dolayısıyla günümüzde materyalistlerin ve çağdaş filozofların ortaya attıkları doğa sisteminin determinizminin evrenselliği ve isteme bağlı fiillerin geçersizliği şeklindeki teori yanlıştır. Aksine, evrensel sistemin dayanağı olan gerçek şudur:
Olaylar eksiksiz illetleri bakımından zorunlu birer varoluşa sahiptirler. Ama maddeleri ve illetlerinin parçaları bakımından varoluşları mümkünlük niteliğine sahiptir. İnsanın fiil ve davranışlarında da temel ölçü budur. Davranışlarının konumsal dayanağı umut, terbiye ve eğitim gibi olgulardır. Varlığı zorunlu ve gerekli olan olguları, terbiye ve eğitime dayandırmak bir anlam ifade etmez. Bu hususta umuda da dayanılmaz. Ne demek istediğimiz son derece açıktır.
186 ............................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Bakara Sûresi / 28-29 ......................................................
28- Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, siz ölüler idiniz. O sizi diriltti, yine öldürecek, yine diriltecek; sonra O'na döndürüleceksiniz.
29- O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı; sonra göğe yöneldi, onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi bilir.
Burada ikinci kez başa dönülüyor. Yüce Allah surenin giriş bölümünde bazı açıklamalarda bulunduktan sonra, tümünü özetleyen şöyle bir ifadeye yer vermişti: "Ey insanlar Rabbinize kulluk sununuz..." Sonra bir kez daha meseleye dönüyor ve daha ayrıntılı bir açıklamada bulunuyor: "Allah'ı nasıl inkâr edersiniz" diye başlayan on iki ayette insan gerçeği, yüce Allah'ın onun özüne yerleştirdiği kemal özellikleri, varoluşunun kapsamı, bu varlığın geçmek zorunda olduğu ölüm, hayat, sonra tekrar ölüm, sonra tekrar hayat ve ardından Allah'a dönüş gibi aşamalar ayrıntılı biçimde açıklanıyor. Bu ayetlerde yüce Allah'ın insana bahşettiği varoluşsal ve yasal nitelikli özel bağışlara, lütuflara değiniliyor. Buna göre, insan ölüydü, Allah onu diriltti, sonra onu öldürecek ve ardından tekrar diriltip huzuruna götürecektir. Allah yerde olan her şeyi onun için yaratmıştır. Gökleri ona musahhar etmiştir. Onu yeryüzünde kendi halifesi olarak görevlendirmiştir. Melekleri ona secde ettirmiştir, daha önce de babasını cennete yerleştirmişti, ona tövbe kapılarını açmıştı. Nasıl kulluk sunacağını ve doğru yolu göstermek suretiyle lütufta bulunmuştu. Bu açıklamalar, ayet-i kerimenin akışıyla da uyum içindedir: "Allah' ı nasıl inkâr edersiniz ki, siz ölüler idiniz,
Bakara Sûresi / 28-29 ...................................................... 187
O, sizi, diriltti..." Görüldüğü gibi ayetin akışı, kınama ve nimetleri hatırlatma yönündedir.
"Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, siz ölüler idiniz." Bu ayet içerik olarak yüce Allah'ın şu sözünü andırıyor: "Dediler ki: Rabbimiz, bizi iki kez öldürdün ve iki kez dirilttin. Günahlarımızı itiraf ettik. Şimdi çıkmak için bir yol var mı?" (Mü'min, 11) Bu ayet dünya ile ahiret arasında bir ara dönemin (berzah) varlığına kanıt olarak gösterilen ayetlerdendir. Çünkü burada iki kez öldürmeden söz ediliyor. Eğer bunlardan biri insanın dünyadan ayrılışına yol açan ölümse, bu durumda bu ikinci ölümün tasviri bakımından iki ölüm arasında bir hayatın kaçınılmazlığı gündeme geliyor ki, bu berzah âlemidir. Bu da bize göre berzah âlemini ispat için yeterli bir kanıttır. Bazı rivayetlerde de bu kanıtlamaya rastlamaktayız. Fakat berzah hayatını inkâr edenler, bu iki ayetin, yani "Nasıl inkâr edersiniz..." ve "Dediler ki: Ey Rabbimiz" ayetlerinin akışının bir amaca yönelik olduğunu söylerler. Çünkü her iki ayette de iki ölümden ve iki hayattan söz ediliyor. Şu hâlde vurguladıkları gerçek de aynı olmalıdır. Birinci ayette açıkça görülüyor ki, ilk ölüm, insanın, dünya hayatında kendisine ruh verilmeden önceki hâlidir. Şu hâlde birinci ölüm ve hayatla dünya hayatından önceki ölüm ve dünya hayatı kastediliyor. İkinci ölüm ve hayatla da, dünyadaki ölümle ahiretteki diriliş kastediliyor. İkinci ayetteki aşamalarla da birinci ayetteki aşamalar kastediliyor. Dolayısıyla bu ayetlerde berzah hayatına ilişkin bir işaret yoktur.
Ama bu, büyük bir yanılgıdır. Çünkü her iki ayetin akışı farklı mesajları vurgulamaya yöneliktir. Çünkü birinci ayette bir ölümden, bir öldürmeden ve iki diriltmeden söz ediliyor. İkinci ayette ise, iki öldürmeden ve iki diriltmeden bahsediliyor. Bilindiği gibi ölümün aksine, öldürmenin öncesinde hayatın varlığı kaçınılmazdır. Hayat olmazsa, öldürme olmaz. Şu hâlde birinci ayette sözü edilen ilk ölüm, ikinci ayette sözü edilen ilk öldürmeden farlıdır. Dolayısıyla, "Bizi iki kez öldürdün ve iki kez dirilttin" ifadesindeki ilk öldürmenin dünya hayatından sonraki öldürme olduğu anlaşılıyor. Ondan sonraki diriltme ise berzah hayatı içindir. İkinci öldürme ve diriltme ise ahiretteki diriliş günü içindir. "Siz ölüler idiniz, sizi dirilttik." ifadesinde ise, dünya hayatından önceki ölüm hâli
188 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
kastediliyor. Bu ise, öldürmeden ayrı bir durumdur. Burada kast edilen hayat da dünya hayatıdır. "Sonra O'na döndürüleceksiniz" ifadesinde ise, "sonra" edatıyla "diriltme" ile "döndürülme" arasında bir ara dönemin varlığı ifade ediliyor. Bu ifade tarzı, bizim yaptığımız açıklamayı pekiştirici niteliktedir.
"Siz ölüler idiniz." ifadesi insanın varoluşuna ilişkin temel bir gerçeği dile getiriyor. İnsanın varoluşu, dönüşen, tekâmül eden bir varoluştur. İnsan değişen ve dönüşen varoluş çizgisini tedricî olarak geçer. Bu çizgi aşamalara bölünmüş hâldedir. Buna göre, insanoğlu dünyaya gelmeden, varoluşa adımını atmadan önce ölüydü. Sonra Allah tarafından diriltildi. Sonra öldürme ve diriltilme olguları aracılığı ile durumdan duruma dönüşür. Böylece sürüp gider. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ve insanı yaratmağa çamurdan başladı. Sonra onun neslini bir özden, basbayağı bir sudan yaratmıştır. Sonra onu düzeltti ve ona kendi ruhundan üfledi." (Secde, 7-9) "Sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir." (Mü'minûn, 14) "Dediler ki: Üzerinize vekil edilen ölüm meleği, canınızı alır." (Secde 10-11) "Sizi ondan yarattık, yine ona döndüreceğiz ve bir kez daha ondan çıkaracağız." (Tâhâ, 55)
Gördüğün gibi ayetler (yeri gelince daha ayrıntılı bilgi vereceğiz) insanın yeryüzünün ayrılmaz, koparılmaz bir parçası olduğunu ifade etmektedirler. Bir varlık olarak yerden çıkmıştır. İnsan, sonra çeşitli evrelerden geçerek gelişimini tamamlamış ve bir aşamaya ulaşınca da, orada bambaşka bir yaratığa dönüşmüştür, bambaşka bir yaratık olmuştur. Bu son ve mükemmel şeklini söz konusu dönüşümle sağlamıştır. Ardından ölüm meleği gelip insanı bir şekilde bedeninden ayırıyor, canını alıyor. Sonra Allah'a dönüyor. İşte insanın varoluş süreci budur.
Ayrıca ilâhî plânlama insanı öyle bir kalıba sokmuştur ki, yer ve gök menşeli tüm varlıklarla irtibata geçebilmekte, hayvanı, bitkisi, madeni, su ve hava gibi diğer öğeleriyle en basit hücrelisinden en karmaşık hücrelisine kadar tüm yaratıklarla bağlantı kurabilmektedir. Aslında doğada yer alan tüm varlıklar böyledir. Her varlık etkilemek, etkilenmek ve varlığını sürdürebilmek için baş-
Bakara Sûresi / 28-29 ...................................................... 189
kasıyla irtibata geçmek zorundadır. Yaratılışı bunu gerektirmektedir. Ancak bu arada insanın manevra alanı ve çalışma kapasitesi diğerlerinden daha geniş boyutludur. Nasıl mı? Bu donanımsız varlık, hayatındaki birtakım basit amaçlarına ulaşmak için doğada yer alan diğer varlıklarla yaklaşmak, uzaklaşmak, bir araya gelmek ve ayrılmak şeklinde gerçekleşen hareketlerle ortak yöne sahip olsa da, kavrama ve düşünme yeteneğine sahip olması bakımından kendine özgü bazı tasarruflarda bulunur ki, bu, öteki varlıkların gücünü aşar. İnsan bu yeteneği ile çevresindeki olguları, varlıkları ayırır, birleştirir, bozar ve ıslah eder. İnsanın etkinlik alanına girmeyen hiçbir varlık yoktur. Kimi zaman, doğada elde edemediği bir şeyi doğaya öykünerek teknoloji aracılığıyla meydana getirir. Zaman olur, doğaya doğayla karşı koyar.
Kısacası insan her amaç için, her şeyden yararlanır. Bu ilginç canlı türünün üzerinden geçen bunca zaman, tasarruf alanını genişletmesi ve bakışlarını daha derine nüfuz edici kılması için ona destek olmuştur. Çünkü Allah, sözleriyle gerçeği ortaya çıkarmak ve şu sözünün pratikte doğrulanmasını istemiştir: "Göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden size boyun eğdirdi." (Câsiye, 13)
"Sonra göğe yöneldi..." (Bakara, 29) Sözün, lütfun tamamlanması için sağlanan nimetlerin açıklanması amacına yönelik olması gösteriyor ki, yüce Allah'ın göğe yönelmesi de insan içindir. Gökyüzünün yedi gök hâlinde düzenlenmesi de onun içindir. Daha önce anlattıklarımız insanın varoluş süreci olarak izlediği yolu ortaya koyuyordu. Şimdiki açıklamamız ise, insanın evrensel boyuttaki tasarruf alanının sınırlarını belirliyor. Yüce Allah insanlık âleminden bunları anlatıyor; nereden başladığını ve bu sürecin nerede noktalanacağını dile getiriyor.
Şu kadarı var ki, Kur'ân-ı Kerim insanın dünya hayatının başlangıcını doğadan alıp zaman zaman onunla irtibatlı olarak gündeme getiriyorsa da, bu sürecin başlangıcını noksan sıfatlardan münezzeh olan yüce Allah'la da bağlantılı olarak söz konusu ediyor. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Sen hiçbir şey değilken, daha önce seni de yaratmıştım." (Meryem, 9) "İlkin var eden, sonra geri çevirip yeniden yaratan O'dur" (Bürûc, 13)
190 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Şu hâlde insanoğlu, evren beşiğinde yetiştirilip terbiye edilen, yaratılış ve varoluş memelerinden beslenen ve çeşitli varoluş aşamalarından geçen bir yaratıktır. Hayat çizgisinin ölü doğa ile sıkı bir ilişkisi vardır. Aynı şekilde öz yaratılış ve yoktan var edilme bakımından da yüce Allah'ın emrine ve sınırsız egemenliğine bağlıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "O'nun emri, birşeyi istedi mi ona, sadece 'ol' demektir, o da hemen oluverir." (Yâsîn, 82) "Biz bir şeyi istediğimiz zaman, söyleyeceğimiz söz, sadece ona 'ol' dememizdir; derhâl oluverir." (Nahl, 40) Bu, meselenin başlangıcı ile ilgili açıklamadır.
Dönüş açısından ise, insanın izlediği yol ikiye ayrılır: Mutluluk ve mutsuzluk yolu. Sonunda insanı yüceler âlemine ulaştırmaya en elverişli olanı mutluluk yoludur. İnsan bu yolu Rabbine ulaşana kadar izler. Mutsuzluk yolu ise, menzile uzak düşer ve sonunda insanı aşağıların aşağısı bir konuma düşürerek âlemlerin Rabbinin huzuruna çıkarır. Yüce Allah tüm varlıkları çepeçevre kuşatmıştır. Fatiha suresinde yer alan, "Bizi doğru yola hidayet et." ayetini incelerken bu hususa ilişkin açıklamalarda bulunmuştuk.
İnsanın izlediği yola ilişkin genel bir değerlendirmeydi bu. Onun dünya hayatından önceki, dünya hayatındaki ve dünya hayatından sonraki hayatı ile ilgili açıklamalara da yeri geldikçe yer vereceğiz. Şu kadarı var ki, Kur'ân-ı Kerim bu meseleyi, hidayet, sapıklık, mutluluk ve mutsuzluk durumlarıyla olan bağlantısı dolayısıyla gündeme getiriyor. Hedefinin dışında kalan hususları ise, üstü kapalı olarak geçiyor.
"Onları yedi gök olarak düzenledi." İnşaallah "Fussilet" suresinin ilgili ayetinde "gök" kavramı üzerinde etraflı bir değerlendirme yapıp ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.
Bakara Sûresi / 30-33 ...................................................... 191
30- Hani bir zaman Rabbin, meleklere; "Ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım." demişti. Onlar da: "Orada bozgunculuk yapacak ve kanlar dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz." dediler. Allah: "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim" dedi.
31- Ve Âdem'e isimlerin tümünü öğretti. Sonra onları meleklere sundu ve "Eğer doğru söylüyorsanız, bunların isimlerini bana haber verin." dedi.
32- Dediler ki: "Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Şüphesiz sen, bilensin, hikmet sahibisin."
33- (Allah:) "Ey Âdem, bunlara onların isimlerini haber ver." dedi. O, bunları onlara isimleriyle haber verince de dedi ki: "Ben size, ben göklerin ve yerin gaybını bilirim, sizin açığa vurduğunuzu ve içinizde gizlemekte olduğunuzu bilirim, dememiş miydim?"
Yukarıdaki ayet-i kerimeler insanın yeryüzüne indiriliş gayesini, yeryüzüne halife olarak atanmasının mahiyetini, bu misyonu-
192 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
nun sonuç ve özelliklerini açıklamaktadır. Bu kıssa, Kur'ân-ı Kerim'de yer alan diğer kıssaların aksine sadece burada gündeme getirilmiştir.
"Hani bir zaman Rabbin... demişti..." İleride yüce Allah'ın "demesinin", meleklerin "demelerinin" ve şeytanın "demesinin" ne anlam ifade ettiğini açıklayacağız, inşaallah.
"Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz." Görüldüğü kadarıyla melekler, yüce Allah'ın "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." sözünden, yeryüzünde bozgunculuğun yaşanacağını ve kan döküleceğini anlıyorlar. Çünkü yer menşeli maddî varlık, öfke ve ihtiras güçlerinin bir bileşkesidir. Yaşanılacak yurt da didişme, sürtüşme yurdudur. Her bakımdan sınırlıdır. Her an çekişmeye yol açacak niteliktedir. Bileşimleri çözülmeye elverişlidir. Düzeni ve ıslah edilmiş yanları yeniden bozulabilir, sistemi allak bullak olabilir. Burada ancak türsel bir hayat sürdürülür. Birleşme ve dayanışma olmadığı sürece kalıcılık olmaz. Buradan anladılar ki, yeryüzünde sözü edilen halifelik, ancak bireylerin bir araya gelmesiyle gerçekleşen toplumsal hayatta söz konusudur. Böyle bir düzende de bozgunculuk ve kan dökücülük kaçınılmazdır.
Halifelik misyonu ise, tam anlamıyla bu misyonun asıl sahibi temsil edilmedikçe gerçekleşmez. Yani halife, bu makamın asıl sahibinin adına yönetme, hükmetme ve düzenleme salahiyetine sahip olmalıdır. Yeryüzünde temsil edilmek istenen yüce Allah, varlığı itibariyle en güzel isimlere sahiptir. Güzellik ve yücelikle ilgili en üstün nitelikler O'nundur. Zatı açısından noksanlıklardan münezzehtir, fiilleri bakımından kötülükten ve bozgunculuktan uzaktır, yücedir.
Yer menşeli bir halife bu hâliyle Allah'ın halifesi olmaya lâyık değildir. Her türlü noksanlığı barındıran varlığıyla, noksanlıklardan münezzeh, her türlü yokluktan beri olan, ilâhî varlığın yerine halife olamaz. Toprak nerede, sahiplerin sahibi, ortaksız Rab nerede! Meleklerin sarf ettikleri bu sözler, bilmedikleri hususları öğrenme, söz konusu halifeyle ilgili olarak içinden çıkamadıkları meseleleri çözüme kavuşturma amacına yöneliktir. Yoksa her-
Bakara Sûresi / 30-33 ...................................................... 193
hangi bir itiraz veya karşı çık-ma söz konusu değildir. Bunun kanıtı da yüce Allah'ın onlar adına aktardığı şu ifadedir: "Şüphesiz sen bilensin, hikmet sahibisin." Cüm-lenin ifade biçiminden meleklerin teslimiyetçi bir tavır içinde oldukları anlaşılıyor. Meleklerin sözlerinden çıkan sonuç şudur: Halife tayini, ancak halifenin, kendisini tayin eden yüce zâtı, tüm noksanlıklardan tenzih ederek övmesi ve varlığı ile onun kutsiyetini kanıtlaması içindir. Yer menşeli bir varlık ise, bunu gerçekleştiremez. Tersine bu konumunu ve işlevini bozgunculuk ve kötülük uğrunda kullanacaktır. Bu görevlendirmenin amacı, Allah'ı tesbih etmektir, O'nu noksan sıfatlardan tenzih etmektir. Bu ise, bizim seni tesbih etmemizle, sana hamd etmemizle, seni noksan sıfatlardan tenzih etmemizle gerçekleşmiş bulunmaktadır. Öyleyse senin halifelerin biziz veya bizi kendine halife kıl. Şu yer menşeli hilafetin sana ne faydası olacaktır? Yüce Allah onların bu değerlendirmelerini şu sözleriyle cevaplandırıyor: "Dedi ki: 'Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.' Ve Âdem'e isimlerin tümünü öğretti."
Ayetlerin akışından öncelikle şu husus anlaşılıyor: Söz konusu halifelik, yüce Allah adınadır. Bazı tefsir âlimlerinin ihtimal verdikleri gibi, insanlardan önce yaşayan bir tür canlı adına değildir bu halifelik. İddiaya göre bu canlı türü yok olunca yüce Allah insanları onlara halife kılmak istemiştir. Ama bu doğru değildir. Çünkü yüce Allah'ın onlara, Âdem'e isimleri öğretmek suretiyle verdiği cevap, söz konusu iddiayla bağdaşmıyor. Bundan dolayı, hilafet Hz. Âdem'in (a.s) şahsıyla sınırlı değildir. Bir ayırım gözetilmeksizin tüm soyu bu görevde ona ortaktır. İsimlerin öğretilmesi, bu bilginin insanın özüne yerleştirilmesi demektir. Nitekim, bunun etkisi yavaş yavaş ama kesintisiz olarak kendini belli eder. İlâhî hidayet söz konusu olursa insan, bu bilgiyi kuvveden fiile geçirebilir. Halifeliğin tüm insanları kapsadığı yüce Allah'ın şu sözünde de vurgulanmaktadır: "Hani sizi, Nuh kavminden sonra, halifeler kıldı." (A'râf, 69) Yüce Allah bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "Sonra sizi yeryüzünde halifeler yaptık." (Yûnus, 14) Konuyla ilgili bir diğer ayet de şudur: "Ve sizi yeryüzünün halifeleri yapıyor." (Neml, 62) Ayetlerin akışından çıkan ikinci sonuç da şudur: Yüce Allah yeryüzü halifesinin bozgunculuk yapacağını ve kan dökeceğini reddetmiyor ve meleklerin kendisini tesbih edip noksanlıklardan
194 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
tenzih ettikleri şeklindeki iddialarını da yalanlamıyor. Ancak yeni bir şey ortaya koyuyor. Meleklerin kaldıramayacakları bir olgudan söz ediyor. Ama yer menşeli bu halife bu yükümlülüğü kaldıracak kapasitededir. O, yüce Allah'tan bir örnek alabilmekte, bir sır taşıyabilmektedir ki, meleklerin buna güçleri yetmez. Bu yeteneğiyle de bozgunculuk ve kan dökücülük niteliği telafi edilmiş olur. Yüce Allah, "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim" şeklindeki sözünü ikinci kez, "Ben size, 'Ben göklerin ve yerin gaybını bilirim.' dememiş miydim?" sözüyle değiştiriyor. Bu gaybdan maksat, isimlerdir; Âdem'in isimlere ilişkin bilgisi değildir. Yani melekler, kendilerinin bilmedikleri birtakım isimlerin varlığından haberdar değildiler. Bilgisizlikleri, bu isimleri biliyorlardı da Âdem'in bunları bildiğini bilmiyorlardı, şeklinde değildi. Aksi takdirde yüce Allah'ın bu isimleri onlardan sormasının anlamı olmazdı ve "Ey Âdem, bunlara onların isimlerini haber ver" sözü ile yetinilir; onlar da Âdem'in de bu isimleri bildiğini anlarlar, mesele bitip giderdi. Oysa ayette, "Bunların isimlerini bana haber verin" diye meleklere soru yöneltilmiştir. Bu ifade tarzından anlaşılan o ki; melekler ha-lifelik misyonuna taliptiler, ama sonunda Hz. Âdem'in bu iş için seçilmiş olmasını kabul etmek durumunda kaldılar. Çünkü halifelik misyonunu üstlenecek biri, isimleri bilmek zorundadır. Bu yüzden yüce Allah, meleklere isimleri soruyor, onlar bilemiyorlar, ama Âdem biliyor. O zaman Âdem'in halifelik misyonuna lâyık olduğu ve bu hususta meleklerden daha üstün olduğu ortaya çıkıyor. Yüce Allah meleklere yukarıdaki soruyu yöneltirken "eğer doğru söylüyorsanız" şeklinde bir ifade kullanıyor, bu da gösteriyor ki, melekler isimleri bilmeyi gerektiren bir iddiada bulunmuşlardı, bir misyona talip olmuşlardı.
"Âdem'e isimlerin tümünü öğretti, sonra onları meleklere sundu." Buradan anlaşılıyor ki, bu isimler veya isimlerinden söz edilen varlıklar, akıl sahibi canlı varlıklardı. Bunlar gayb perdesinin altında bulunuyorlardı ve onların isimlerini bilmek, bizim şu andaki eşyaların isimlerini bilişimize benzemiyordu. Yoksa, Hz. Âdem'in söz konusu isimleri meleklere haber vermesi sırasında onlar da bu isimleri öğrenirler ve bilgi bakımından Âdem'le aynı düzeye gelirlerdi. Dolayısıyla Hz. Âdem'in meleklere karşı bir üstünlüğü söz konusu olmazdı.
Bakara Sûresi / 30-33 ...................................................... 195
Çünkü eğer Allah bu isimleri meleklere öğretmiş olsaydı, onlar da Âdem'in düzeyine gelirler, belki de ondan üstün olurlardı. Bu durumda da melekleri ikna eden veya gerekçelerini geçersiz kılan bir durum söz konusu olmazdı. Çünkü, yüce Allah'ın öğretmesiyle bir adamın birtakım sözcükleri bilmesi, onu Allah'ın emrini eksiksiz yerine getiren meleklerden üstün kılmaz. Bu bilgi Allah'ın, "Bu benim halifemdir ve benim katımda meleklerden daha üstün bir konuma sahiptir." buyurmasına sebep olmaz.
Yüce Allah'ın meleklere, "İnsanların ileride duygu ve düşüncelerini anlatmak, aralarında anlaşmak için kullanacakları kelimeleri söyleyin; eğer iddianızda veya halifeliğimi istemenizde doğru iseniz!" buyuracağını düşünemeyiz. Çükü dil bilmenin kemal sayılması, kalplerin içindeki amaçları bildirmesinden ileri geliyor. Bu duyguları ifade etmek için meleklerin konuşmaya ihtiyaçları yoktur. Onlar duyguları, düşünceleri vasıtasız algılarlar. Dolayısıyla onlar bu hususta konuşmanın da ötesinde bir mükemmelliğe sahiptirler.
Kısacası, Hz. Âdem'in onlara isimleri haber vermesi sonucu meleklerde oluşan bilgi, yüce Allah'ın isimleri öğretmesi ile Âdem'de meydana gelen gerçek bilgiden farklıdır. Bu iki bilgiden sadece biri, melekler ve kapasiteleri açısından mümkündür. Hz. Âdem, isimleri meleklere haber vermesinden dolayı değil, isimlere ilişkin gerçek bilgisinden dolayı halifelik misyonunu hakketmişti. Nitekim melekler cevap niteliğinde şöyle demişlerdi: "Sen yücesin; bizim senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur." Böylece bilgi hususunda olumsuz bir konuda olduklarını kabul ediyorlar. Şimdiye kadar sunduğumuz açıklamalardan çıkan sonuca göre, söz konusu nesnelerin isimlerini bilmek, onların gerçek mahiyetlerini, somut varlıklarını bilmek şeklinde olmalıdır. Yani sırf, bir kavramı ifade etmeye yönelik bir kelimeyi bilmek yeterli değildir. Şu hâlde söz konusu nesneler, göklerin ve yeryüzünün bilinmezlik perdesi altında gizli olan birtakım dışsal olgular ve somut varlıklardır. Bu nesneleri asıl nitelikleriyle bilmek de, ancak yer menşeli bir varlık için mümkündür; gök menşeli bir melek için değil. Ayrıca bu bilgi, ilâhî hilafetin bir gereğidir.
196 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
"Âdem'e isimlerin tümünü öğretti." ifadesinin orijinalinde geçen "el-esmâ=isimler" kelimesi başına "lâm" getirilmiş bir çoğuldur. Başında bu şekilde "lam" harfi bulunan çoğullar genellik ifade ederler. Bunun yanı sıra kelime, "kulleha=tümünü" ifadesiyle de pekiştirilmiştir. Yani varlıkları ifade için kullanılan tüm isimleri hiçbir sınırlandırma olmaksızın kapsadığı vurgulanmıştır. Ayrıca, "Sonra onları meleklere sundu." ifadesi gösteriyor ki, bütün isimler yani isim tarafından tanımlanan nesneler, hayat ve ilim sahibidirler. Bununla beraber gayb perdesi, yani göklerin ve yerin bilinmezlikleri altında gizlidirler.
"Gayb" kelimesinin göklere ve yere izafe edilmesi -kimi yerlerde "min" harf-i cerrinin ifade ettiği "bazı" anlamını ifade etmesi mümkün olmakla birlikte- burada "lâm" harf-i cerrinin anlamını ifade etmesi gerekiyor. Çünkü burada amaç yüce Allah'ın gücünün tümünü, kuşatıcılığını, buna karşılık meleklerin güçsüzlüklerini ve yetersizliklerini vurgulamaktadır. Bundan çıkan sonuca göre, Hz. Âdem'in bildiği isimler, gök ve âlemlerine oranla "gayb" sayılan şeylerdir, evrenin çerçevesinin dışında yer alan olgulardır. Meselenin bu boyutları, yani isimlerin genelliği, işaret ettikleri nesnelerin hayat ve bilgi sahibi oluşları, bunların göklerin ve yerin gaybî olarak nitelendirilişleri üzerinde düşünüldüğünde, bununla yüce Allah'ın şu sözü arasında kaçınılmaz bir bağlantı olduğu görülecektir: "Hiçbir şey yoktur ki, onun hazineleri bizim yanımızda olmasın. Biz onu bilinen bir miktar ile indiririz." (Hicr, 21) Burada yüce Allah, "şey" denebilecek her şeyin, katında bir hazinesinin bulunduğunu, o şeyin orada saklandığını, sürekli olduğunu, hiç tükenmediğini, herhangi bir sınırla sınırlanmadığını, ölçü ve sınırın sadece indirme ve yaratma aşamasında söz konusu olduğunu, bu hazinelerdeki çokluğun, ölçü ve sınırlamayı kaçınılmaz kılan sayısal bir çokluk olmadığını, sadece mertebe ve derecelerle ilgili bir çokluğun söz konusu olduğunu bildiriyor. İnşaallah Hicr suresinde yer alan bu ayeti açıklarken, daha ayrıntılı bilgi vereceğiz. Buna göre, yüce Allah'ın meleklere sunduğu isimler, Allah katında koruma altında olan, gayb perdesinin gerisinde gizli bulunan yüce varlıklardı. Yüce Allah âlemde olan her ismi, o yüce varlıkla-
Bakara Sûresi / 30-33 ...................................................... 197
rın hayrı ve bereketiyle indirmiştir. Göklerde ve yerde bulunan her şey bunların nurundan ve göz alıcı aydınlığından türemiştir. Çoklukları, farklılıkları, bireyler ve kişilerin çokluğuna, değişikliğine benzemez. Buradaki işlem, mertebeler ve dereceler şeklinde gerçekleşir. Bunların katından inen bir isim, bu tür bir inişle iner.
"Sizin açığa vurduğunuzu ve içinizde gizlemekte olduğunuzu bilirim." Bu ikisi, göklerin ve yerin bir parçası olan izafî gaybın kapsamına girerler. Bu yüzden bundan önce, "Ben göklerin ve yerin gaybını bilirim." denilmiştir. Amaç gaybın her iki yanını da, yani gökler ve yer âlemlerinin kapsamının dışındaki gayb ile, bu iki âlemin kapsamındaki gaybı birlikte ifade etmektir.
"içinizde gizlemekte olduğunuzu" ifadesinin orijinalinde "kitman= gizleme" fiilinin "kuntum" fiiliyle kayıtlandırılarak "gizlemekte olduğunuz" şeklinde bir ifade kullanılmasından ortada Hz. Âdem ve onun halife olarak görevlendirilmesi ile ilgili gizlenen bir hususun varolduğu anlaşılıyor. Bunu yüce Allah'ın bir sonraki ayetteki şu sözünden de sezinlemek mümkündür: "hepsi secde ettiler. O ise imtina etti ve büyüklük tasladı ve o kâfirlerden idi." Buradan anlaşıldığı kadarıyla, İblis bundan önce kâfir olmuştu. Secde etmekten kaçınması daha önce içinde gizlediği şeye dayanıyordu. Açıklanan bu nüktenin kadrini bilmelisin.
Bununla da anlaşılıyor ki, meleklerin secde etmeleri ve İblis'in secde etmekten kaçınması, yüce Allah'ın, "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim." sözü ile, "sizin açığa vurduğunuzu ve içinizde gizlemekte oldu-ğunuzu bilirim." sözünün arasında yer alan bir anda gerçekleşmiştir. Yine bununla, "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim." ifadesinden sonra, "Ben göklerin ve yerin gaybını bilirim." ifadesinin kullanılmış olmasının sırrı da açıklığa kavuşuyor.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir'ul-Ayyâşî'de belirtildiğine göre, İmam Sadık (a.s) şöyle demiştir: "Eğer melekler yeryüzünde bozgunculuk yapan, orada kan döken kimseler görmemiş olsalardı, 'Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birisini mi yaratacaksın?' şeklindeki bir bilgiye sahip olmazlardı." [c.1, s.29, h: 4]
198 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Ben derim ki: Burada, Âdemoğullarından önce yaşanmış bir döneme işaret edilmiş olabilir. Böyle bir sonuç çıkarmak, meleklerin bu yargıya, "Ben yeryüzünde halife yaratacağım." sözünden hareketle vardıkları şeklindeki açıklamamızla da bir çelişki oluşturmaz. Bilakis bu açıklama göz önünde bulundurulmadan rivayeti de açıklayamayız. Aksi takdirde meleklerin bu sözleri, İblis'inki gibi kötü ve yerilmiş bir kıyas olur.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de şöyle bir rivayet yer alır: Zürare diyor ki: "İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) huzuruna çıktım. Bana, 'Yanında Şia kaynaklarınca aktarılan hadisler var mıdır?' diye sordu. Dedim ki: 'Yanımda birçok hadis vardır. Bir ateş tutuşturup onları yakmak istedim.' İmam buyurdu ki: 'Onları sakla, doğru bulmadıklarını unutursun.' Burada Âdemoğulları hatırımdan geçti. Bunun üzerine İmam şöyle buyurdu: 'Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birisini mi yaratacaksın?' derlerken, melekler bunu nereden biliyorlardı?' Zürare dedi ki: 'İmam Sadık (a.s) da Âdem kıssasından söz açılınca şöyle diyordu: 'Bu hadise, Kaderiye'nin görüşünü red etmektedir.' Sonra İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdu: 'Hz. Âdem'in (a.s) gökyüzünde meleklerden bir dostu vardı. Âdem gökten yere inince melek yalnızlık hissetmeye başladı. Bunun üzerine durumunu yüce Allah'a şikâyet etti ve kendisine izin vermesini istedi. Yüce Allah ona izin verdi, o da yere, Âdem'in yanına indi. Onu bir çölde oturmuş buluverdi. Âdem onu görünce ellerini başının üzerine koyup bir çığlık attı.' İmam Sadık (a.s) diyor ki: 'Derler ki, bütün yaratıklar onun çığlığını duydular. Bunun üzerine melek ona şöyle dedi: 'Ey Âdem, görüyorum ki, sen Rabbine isyan ettin ve altından kalkılmaz bir yükün altına girdin. Yüce Allah'ın senin hakkında ne dediğini ve bizim ona ne cevap verdiğimizi biliyor musun?' Âdem, 'Hayır.' dedi. Melek dedi ki: 'Allah, 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.' dedi. Buna karşılık biz de dedik ki: 'Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birisini mi yaratacaksın?' Allah seni yeryüzü için yaratmıştır, gökte kalman uygun düşer mi?' İmam Sadık (a.s) üç defa şöyle dedi: Allah'a andolsun ki, Âdem bu sözle teselli buldu." [c.1, s.32, h: 9-10]
Ben derim ki: Bu rivayetten anlaşılıyor ki, Hz. Âdem'in yeryüzüne inmeden önce, içinde yaşadığı cennet gökteydi. Bunu destekleyen başka rivayetlere de ileride yer vereceğiz.
Bakara Sûresi / 30-33 ...................................................... 199
Yine Tefsir'ul-Ayyâşî'de Ebu'l-Abbas kanalıyla İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir: Ebu'l-Abbas diyor ki: "Âdem'e isimlerin tümünü öğretti..." ayetini okuduktan sonra, "Allah Âdem'e ne öğretti?" diye sordum. İmam Sadık şöyle cevap verdi: "Yerleri, dağları, dereleri, ovaları." Sonra altındaki sergiye baktı ve "Bu sergi de yüce Allah'ın, isimlerini Âdem'e öğrettiği şeyler arasında yer alır." dedi. [c.1, s.32, h: 11]
Yine aynı eserde Fudayl b. Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilir: İmam Sadık'a (a.s), "Âdem'e isimlerin tümünü öğretti." ayetini okuduktan sonra, "Neler öğretildi?" diye sordum, şöyle cevap verdi: "Yeryüzündeki vadilerin, bitkilerin, ağaçların ve dağların adını öğretti." [c.1, s.32, h: 12]
Söz konusu tefsirde belirtildiğine göre Davud b. Serhân el- Attâr şöyle demiştir: "Bir ara İmam Sadık'ın (a.s) yanında bulunuyordum. Sofranın getirilmesini istedi. Yemeğimizi yedikten sonra, leğen ve ibrik istedi. Bunun üzerine, 'Sana feda olayım. Yüce Allah, 'Âdem'e isimlerin tümünü öğretti.' buyuruyor. Leğen ve ibrik de Âdem'e öğretilen isimler arasında yer alır mı?' diye sordum. İmam, 'Bütün vadileri ve dereleri öğretti.' dedi." [c.1, s.32, h: 13]
el-Meanî adlı eserde İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Yüce Allah bütün hüccetlerinin isimlerini Âdem'e öğretti, sonra onların ruhlarını meleklere sundu ve 'Eğer tesbih etmenizden ve beni noksan sıfatlardan tenzih etmenizden dolayı, yeryüzündeki halifelik misyonu açısından Âdem'den daha lâyık olduğunuz şeklindeki iddianızda samimi ve doğru iseniz, bunların adlarını bana söyleyin.' buyurdu. Bunun üzerine melekler şöyle dediler: 'Seni tenzih ederiz. Bizim senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen bilensin ve hikmet sahibisin.' Allah dedi ki: Ey Âdem, bunlara onların isimlerini haber ver." "Âdem, onların isimlerini meleklere haber verince, onların Allah katındaki yüksek makamlarını öğrendiler. O zaman anladılar ki, onlar yeryüzünde Allah'ın halifesi olmaya, Allah'ın insanlar üzerinde hücceti olmaya kendilerinden daha lâyıktırlar. Sonra onları meleklerin gözlerinden kaybetti. Kendilerinden onların velâyetini kabullenerek, sevgilerini besleyerek Allah'a kulluk sunmaya çağırdı. Ardından onlara şöyle dedi: Ben size, ben göklerin ve yerin
200 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
gaybını bilirim, sizin açığa vurduğunuzu ve içinizde gizlemekte olduğunuzu bilirim, dememiş miydim?"
Ben derim ki: Bundan önceki açıklamalarımıza bir kez daha göz atılacak olursa, bu rivayetlerin ifade ettikleri anlamlar daha kolay anlaşılır ve bu rivayetler ile önceki açıklamalar arasında bir çelişki söz konusu olmadığı görülür. Nitekim daha önce de vurguladığımız gibi, "Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri bizim katımızda olmasın." (Hicr, 21) ayeti, bütün şeylerin gayb hazinelerinde bir varlığa sahip olduklarını ve oradan inerek burada varolduklarını ortaya koymaktadır. Varlıklara konulan tüm isimler, aynı zamanda gayb hazinelerinde yer alan şeylerin de isimleridir. Dolayısıyla, "Allah gaybının hazinelerinde bulunan şeyleri (ki bu göklerin ve yerin gaybıdır) Âdem'e öğretti." demekle, "O, Âdem'e her şeyin ismini öğretti; göklerin ve yerin gaybı budur." demek arasında bir fark yoktur. Her iki ifade de aynı sonuca dönüktür, her ikisi de aynı kapıya çıkar.
Yaratılışla ilgili bazı rivayetleri burada ele almamız uygun olacaktır. Bihar'ul-Envar'da Câbir b. Abdullah'ın şöyle dediği rivayet edilir: "Bir gün Resulullah'a (s.a.a) dedim ki: 'Yüce Allah'ın ilk yarattığı şey nedir?' Şöyle dedi: Ey Câbir, Allah ilk önce senin peygamberinin nurunu yarattı. Sonra bütün iyilikleri ondan yarattı. Sonra onu, önünde, Allah'ın dilediği ölçüde bir yakınlığa oturttu. Sonra onu birkaç kısma ayırdı. Arşı bir kısımdan ve kürsüyü de bir kısımdan yarattı. Arşı taşıyanlarla, Kürsüyü tutanları bir diğer kısımdan yarattı." "Dördüncü kısmı Allah'ın dilediği ölçüde sevgi makamına oturttu. Sonra bu makamı da kısımlara ayırdı. Kalemi bir kısmından, levhi bir kısmından, cenneti bir kısmından yarattı; dördüncü kısmını ise dilediği şekilde korku makamına yerleştirdi. Sonra onu da parçalara ayırdı, melekleri bir parçadan, güneşi bir parçadan ve ayı bir parçadan yarattı." "Sonra dördüncü parçayı Allah'ın dilediği şeyler için umut makamına yerleştirdi. Sonra onu da parçalara ayırdı. Aklı bir parçasından, bilgiyi ve hilmi bir parçasından, günahsızlık ve başarıyı da bir parçasından yarattı. Dördüncü kısmı ise Allah'ın dilediği şeyler için hayâ makamına yerleştirdi. Sonra ona heybet gözüyle baktı ve
Bakara Sûresi / 30-33 ...................................................... 201
söz konusu nur sızdı. Ondan da yüz yirmi dört bin katre damladı. Yüce Allah bu damlaların her birinden bir nebinin ve resulün ruhunu yarattı. Sonra peygamberlerin ruhları soluk alıp vermeye başladılar. Yüce Allah bu ruhların soluklarından evliyanın, şehitlerin ve salihlerin ruhlarını yarattı."
Ben derim ki: Bu anlamları içeren birçok rivayet vardır. Bunlar üzerinde sağlıklı bir inceleme yapıldığı zaman, bunların bizim açıklamalarımızı destekledikleri görülecektir. İleride bu konuya ilişkin olarak bazı açıklamalara yer vereceğiz. Onun için tasavvufçuların uydurmaları ve asılsız kuruntularıdır diye, ilim ve hikmet kaynaklarından gelen bu tür hadisler reddedilmemelidir. Çünkü yaratılışın bilmediğimiz birçok sırrı vardır.
Görüyorsunuz ki, yeryüzünde yaşayan ulusların en seçkin bilginleri, insan türünün doğup gelişmeye başlamasından bu yana doğanın sırlarını çözmek için hiçbir fedakârlıktan kaçınmıyor olmasına rağmen bu hususta attıkları her adımın ardından daha birçok şeyi bilmediklerinin farkına varıyorlar. Üstelik araştırdıkları da âlemlerin en dar kapsamlısı ve en önemsizi olan madde âlemidir. O hâlde madde ötesi uçsuz bucaksız nur âlemleri hakkında ne düşünülebilir!
202 .............................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Bakara Sûresi / 34 ...........................................................
34- Hani bir zaman meleklere, "Âdem'e secde edin." demiştik, İblis hariç hepsi secde ettiler. O ise imtina etti ve büyüklük tasladı ve o kâfirlerden idi.
Daha önceki açıklamalarımızda, "içinizde gizlemekte olduğunuzu" ifadesinden, önceleri gizli olup da sonra açığa çıkarılan bir hususun söz konusu olduğuna işaret etmiştik. Bunun, "imtina etti ve büyüklük tasladı ve o kâfirlerden idi." ifadesiyle bir ilgisi vardır. Çünkü, "o diretti, böbürlendi ve inkâr etti" şeklinde bir ifade kullanılmıyor. Yine açıklamalarımızdan anlaşılıyor ki secde olayı, "ben sizin bilmediklerinizi bilirim." sözünün sarf edildiği an ile "sizin açığa vurduğunuzu ve içinizde gizlemekte olduğunuzu bilirim." sözünün sarf edildiği an arasında gerçekleşmişe benziyor. Dolayısıyla, "Hani bir zaman meleklere, 'Âdem'e secde edin.' demiştik." ifadesi, önceki ifadeleri noktalayıp cennet kıssasına geçişi sağlama amacına yöneliktir. Çünkü daha önce de söylediğimiz gibi, bu ayetler, insana hilafet misyonunun yüklenmesini, yaratıklar arasındaki fonksiyonunu, yeryüzüne indirilişini, mutluluk ve mutsuzluğa yol açan davranışlarını konu ediniyorlar.
Dolayısıyla secde kıssasının buradaki en önemli işlevi, ana hatlarıyla cennet kıssasına ve Âdem'in indirilişi olayına geçişi kolaylaştırmaktır.
Olayın etraflıca anlatılmayıp kısaca değinilmesinin gerisindeki gerekçe bu olsa gerektir. Belki de ifadede üçüncü tekil kipi yerine, birinci çoğul kipinin kullanılması da bu yüzdendir: "meleklere, 'Âdem'e secde edin.' demiştik." Oysa bundan önce, "Hani bir zamanlar Rab-bin meleklere, 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.' demişti." şek-linde bir ifade kullanılmıştı.
Bakara Sûresi / 34 ........................................................... 203
Şimdiye kadarki açıklamalardan çıkan sonuca göre, İblis'in bir eylemi olmasına rağmen, gizleme fiilinin tüm meleklere izafe edilmesi, söz sanatının bir kuralının gereğidir. Bu kurala göre, bir topluluğun içinde yer alan, onlardan ayrı olarak değerlendirilmeyen bir ferdin fiili, içinde bulunduğu topluluğa mal edilir. Bu ifade tarzı, bir diğer hususu da vurgulamaya yönelik olabilir. Şöyle ki: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." sözü ile dile getirilen "hilafet" misyonunun genelliği, melekleri de kapsıyor olabilir. Nitekim, meleklere Âdem'e secde etmelerinin emredilmiş olması da bu anlamı pekiştirir niteliktedir. Bundan dolayı meleklerin içinde birtakım duygular uyanmış olabilir. Çünkü onlar, yeryüzü menşeli bir yaratığın her şeyden, hatta onlardan bile üstün olabileceğini düşünmüyorlardı. İleride de değineceğimiz gibi, elimize ulaşan bazı rivayetler de bu anlamı pekiştirir niteliktedir.
"Âdem'e secde edin." Bu ayetten, Allah'ın emrine uymak suretiyle O'na boyun eğme söz konusu olduğu zaman selâmlama ve saygı sunma amacıyla Allah'tan başkasına secde etmenin cevazı anlaşılmaktadır. Bunun bir örneği de Yusuf kıssasında görülmektedir: "Ana-babasını tahtın üstüne çıkardı ve hepsi onun için secdeye kapandılar. Yusuf dedi ki: Babacığım, işte bu, önceden gördüğüm rüyanın te'-vilidir. Rabbim onu gerçek yaptı." (Yûsuf, 100) Bu konuda Fatiha suresinde de açıkladığımız gibi kısaca şöyle diyebiliriz: İbadet, kulun kendini, kulluk statüsüne oturtup bunu kanıtlayacak davranışlar sergilemesidir. Dolayısıyla kulluk kastı taşıyan bir fiilde efendinin efendiliğini açığa vurma salahiyeti olmalıdır ya da kulun kulluğunu sergileme kabiliyeti olmalıdır. Efendinin karşısında secdeye kapanmak, rükua eğilmek, o oturduğu zaman önünde hazır ol vaziyette ayakta beklemek, yürüdüğü zaman peşinde yürümek gibi. Bir fiilde söz konusu salahiyet ne kadar fazla olursa, kulluğu sergileme açısından fiil ve yapılan ibadet bir o kadar belirginlik kazanır. Bu noktada efendiliğin üstünlüğünü, buna karşın kulluğun alçaklığını en çarpıcı biçimde somutlaştıran fiil secdedir. Çünkü secdede yere kapanma ve yüzü yere sürme gibi bir alçalma pozisyonu söz konusudur. Ancak biz, "Secde zatî bir ibadettir" şeklindeki iddiaya katılmıyoruz. Çünkü zatla ilgili olan bir şey, hiçbir zaman ondan
204 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
ayrılmaz. Ama bu fiil, ibadet kastı ile yüceltme duygusundan başka bir gerekçeyle de yerine getirilebilir. Alay etmek ve küçümsemek amacıyla secdeye gitmek gibi. İbadet kastı ile yerine getirilirken kapsadığı tüm unsurları içinde barındırıyor olmasına rağmen, böyle bir davranış ibadet niteliğini kazanmaz. Evet, diğer kulluk kastı taşıyan davranışlara kıyasla ibadet anlamı secde fiilinde daha belirgindir. Zatî bir ibadet olmadığına göre de, mabutluk Allah- 'a özgüdür, diye zatı hasebiyle Allah'a özgü kılınmış değildir. Eğer ortada bir engel varsa, bu, şer'î veya aklî bir yasaklamadan dolayıdır. Şer'an veya aklen yasaklanan şeyse, Rablık niteliğini Allah'- tan başkasına yakıştırmaktan başka bir şey değildir. Fakat Rablık niteliğini yakıştırmaksızın Allah'tan başkasına saygı göstermek, onu yüceltmek, daha doğrusu nezaket kurallarının gereğini yerine getirmek meselesine gelince, bunun yasak olduğuna ilişkin bir kanıt yoktur elimizde. Ancak ne var ki, dinin zahirî amelleri ile içli dışlı olmanın insana kazandırdığı dinsel haz, bu eylemin (sadece) yüce Allah'a özgü kılınmasını, sırf selâmlaşma veya saygı sunma amacıyla da olsa bu fiilin Allah'tan başkasına sunulmamasını öngörmektedir.
Ama secde dışında, Allah'ın salih kullarına veya velilerinin kabirlerine veya eserlerine karşı sevgiden kaynaklanan diğer fiillerin yasak olduğuna dair ne aklî, ne de naklî bir kanıt yoktur. İnşaallah yeri gelince bu hususa etraflıca değineceğiz.
AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Allah Âdem'i yaratınca meleklere ona secde etmelerini emretti. Melekler kendi kendilerine, 'Biz, yüce Allah'ın katında bizden daha büyük değer verdiği bir canlı türünü yaratacağını sanmıyorduk. Çünkü biz O'nun komşuları ve tüm yaratıklar arasında O'na en yakın olanlar idik.' Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu: 'Sizin açığa vurduğunuzu ve içinizde gizlemekte olduğunuzu bilirim, dememiş miydim?' Yüce Allah, burada, onların cinlerle ilgili olarak dışa vurdukları sözlerini ve içlerinde gizledikleri duygularını kastediyor. Bu yüzden o sözü söyleyen melekler arşa sığındılar." [c.1, s.33, h: 14]
Bakara Sûresi / 34 ........................................................... 205
Yine aynı tefsirde İmam Zeynelabidin'in (a.s) aşağı yukarı benzer şeyleri söylediği rivayet edilir. Bu rivayette şöyle geçer: "Melekler, hata işlediklerini anlayınca arşa sığındılar. Ancak bu hatayı tüm melekler değil, arşın çevresinde bulunan meleklerden bir grubu işlemiş... Onlar kıyamete kadar arşın çevresine sığınırlar." [c.1, s.30, h: 7]
Ben derim ki: Bu iki rivayetin içeriğini şu ifadeden anlamak mümkündür: "Biz seni överek tespih ediyor ve seni takdis ediyoruz... Sen yücesin. Bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur."
İleride de değineceğimiz gibi "arş" ilimdir. Bu anlamı pekiştiren Ehlibeyt İmamlarından aktarılan birçok rivayet de mevcuttur. Buna göre, "kâfirlerden idi." sözü ile insanlardan önce yaratılan İblis'in soydaşları olan cinler kastedilmiştir. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Andolsun biz insanı pişmemiş çamurdan, değişmiş cıvık balçıktan yarattık. Cinne gelince, onu da daha önce nüfuz eden çok sıcak ateşten yarattık." (Hicr, 26-27) Buradan hareketle diyebiliriz ki, gizleme durumunun tüm melekleri kapsadığını ortaya koymak için fazla zorlamaya gerek yoktur. Çünkü gizlenen anlam tüm meleklerin gönlünden geçmiş olabilir. Do-layısıyla bu rivayet ile, gizlenen şeyin, İblis'in kendi içinde gizlediği Âdem'e boyun eğmekten kaçınma, secdeye varmaya tenezzül etmeme niyeti olduğu şeklindeki yorum arasında bir çelişki yoktur ve her ikisi de kastedilmiş olabilir.
Kasas'ul-Enbiya adlı eserde Ebu Basir'in şöyle dediği rivayet edilir: "İmam Sadık'a (a.s), 'Melekler Âdem'e secde ederlerken alınlarını yere koydular mı?' diye sordum. 'Evet. Bu, yüce Allah'ın Âdem'e bahşettiği bir onurdu.' dedi."
Tuhaf'ul-Ukûl adlı eserde ise, şöyle bir rivayet yer alıyor: "Meleklerin Âdem'e secde etmeleri, Allah'a yönelik itaatin ve Âdem'e karşı besledikleri sevginin ifadesiydi."
el-İhticac adlı eserde, İmam Musa Kâzım'ın (a.s), atalarından şu sözleri aktardığı rivayet edilir: "Bir Yahudi, geçmiş peygamberlerin mucizeleri karşısında, Resulullah'ın (s.a.a) ne tür mucizeler gösterdiğini Emir'ül-Müminin Ali b. Ebu Talip'ten (a.s) sordu. Şöyle
206 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
dedi: Allah, meleklerine Âdem için secdeye kapanmalarını emretti. Söyler misiniz, Muhammed için de bu türden bir şey yaptı mı?" "Bunun üzerine Ali (a.s) dedi ki: Dediğin gibi oldu. Ne var ki, yüce Allah'ın meleklerine Âdem için secdeye kapanmalarını emretmesi, onların Allah'ı bir yana bırakarak Âdem'e kulluk sundukları anlamında değildir. Aksine bu, onların Âdem'in üstünlüğünü ve Allah'ın ona bahşettiği rahmeti kabul ettiklerinin bir ifadesiydi. Hz. Muhammed'e gelince, bundan daha fazlası ona verilmiştir. Yüce Allah o sonsuz mülkünde ona salât ediyor, tüm melekler, ona esenlik diliyorlar. Müminler de ona salât getirmek suretiyle Allah'a kulluk sunuyorlar. İşte bu, onun daha üstün bir konumda olduğunun göstergesidir, ey Yahudi..." [c.1, s.314, Necef baskısı]
Tefsir'ul-Kummî'de deniyor ki: "Yüce Allah Âdem'i yarattı. Âdem kırk yıl kendisine biçim verilmiş hâlde bekledi. O sırada melun İblis yanından geçiyor ve 'Önemli bir şey için yaratılmış olmalısın!' diyordu. O sırada İblis'in içinden şöyle geçti: 'Eğer Allah buna secde etmemi emrederse, kesinlikle isyan ederim.' Daha sonra yüce Allah melek-lere, 'Âdem için secdeye kapanın.' buyurunca, hepsi secdeye kapanırken İblis içindeki kıskançlığı dışa vurdu ve secde etmeye yanaşmadı."
Bihar'ul-Envar'da, peygamberlerin kıssaları ile ilgili olarak İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "İblis'e Âdem için secdeye kapanması emredildi. Fakat İblis, 'Ya Rabbi, izzetin hakkı için, eğer Âdem'e secde etmekten beni muaf tutarsan, sana öyle bir kulluk sunacağım ki, hiç kimse benzeri bir kulluk sunmamıştır.' dedi. Bunun üzerine yüce Allah, 'Ben istediğim konuda bana itaat edilmesini severim.' buyurdu."
Yine İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki: "İblis dört kere acıyla feryat etmiştir: Birincisi, lânetlendiği gün. İkincisi, yeryüzüne indirildiği gün. Üçüncüsü, peygamberlerin ardından geçen uzun bir fetret döneminden sonra Hz. Muhammed'in (s.a.a) peygamber olarak görevlendirildiği gün. Dördüncüsü, Ümm'ül-Kitab [ana kitap yani Fâtiha suresi] indirildiği gün."
"İki kere de sevinçle çığlık atmıştır: Birincisi, Âdem'in yasak ağacın meyvesini yediği sırada. İkincisi, Âdem'in cennetten indirildiği sırada. Ayet-i kerimede yüce Allah şöyle buyuruyor: 'Böylece
Bakara Sûresi / 34 ........................................................... 207
ayıp yerleri kendilerine göründü.' Bundan önce görünmüyordu, ama artık açıkça görüyorlardı. Âdem'in yaklaşmaması istenen ağaç da başaktı." [c.11, s.145, h: 14]
Ben derim ki: Sayıları oldukça kabarık olan rivayetlerde, bizim "secde" olayıyla ilgili açıklamalarımız desteklenmektedir.
208 .............................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Bakara Sûresi / 35-39 ......................................................
35- Dedik ki: Ey Âdem, sen ve eşin cennette durun, ondan dilediğinizi yerde bol bol yiyin. Ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.
36- Derken şeytan onların ayaklarını oradan kaydırdı, onları içinde bulundukları durumdan çıkardı. Dedik ki: Birbirinize düşman olarak inin. Sizin yeryüzünde kalıp bir süre yaşamanız lâzımdır.
37- Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı. Bunu üzerine (Rabbi, rahmetiyle) ona döndü. Şüphesiz O, tövbeyi çok kabul eden ve esirgeyendir.
38- "Hepiniz oradan inin." dedik. Yalnız size benden bir hidayet geldiği zaman, kimler benim hidayetime uyarsa, artık onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
39- İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlar ise, ateş ehlidir, onlar orada ebedî kalacaklardır.
Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 209
"Dedik ki: Ey Âdem..." Meleklerin Hz. Âdem'e secde etmeleri olayı Kur'ân-ı Kerim'in birçok yerinde tekrarlanmasına karşın, Hz. Âdem'in dünya hayatından önceki cennet deneyimi sadece üç yerde gündeme getiriliyor.
Birincisi: Bakara suresinin şu anda tefsirini sunduğumuz ayetin de.
İkincisi: A'râf suresinde. Bu surede yüce Allah kıssayı şu ifadelerle sunuyor: "Ey Âdem, sen ve eşin cennette durun, ondan dilediğiniz yerde afiyetle yiyin; fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz. Derken şeytan çirkin yerlerini kendilerine göstermek için onlara fısıldadı; 'Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf melek olursunuz ya da ebedi kalıcılardan olursunuz diye sizi bu ağaçtan menetti.' dedi. Ve onlara, 'Elbette ben size öğüt verenlerdenim.' diye de yemin etti. Böylece onları aldatarak aşağı sarkıttı. Ağacı tadınca çirkin yerleri kendilerine göründü ve cennet yapraklarını üst üste yamayıp üzerlerine örtmeğe başladılar. Rableri onlara seslendi: 'Ben sizi o ağaçtan menetmedim mi? Ve şeytan size apaçık düşmandır, demedim mi?' Dediler: 'Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz.' Allah buyurdu ki: Birbirinize düşman olarak inin, sizin yeryüzünde bir süreye kadar kalıp geçinmeniz lâzımdır. Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve yine oradan çıkarılacaksınız" dedi." (A'râf, 19- 25)
Üçüncüsü: Tâhâ suresinde, yüce Allah şöyle buyuruyor: "Andolsun biz, önceden Âdem'e ahit vermiştik. Fakat o, unuttu. Biz onda bir kararlılık bulmadık. Meleklere, 'Âdem'e secde edin.' demiştik. İblis'in dışında diğerleri secde ettiler. O, ayak diretti. Bunun üzerine dedik ki: 'Ey Âdem! Bu, senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çı-karmasın, sonra yorulur, sıkıntı çekersiniz. Şimdi burada acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın. Ve sen burada susamayacaksın ve güneşin altında yanmayacaksın da.' Nihayet şeytan ona fisıldayıp, 'Ey Âdem! Sana ebedilik ağacını ve yok olmayacak bir mülkü haber vereyim mi?' dedi. O ağaçtan yediler. Böylece kendilerine kötü yerleri göründü. Üstlerini cen-
210 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
net yaprağıyla örtmeğe başladılar. Âdem Rabbine karşı geldi de yolunu şaşırdı. Sonra Rabbi onu seçti, tövbesini kabul etti, doğru yola iletti. Dedi ki: 'Hepiniz oradan inin, birbirinizin düşmanısınız.' İmdi benden size bir hidayet geldiği zaman kim benim hidayetime uyarsa o, sapmaz ve mutsuz olmaz. Ama kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun için dar bir geçim vardır. Kıyamet günü onu kör olarak haşrederiz. 'Rabbim, der, niçin beni kör haşr-ettin, oysa ben görür idim?' Allah buyurur ki: İşte böyle. Sana da bizim ayetlerimiz geldi, sen onları unuttun. Bugün de sen öyle unutulursun." (Tâhâ, 115-126)
Ayetlerin akışı, özellikle kıssanın giriş kısmındaki, "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." ifadesi gösteriyor ki, Hz. Âdem yeryüzünde yaşamak ve orada ölmek üzere yaratılmıştı. Onun ve eşinin cennete yerleştirilmeleri ise, bir denemeydi ki, bu vesileyle yeryüzüne insinler. Ayrıca Tâhâ suresindeki hitap, "Biz dedik ki: Ey Âdem..." şeklindedir. A'râf suresinde ise, "Ey Âdem, yerleş..." şeklindedir. Yani cennet kıssasıyla meleklerin secde etmesi olayı, peşpeşe gelişen bir kıssaymış gibi, aynı ifade tarzı ile sunulmuştur. Kısacası, Hz. Âdem (a.s) yeryüzüne yerleşsin diye yaratılmıştı. Onun yeryüzüne yerleşmesinin yolu da şu aşamalardan geçiyordu: Halifeliğinin kanıtlanması için, meleklerden üstün olduğu gösterilmeliydi. Sonra meleklere, ona secde etmeleri emredilmeli; ardından cennete yerleştirilip yasak ağaca yaklaşmaları yasaklanmalı; yasağa rağmen o ağaçtan yemeli, bunun sonucunda ayıp yerleri kendilerine görünmeliydi ki, yeryüzüne inebilsinler. Dolayısıyla yeryüzüne yerleşme ve dünya hayatını seçme, nihayet ayıp yerlerinin ortaya çıkışına bağlıydı.
Şu ifadeden de anlaşıldığı gibi ayıp yerlerden maksat, cinsel organlardır: "Üstlerini cennet yaprağıyla örtmeğe başladılar..." Cinsellik, hayvanî bir eğilimdir ki, beslenmeyi ve büyüyüp gelişmeyi gerektirir. Şeytanın tek derdi de onların, ayıp yerlerini ortaya çıkarmaktı. Gerçi yüce Allah Âdem ve eşini yeryüzünün koşullarına uygun bir yaratılışta yaratmış, sonra da cennete sokmuştu; ama onlar yaratıldıktan sonra kendi ayıp yerlerinin farkına varacak ve dünya hayatının gereksinimlerini kavrayabilecek kadar uzun bir
Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 211
süre dünyada kalmamış, hemen cennete götürülmüşlerdi. Dolayısıyla yüce Allah, onları cennete götürdüğü zaman, kavrayışları ruh ve melekler âleminden henüz tam olarak kopmamıştı.
Bunun kanıtı ise, yüce Allah'ın şu sözüdür: "Kendilerinden örtülüp gizlenen ayıp yerlerini açığa çıkarmak için." (A'râf, 20) Burada "Onlara gizli olan" değil, "Onlardan gizletilen" şeklinde bir ifadenin kullanılmış olması ilgi çekicidir. Bu ifadeden anlaşılıyor ki, ayıp yerlerinin sürekli olarak gizlenmesi, dünya hayatı açısından mümkün değildir. Bu olay bir kere gerçekleşmiş ve onu da cennete yerleştirilme izlemiştir. Şu hâlde, yasak ağacın meyvesini yemekle birlikte dünya hayatında ayıp yerlerinin ortaya çıkması kaçınılmaz bir gereklilikti. Bu yüzden yüce Allah şöyle buyuruyor: "Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra yorulur, sıkıntı çekersiniz." Bir yerde de şöyle buyuruyor: "Onları içinde bulundukları yerden çıkardı."
Ayrıca yüce Allah, tövbe ettikten sonra, onların hatalarını bağışladı; ama onları cennete geri almadı, tersine, orada yaşasınlar diye onları yeryüzüne indirdi. Eğer yasak ağacın meyvesinin yenmesi ve ayıp yerlerinin ortaya çıkması ile birlikte dünya hayatı bir zorunluluk ve cennete dönüş de bir imkânsızlık niteliğini almasaydı, hiç kuşkusuz, hatanın bağışlanması ile birlikte cennete geri dönmeleri gerekirdi.
Kısacası, onların cennetten çıkmalarına ve yeryüzüne indirilmelerine yol açan etken, yasak ağacın meyvesini yemeleri ve ayıp yerlerinin görünmesiydi. Bu da lânetlenmiş şeytanın vesveseleri sonucu gerçekleşmişti. Nitekim yüce Allah, Tâhâ suresinde kıssanın giriş kısmında şöyle buyuruyor: "Andolsun biz, önceden Âdem- 'e ahit vermiştik. Fakat o, unuttu. Biz onda bir kararlılık bulmadık." Sonra yüce Allah kıssayı ayrıntılı olarak sunuyor. Acaba bu ahit, Allah'ın şu sözü müdür: "Sakın bu ağaca yaklaşmayın, sonra zalimlerden olursunuz." Yoksa şu sözü müdür: "Bu senin ve eşinin düşmanıdır." Yoksa genelde tüm insanlardan, özelde de, vurgulu ve pekiştirilmiş şekliyle peygamberlerden alınan bir söz müdür?
Birinci ihtimal doğru değildir. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor: "Şeytan onlara fısıldadı; 'Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı
212 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
değil, sırf melek olursunuz ya da ebedî kalıcılardan olursunuz diye sizi şu ağaçtan menetti.' dedi. Ve onlara, 'Elbette ben size öğüt verenlerdenim.' diye de yemin etti." (A'râf, 20-21) Demek ki onlar, hata işlerken ve ağaca yaklaşırken, bunun yasaklanmış olduğunu unutmamışlardı. Oysa söz konusu ahit hususunda yüce Allah şöyle buyuruyor: "Fakat o, unuttu. Biz onu kararlılardan bulmadık." Şu hâlde söz konusu ahit, ağaca yaklaşmanın yasaklığı değildir. İkinci ihtimale gelince, (söz konusu ahdin şeytana uymaktan sakındırma olduğu ihtimali) büsbütün uzak bir ihtimal olmasa bile, ayetlerin zahirî anlamı, bu ihtimali desteklememektedirler. Çünkü görüldüğü kadarıyla ahit, Hz. Âdem'in (a.s) şahsına özgüdür. Hâlbuki şeytana karşı uyarılma, hem ona ve hem de eşine yöneliktir.
Dolayısıyla, Tâhâ suresinde ilgili ayetlerin son bölümüyle giriş kısmının uyumu da göz önünde bulundurularak söz konusu ahdin genel bir "söz alma" şeklinde olması daha uygun görünüyor. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "İmdi benden size bir hidayet geldiği zaman, kim benim hidayetime uyarsa o, sapmaz ve mutsuz olmaz. Ama kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun için dar bir geçim var. Kıyamet günü onu kör olarak haşrederiz." Ayetler arasında bir uyarlamaya gidecek olursak, "Kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun için dar bir geçim vardır." ifadesi, ahdi u-nutma olgusuyla uyuşmaktadır. Gördüğün gibi bu ifade, Rablık ve kulluk üzerine yapılmış bir ahitleşmeyi içermenin yanı sıra, İblis'e karşı uyarma anlamındaki bir ahitten daha uygun düşmektedir. Çünkü, anlam olarak zikirden yüz çevirme ile, İblis'e uyma arasında fazla bir münasebet yoktur. Ama, Rablık makamı üzerine söz alma anlamı daha uygundur. Çünkü, Rablık üzerine söz alma, insanın yüce Allah'ın Rab olduğunu unutmaması anlamını içeriyor. Yani, her şeyi yönetip düzenleyen hükümdar O'dur. Yani, insan hiçbir zaman ve hiçbir durumda, Allah'ın mülkü olduğunu, hiçbir şeyi kendi başına yapamadığını, kendine bir fayda veya zarar dokunduramadığını, ölüm, hayat ve yeni-den diriliş üzerinde bir etkinliğinin olmadığını, yani zat, nitelik ve fiil olarak etkin bir rol oynamadığını aklından çıkarmamalıdır.
Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 213
Bu anlama uygun düşen, onu karşılayan hata ise, insanın Rabbinin makamını anmaktan kaçınması ve nefsine yahut da nefsine hoş gelen geçici ve sınama yurdu olan dünyanın çekici güzelliklerine yönelerek Rabbinden gafil olmasıdır.
Bunun için değişik yönleriyle, farklı taraflarıyla, mümin ile kâfire aynı oranda yansıyan cihetleriyle dünya hayatının üzerinde irdeleyici bir gözle düşünüp kavramaya çalıştığın zaman görürsün ki, hakikat ve öz olarak, mümin ile kâfirin hayatı birbirinden farklıdır. Biri Allah'ı bilmenin zevkini yaşarken, öteki bu zevkten yoksun olmanın, bilgisizliğin ıstırabını çeker. Rabbinin makamının bilincinde olan kimse, kendine ve türlü elemleri ve acılarıyla birlikte dünya hayatına baktığı zaman, ölüm-hayat, sağlık-hastalık, bollukdarlık, rahatlık-yorgunluk, var-lık-yokluk, bulmak-yitirmek gibi olguları gözlemlediğinde, bütün bunların Yüce Rabbinin mülkü olduğunu görür. Bu mülkün içinde hiç-bir şey, ondan bağımsız değildir. Her şey, izzet ve celâline yakışır biçimde katında güzellik, iyilik ve hayırdan başka bir şey olmayan yüce bir zattandır. Böyle bir anlayışa, böylesine derin bir kavrayışa sahip olan bir insan etrafına baktığı zaman tiksinti duyacağı bir iğrençlik görmez. Hiçbir şeyden korkmaz, ürkmez. Sakınılması gereken sakıncalı bir şey görmez. Tam tersine, gördüğü her şeyi güzel ve sevimli bulur. Rab-binin tiksinti duymasını, buğzetmesini emrettiği şeyler hariç. Bu durumda bile o, Allah emrettiği için tiksinir. Allah- 'ın emri doğrultusunda, sevdiğini sever, O'nun emriyle zevk aldığı şeyden zevk alır. Bir şey O'nun emri gereği çekici gelir kendisine. Tek meşgalesi var, o da Rabbinin yüceliğidir.
Bütün bunların sebebi, her şeyi kayıtsız şartsız Rabbinin mülkü olarak görmesi, Allah'ın mülkünde, başka hiç kimsenin en ufak bir payının, bir etkinliğinin bulunmadığını düşünmesinden dolayıdır. O hâlde, mülk sahibinin, kendi diriltme, öldürme, zarar veya yarar verme gibi tasarruflarından ona ne?! İşte tertemiz hayat budur. Burada kesinlikle mutsuzluk söz konusu değildir. Bu hayat apaydınlıktır, karanlıktan eser bulunmaz. Sevinçtir, coşkudur bu hayatta; üzüntüye, gama, kedere yer yoktur. Bu hayatta bulmak vardır, yitirmek yoktur. Bu hayatta yoksulluğa rastlanmaz, herkes Allah sayesinde zengindir.
214 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Bu mutlu hayatın karşıtı ise, Rabbinin makamının bilincinde olmayan bedbahtın hayatıdır. Bu miskin adam Rabbinden kopması sonucu, kendi iç âleminde ve dış âlemde gördüğü her şeyi kendi başına bağımsızmış gibi görür. Her varlığın kendi başına yarar, zarar, hayır ve şer dokundurabileceğini sanır. Bu yüzden tüm hayatı boyunca birtakım zevklerin tükeneceği korkusuyla, birtakım felâketlerin başına gelebileceği endişesiyle ve kaçırdığı fırsatların hüznüyle, kaybettiği makamların, malların, oğulların, yardımcıların ve sevgi beslediği, güvendiği, dayandığı ve önemsediği daha birçok şeyin hasretiyle yanıp tutuşur.
Bir kötülüğe iyice alışıp, onu bir alışkanlık hâline getirince, bu sefer yeni bir acıya bürünür. Sıkıntılar içinde kıvranarak vicdan azabı çeker. Boğulur gibi tıknefes olur; ahlarla, vahlarla, yürek sızılarıyla in-leyen göğsü sıkıntıdan daraldıkça daralır. Göğe doğru çıkıyormuş gibi olur. İşte yüce Allah, inanmayanları bu şekil bir iğrençliğe mahkum eder.
Bu noktayı kavradığın zaman, anlarsın ki, Allah'la yapılan sözleş- meyi unutmak, dünya hayatında mutsuzluğa mahkum olmak demektir. Her iki durumun merciî aynıdır. Dünya hayatındaki mutsuzluk, Allah-la yapılan sözleşmeyi unutmanın bir sonucudur. Yüce Allah'ın, tüm dünya halkına yönelik genel bir yükümlülük içeren şu hitabından çıkan sonuç budur: "İmdi benden size bir hidayet geldiği zaman kim benim hidayetime uyarsa o, sapmaz ve mutsuz olmaz. Ama kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun için de dar bir geçim vardır. Kıyamet günü onu kör olarak haşrederiz." (Tâhâ, 124) Bu surede ise, bunun yerine şöyle bir ifade kullanıyor: "Kim benim hidayetime uyarsa, artık onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir."
Eğer kavrama yeteneğin körelmemişse, o zaman anlamış olmalısın ki, söz konusu ağaca yaklaşma dünya hayatının yorgunluğunu ve mutsuzluğunu gerektiriyordu. Ki bu, insanın dünyada Rabbini unutmuş hâlde, O'ndan, O'nun yüce makamından gafil olarak yaşaması de-mekti. Öyle anlaşılıyor ki, Âdem hem ağaçtan yemek, hem de yaptığı sözleşmeye bağlı kalmak istiyordu. Ama bu mümkün olmadı, yaptığı sözleşmeyi unuttu ve dünya hayatının
Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 215
yorgunluğuna mahkûm oldu. Ama sonra tövbe ile bu sıkıntısı giderildi. "Ondan dilediğiniz yerde bol bol yiyin." İfadenin orijinalinde geçen "rağad" kelimesi, afiyet ve hoşça geçinme, hayat sürme demektir. Araplar, "erğad'el-kavmu mevaşiyehum" derler. Yani sürülerini diledikleri gibi otlasınlar diye serbest bıraktılar. "Kavm'un rağadun" veya "nisâun rağadun" derler. Bununla, bir topluluğun veya kadınların rahat ve bolluk içinde bir hayat sürdürdüklerini vurgulamak isterler.
"Ama şu ağaca yaklaşmayın." Öyle anlaşılıyor ki, ağacın meyvesinin yenmesinin yasaklığı, ona yaklaşmayı yasaklamakla vurgulanmak isteniyor. Bununla söz konusu yasağın ne kadar önemli olduğu, aşılmaması gerektiği ifade ediliyor. Yüce Allah'ın şu sözü bunu pekiştirici niteliktedir: "Ağacı tadınca kötü yerleri kendilerine göründü." (A'râf, 22) "O ağaçtan yediler, böylece kendilerine kötü yerleri göründü." (Tâhâ, 121) Dolayısıyla onların yasağı çiğneyişleri, meyveyi yemekle somutlaşmıştır. Bu ise, "yaklaşmayınız." ifadesiyle yasaklanan şeyin "yemek" olduğunu gösteriyor.
"Yoksa zalimlerden olursunuz." Ayetin orijinalinde geçen "zalimîn" kelimesi, "zulm" kökünden gelir. Bazılarının ihtimal dahilinde gördükleri gibi "karanlık" anlamını ifade eden "zulmet" kökünden gelmez. Nitekim onlar da suçlarını itiraf ederlerken, "zulüm" işlediklerini dile getirmişlerdi. Yüce Allah onların bu itiraflarını şu şekilde aktarıyor: "Dediler ki: Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz." (A'râf, 23) Ne var ki, yüce Allah "yoksa zalimlerden olursunuz" ifadesi yerine, Tâhâ suresinde "fe-teşga" yani "sıkıntıya düşersiniz, yorulursunuz ve mutsuz olursunuz" ifadesini kullanıyor. İfadenin kökü olan "eş-şi-ka"nın anlamı, "yorulmak"tır. Sonra "yorulma"yı da şu şekilde açıklığa kavuşturuyor: "Şimdi burada acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın. Ve sen burada susamayacaksın, güneşte yanmayacaksın."
Bununla da anlaşılıyor ki, söz konusu zulmün cezası, dünya hayatında yorulmaktır; açlık, susuzluk, çıplaklık ve meşakkat
216 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
çekmektir. Buna göre, Hz. Âdem ve eşinin işledikleri zulüm, kendi nefislerine karşı işlenmiş bir zulümdü. Günah işleme ve Allah'a zulmetme anlamında bir suç söz konusu değildi. Yine buradan anlıyoruz ki, söz konusu yasak, yani "yaklaşmayınız," ifadesi, "irşadî nehiy" yani doğruyu gösterme, yükümlünün çıkarına ve iyiliğine olanı gösterme amacına yönelik öğüt nitelikli bir yasaklamaydı, "mevlevî nehiy" yani teşri nitelikli bir yasaklama değildi.
Dolayısıyla Hz. Âdem ve eşi cenneti terk etme durumunda kalmakla kendilerine karşı bir zulüm işlemişlerdi. Çünkü mevlevî nehye yani teşri nitelikli bir yasağa karşı gelmenin cezası tövbe edilirse ve tövbe de kabul görürse kaldırılır. Fakat görülüyor ki, Hz. Âdem ve eşinin cezası kaldırılmıyor. Tövbe etmiş, tövbeleri kabul görmüş olmasına rağmen, cennette bulunan önceki yerlerine geri döndürülmüyor. Eğer onlara getirilen yükümlülük, zorunlu sonuçları olan bir öğüt nitelikli yol gösterme olmayıp, teşri nitelikli bir yükümlülük olsaydı, tövbelerinin kabulü ile birlikte önceki yerlerine dönmeleri de gerekecekti. İnşaallah, ileride bu konuyu daha ayrıntılı biçimde ele alacağız.
"Derken şeytan onların ayaklarını oradan kaydırdı." Bu ve benzeri ifadelerden, şeytanın onlara yaptığı telkinlerin biz Âdemoğullarına görünmeksizin yönelttiği vesveselerden farklı bir şey olmadığı anlaşılıyorsa da, ancak; "Dedik ki: Ey Âdem, bu, senin ve eşinin düşmanıdır." gibi ifadelerden de yüce Allah'ın, şeytanı onlara göstermiş ve onu nitelikleriyle değil, şahsen onlara tanıtmış olduğu anlaşılmaktadır. Yine şeytanın Âdem'e yönelik hitabını aktaran şu ayet-i kerimeden de aynı şey anlaşılıyor: "Ey Âdem sana sonsuzluk ağacını göstereyim mi?" İfadede doğrudan bir hitap kullanılmıştır. Bu da varlığının farkında olunan bir konuşmacıya tanıklık etmektedir.
A'râf suresindeki, "Ve onlara, 'Elbette ben size öğüt verenlerdenim.' diye yemin etti.' ayeti de bunun gibidir. Ancak somut olarak var-lığı hissedilen bir kişiden yemin gerçekleşebilir. Çünkü, yüce Allah'ın şu sözü de bu yaklaşımı destekler mahiyettedir: "Rableri onlara seslendi: Ben sizi o ağaçtan menetmedim mi ve şeytan size apaçık düşmandır, demedim mi?" (A'râf, 22)
Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 217
Bütün bunlar gösteriyor ki, şeytan onlara görünüyordu, onu çıplak gözle görebiliyorlardı. Eğer Âdem ve eşi de (selâm üzerlerine olsun) bizim gibi vesvese anında şeytanı göremez olsalardı, o zaman şunu söyleme hakkına sahip olurlardı: Rabbimiz, bilemedik. Onu açıkça göremediğimiz için şeytanın vesveselerini kendi düşüncemizmiş gibi değerlendirdik. Yoksa bu tavrımızla, onun vesveselerine karşı bize yönelttiğin uyarılara, karşı çıkmak niyetinde değildik.
Kısacası, Âdem ve eşi şeytanı görüyor ve onu tanıyorlardı. Allah'ın koruması altında bulunan masûm peygamberler (a.s) de onu tanıyor ve kendilerine bir vesvese vermeye kalkıştığı zaman onu görüyorlardı. Bu hususta Hz. Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Yahya, Eyyub, İsmail ve Hz. Muhammed (salât ve selâm üzerlerine olsun) ile ilgili olarak birçok rivayet aktarılmıştır.
Aynı şekilde, yukarıda ayetlerden çıkardığımız sonucu şu ayeti kerimeden de çıkarmak mümkündür: "Rabbiniz başka bir sebepten dolayı değil... sizi bu ağaçtan menetti." (A'râf, 20) Buradan anlaşıldığı kadarıyla Hz. Âdem ve eşi, cennette söz konusu ağacın civarında şeytanla (Allah'ın lâneti üzerine olsun) birlikte bulunuyorlardı, Şeytan cennete gitmiş, onlara eşlik etmiş ve vesveseleriyle onları yoldan çıkarmıştı. Burada sözü edilen cennet sonsuzluk cenneti olmadığı için, şeytanın oraya girmesinde bir sakınca yoktur. Bunun kanıtı da hep birlikte o cennetten çıkarılmış olmalarıdır. Yüce Allah'ın İblis'e yönelik şu sözüne gelince, "Öyle ise oradan in, orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık oradan." (A'râf, 13) burada, meleklerin arasından veya gökyüzünden çıkma kastedilmiş olabilir. Çünkü gökyüzü bir bakıma yakınlık ve onurlandırma makamıdır.
"Dedik ki: Birbirinize düşman olarak inin..." İfadeden anlaşıldığı kadarıyla hitap, Hz. Âdem, eşi ve İblis'e yöneliktir. A'râf suresinde ise hitap özel olarak İblis'e yöneltiliyor: "Oradan in, orada büyüklük taslamak senin haddin değildir." Burada ise, "ininiz" buyuruluyor. Sanki iki hitap birleştiriliyor gibi. Burada bir de yüce Allah- 'ın Âdem, eşi ve çocukları ile İblis arasında öngördüğü düşmanlığa
218 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
dikkat çekiliyor ve bunların bir süre yeryüzünde yaşamaları; orada ölmeleri ve oradan dirilmelerinin öngörüldüğü açıklanıyor. Âdem'in soyu da onunla aynı hükme tâbidir. Bu yargı şu ifadeden de anlaşılabilir: "Orada yaşayacak, orada ölecek ve oradan çıkarılacaksınız." (A'râf, 25) İleride ele alacağımız şu ayet-i kerimeden de bu hususu istifade etmek mümkündür: "Sizi yarattıktan sonra size şekil verdik, sonra da meleklere, 'Âdem'e secde edin.' dedik." (A'râf, 11)
Hiç kuşkusuz meleklere, "Âdem'e secde edin." emrinin verilmiş olması, bir anlamda onun yer menşeli bir halife olmasından dolayıdır. Secde edilen Âdem'di; ama secde hükmü tüm insanlık için geçerliydi. Kısacası, Hz. Âdem bir temsilci, bir model olarak secde edilen konumunda bulunuyordu.
Belki de yüce Allah, bu kıssayı anlatmak, Hz. Âdem ve eşinin cennete yerleştirilmelerini, sonra yasak ağacın meyvesini yedikleri için cennetten indirilişlerini hikâye etmekle, insanların dünya hayatına inmeden önce, cennette, yüksek ve yaklaştırılmış mekânda, nimet, sevinç, yakınlık ve aydınlık yurdunda, tertemiz arkadaşlarla, ruhanî dostlarla ve âlemlerin Rabbinin katında yaşadıkları mutluluğu ve nail oldukları saygınlığı bir örnekle dile getirmek istemiştir. Ancak insan, o temiz hayat yerine fani, kokuşmuş ve alçak bir hayata eğilim göstererek her türlü yorgunluğu, meşakkati, acı ve ıstırabı seçiyor. Buna rağmen eğer insan, bundan sonra tekrar Rabbine dönecek olursa, Allah onu yeniden saygınlık ve mutluluk yurduna döndürecektir. Ama eğer Rabbine dönmez, toprağa bağlanıp kalırsa, heva ve hevesi doğrultusunda hareket ederse, bu durumda Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük etmiş, azap yurdunu hak etmiş olur, cehenneme atılır; orası ne kötü bir barınaktır.
"Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı. Bunun üzerine (Rabbi, rahmetiyle) ona döndü." İfadenin orijinalinde geçen "telekka" kelimesi, sözü derinden kavrayarak algılamak demektir. Bu algılama sayesinde Hz. Âdem'in tövbe etmesi kolaylaşmıştı.
Buradan anlıyoruz ki, tövbe iki kısma ayrılır: Biri, yüce Allah'ın tövbesidir ki, kuluna merhametle döner. Diğeri de kulun tövbesidir
Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 219
ki, bağışlanma dileyerek, günahından pişmanlık duyarak Allah'a döner.
Kulun tövbesi, Allah'ın iki tövbesi ile çevrilmiş hâldedir. Çünkü kul hiçbir durumda Rabbinden müstağni olamaz. Kulun; günahtan pişmanlık duyup dönmesi Rabbinin başarı vermesine, yardımına ve rahmetine muhtaçtır ki, tövbesi gerçekleşmiş olsun. Tövbe gerçekleştikten sonra da yüce Allah'ın tövbeyi kabul etmesine, lütuf ve merhametine ihtiyaç hasıl oluyor. Buna göre kulun tövbesi, kabul görmesi durumunda, yüce Allah'tan kaynaklanan iki tövbe ile kuşatılmış durumdadır, demektir. Yüce Allah'ın şu sözü de bunu pekiştirici niteliktedir: "Sonra tövbe etsinler diye rahmetiyle onlara döndü." (Tevbe, 118)
"Âdem" kelimesinin nasb, "kelimat" sözcüğünün de ref hâlinde okunması bu hususu destekler mahiyettedir. Gerçi öteki okuyuş biçimi ("Âdem" kelimesinin ref, "kelimat" sözcüğünün de nasb hâlinde okun-ması) da bu anlama ters düşmüyor. Şimdi, acaba Âdem'in Rabbinden aldığı, kavrayarak algıladığı ke-limeler nelerdi? Bir ihtimal, bu kelimeler, yüce Allah'ın A'râf suresinde dile getirdiği şu sözlerdir: "Dediler ki: Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz." (A'râf, 23) Fakat bu sözler, yani "Dediler ki: Rabbimiz, biz..." cümlesi, A'raf suresinde "Dedik ki: Oradan ininiz." buyruğundan önce ifade ediliyor. Dolayısıyla bu surede, "oradan ininiz." sözünden sonra, "Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı." sö-zünün yer almış olması yukarıdaki yaklaşımı desteklemiyor.
Ne var ki, ortada şöyle bir durum vardır: Gördüğün gibi yüce Allah kıssanın başında şöyle buyuruyor: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." Buna karşılık melekler şöyle diyorlar: "Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tespih ediyoruz ve seni takdis ediyoruz." Burada yüce Allah, meleklerin yer menşeli halifeye getirdikleri suçlamaları ve öteki iddiaları reddetmiyor; bu itiraza cevap olarak sadece, Âdem'e tüm isimleri öğrettiğini vurguluyor. Eğer, yüce Allah'ın Âdem'e isimlerin tümünü öğretmesi, onların itirazlarını önleyici nitelikte olmasaydı, melekler sözlerini sür-
220 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
dürürlerdi ve kesinlikle ikna olmazlardı. Şu hâlde yüce Allah'ın Âdem'e öğrettiği isimler arasında, isyan eden isyankâra ve günah işleyen günahkâra yararlı olan bir söz vardır. Dolayısıyla Hz. Âdem- 'in yüce Allah'tan algıladığı sözlerin bu öğretilen isimlerle bir ilgisi olsa gerek. Artık sen, bunun gerisini düşün.
Bil ki, her ne kadar Hz. Âdem kendini yok oluş uçurumunun kenarına kadar atarak ve mutluluk diyarı ile mutsuzluk diyarının, yani dünyanın yol ayırımına kadar gelerek kendine zulmetmiş, indirildiği yerde kalmalı olursa helâk olmuş, ilk mutluluğuna geri dönmeyi başarırsa kendini yormuş, dolayısıyla her hâlükârda kendine zulmetmiş idiyse de, ancak Hz. Âdem, bu inişi ile kendine öyle bir mutluluk derecesi ve öyle bir kemal mertebesi hazırladı ki, eğer bu iniş olmasaydı veya günah işlemeden olsaydı, kesinlikle bu mertebeye ulaşamazdı.
Bu iniş olmasaydı, insanoğlu kendi fakirliğini, zelilliğini, miskinliğini, muhtaçlığını ve kusurluluğunu nasıl gözlemleyecekti? Katlandığı zahmet ve meşakkatler, çektiği acı ve dertlere karşılık, âlemlerin Rabbinin komşuluğunda kendisi için huzurlu bir hayat, iç açıcı nimetler olduğunu nasıl anlayacaktı?! Yüce Allah'ın ancak günahkârların ulaşabilecekleri affetme, bağışlama, şefkat, tövbeleri kabul etme, günahları örtme, iyilikte bulunma ve acıma gibi sıfatları olduğunu ne bilecekti?! Yüce Allah'ın zaman içinde esen hoş kokulu bağış meltemlerinin varolduğunu, bu meltemlerden yararlanmak için sadece on-ların estiği yerde bulunmanın yeterli olduğunu nasıl öğrenecekti?!
İşte, izlenecek yolla ilgili teşrii (yasamayı) zorunlu kılan tövbe bu-dur. Ancak tövbe sayesinde bu yolu izlemek mümkün olur ve ileride varılacağı umulan mekâna arınmış olarak varılır. Demek ki, tövbenin ardında dinin teşrii ve dine dayalı sosyal hayatın sağlam bir temele oturtulması söz konusudur.
Bunun en güzel kanıtı da, yüce Allah'ın sık sık tövbeyi imandan önce gündeme getirmesidir: "Öyleyse emrolunduğun gibi doğru ol; ve seninle beraber tövbe edenler de." (Hûd, 112) "Ve ben tövbe eden ve inanan kimselere karşı elbette çok bağışlayıcıyım." (Tâhâ, 82) Bu hususla ilgili olarak daha birçok ayet örnek gösterilebilir.
Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 221
"Hepiniz oradan inin, dedik. Yalnız size benden bir hidayet geldiği zaman..." İşte din hususunda Hz. Âdem ve soyu için yasalaştırılan ilk ilke budur. Burada din iki cümle ile özetlenmiştir ve kıyamete kadar da buna bir eklemede bulunulmaz.
Bu kıssayı (cennet kıssasını) özellikle Tâhâ suresinde ifade edildiği şekliyle inceleyecek olursan, sonuçta bu kıssanın akışı içinde yüce Allah'ın Âdem ve soyu ile ilgili iki yargıda bulunduğunu göreceksin. Yasak ağacın meyvesinden yemeleri yüce Allah'ın Âdem ve soyunun yeryüzüne indirilip oraya yerleştirilmelerine, orada ağacın meyvesine yaklaşmamaları uyarısında bulunurken işaret ettiği meşakkatli hayatı çekmelerine hüküm vermesini gerektirmiştir. Bunun ardından gerçekleşen tövbe ise, yüce Allah'ın ikinci bir hüküm vermesini gerektirmiştir. Bunun sonucunda yüce Allah, Âdem ve soyuna, kulluk sunma biçimini göstermeye, onları doğru yola iletmeye karar vermiştir. İlk hüküm, dünya hayatının kendisiydi. Sonrasında gerçekleşen tövbe sonucu, yüce Allah bu hayatın koşullarını iyileştirmiştir; insanlara içinde yaşadıkları bu hayatta Allah'a nasıl kulluk sunacaklarını göstermiştir. Böylece insan hayatı, dünyevî ve semavî hayatın bir bileşimi hâlini almıştır. Bu surede, cennetten "indiriliş" olayının tekrarlanışından da çıkan sonuç budur. Bir keresinde yüce Allah şöyle buyuruyor: "Dedik ki: Birbirinize düşman olarak inin. Sizin yeryüzünde kalıp bir süre yaşamanız lazımdır." Sonra şöyle buyuruyor: "Hepiniz oradan inin, dedik. Yalnız size benden bir hidayet geldiği zaman..."
Cennetten indirilmeye ilişkin iki emrin arasında tövbe olayının anlatılmış olması gösteriyor ki, Hz. Âdem ve eşi önceki gibi kalıcı olmamakla birlikte, tövbe ettikleri sırada henüz cennetteydiler. Yüce Allah'ın şu sözü de bunu destekler mahiyettedir: "Rableri onlara seslendi: Ben sizi o ağaçtan menetmedim mi?" Bundan önce de şöyle buyurmuştu: "Sakın bu ağaca yaklaşmayın." Daha önce ağaca yakını gösteren "bu" işaret edilirken, sonrasında uzağı gösteren "o" zamiriyle işaret ediliyor. Aynı şekilde daha önce yakını ima eden "dedi." ifadesi kullanılırken sonrasında uzağı ima eden "seslendi" ifadesi kullanılmıştır. Buna göre gerisini sen düşün.
222 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Bil ki, "Dedik ki: Birbirinize düşman olarak inin. Sizin yeryüzün- de kalıp bir süre yaşamanız lazımdır." ayeti ile ,"Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve yine oradan çıkarılacaksınız." ayetinin zahiri gösteriyor ki, cennetten indirilişten sonraki bu hayat, cennetten indirilişten önceki hayattan farklı niteliklere sahiptir. Yine anlıyoruz ki, bu hayatın özü, yerin özünden kaynaklanan bir karaktere sahiptir. Bu hayatın karakteristik özelliği meşakkat ve mutsuzluktur. Bu yüzden insanın yeryüzünde kalması, ölümle oraya dönmesi, sonra oradan diriltilmesi gerekir. Şu hâlde yeryüzündeki hayat, cennetteki hayattan farklıdır. Buna göre cennet hayatı dünyevî niteliklere sahip değildir, semavîdir. Buradan hareketle kesin olarak denebilir ki, Hz. Âdem'in dünyaya indirilmeden önce yerleştirildiği cennet, gireni bir daha dışarı çıkmayan ahiretteki cennet değilse de mekân olarak gökte yer alan bir cennettir. Dolayısıyla "gök" kavramı üzerinde de durmamız gerekiyor. İnşaallah ileride bu kavramı etraflıca ele alma imkânını bulabiliriz.
Geriye bir şey kalıyor: O da Hz. Âdem'in işlediği hatadır. Biz diyoruz ki; ayetler, ilk bakışta onun bir günah, bir hata işlediğini ifade ediyorlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Yoksa zalimlerden olursunuz." Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "Âdem, Rabbine karşı geldi de yolunu şaşırdı." Nitekim yüce Allah'ın bize aktardığı şekliyle, onlar da suçlarını itiraf etmişlerdir: "Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz."
Ne var ki, kıssayı aktaran ayetler üzerinde iyice durulduğu ve ağacın meyvesi ile ilgili olarak konulan yasak titiz olarak incelendiği zaman, kesin olarak bu yasağın mevlevî nehiy yani teşri nitelikli bir yasak olmadığı, tersine irşadî nehiy yani öğüt nitelikli yol gösterme amacına yönelik olduğu anlaşılır. Bu yasaklama ile yükümlüye yasağın, kendisine ne kadar yararlı ve hayırlı olduğu vurgulanmak istenmiştir. Yoksa Mevlâ-kul ilişkisi çerçevesinde getirilen bir yasak değildir.
Bunun ilk işareti şudur: Yüce Allah hem bu surede ve hem de A'râf suresinde yasaktan sonra, bunun bir zulüm olduğu şeklinde bir ayrıntıya yer vermiştir: "Sakın bu ağaca yaklaşmayın. Yoksa
Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 223
zalimlerden olursunuz." Tâhâ suresinde ise, "yorulursunuz" şeklinde bir ayrıntıya yer veriyor. Bunu cennetin terkine yönelik bir ayrıntı olarak sunuyor. "eş-şika" kelimesinin anlamı, yorulmak, meşakkat çekmektir. Sonra bu kavramı açıklayıcı mahiyette şöyle buyuruyor: "Şimdi burada acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın. Ve sen burada susamayacaksın, güneşte yanmayacaksın." Böylece açık biçimde anlaşılıyor ki, "eş-şika" kavramından maksat, dünya hayatının gerektirdiği açlık, susuzluk ve çıplaklık gibi dünyevî meşakkatlerdir.
Şu hâlde, bu tür durumlardan korunmak, yukarıda işaret ettiğimiz irşadî nehiy yani öğüt nitelikli bir yasağı gerektirmektedir. Yani burada mevlevî nehiy yani teşri nitelikli, Mevlâ-kul ilişkisi çerçevesinde bir yasaklama söz konusu değildir. Bütün mesele, doğruyu gösterme amacına yöneliktir. İrşadî nehiy/öğüt nitelikli bir yasağı çiğnemek, mevlevî nehiy/teşri nitelikli bir yasağı çiğneme gibi, isyanı gerektirmez, kulluk sınırlarının dışına çıkma olarak nitelendirilemez. Buna göre, ayetlerde sözü edilen "zulüm"den maksat, kendilerini yorucu ve tehlikeli bir hayata atmış olmaları dolayısıyla kendilerine zulmetmeleridir. Yoksa; burada Rablık ve kulluk ilişkileri açısından yerilmeyi gerektiren bir zulmün söz konusu olmadığı gayet açıktır.
İkinci işareti şudur: Kulun, yaptığından pişmanlık duyup geri dönmesi anlamına gelen "tövbe" yüce Allah tarafından kabul edilirse, söz konusu günah hiç işlenmemiş gibi olur ve sanki böyle bir masiyet gerçekleşmemiş gibi yepyeni bir sayfa açılır. Dolayısıyla günahından tövbe eden az önceki günahkârla, emirlere içtenlikle uyan itaatkâr bir kul gibi muamele edilir. Yaptığı fiil emre uymak olarak değerlendirilir.
Eğer söz konusu ağacın meyvesi ile ilgili olarak konulan yasak mevlevî/teşri nitelikli olsaydı, bu fiilden sonra gerçekleşen tövbe de kulluk görevi ile ilgili olarak işlenen bir günahtan ve ilâhî bir emre karşı gelmekten pişmanlık duymak olarak değerlendirilir ve her ikisi de tekrar cennete geri alınırdı. Ama görüyoruz ki, bu olaydan sonra ikisi de dönmüş değildir.
Bununla da anlaşılıyor ki, yasak meyvenin yenilmesinden sonra gerçekleşen cennetten çıkma olayı, önceden plânlanmış, ev-
224 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
rensel sistemin gereği olarak gerçekleşmesi zorunlu olan bir olaydı. Tıpkı zehrin ölüme yol açması ve tıpkı ateşin yanmaya yol açması gibi kaçınılmazdı. İrşadî/öğüt nitelikli yükümlülüklerde bu böyledir. Oysa mevlevî/teşri nitelikli yükümlülüklerde cezalandırma türünden birtakım sonuçlar söz konusudur. Namaz kılmayı bırakanın ateşe atılması, kulun Mevlâ-kul ilişkisi çerçevesinde konan genel toplumsal kuralları çiğnemesi durumunda söz konusu olan kınanması ve dışlanması gibi.
Üçüncü İşareti de şudur: Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hepiniz oradan inin, dedik. Yalnız size benden bir hidayet geldiği zaman, kimler benim hidayetime uyarsa artık onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlar ise, ateş ehlidir, onlar orada ebedi kalacaklardır." (Bakara, 38-39) Bu ayetlerin ifade tarzı, yüce Allah'ın melekler, kitaplar ve peygamberler aracılığı ile ayrıntılarıyla birlikte dünyada indirdiği tüm mevlevî/teşri nitelikli kuralları içerecek şekilde kapsamlıdır. Bu sözlerle Âdem ve soyunun yurdu olan bu dünyada konan ilk yasa anlatılıyor. Görüldüğü gibi bu yasama, yüce Allah'ın Âdem'in yeryüzüne inmesiyle ilgili ikinci emrinden sonra gerçekleşmiştir. Açıktır ki, yeryüzüne iniş emri, cennette oluştan sonra, söz konusu hatanın işlenmesinin ardından gerçekleşen tekvinî emirdir. Demek ki, yasağın çiğnendiği ve yasak ağaca yaklaşıldığı sırada ne yürürlükte olan bir din ve ne de teşri nitelikli bir yükümlülük vardı. Dolayısıyla kulluk görevi ile ilgili bir günah ve teşri nitelikli bir emre karşı çıkma şeklinde bir durum gerçekleşmiş değildir. Bu durum, "ağaca yaklaşmayın." emrinden önce, meleklere ve İblis'e yönelik "Âdem'e secde edin." emrinin mevlevî/teşri nitelikli oluşu ile bir çelişki arzetmiyor. Çünkü bu iki emre muhatap olan yükümlüler farklı kimselerdirler.
Denebilir ki: Madem ki bu yasak öğüt niteliklidir ve teşri nitelikli değildir, şu hâlde yüce Allah'ın Âdem ile eşinin davranışını zulüm, isyan ve azma olarak nitelendirmesi ne anlam ifade eder? Buna karşılık olarak vereceğim cevap şudur: "Zulüm" niteliği ile ilgili olarak, bununla onların yüce Allah katında kendilerine zulmetmelerinin kastedildiğini vurgulamıştık. İsyan ise, etkilenme veya zorla etkilenmeyi ifade eden bir kavramdır. Nitekim
Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 225
"kesertuhu fe'n-kesere" (onu kırdım o da kırıldı) ve "kesertuhu feasâ" (onu kırmaya çalıştım, etkilenmedi) denir. Buna göre isyan bir emir veya yasaktan etkilenmemek, isteneni yapmamak demektir. Böyle bir durum, Mevlâ-kul ilişkisi çerçevesindeki yükümlülükler için söz konusu olduğu gibi irşadî/öğüt nitelikli hitaplar için de geçerlidir.
Günümüzde, "namaz kıl", "oruç tut", "hacca git" veya "şarap içme" ve "zina etme" gibi emir ve yasaklara karşı gelme durumunda Müslüman topluluğun dilinde "isyan" kavramının kullanılmasına gelince; bu, şeriat veya şeriat ehli tarafından bu kelimeye yüklenen anlamdır. Dolayısıyla sözlük ve genel ürf açısından kavramın ifade ettiği anlamın genelliğine bir zarar vermez.
Azma olarak tercüme ettiğimiz "el-gavaye" ise, bir insanın yaşama amacını koruyamaması ve bu doğrultuda bir düzenlilik içinde hayatını sürdürme kabiliyetini gösterememesi demektir. Bununsa, emrin irşadî/öğüt nitelikli mi; yoksa mevlevî/teşri nitelikli mi olma durumlarına göre farklılık göstereceği kesindir. Bu durumda diyebilirsin ki: Şu hâlde Hz. Âdem ve eşinin tövbe etmesine ve "Eğer sen bizi bağışlamasan ve bize acımasan elbette hüsrana uğrayanlardan oluruz." demeleri ne anlam ifade eder? Buna cevap olarak derim ki: Daha önce de söylediğimiz gibi "tövbe", yapılan işten pişmanlık duyup geri dönmektir. Duruma göre, dönüş de farklı olabilir.
Efendisinin emrine başkaldıran bir köle, yaptığına pişman olup tövbe etmekle efendisinin katında kaybettiği eski konumuna, eski yakınlığına dönmesi mümkün olduğu gibi, doktor tarafından belli bir meyveyi ve yiyeceği yemesi yasaklanmış bir hasta için de aynı durum söz konusudur: Doktorun bu yasağı bütünüyle onun sağlığı ve selâmeti ile ilgili öğüt nitelikli bir yasaklamadır. Diyelim ki, hasta doktorun bu uyarısına uymadı ve yasağı çiğnedi, sonuçta ölümle burun buruna geldi. Böyle bir duruma düşen adamın yaptığına pişman olması, kendisini eski sağlığına kavuşturacak bir ilâç vermesi için yeniden doktora başvurması son derece normaldir. Doktor da, ilk karakteristik sağlığına kavuşması ve hatta ondan daha iyi bir duruma gelmesi için bir süre zorluk
226 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
çekmesi, meşakkatlere katlanması, yorulması, egzersiz yapması gerektiğini söyleyebilir.
Bağışlama ve merhamet etmeye gelince, yukarıdaki diğer durumlar için de söylediğimiz gibi, duruma göre bunların yönelik oldukları hedef de değişiklik arzedebilir.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir'ul-Kummî'de müellif kendi babasından a da rivayet zincirlerine yer vermeksizin İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "İmam'a, 'Âdem'in yerleştirildiği cennet, dünya bahçelerinden bir bahçe miydi, yoksa ahiretteki bahçelerden biri miydi?' diye soruldu. İmam şöyle buyurdu: Bir dünya bahçesiydi, üzerine güneş ve ay doğardı. Eğer ahiret bahçelerinden bir bahçe olsaydı, sonsuza dek oradan çıkmazdı. Yüce Allah onu söz konusu cennete yerleştirince, o ağaç hariç diğer her şeyi ona helâl kıldı. Çünkü Âdem öyle bir yaratılışa sahipti ki, varlığını ancak emir, yasak, beslenme, giyinme, barınma ve nikâh (cinsel birleşme) ile sürdürebilirdi. Bir yerden destek almadığı sürece kendisine yararlı olan şeyi zararlı olan şeyden ayırt edemezdi." "İblis, yanına gelip ona şöyle dedi: 'Eğer siz, yüce Allah'ın size yasak ettiği bu ağacın meyvesinden yerseniz, birer melek olursunuz ve sonsuza dek bu cennette kalırsınız. Eğer bu meyveden yemezseniz, Allah sizi buradan çıkaracaktır.' Sonra da kendilerine öğüt vermek istediğini bildirerek yemin etti. Nitekim yüce Allah da bu olayı şöyle haber veriyor: 'Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf melek olursunuz ya da ebedî kalıcılardan olursunuz diye sizi şu ağaçtan menetti ve onlara, 'Elbette ben size öğüt verenlerdenim.' diye de yemin etti.' [A'râf, 20-21]" "Âdem onun sözünü tuttu ve eşi ile birlikte söz konusu ağacın meyvesinden yedi. Sonra da yüce Allah'ın bize haber verdiği gelişmeler oldu: 'Ayıp yerleri kendilerine göründü.' Yüce Allah'ın üzerlerine giydirdiği cennet giysileri açıldı. Ayıp yerlerini cennet yapraklarıyla örtmeye çalıştılar. Bunun üzerine, 'Rableri onlara şöyle seslendi: Ben sizi bu ağaçtan menetmemiş miydim ve ben size şeytan sizin apaçık düşmanınızdır, dememiş miydim?' Yüce Allah'ın bize aktardığına göre onlar da şöyle demişlerdi:
Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 227
'Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz.' Bunun üzerine yüce Allah onlara şöyle dedi: 'Birbirinize düşman olarak inin, sizin yeryüzünde bir süreye kadar kalıp geçinmeniz lazımdır.' Yani kıyamete kadar... Âdem Safa tepesinin üzerine indi. Bu tepenin 'Safâ' olarak adlandırılması, Âdem Safiyyullah'ın oraya indirilmiş olmasından dolayıdır." "Havva da Merve tepesine indi. Bu tepenin 'Merve' adını alması, kadının (el-mer'e) oraya indirilmiş olmasından dolayıdır. Hz. Âdem kırk gece secdeye kapanıp cennetten ayrılmış olmanın hüznüyle ağlayarak sabahladı. Cebrail yanına inerek ona şöyle dedi: 'Allah seni kendi elleriyle yaratmadı mı? Senin içine kendi ruhundan üfleyip bütün melekleri sana secde ettirmedi mi?' Âdem, 'Evet.' dedi. 'Şu ağaçtan yeme dediği hâlde, emrini çiğnemedin mi?' Âdem, 'İblis bana Allah adına yalan yemin içti.' dedi."
Ben derim ki: Hz. Âdem'in yerleştirildiği cennetin, dünya bahçelerinden biri olduğu şeklinde birçok açıklama Ehlibeyt İmamlarından rivayet edilmiştir. Bunların bir kısmı, İbrahim b. Haşim kanalıyla aktarılmış ve bu rivayetle uyum oluşturmuştur.1 Aslında Hz. Âdemin yerleştirildiği cennetin; dünya bahçelerinden biri olduğu şeklindeki ifadeden maksat, onun sonsuzluk cennetlerine karşılık, bir ara dönem (berzah) bahçesi oluşudur. Rivayetin bazı bölümlerinde de buna yönelik işaretler vardır. "Âdem Safa tepesine indi." ve "Havva Merve tepesine indi..." Yine "Bir süreden maksat, kıyamet günüdür." şeklindeki ifade de buna yönelik bir işaret içermektedir. O süreden maksat, kıyamet günü olduğuna göre de; ölümden sonraki berzah bekleyişi, yeryüzünde gerçekleşen bir bekleyiştir.
Nitekim Kur'ânı Kerim'de ölümden sonraki dirilişi konu edinen ayetler de berzah bekleyişinin yeryüzünde gerçekleştiğini ifade etmektedirler. Yüce Allah bu hususla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Ve Allah dedi: 'Yeryüzünde yıllar sayısınca ne kadar kaldınız?' 'Bir gün yahut günün bir kısmı kadar kaldık; sayabilenlere sor.' dediler. Buyurdu ki: Sadece az bir zaman kaldınız, keşke bilseydiniz." (Mü'minûn, 112-114) "Kıyamet koptuğu gün, suçlular yeryü- --------
1- [Bihar'ul-Envar, c.11, s.143, h: 12]
228 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
zünde bir saatten fazla kalmadıklarına yemin ederler. Zaten onlar, böyle çevriliyorlardı. Kendilerine bilgi ve iman verilenler dediler ki: "Andolsun siz, Allah'ın kitabınca, ta yeniden dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu da dirilme günüdür. Fakat siz bilmiyordunuz." (Rûm, 55-56)
Ayrıca, Ehlibeyt İmamlarından aktarılan bazı rivayetler de, Hz. Âdem'in yerleştirildiği cennetin gökte olduğunu ve Âdem ile eşinin gökten indiklerini ifade ediyorlar. Bu arada, rivayetlerin diliyle tanışık olanlar, söz konusu cennetin gökte olması ve Hz. Âdem ile eşinin gökten indirilmiş olması ile, bu ikisinin yeryüzünde yaratılmış olmaları ve orada yaşamış olmaları arasında bir çelişki doğacağından korkmazlar. Aynı şey, cennetin gökte oluşu ile, kabir sorgulamasının yeryüzünde olması, ayrıca kabrin ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukur olması için de geçerlidir. İnşaallah "gök" kavramı üzerinde durduğumuz zaman bu ve benzeri problemlerin ortadan kalkacağını umuyorum.
İblis'in Hz. Âdem ile eşinin yanına nasıl geldiği, hangi yollara başvurduğu hususuna gelince; sahih ve itibar edilen rivayetlerde buna ilişkin bir açıklamaya yer verilmemiştir. Bize ulaşan bazı haberlerde yılan ve tavus kuşunun İblis'e Âdem ve eşini yoldan çıkarma hususunda yardımcı oldukları belirtilmekle beraber, bunlara itibar etmemek gerekir. Bunların uydurulmuş olduğuna inandığımız için, anlatma gereğini duymadık. Bu kıssa aslında Tevrat'tan alınmıştır. Onun için kıssayı olduğu gibi oradan aktarıyoruz. Tekvin Kitabının 2. Babında şöyle denir: "Ve Rab Allah yerin toprağından Âdem'i yaptı, ve onun burnuna hayat nefesini üfledi; ve Âdem yaşayan can oldu. Ve Rab Allah şarka doğru Âdem'de bir bahçe dikti; ve yaptığı Âdem'i oraya koydu. Ve Rab Allah görünüşü güzel ve yenilmesi iyi olan her ağacı ve bahçenin ortasında hayat ağacını, ve iyilik ve kötülüğü bilme ağacını yerden bitirdi. Ve bahçeyi sulamak için Aden'den bir ırmak çıkardı, ve oradan bölündü, ve dört kol oldu. Birinin adı Nil'dir; kendisinde altın olan bütün Havila diyarını kuşatır, ve bu diyarın altını iyidir; orada ak günnük ve akik taşı vardır. Ve ikinci ırmağın adı Ceyhun'dur. Bütün Habeş diyarını kuşatan odur. Ve üçüncü ırmağın adı Dicle'dir. Musul'un
Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 229
doğusunda akar. Ve dördüncü ırmak Fırat'tır. Ve Rab Allah Âdem'i aldı baksın ve onu korusun diye Aden bahçesine koydu. Ve Rab Allah Âdem'e emredip dedi: Bahçenin her ağacından istediğin gibi ye; Fakat iyilik ve kötülüğü bilme ağacından yemeyeceksin; çünkü ondan yediğin günde mutlaka ölürsün." "Ve Rab Allah dedi: Âdem'in yalnız olması iyi değildir; kendisine uygun bir yardımcı yapacağım. Ve Rab Allah her kır hayvanını, ve göklerin her kuşunu topraktan yaptı; ve onlara ne ad koyacağını görmek için Âdem'e getirdi; ve Âdem her birinin adını ne koydu ise canlı mahlukun adı o oldu. Ve Âdem bütün sığırlara ve göklerin kuşlarına, ve her kır hayvanına ad koydu; fakat Âdem için kendisine uygun yardımcı bulunmadı. Ve Rab Allah Âdem'in üzerine derin uyku getirdi; ve o uyudu; ve onun kaburga kemiklerinden birini aldı, ve yerini etle kapadı; ve Rab Allah Âdem'den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaptı, ve onu Âdem'e getirdi. Ve Âdem dedi: Şimdi bu benim kemiklerimden kemik ve etimden ettir; buna Nisa denilecek, çünkü o insandan alındı. Bunun için insan anasını ve babasını bırakacak, ve karısına yapışacaktır, ve bir beden olacaklardır. Ve Âdem ve karısı, ikisi de çıplaktılar, ve utançları yoktu." 3. Bab: "Ve Rab Allah'ın yaptığı bütün kır hayvanlarının en hilekârı olan yılandı. Ve kadına dedi: Gerçek, Allah: Bahçenin hiçbir ağacından yemeyeceksiniz, dedi mi? Ve kadın yılana dedi: Bahçenin ağaçlarının meyvesinden yiyebiliriz; fakat bahçenin ortasında olan ağaç hakkında Allah: Ondan yemeyin, ve ona dokunmayın ki, ölmeyesiniz, dedi. Ve yılan kadına dedi: Katiyen ölmezsiniz; çünkü Allah bilir ki, ondan yediğiniz gün, o vakit gözleriniz açılacak, ve iyiyi ve kötüyü bilerek Allah gibi olacaksınız. Ve kadın gördü ki, ağaç yemek için iyi; ve gözlere hoş ve anlayışlı kılmak için arzu olunur bir ağaçtı; ve onun meyvesinden aldı ve yedi; ve kendisiyle beraber kocasına da verdi, o da yedi. İkisinin de gözleri açıldı, ve kendilerinin çıplak olduklarını bildiler; ve incir yaprakları dikip kendilerine önlükler yaptılar." "Ve günün serinliğinde bahçede gezmekte olan Rab Allah'ın sesini işittiler; ve Âdem'le karısı Rab Allah'ın yüzünden bahçenin ağaçları arasına gizlendiler. Ve Rab Allah Âdem'e seslenip ona dedi: Neredesin? Ve o dedi: Senin sesini bahçede işittim ve kork-
230 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
tum, çünkü ben çıplaktım, ve gizlendim. Ve dedi: Çıplak olduğunu sana kim bildirdi. Ondan yeme, diye sana emrettiğim ağaçtan mı yedin? Ve Âdem dedi: Yanıma verdiğin kadın o ağaçtan bana verdi, ve yedim." "Ve Allah kadına dedi: Bu yaptığın nedir? Ve kadın dedi: Yılan beni aldattı, ve yedim. Ve Allah yılana dedi: Bunu bilerek yaptığın için bütün sığırlardan ve bütün kır hayvanlarından daha lânetlisin; karnın üzerinde yürüyeceksin, ve ömrünün bütün günlerinde toprak yiyeceksin; ve seninle kadın arasına, ve senin zürriyetinle onun zürriyeti arasına düşmanlık koyacağım; o senin başına saldıracak, ve sen onun topuğuna saldıracaksın. Kadına dedi: Zahmetini ve gebeliğini ziyadesiyle çoğaltacağım; ağrı ile evlât doğuracaksın; ve arzun kocana olacak, o da sana hâkim olacaktır. Ve Âdem'e dedi: Karının sözünü dinlediğin ve: Ondan yemeyeceksin, diye sana emrettiğim ağaçtan yediğin için, toprak senin yüzünden lânetli oldu; ömrünün bütün günlerinde zahmetle ondan yiyeceksin; ve sana diken ve çalı bitirecek; ve kır otunu yiyeceksin, toprağa dönünceye kadar, alnının teriyle ekmek yiyeceksin; çünkü ondan alındın; çünkü topraksın, ve toprağa döneceksin. Ve Âdem karısının adını Havva (hayatı olan) koydu; çünkü bütün yaşayanların anası oldu. Ve Rab Allah Âdem için ve karısı için deriden kaftan yaptı, ve onlara giydirdi." "Ve Rab Allah dedi: İşte, Âdem iyiyi ve kötüyü bilmekte bizden biri gibi oldu; ve şimdi elini uzatmasın ve hayat ağacından almasın, ve yemesin ve ebediyen yaşamasın diye, böylece Rab Allah onu Aden bahçesinden, kendisinin içinden alındığı toprağı işlemek için çıkardı. Ve Âdem'i kovdu; ve hayat ağacının yolunu korumak için, Âdem bahçesinin şarkına Kerubileri, ve her tarafa dönen kılıcın alevini koydu." (Tevrat'tan alınan bölüm burada sona erdi.)
Kıssayı iki kanaldan, yani Kur'ân ve Tevrat kanallarından süzüp incelediğin zaman, ardından Şiî ve Sünnî kanallardan gelen rivayetleri göz önünde bulundurup üzerinde düşündüğün zaman, gerçeği kavrayabilirsin. Ne var ki, biz, kitabın amacını aştığı için bu hususta ayrıntılı bir inceleme yapmaktan kaçındık.
Gelelim şeytanın cennete girmesi olayına: Burada iki soruyla karşılaşıyoruz:
Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 231
1- Bilindiği gibi cennet, Allah'a yakınlığın, arınmışlığın ve temizliğin sembolüdür. Nitekim yüce Allah cennet için şöyle buyuruyor: "İçinde ne saçmalama var, ne de günaha sokma." (Tûr, 23)
2- Cennet göktedir ve şeytan Âdem'e secde etmekten kaçınınca yüce Allah ona şöyle hitap etmiştir: "Çık oradan, çünkü sen kovuldun." (Hicr, 34) "Oradan in, orada büyüklük taslamak senin haddin değildir." (A'râf, 13)
Birinci soruya verilebilecek cevap şudur: Kur'ân-ı Kerim'in işaret ettiği saçmalama ve günaha sokma durumlarının mümkün olmadığı cennet, müminlerin ahirette girecekleri sonsuzluk cenneti ile, ölümden sonra ve sorumluluk dünyasından göçün ardından girdikleri berzah cennetidir. Fakat insanın yeryüzüne yerleştirilip, sorumluluk altına sokulmasından, emir ve yasaklara muhatap kılınmasından önce Hz. Âdem'in yerleştirildiği cennetle ilgili olarak Kur'ân-ı Kerim bu tür bir nitelendirmede bulunmamıştır. Aslında bu cennette durum bunun tersini göstermektedir. Nitekim Hz. Âdem de burada söz konusu hatayı işlemiştir. Kaldı ki, saçmalama ve günaha sokma kavramları nispîdirler ve ancak insanın dünyaya gelip emir ve yasaklara muhatap olmasından ve sorumluluk altına girmesinden sonra gerçekleşebilirler.
İkinci soruya ise birkaç şekilde cevap vermek mümkündür: Birincisi: Her şeyden önce "çık oradan" ifadesi ile "in oradan" ifadesindeki zamirin "gök"e dönük olduğu hususu kesin değildir. Çünkü bu ifadelerden önce gökten söz edilmediği gibi, konunun da "gök"le bir ilgisi yoktur. Şu hâlde, bazı mülâhazalara göre meleklerin arasından çıkış ve inişin kastedildiği söylenebilir. Belki de, saygınlık makamından çıkış ve iniştir kastedilen.
İkincisi: Söz konusu iniş ve çıkış emriyle, kinaye yöntemi ile, orada meleklerin arasında sürekli kalmanın yasaklığı anlatılmak istenmiş olabilir. Buna göre, ara sıra oraya, meleklerin bulunduğu yere çıkmak söz konusu yasağın kapsamına girmez. Nitekim şeytanların kulak hırsızlığı yapmaktan alıkonduklarını ifade eden ayetlerde de buna yönelik işaretler vardır, daha doğrusu bu ayetler bizim bu yaklaşımımızı pekiştirir niteliktedir. Bazı rivayetlerde de, Hz. İsa'dan önce şeytanların yedinci göğe kadar çıktıkları, İsa (a.s) doğduktan sonra dördüncü göğe ve daha
232 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
yukarısına çıkmaları yasaklandığı, daha sonra Hz. Muhammed (s.a.a) dünyaya gelince, tüm göklere çıkışları, yakalandıkları yerden fırlatılıp atıldıkları anlatılmaktadır.
Üçüncüsü: Kur'ân-ı Kerim'de İblis'in cennete girdiğine değinilmiyor. Onun için meseleyi fazla kurcalamanın bir anlamı yoktur. Bu olay sadece bazı rivayetlerde konu ediliyor ki, bunlar, tevatür haddine ulaşmayan birtakım "ahbâr-ı âhâd"dır. Ayrıca ravinin, hadisi anlam olarak rivayet etme ihtimali de vardır. İblis'in cennete girdiğine yönelik en belirgin işareti içeren ifade yüce Allah'ın bize aktardığı şeytanın şu sözüdür: "Dedi ki: Rabbiniz başka bir sebepten dolayı değil, sırf melek olursunuz ya da ebedi kalıcılardan olursunuz diye sizi şu ağaçtan menetti." Burada "şu" zamiri kullanılmış ki, bu zamir nesneye yakın olan bir kişinin kullanacağı türdendir. Ne var ki, eğer bu zamir, mekânsal bir yakınlığı ifade ediyor olsaydı, o zaman, "Sakın şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz." ifadesine bakılarak aynı durumun yüce Allah için de geçerli olduğunu söylemek gerekirdi.
el-Uyûn adlı eserde Abdusselâm el-Herevî'nin şöyle dediği rivayet edilir: "İmam Rıza'ya (a.s) dedim ki: 'Ey Resulullah'ın oğlu Hz. Âdem ve eşi Havva hangi ağacın meyvesini yediler? Çünkü insanlar bu hususta farklı görüşler ileri sürüyorlar. Bir kısmı onun buğday ağacı olduğunu söylerken, diğer bir kısmı da onun kıskançlık ağacı olduğunu söylüyorlar.' İmam, 'Hepsi doğrudur.' dedi. Bunun üzerine, 'Birbirlerinden farklı görüşler, aynı anda nasıl doğru olabilirler?' diye sordum, şöyle dedi: Ey Salt'ın oğlu, cennetteki bir ağaç, birkaç türden meyve verebilir. Buğday ağacı üzüm de verebilir. Onlar dünya ağaçlarına benzemezler." "Yüce Allah melekleri Âdem'e secde ettirip, onu cennete yerleştirince, Hz. Âdem kendi kendine, 'Acaba Allah benden daha hayırlı bir insan yaratmış mıdır?' dedi. Yüce Allah onun içinden geçenleri bildi ve 'Ey Âdem, başını yukarı kaldır ve Arş'ın ayaklarına bak.' diye seslendi. Âdem Arş'ın ayaklarına bakınca, orada 'Allah'- tan başka ilâh yoktur; Muhammed O'nun elçisidir; Ali b. Ebu Talib müminlerin emiridir; Fatıma onun eşi dünya kadınlarının efendisidir; Hasan ve Hüseyin cennet gençlerinin efendileridir.' diye yazılı olduğunu gördü. Bunu gören Âdem, 'Ya Rabbi, kim bunlar?' diye
Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 233
sordu. Yüce Allah, 'Ay Âdem, bunlar senin zürriyetindir. Ama senden de ve bütün yarattığım varlıklardan da daha hayırlıdırlar. Onlar olmasaydı, ne seni, ne cenneti, ne ateşi, ne göğü ve ne de yeryüzünü yaratırdım. Sakın onlara kıskanarak bakma. Yoksa seni yakın çevremden uzaklaştırırım.' dedi. Fakat Hz. Âdem onlara kıskanarak baktı, onların yerinde olmayı istedi. Bunun üzerine şeytan ona musallat oldu, nihayet kendisine yasaklanan ağacın meyvesini yedi. Aynı şekilde şeytan Havva'ya da musallat oldu. O da Fatıma'ya kıskanarak baktı. Nihayet o da Âdem gibi yasak meyveyi yedi. Bunun üzerine yüce Allah onları cennetinden çıkardı, onları yakın çevresinden uzaklaştırıp yeryüzüne indirdi." [c.1, s.239, h: 1]
Ben derim ki: Aşağı yukarı aynı anlamı vurgulayan başka rivayetler de vardır. Bir kısmı konuyu daha geniş çerçevede ele almış, bir kısmı daha kısa tutmuş, bir kısmı da daha özet ve daha genel ifadelerle meseleyi aktarmıştır. Gördüğün gibi bu rivayette İmam (a.s), söz konusu ağacın buğday ve kıskançlık ağacı olduğunu ve Âdem ile eşinin buğday ağacının meyvesinden yiyip kıskançlık illetine yakalandıklarını, bunun sonucunda da Hz. Muhammed ve soyunun (hepsine selâm olsun) yerinde olmayı temenni ettiklerini dile getiriyor. Birinci anlama göre, yasak ağaç cennet ehlinin ilgisini ve iştahını çekmeyecek kadar önemsiz ve cazibesizdi. İkinci anlama göre ise, bu ağaç Âdem ve eşinin ulaşamayacakları kadar önemli ve erişilmezdi. Nitekim bir rivayette de bu ağacın, Hz. Muhammed ve soyunun bilgisi olduğu bildirilmiştir. Kısacası, bunlar iki farklı anlam ifade etmektedirler. Ancak sen, misakla ilgili olarak geçen konuya bir göz attığın zaman, anlamın bir olduğunu görürsün. Buna göre Hz. Âdem, Allah'tan başkasına yönelmeme anlamını kapsayan ve Allah'a yakınlığı sembolize eden cennetten yararlanma ile, dünyaya bağlanma zorluk ve meşakkatini beraberinde getiren yasak ağaçtan yemeyi birlikte yürütmek istemişti. Ama bu iki olguyu birlikte yürütmek ona mümkün olmamış, nihayet yeryüzüne indirilmişti. Dolayısıyla Hz. Muhammed'in (s.a.a) sahip olduğu, bu iki olguyu bir arada yürütme makamına erişememişti. Ama daha sonra yüce Allah onu seçerek ve tövbe etmesini sağlayarak onu dünyadan soyutlamıştı ve
234 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
ona doğru yolu göstermişti. Unuttuğu misakı da bunun ardından ona hatırlatmıştı. Böylece meseleyi düşünüp anla.
İmam'ın, "Onlara kıskançlık gözüyle baktı, yerlerinde olmayı istedi." şeklindeki sözüne gelince; burada söz konusu kıskançlığın, onların yerinde olmayı istemek şeklinde gerçekleştiğini, yoksa, aşağılık bir huy olan hasedin söz konusu olmadığı, bu şekilde açıklanmaktadır.
Yukarıdaki açıklama sayesinde Kemal'ud-Dîn adlı eserde Sumâli'nin İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s) aktardığı rivayet ile Tefsir'ul-Ayyâşî'de aktardığı rivayet arasında ilk etapta varmış gibi görünen çelişki de bertaraf edilmiş oluyor. Birinci rivayette1 İmam Bâkır (a.s) şöyle buyuruyor: "Yüce Allah Âdem'den, bu ağaca yaklaşma diye söz aldı. Allah'ın öngördüğü vakit gelince, Âdem yememesine ilişkin sözü unutarak yasak ağacın meyvesini yedi. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: Andolsun Biz, önceden Âdem'- den söz almıştık; fakat unuttu. Biz onda bir kararlılık görmedik." [Tâhâ, 115]
İkinci rivayette ise2, şöyle geçer: İmam Bâkır (a.s) veya İmam Sadık'tan (a.s) birine, "Allah Âdem'i 'unuttu' diye nasıl sorumlu tutuyor?" diye soruldu. Şöyle cevap verdi: "Âdem unutmadı. Hem nasıl unutabilir ki? Oysa şeytan ona şöyle diyordu: Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf melek olursunuz ya da ebedi kalıcılardan olursunuz diye sizi şu ağaçtan menetti." Geçen açıklamalara dikkat edilirse, bu iki rivayetin arasıda çelişki olmadığı son derece açıktır.
Şeyh Saduk'un el-Emalî adlı eserinde, Ebu's-Salt el-Herevî'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Halife Me'mun İmam Ali Rıza (a.s) ile tartışmak üzere İslâm bilginlerini ve Yahudilik, Hıristiyanlık, Mecusilik ve Sabiîlik gibi diğer dinlere mensup bilginleri topladığı zaman, hiç kimse ona karşı bir kanıt ileri sürememişti. O, bir kayanın katılığı gibi görkemiyle duruyordu. Bu arada Ali b. Muhammed b. Cehm ayağa kalktı ve şöyle dedi: 'Ey Resulullah'ın oğlu, peygamberlerin masum olduklarını kabul ediyor musun?' İmam, --------- 1- [Kemal'ud-Dîn, c.1, s.213, h: 2] 2- [Tefsir'ul-Ayyâşî, c.2, s.9, h: 9]
Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 235
'Evet.' dedi. 'Peki, 'Âdem Rabbine karşı geldi ve yolunu şaşırdı.' ayetini nasıl yorumluyorsun?' dedi." "Bunun üzerine Efendimiz Rıza (a.s) şöyle dedi: Yavaş ol, ey Ali; Allah'tan kork ve Allah'ın peygamberlerine kötü nitelikler yakıştırma. Allah'ın kitabını kişisel görüşünü esas alarak yorumlamaya kalkışma. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor: 'Onun yorumunu ancak Allah ve ilimde derinleşenler bilir.' Yüce Allah'ın, 'Âdem Rabbine karşı geldi ve yolunu şaşırdı.' sözüne gelince, Allah Âdem'i yeryüzündeki hücceti ve memleketlere hükmeden halifesi olsun diye yarattı. Allah Âdem'i cennet için yaratmadı. Âdem'in işlediği günah da cennette gerçekleşmişti, dünyada değil ve bu, yüce Allah'ın Âdem ve soyunun yaşam süreçleri için öngördüğü plânın gerçekleşmesine yönelik bir ilk adımdı. Âdem yeryüzüne indirildikten sonra yüce Allah onu hücceti ve halifesi yaptı. Sonra da ona masumluk niteliğini verdi: 'Allah Âdem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmrân ailesini âlemler içinde seçkin kıldı.'1..." [Oturum: 20, s.28, h: 32]
Ben derim ki: "Günah cennette işlenmişti..." ifadesi, daha önce de değindiğimiz gibi, mevlevî ve teşri nitelikli dinsel yükümlülüğün henüz cennette yürürlüğe konulmadığına yönelik bir işaret içermektedir. Dinsel yükümlülüğün yurdu dünya hayatıdır ki, bu hayat, cennetten inişten sonra Hz. Âdem (a.s) için öngörülmüştür. Şu hâlde, söz konusu günah, irşadî ve öğüt nitelikli bir emre karşı işlenmişti, mevlevî/teşri nitelikli bir emre karşı değil. Dolayısıyla bazılarının yaptığı gibi, rivayeti körü körüne yorumlamanın bir anlamı yoktur.
el-Uyûn adlı eserde Ali b. Muhammed b. Cehm'in şöyle dediği rivayet edilir: "Bir gün Halife Me'mun'un yanına gittim, İmam Rıza da orada bulunuyordu. Me'mun dedi ki: 'Ey Resulullah'ın evlâdı, sen peygamberlerin masum olduğunu demiyor musun?' 'Evet.' dedi. 'Şu hâlde, 'Âdem Rabbinin emrine karşı çıktı ve yolunu şaşırdı.' ayetini nasıl yorumluyorsun?' diye sordu. Bunun üzerine İmam Ali Rıza (a.s)şöyle dedi: Allah Âdem'e dedi ki: 'Sen ve eşin cennette kalın. Ondan dilediğiniz yerde bol bol yeyin. Ama sakın şu ağaca yaklaşmayın. (Onlara buğday ağacını gösterdi.) Yoksa za- ---------
1- [Âl-i İmrân, 33]
236 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1 limlerden olursunuz.' Allah onlara, 'Şu ağaçtan yemeyin.' demedi. O ağacın türünden olan diğer ağaçlarla ilgili olarak da böyle bir şey söylemedi. Onlar da söz konusu ağaca yaklaşmadılar ve meyvesinden yemediler. Başka ağaçların meyvesinden yediler. Nihayet şeytan onlara vesvese verip dedi ki: 'Allah sizi bu ağaçtan menetmedi. Tersine sizi başkasına yaklaşmaktan menetti. Sizi bundan menetmesi de, meyvelerini yiyip de melek veya sonsuza dek kalıcılardan olmamanız içindir." "Ayrıca kendilerine öğüt vermek istediğini yemin ederek belirtti. Âdem ve Havva o güne kadar Allah adına yalan yemin içen birine rastlamamışlardı. Böylece onları kandırdı ve Allah adına içilen yemine güvenmelerini sağlayarak yasak ağacın meyvesini onlara yedirdi. Hz. Âdem bu suçu peygamberlik misyonunu üstlenmeden önce işlemişti. Yani ateşe atılmayı gerektiren bir büyük günah söz konusu değildi. Hz. Âdem'in (a.s) işlediği suç, peygamberlik misyonunu üstlenmeden önce bir peygamberin işleyebileceği türden bağışlanmış küçük bir hataydı. Allah onu seçip peygamberlikle görevlendirince, masumluk niteliğine sahip oldu; artık ne büyük ve ne de küçük günah işledi. Yüce Allah şöyle buyuruyor: 'Âdem Rabbinin emrine karşı çıktı ve yolunu şaşırdı. Sonra Rabbi onu seçti, tövbesini kabul etti ve ona doğru yolu gösterdi.' Yine buyuruyor ki: 'Allah Âdem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini âlemler içinde seçkin kıldı.'..." [c.1, s.155, h: 1, bab:15]
Ben derim ki: Şeyh Saduk (r.a) bu hadisi naklettikten sonra, "Bu hadisin Ali b. Muhammed b. Cehm kanalıyla gelmiş olması son derece ilginçtir. Çünkü bu adam Ehlibeyt'i sevmez, onlara düşmanlık beslerdi." demiştir. Şeyh Saduk'un ilgisini çeken husus, rivayetin, peygamberlerin masumluğuna ilişkin ifadeler içermesidir. Ancak rivayetin içeriği üzerinde daha derin düşünseydi, kendisine hiç de ilginç gelmezdi. Çünkü bu rivayette Âdem'le ilgili olarak Ehlibeyt mezhebinin yaklaşımıyla uyuşmayan hususlar vardır. Ehlibeyt kaynaklı çok sayıda rivayetlere dayanan görüşe göre, peygamberler, peygamberlikle görevlendirilmelerinden önce de, sonra da masumdurlar.
Ayrıca, İmamın Me'mun'un sorusuna cevap olarak sarf ettiği ileri sürülen sözlerde yüce Allah'ın, "Rabbiniz başka bir sebepten
Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 237
dolayı sizi bu ağaçtan menetmedi, belki..." şeklindeki sözü "Allah sizi bu ağaçtan menetmedi. Tersine başkasına yaklaşmaktan menetti. Başkasına yaklaşmaktan menetmesi de, meyvelerini yiyip de melek ya da sonsuza dek kalıcılardan olmamanız içindir..." şeklinde yorumlanmıştır. Oysa yüce Allah'ın, İblis'in dilinden aktardığı "Rabbiniz başka bir sebepten dolayı değil, belki melek veya sonsuza dek kalıcılardan olmayasınız diye sizi bu ağaçtan menetti." sözü ile, "Dedi ki: Ey Âdem, sana sonsuzluk ve tükenmeyen hükümranlık ağacını göstereyim mi?" ifadesi gösteriyor ki, şeytan onları sonsuzlukla ve yasak dolayısıyla görünmeyen hükümranlık umuduyla kandırıp bizzat yasaklanan ağacın meyvesinden yemeye teşvik etmişti.
Kaldı ki, adı geçen adam, yani Ali. b. Muhammed b. Cehm yukarıda sunduğumuz rivayette sorusunun tam ve doğru cevabını almıştı. Şu hâlde, bazı hususlarla ilgili olarak bazı yorumlarda bulunmak mümkünse de, söz konusu rivayet tamamıyla sorunsuz değildir.
Şeyh Saduk, İmam Bâkır'dan (a.s), o da atalarından, onlar da Hz. Ali'den ve o da Resulullah'tan (s.a.a) şöyle rivayet eder: "Âdem ile Havva'nın cennete girmeleri ve oradan çıkmaları, bir dünya gününün yedi saati kadar sürdü. Allah onları aynı gün yeryüzüne indirdi." [el-Hisal, s.396, h: 103]
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Abdullah b. Sinan'ın şöyle dediği rivayet edilir: Benim de hazır bulunduğum bir sırada İmam Sadık'a (a.s) şöyle bir soru yöneltildi: "Hz. Âdem ve eşinin cennete girişleri ile bir hata işleyip oradan çıkışları arasında ne kadar bir süre geçti?" İmam şu cevabı verdi: "Yüce Allah cuma günü, güneşin batıya meyletmesinden sonra Âdem'in burnuna kendi ruhundan bir nefha üfledi. Sonra eşini en alt kaburgasından yarattı. Ardından tüm melekleri ona secde ettirdi ve aynı gün içinde onu cennete yerleştirdi. Allah'a andolsun ki, cennete yerleştirilişinin üzerinden altı saat geçmemişti ki, Allah'ın emrine karşı geldi. Bunun üzerine yüce Allah, güneşin batışından sonra onları oradan çıkardı, sabaha kadar cennetin kapısının eşiğinde beklediler. Bu sırada ayıp yerleri kendilerine göründü. 'Bunun üzerine Rableri onlara şöyle seslendi: Ben sizi bu ağaca yaklaşmaktan menetmemiş miy-
238 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
dim?' Âdem çok utandı ve boyun bükerek şöyle dedi: 'Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Suçumuzu itiraf ettik. Şu hâlde bizi bağışla.' Allah onlara şöyle dedi: Göklerimden yeryüzüne inin, çünkü bir günahkâr ne cennetimde ve ne de göklerimde bana komşuluk edemez." [c.2, s.10, h: 11]
Ben derim ki: Bu rivayetin içeriği, cennetten çıkışın mahiyeti ile ilgili olarak bize ışık tutabilir. Buna göre, önce cennetten, kapısının eşiğine çıkmışlar, oradan da yere inmişler. Bu hususu, tekvinî bir emir olup karşı gelmesi mümkün olmamakla birlikte iniş emrinin ayetlerde iki kez tekrarlanmasından ve yüce Allah'ın, "Dedi ki: Ey Âdem, sen ve eşin cennette durun... ve sakın şu ağaca yaklaşmayın." sözü ile, "Rableri onlara şöyle seslendi: Ben sizi o ağaçtan menetmemiş miydim?" sözü arasındaki ifade tarzı farklılığından da anlamak mümkündür. Çünkü birincisinde yakını gösteren "dedi" kelimesi ile "şu" zamiri kullanılmışken, ikinci ayette uzağı gösteren "seslendi" fiili ile "o" zamiri kullanılmıştır. Ne var ki, rivayette Tevrat'ta olduğu gibi Havva'nın Âdem'in en alt kaburgasından yaratıldığı belirtiliyor. Oysa ileride Âdem'in yaratılışı konusunda değineceğimiz gibi, Ehlibeyt İmamlarından gelen rivayetler bu iddiayı yalanlar niteliktedirler. Bununla birlikte rivayeti, Havva'nın, Âdem'in kaburgalarının yaratılışından sonra arta kalan balçıktan yaratıldığı şeklinde yorumlamak da mümkündür. Cennetteki kalış sürelerinin altı veya yedi saat oluşuna gelince; bu, basit bir meseledir, çünkü rivayetlerde yaklaşık bir rakam kullanılmıştır.
el-Kâfi'de İmam Bâkır (a.s) veya İmam Sadık'tan (a.s) birinin, "Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı." ayeti ile ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "Âdem'in aldığı kelimeler şunlardı: Senden başka ilâh yoktur. Allah'ım, seni överek tenzih ederim. Bir kötülük işledim, kendime zulmettim. Beni bağışla, Çünkü sen, bağışlayanların en hayırlısısın. Senden başka ilâh yoktur. Allah'ım, seni överek tenzih ederim. Bir kötülük işledim, kendime zulmettim. Bana acı, çünkü sen, bağışlayanların en hayırlısısın. Senden başka ilâh yoktur. Allah'ım seni överek tenzih ederim. Bir kötülük işledim, kendime zulmettim. Bana acı, çünkü sen merhamet edenlerin en hayırlısısın. Senden başka ilâh yoktur. Seni överek tenzih
Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 239
ederim. Bir kötülük işledim, kendime zulmettim. Beni bağışla ve tövbemi kabul et. Çünkü sen tövbeleri çok kabul edensin, çok merhamet edensin." [c.8, s.253, h: 472]
Ben derim ki: Bu anlamı içeren metinleri Şeyh Saduk, Ayyâşî, Kummî1 ve diğerleri de rivayet etmişlerdir. Ayrıca Ehlisünnet mezhebinin dayandığı kanallardan da buna yakın anlamlar içeren hâdisler rivayet edilmiştir. Belki de bu sonuçları, kıssayı anlatan ayetlerin ifadelerinden edinmişlerdir.
Yine el-Kâfi'de Kuleynî şöyle der: "Bir diğer rivayette de, 'Âdem Rabbinden bazı kelimeler aldı.' ayetiyle ilgili olarak şöyle buyurulu- yor: Âdem; Muhammed, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin hakkı için Allah'tan bağışlanma diledi." [c.8, s.253]
Ben derim ki: Şeyh Saduk, Ayyâşî, Kummî ve diğerleri de buna yakın hâdisler rivayet etmişlerdir. Buna yakın rivayetler Ehlisünnet kanallarınca da aktarılmıştır. Örneğin ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, Peygamber efendimizin (s.a.a) şöyle dediği rivayet edilir: "Âdem işlediği günahı işleyince, başını göğe kaldırıp şöyle dedi: 'Muhammed'in hakkı için beni bağışlamanı diliyorum.' Bunun üzerine Allah ona, 'Muhammed de kimdir?' diye vahyetti. Âdem, 'Senin şanın yücedir. Beni yarattığın zaman, başımı kaldırıp Arş'ına baktım, orada 'La ilâhe illallah, Muhammed'ur-resulullah' yazılı olduğunu gördüm. O zaman anladım ki, senin katında, adını kendi adının yanına yazdığın zattan daha kadri yüce biri olamaz.' dedi. Bunun üzerine Allah ona şöyle vahyetti: Ey Âdem, o, senin soyundan gelen son peygamberdir, eğer o olmasaydı, seni yaratmazdım."
Ben derim ki: Bu anlam, ilk bakışta ayetlerin zahiri ile uyuşmuyor gibi görünse de, derine nüfuz edici bir bakış açısı ve titiz bir inceleme ile, ayetlerle bir yakınlığı, bir ilgisi olduğu görülebilir. Çünkü "Âdem... aldı." ifadesinin orijinalinde geçen "telakka" kelimesi, karşılayarak kucaklayarak almak anlamını içermektedir. Burada Âdem'in bu kelimeleri Rabbinden aldığı belirtiliyor, yine burada "tövbe" olayından önce bir bilginin varlığından söz ediliyor. Çünkü Hz. Âdem, daha önce Rabbinden tüm isimleri öğren- ---------- 1- [Meani'l-Ahbar, s.108, h: 1; Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1, s.41, h: 25; Tefsir'ul- Kummî, c.1, s.44]
240 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
mişti. Yüce Allah meleklere şöyle demişti: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım. Melekler, 'Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni noksan sıfatlardan tenzih ediyoruz.' dediler. Allah, 'Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.' dedi. Ve Âdem'e isimlerin tümünü öğretti." Bu bilgi kaçınılmaz olarak bütün zulüm ve günahların giderilmesini, tüm hastalıkların tedavi edilmesini gerektiriyordu. Aksi takdirde, meleklere cevap verilmemiş ve gerekçeleri geçersiz kılınmamış olacaktı. Çünkü yüce Allah, onların "bozgunculuk yapacak, kan dökecek" şeklindeki sözlerine herhangi bir cevap vermiyor, sadece Âdem'e tüm isimleri öğrettiğini belirtiyor. Şu hâlde, her türlü bozgunculuğun ıslahı bu isimlerin kapsamındadır. Bu isimlerin hakikatinin ne olduğunu daha önce öğrendin. Bunlar, göklerin ve yerin bilinmezlikleri arasında yer alan gaybî varlıklardır. Yüce Allah bunlar aracılığı ile kullarına yönelik lütuflarını aktarır. Bu isimlerin bereketi olmadan mükemmelleşmek isteyen hiç kimsenin tekâmülü gerçekleşemez.
Bize ulaşan bazı rivayetlerde1 belirtildiğine göre yüce Allah ona isimleri öğretince, o, Ehlibeyt'in hayallerini ve nurlarını görmüştü.
Yine bazı rivayetlere göre, yüce Allah, onlardan misak almak üzere sulbündeki soyunu çıkardığı zaman, Ehlibeyt'i görmüştü.
Bazı rivayetlere göre de Hz. Âdem cennetteyken Ehlibeyt'i görmüştü. Yüce Allah, "Âdem Rabbinden bazı kelimeler aldı." derken, kelimeleri belirsiz kılarak, meseleye bir müphemlik getirmiştir. Ama Kur'ân-ı Kerim'de "kelime" kavramı açıkça dış dünyada gerçekliği olan bir varlığı, bir objeyi ifade etmek için kullanılmıştır: "Adı Meryemoğlu İsa Mesih olan bir kelimeyle..." (Âl-i İmrân, 45)
Bazı tefsir bilginlerine göre de, Hz. Âdem'in Allah'tan aldığı kelimeler, yüce Allah'ın A'râf suresinde dile getirdiği şu sözlerdir: "Dediler ki: Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz." -------- 1- [Bihar'ul-Envar, c.11, s.175, h: 20]
Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 241
Biz bu görüşe katılamayacağız. Çünkü, Bakara suresinde ele aldığımız ayetlerden de anlaşıldığı gibi Âdem ve eşinin tövbe etmeleri, yeryüzüne inişlerinden sonra gerçekleşmişti. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Dedik ki: Birbirinize düşman olarak inin." Ardından şöyle buyuruyor: "Âdem Rabbinden bazı kelimeler aldı, bunun üzerine Allah onun tövbesini kabul etti." Bu kelimeleri ise, A'râf suresinde de vurgulandığı gibi Âdem ve eşi yeryüzüne inmeden önce cennette söylemişlerdi. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Rableri onlara seslendi: 'Ben sizi o ağaçtan menetmedim mi?' Onlarsa dediler ki: Rabbimiz, biz kendimize zulmettik..." Ardından yüce Allah şöyle buyuruyor: "Dedik ki: Birbirinize düşman olarak inin..."
Görüldüğü gibi, "Rabbimiz, biz kendimize zulmettik." sözünü söylemiş olmaları, yüce Allah'ın seslenişi karşısında duydukları ezikliğin, suçu itiraf etmenin bir ifadesidir. Bununla, Rablık niteliğinin Allah'a özgü olduğunu, kendilerininse hüsrana uğrama tehlikesi ile burun buruna gelmiş iki zalim olduklarını vurgulamakla birlikte meselenin tamamen Allah'ın yetkisinde olduğunu, nasıl dilerse öyle hareket edeceğini bildiriyorlar.
Tefsir'ul-Kummî'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Hz. Musa yüce Allah'tan kendisini Hz. Âdem'le karşılaştırmasını diledi. Yüce Allah da onları buluşturdu. Hz. Musa, Hz. Âdem'e şöyle dedi: 'Babacığım, yüce Allah seni kendi elleriyle yaratmadı mı? İçine kendi ruhundan üflemedi mi? Melekleri sana secde ettirmedi mi? Ve sana sakın şu ağaçtan yeme, demedi mi? Peki ne diye Rabbinin emrine karşı çıktın?' Âdem dedi ki: 'Ey Musa, Tevrat'ta, yaratılışımdan kaç yıl önce o hatayı işlediğime rastladın?' Musa dedi ki: 'Otuz bin yıl önce.' Âdem dedi ki: Öyledir." İmam Sadık (a.s) diyor ki: "Böylece Âdem Musa'nın kanıtını çürütmüş oldu."
Ben derim ki: Allâme Suyutî de ed-Dürr'ül-Mensûr'da bu anlamı içeren bir hadisi birkaç kanaldan Peygamber efendimize (s.a.a) dayandırarak rivayet etmektedir.
İlel'uş-Şerayi adlı eserde İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği anlatılır: "Allah'a andolsun ki, Allah Âdemi dünya için yarattı. Ama onu
242 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
önce cennete yerleştirdi ki, emrine karşı gelsin de onu yaratılışının amacı olan yere indirsin."
Ben derim ki: Bundan önce değindiğimiz Ayyâşî'nin İmam Sadık'tan (a.s) rivayet ettiği ve Hz. Âdem'in meleklerden bir arkadaşının olduğu şeklinde ifadeler içeren hâdis de buna yakın mesajlar kapsamaktadır. el-İhticac adlı eserde Şamlı bir adamın İmam Ali (a.s) ile girdiği şu diyaloga yer verilir: Adam Hz. Ali'ye şöyle sorar: "Yeryüzünün en şerefli vadisi hangisidir?" Hz. Ali der ki: "Serandib vadisidir. Hz. Âdem gökten oraya düşmüştür."
Ben derim ki: Buna karşın, diğer bazı rivayetlerde Hz. Âdem'in Mekke'ye indiği belirtilir. Bunların bir kısmına da değindik. Aslında bu rivayetleri uyuşturmak mümkündür. Hz. Âdem önce Serandib vadisine oradan da Mekke'ye inmiş olabilir.
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde Taberanî'den, el-Azame'de Ebu'şŞeyh'ten ve İbn-i Mürdeveyh'den Ebuzer'in şöyle dediği rivayet edilir: "Dedim ki: 'Ya Resulallah! Sence Âdem, peygamber miydi, değil miydi?' Resulullah buyurdu ki: Evet, o bir nebi, bir resuldü. Allah onunla önceden konuştu ve ona şöyle dedi: Ey Âdem, sen ve eşin cennette kalın."
Ben derim ki: Ehlisünnet mezhebinin mensubu bazı bilginler, değişik kanallardan buna yakın ifadeler içeren hâdisler rivayet etmişlerdir.
Bakara Sûresi / 40-44 ...................................................... 243
40- Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi hatırlayın, bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım ve sadece benden korkun.
41- Sizin yanınızda bulunan Tevrat'ı doğrulayıcı olarak indirmiş bulunduğum Kur'ân'a inanın ve onu inkâr edenlerin ilki olmayın. Benim ayetlerimi az bir karşılık ile satmayın; yalnız benden çekinin.
42- Bile bile hakkı batıl ile örtmeyin ve hakkı gizlemeyin.
43- Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve rükua varanlarla birlikte siz de rükua varın.
44- İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Oysa siz kitabı okuyorsunuz. Hiç düşünmüyor musunuz?
244 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Yüce Allah, Yahudilerin tutumunu kınamak amacı ile yüz küsûr ayette kendilerine bahşettiği nimetlerden, kendilerine kazandırdığı seçkin ve onurlu konumdan, buna karşılık onların takındıkları inkârcı ve başkaldırıcı tavırdan, sözlerinde durmamalarından, inatçılıklarından ve dik başlılıklarından söz ediyor. Ulusal tarihleri boyunca başlarından geçen serüvenleri içeren on iki kıssaya değinerek onlara uyarıda bulunuyor. Denizi yarıp, Firavun'u ve ordusunu suda boğmak suretiyle onları Firavunoğullarından kurtarması; Musa ile gerçekleştirilen Tûr dağı randevusu; Musa'dan sonra buzağıya tapınmaları ve Musa'nın onlara kendinizi öldürün emrini vermesi; Hz. Musa'ya Allah'ı açıkça kendilerine göstermesini önerip ardından korkunç bir yıldırıma çarpılmaları ve yüce Allah'ın tekrar kendilerini diriltmesi gibi, onların yaşadığı birçok kıssaya işaret ediliyor.
Bu olayların tümü, ilâhî lütfun ve Rabbani inayetin damgâsını taşıyorlar. Bunun yanı sıra kıssalarda, yüce Allah'ın onlardan aldığı sözlere, onlarınsa bu sözlerini tutmayıp kulak ardı edişlerine değiniliyor. Kazandıkları günahlar, işledikleri suçlar, kendilerine indirilen kitapta açıkça yasaklanmış olmasına rağmen bir türlü terk etmedikleri iğrenç huylar hatırlatılıyor. Katı kalpli, taş yürekli ve sapkın mizaçlı oldukları için akıllarını düşünmekten alıkoymaları gündeme getiriliyor bu kıssalarda.
"Bana verdiğiniz sözü tutun." İfadenin orijinalinde geçen "a-hid" kelimesi, köken olarak "korumak" demektir. Bu köken anlamından hareketle birçok anlam da kullanılmıştır. Sözleşme, antlaşma, yemin, vasiyet, buluşma ve konaklama gibi.
"Sadece benden korkun." İfadenin orijinalinde geçen "irhebû" fiilinin kökü olan "er-rehbe" kelimesi, "korku" demektir ve bunun karşıtı "er-rağbe"dir.
"Onu inkâr edenlerin ilki olmayın." Yani Ehlikitap toplulukları arasında veya, kendi ulusunuzdan geçmiş ve gelecek kuşaklar içinde ilk inkârcılar siz olmayın. Yoksa Mekkeli kâfirler onlardan önce Kur'ân'ı inkâr etmişlerdi.
Bakara Sûresi / 45-46 ...................................................... 245
45- Sabrederek ve namaz kılarak yardım dileyin. Ve kuşkusuz o Allah'a saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir.
46- Onlar ki, Rableri ile buluşacaklarını, onun huzuruna döneceklerini zannederler.
"Sabrederek ve namaz kılarak yardım dileyin." İfadenin orijinalinde geçen "isteînû" fiilinin mastarı olan "istiane" kelimesi, yardım istemek demektir. Bu istek ise, ancak insanın tek başına üstesinden gelemediği görevler ve karşısında duramadığı felaketler açısından söz konusu olabilir. Çünkü, gerçekte Allah'tan başka yardım edebilecek kimse yoktur.
Şu hâlde, üstlendiği görevler açısından insana yardım etmek ve onu sağlamlaştırmak, sürekli Allah ile iletişim hâlinde olmasını sağlamakla olur. İnsanın zorlukların üstesinden gelebilmesi için Allah'a yönelmesi, kendini O'na ve O'nun yoluna adaması gerekir. Bu ise, sabır ve namazdır. Yardım dilemenin en güzel yolu bu iki olgudur. Çünkü sabır her olağanüstü gelişmeyi, her felaketi insanın gözünde küçültür, sıradanlaştırır. Allah'a yönelmek ve O'na sığınmakla da iman ruhu uyanır ve insanın zihnine şu anlayış egemen olur: İnsan yıkılmaz bir dayanağa ve yerinden kopmaz bir sebebe dayanmaktadır.
"Ve, kuşkusuz o, Allah'a saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir." İfadenin orijinalindeki "ha=o" zamiri "namaz"a dönüktür. Önceki cümlenin "isteînû=yardım dileyin" ifadesinden hareketle, söz konusu zamiri "istiane"ye dönük olarak kabul etmek, "Allah'a saygı gösterenlerden başka" ifadesi ile uyuşmamaktadır. Çünkü "saygı" kavramının orijinali olan "huşû" sabır olgusuyla fazla uyuşmamaktadır.
246 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Her ikisi de ezikliği, düşüklüğü, ifade ediyor olmalarına rağmen "huşû=saygı" ile "hudû=boyun bükme" kavramları arasında niteliksel fark vardır. Çünkü hudû=boyun bükme, bedensel organlarla ilgili bir kavramdır, huşû/saygı ise kalp ile ilgili bir kavramdır.
"Onlar ki, Rableri ile buluşacaklarını... zannederler." Bu meselede, ahirete inanma meselesini kastediyorum, zanna ve karşıt düşünceyi kesin olarak reddetmeyen sanıya dayalı bilginin hiçbir yararı yoktur. Burada kesin bilgiye dayanan inanç zorunludur. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ahirete de kesin olarak iman ederler." (Bakara, 9)
Ancak burada mesele "huşû=saygı"nın gerçekleşmesi açısından e-le alınmış olabilir. Aşamalı sebeplerin ürünü olan aşamalı bilgilerde, söz konusu bilgiyi algılayan nefis, aşamalı olarak önce sorunun farkına varır, sonra kuşkulanmaya başlar, ardından karşıt düşüncelerden biri daha ağır basmaya başlar, bunu izleyen aşamada karşı ihtimaller peyderpey devre dışı kalırlar ve nihayet kesin kavrama gerçekleşir. İşte bilgi budur.
Bu tür bir bilgi nefsin sıkıntıya düşmesine, derinden ürpermesine ve belli oranda bir kaos yaşamasına yol açan önemli bir meseleyle ilgili olunca, huşû, yani içten ürpererek saygı duyma olayı, ilmî kavrayışın tamamlanmasından önce, ihtimallerin tercihi söz konusu olduğu andan itibaren gündeme gelir.
Şu hâlde kesin bilgiyi ilgilendiren bir meselede "zan" kavramının kullanılmış olması, şu gerçeği vurgulama amacına yöneliktir: Buluşabileceği ve huzuruna çıkabileceği bir Rabbi olduğunun farkına varan bir insan, bu konuda kesin bilgi edinmek için fazla bir şeye ihtiyaç duymaz. Bu zan, onu kesin bilgiye ulaştırmaya kâfi gelir. Tıpkı şairin şu beytinde belirttiği gibi: "Onlara, 'Müzehhec kabilesinden iki bin / zırhlı savaşçı düşünün.' dedim."
Düşman ancak kesin olan bir şeyle korkutulabileceği hâlde şair burada onlara düşünmelerini emrediyor. Çünkü, burada muhalefetten vazgeçmeleri için, düşünmek, zannetmek bile yeterlidir. Bunun için kesin bilgiye gerek yoktur. Onun için tehdit eden şahıs, karşı tarafta kesin bilgi oluşturma zahmetine katlanmıyor.
Bakara Sûresi / 45-46 ...................................................... 247
Buradan hareketle diyebiliriz ki, bu ayet-i kerime, içerik olarak şu ayeti kerimeye benzemektedir: "Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, salih amel işlesin." (Kehf, 110) Bütün bunlar, "Rableri ile buluşacaklarını" sözündeki, buluşmadan maksadın diriliş günü olduğu takdirde geçerlidir. Ama eğer maksat, ileride A'râf suresinde ayrıntılı olarak sunulacak durum ise, bu durumda hiçbir sorun kalmaz.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-Kâfi'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Hz. Ali korkunç bir hadise ile karşılaşınca, hemen namaza durur ve 'Sabrederek ve namaz kılarak yardım dileyin' ayetini okurdu." [c.3, s.480, h: 1]
Yine el-Kâfi'de, bu ayetle ilgili olarak İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği belirtilir: "Bu ayette geçen 'sabır' kavramından maksat oruçtur."
Yine İmam Sadık (a.s) buyuruyor ki: "Bir adam zor bir durumla karşılaştıysa veya başına bir musibet geldiyse, oruç tutsun. Çünkü yüce Allah, 'Sabrederek... yardım dileyin.' buyuruyor." [c.4, s.63, h: 7]
Ben derim ki: Bu iki hadisin içerdiği anlamı Tefsir'ul-Ayyâşî'de de rivayet edilmiştir.1 Sabrı oruca yorumlamak, genel kavramı örneklerine tatbik etmek babındandır.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de söz konusu ayetle ilgili olarak İmam Rıza'- dan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Sabır, oruçtur. Bir adam zor bir durumla karşılaştıysa veya başına bir musibet geldiyse, oruç tutsun. Çünkü yüce Allah, 'Sabrederek ve namaz kılarak yardım dileyin. Ve kuşkusuz o Allah'a huşû, edenler, saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir.' buyuruyor. Huşû eden, saygı gösteren ise, namaz esnasında zelilliğinin bilincinde olup namaza rağbet eden kimsedir. Bununla da Resulullah (s.a.a) ve Emir'ül-Müminin (a.s) kastediliyor." [c.1, s.43, h: 41]
Ben derim ki: Bu rivayetten çıkan sonuç, felaketlerin ve zorlukların baş gösterdikleri durumlarda oruç tutmanın ve namaz kılmanın müstehap olduğudur. Aynı şekilde bu sırada Peygamber ve -------- 1- [c.1, s.43, h: 39-40]
248 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
veliye tevessül etmek de müstahaptır. Bu, oruç ve namazı Resulullah ve Emir'ül-Müminin olarak yorumlamaktır.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Hz. Ali'nin, "Onlar ki, Rableri ile buluşacaklarını zannederler." ayeti ile ilgili olarak, "Dirileceklerini kesin olarak bilirler. Bu husustaki zanları, kesin bilgi konumundadır." dediği rivayet edilir. [c.1, s.44, h: 42]
Şeyh Saduk da bunu rivayet etmiştir.
İbn-i Şehraşub İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Bu ayet Ali, Osman b. Maz'un, Ammar b. Yasir ve arkadaşları hakkında inmiştir."
Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 249
47- Ey İsrailoğulları, size bağışladığım nimetleri ve sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.
48- Öyle bir günden korkun ki, o gün hiç kimse başkasının yerine bir şey ödeyemez, hiç kimseden şefaat kabul edilmez, hiç kimseden fidye alınmaz ve hiç kimse başkalarından yardım görmez.
"Öyle bir günden korkun ki o gün hiç kimse başkasının yerine bir şey ödeyemez..." Bütün türleriyle, bütün kısımlarıyla ve bütün ilgi alanlarıyla dünyevî egemenlik ve hükümranlık, bu egemenliğin kanunları koyucu, uygulayıcı ve zorlayıcı gücü, hayatın ihtiyaçlarına dayanır. Amacı da zamana ve mekâna bağlı etkenlerin el verdiği ölçüde söz konusu ihtiyaçları gidermektir. Bununla ilgili olarak bazen egemenliği sürekli kılan genel sistemin dışında bir meta, bir diğer metayla, bir menfaat, bir diğer menfaatle ve bir hüküm bir diğer hükümle yer değiştirebilir.
Aynı şey ceza hukuku için de geçerlidir. Çünkü hukukçulara göre suç ve cinayet, cezayı kaçınılmaz kılar. Ama zaman olur, yargıç, bir amaç uğruna cezayı değiştirebilir. Söz gelimi, yargıç tarafından cezalandırılması beklenen mahkum, yargıca yalvarabilir. Israrlı yakarışları sonucu yargıcı kendisine acındırabilir ya da rüşvet vermek suretiyle, kararını etkileyerek yanlış bir hüküm vermesine yol açabilir. Ya da suçlu kendisiyle yargıç veya hükmü uygulayacak olan kimse arasına bir aracı sokabilir. Ya da bir şekilde yargının yönünü değiştirebilir.
250 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Diyelim ki, suçlu bir bedel veya fidye vermek istemektedir ve diyelim ki, adamı cezalandırmak isteyen hakim, verilecek bedele ve fidyeye cezadan daha çok ihtiyaç duymaktadır; böyle bir durumda da yargının niteliği değişebilir. Veya Adam kavminden yardım isteyebilir, onlar da onu cezadan kurtarabilirler. Bunun benzeri diğer bir takım şeylerle de yargının yönü değiştirilebilir. Bu, öteden beri uygulanan bir kural ve her zaman başvurulan bir gelenektir. Eski putperest milletler ve benzeri sapık inançlı kimseler, ahiret hayatının da tıpkı dünya hayatı gibi olduğunu düşünüyorlardı. Orada da sebepler yasasının yürürlükte olduğunu, doğada egemen olan madde kaynaklı etki ve tepki kuralının orada da geçerli olduğunu sanıyorlardı. Bu yüzden işledikleri suçları görmezlikten gelsinler veya birtakım ihtiyaçlarını gidermede yardımcı olsunlar diye tanrılarına birtakım kurbanlar ve hediyeler sunuyorlardı. Bununla o tanrıların şefaatlerini umuyorlardı veya günahlarının fidyesini verdiklerini düşünüyorlardı. Bazen bir canlı veya silah sunarak onlardan yardım diliyorlardı, hatta yer yer ölülerle birlikte bazı süs eşyalarını da gömüyorlardı ki, ölü ahirette onlardan yararlansın. Veya ölünün mezarına bazı silahlar da koyarlardı ki, gerektiğinde kendisini savunabilsin. Kimi zaman da, ölüyle birlikte ona arkadaşlık edecek bir cariyeyi ve ona yardım edecek bir yiğidi de defnederlerdi. Bugün müzelerde, topraktan çıkarılan tarihi eserlerin yanı sıra, bu tür amaçlar için kullanılan gereçler de sergilenmektedir. Değişik dilleri ve farklı renkleri olan birçok İslâm milletleri arasında da bu tür inançların kalıntılarına rastlanmaktadır. Kalıtım yoluyla gelen bu inançlar zaman sürecinde bazı şekilsel değişimlere de uğramıştır.
Kur'ân-ı Kerim bu tür asılsız kuruntuların ve yalana dayalı söylencelerin tümünü geçersiz kılmıştır. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "O gün emir yalnız Allah'a aittir." (İnfitâr, 19) Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "Azabı gördüler ve aralarındaki bütün bağlar kesildi." (Bakara, 166) Bir yerde de şöyle buyuruyor: "Andolsun, sizi ilk kez yarattığımız gibi, yine tek olarak bize gel-
Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 251
diniz ve size verdiğimiz şeyleri arkanızda bıraktınız. Hani ortaklarınız olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi de yanınızda görmüyoruz. Aranızdaki bağlar kesilmiş ve iddia ettiğiniz şeyler sizden kaybolup gitmiştir." (En'âm, 94) Bir başka ayette de bu gerçeği şu şekilde dile getirir: "İşte orada her can, geçmişte yaptıklarını dener. Gerçek Mevlâları olan Allah'a döndürülürler ve uydurdukları şeyler, kendilerinden kaybolup gider." (Yûnus, 30)
Bu ve benzeri ayetlerde ahiret ortamında dünyevi bağların, sebeplerin ortadan kalktığı, doğal ilgilerin yok olduğu dile getirilir. ahi-retle ilgili olarak göz önünde bulundurulması gereken gerçek ve asıl ilke budur.
Bu asılsız kuruntular genel bir ifadeyle çürütüldükten sonra, bu sefer de teker teker ele alınıp reddediliyor: "Öyle bir günden korkun ki, o gün hiç kimse başkasının yerine bir şey ödeyemez, hiç kimseden şefaat kabul edilemez, hiç kimseden fidye alınmaz ve hiç kimse başkalarından yardım görmez." (Bakara, 48) "O gün ne alışveriş, ne dostluk ve ne de şefaat olur." (Bakara, 254) "O gün dost, dostundan bir şey savamaz." (Duhân, 41) "O gün arkanızı dönüp kaçarsınız, ama sizi Allah'tan başka kurtaracak kimse yoktur." (Mü'min, 33) "Size ne oldu ki birbirinize yardım etmiyorsunuz? Hayır, onlar o gün teslim olmuşlardır." (Sâffât, 25-26) "Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar, ne de yarar veremeyen şeylere tapıyorlar ve 'Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir.' diyorlar. De ki: 'Allah'ın göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi Allah'a haber veriyorsunuz?' O, onların koştukları ortaklardan uzak ve yücedir." (Yûnus, 18) "Şimdi artık bizim ne şefaatçilerimiz var, ne de sıcak bir dostumuz." (Şuarâ, 100-101) Bu ve benzeri ayetler kıyamet ortamında şefaat olayının, iltimasın, aracılığın ve dünyevi bağların söz konusu olamayacağını dile getiriyorlar. Ancak bütün bunlarla birlikte Kur'ân'ı Kerim şefaat olayını bütünüyle de reddetmiyor, aksine kimi durumlarda şefaatin gerçekleşeceğini vurguluyor: "O Allah, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunan canlı-cansız varlıkları altı günde yarattı; sonra arşa istiva etti. sizin, O'ndan başka bir dostunuz, şefaatçiniz yoktur. düşü-
252 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
nüp öğüt almıyor musunuz?" (Secde, 4) "Ondan başka ne dostları, ne de şefaatçileri yoktur." (En'âm, 51) "De ki: Bütün şefaat Allah- 'ındır." (Zümer, 44) "Gök-lerde ve yerde olanların hepsi O'nundur. O'nun izni olmadan kendisinin katında kim şefaat edebilir? Onların önlerinde ve arkalarında olanı bilir." (Bakara, 255) "Rabbiniz O Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra arşa istiva etti. İşleri evirip çevirir. Onun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez." (Yûnus, 3) "Rahman çocuk edindi, dediler. O, münezzehtir. Hayır, onlar ikram edilmiş kullardır. O'n-dan önce söz söylemezler ve onlar, O'nun emriyle hareket ederler. Onların önlerinde ve arkalarında ne varsa bilir. Allah'ın razı olduğundan başkasına şefaat edemezler ve onlar O'nun korkusundan titrerler." (Enbiyâ, 26-28) "O'ndan başka, yalvardıkları şeyler şefaat etme yetkisine sahip değildirler. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadır." (Zuhruf, 86) "Rahmanın huzurunda söz almış olanlardan başkaları şefaat edemezler." (Meryem, 7) "O gün Rahman'ın izin verip sözünden hoşlandığı kimseden başkasının şefaati fayda vermez. Onların önlerindekini ve arkalarındakini bilir; onlar ise, bilgice O'nu kavrayamazlar." (Tâhâ, 109-110) "O'nun huzurunda O'nun izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez." (Sebe', 23) "Göklerde nice melek var ki, onların şefaati hiçbir işe yaramaz. Meğer Allah'ın dilediği ve razı olduğu kimseye izin verdikten sonra olsun." (Necm, 26)
Görüldüğü gibi bu ayetlerin ilk üçü şefaati bütünüyle Allah'ın tekeline verirken geriye kalanları Allah'ın izin vermesi koşuluyla başkalarının da şefaat edebileceklerini vurguluyor. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, bu ayetler şefaatin varlığını ortaya koyuyorlar. Ancak bu ayetlerin bir kısmı şefaatin temelden tek ve ortaksız Allah'a özgü olduğunu vurgularken, diğer bir kısmı, Allah'ın izin vermesi ve razı olması durumunda başkalarının da şefaat edebileceklerini ortaya koyuyorlar.
Bunun yanı sıra, şefaati temelden reddeden ayetleri de gördün. Bu ayetlerin şefaati reddedişleri, Allah'tan başkasının gaybı bilmesini reddeden ayetleri andırmaktadır. Yüce Allah, gaybı bilmeyi bütünüyle kendine özgü kılıyor ve başkalarının da gaybı bilmesini rızasına, onayına bağlı kılıyor. Nitekim yüce Allah bu hususla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "De ki: Göklerde ve yerde Al-
Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 253
lah'tan başka kimse gaybı bilmez." (Neml, 65) "Gaybın anahtarları, O'nun yanındadır, onları O'ndan başkası bilmez." (En'âm, 59) "O, gaybı bilendir, kendi gaybını kimseye göstermez. Ancak razı olduğu elçiler hariç." (Cin, 26-27)
Aynı durum öldürme, yaratma, rızk verme, etkileme, hükmetme, sahip olma gibi olguları ifade eden ayetler için de söz konusudur. Kurân'ın ifade tarzında benzeri bir üsluba sıkça rastlanır. Bu tür ayetlerde Allah'tan başka tüm varlıkların mükemmellikleri reddedilir, ardından bu mükemmellik bütünüyle Allah'a özgü kılınır, sonra Allah'ın dışındaki varlıkların da O'nun izni ve iradesi ile birtakım kemallere sahip olabilecekleri vurgulanır. Bu ifade tarzından edindiğimiz sonuç şudur: Yüce Allah'ın dışındaki tüm varlıkların bu tür kemallere ilişkin sahiplikleri kendilerinden kaynaklanan bağımsız nitelikli bir sahiplik değildir. Onlar sahip oldukları şeylere Allah'ın sahip kılması sayesinde sahip olabilmişlerdir.
Hatta Kur'ân-ı Kerim, hakkında kesin olarak hüküm verilmiş, kesin karara bağlanmış konularda dahi, İlahî irade için bir açık kapı bırakmıştır. Bu konularda bile, Allah dilerse aksini yapabileceğini vurgula-mıştır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bahtsızlar ateştedirler. Onların orada bir soluk alış verişleri vardır ki! Gökler ve yer durdukça orada sürekli kalacaklardır. Ancak Rabbin dilerse, o başka. Çünkü Rabbin istediğini yapandır. Mutlu kılınanlar ise cennettedirler. Gökler ve yer durdukça onlar orada sürekli kalacaklardır. Ancak Rabbin dilerse, o başka. Kesintisiz bir bağıştır bu." (Hûd, 106-108)
Bu ifadede görüldüğü gibi sonsuzluk da Allah'ın dilemesine bağlı kılınmıştır. Özellikle cennetteki kalışın kesintisiz bir bağış olduğu vurgulanmakla birlikte, bunun bile Allah'ın dilemesiyle ilintili olduğu dile getiriliyor. Bu ifadeyle vurgulanmak istenen mesaj şudur: Yüce Allah sonsuzluğa hükmetmiştir, ama bu, meseleyi O'nun kontrolünün dışına çıkarmaz. Hükümranlığını ve yüce otoritesini geçersiz kılmaz. "Rabbin istediğini yapandır." sözü bunu vurgulama amacına yöneliktir. Kısaca bütünüyle O'nun kontrolünden çıkan, O'nu bir anlamda yoksun ve muhtaç bırakan hiçbir bağışı yoktur. Yine esirgediği şeyi esirgemesini engelleyecek hiçbir güç
254 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
söz konusu değildir. Hiçbir güç O'nun otoritesini geçersiz kılamaz, hükmünü yürürlükten kaldıramaz.
Bununla da anlaşılıyor ki, şefaat olayını reddeden ayetler, kıyamet ortamına yönelik olduğu takdirde, Allah'tan başkasının şefaatçiliğini, kendi başına, bağımsız bir yetki olması anlamında reddetmektedirler. Şefaatin varlığını ifade eden ayetler ise, onun temelde Allah'a özgü bir yetki olduğunu, bunun yanı sıra Allah'tan başkasının da O'nun izni ve iradesiyle şefaat edebileceklerini dile getiriyorlar. Şu hâlde Allah'tan başkasının şefaatçilik etmesi, Onun iznine bağlıdır. Öyleyse şefaat kavramının ne anlama geldiğini ve buna bağlı olarak gündeme gelen sonuçlan ayrıntılı olarak inceleyelim. Şefaat nerelerde ve kimin için geçerlidir? Ne zaman doğru olur ve ne zaman gerçekleşir? Yüce Allah'ın affı ve bağışlaması içindeki oranı ne kadardır?
Dayanışma ve toplumsal hayattan edindiğimiz anlayışla bildiğimiz anlamıyla "şefaat" kısaca, maksatlarımıza ulaşmak, hayatımızdaki ihtiyaçlarımızı karşılamak amacıyla kullandığımız yöntemlerden ve baş vurduğumuz yollardan biridir. Kelime itibariyle "tek" anlamına gelen "vetr"in karşıtı olan "çift" anlamındaki "şef'a" kökünden türemiştir. Sanki şefaat eden kimse, şefaat olunan kimsenin yanındaki eksik araca ekleniyor; böylece daha önce tek olduğu, elindeki aracın eksikliği ve yetersizliği için istediğine ulaşamayan, şimdi "çift" oluyor, istediğine daha rahat ulaşabiliyor. Şefaat aradığımız konular çoğunlukla ya bir yarar ve hayır elde etme amacına yöneliktir ya da bir zarar ve şerri defetme amacına yöneliktir. Fakat bu durum bütün yarar ve zararlar için geçerli değildir. Çünkü biz, doğal sebeplerin ve evrensel yasalar sisteminin kapsamında olan hususlarla ilgili hayır ve şerlerde, yarar ve zararlarda bir başkasının şefaatçiliğine başvurmayız. Açlık, susuzluk, sıcaklık, soğukluk, sağlık ve hastalık durumlarında olduğu gibi. Bu gibi durumlarda doğal sebeplere başvurur, uygun araçları kullanır ve münasip yöntemlere tevessül ederiz. Yemek, içmek,
Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 255
giyinmek, barınmak ve tedavi olmak gibi. Biz, toplum yönetiminin tanıdığı, yasayıp yürürlüğe koyduğu genel ve özel nitelikli hükümlerin, yasaların ve sistemlerin öngördükleri veya gerektirdikleri hayırlar, şerler, yararlar ve zararlarla ilgili olarak başkalarının aracılıklarına, şefaat etmelerine ihtiyaç duyarız.
Efendilik ve kölelik çerçevesi içinde, yöneten ve yönetilen ilişkilerinde birtakım emir ve yasak nitelikli hükümler vardır ki, yükümlü bu hükümleri uygulayıp gereklerini yerine getirdiği takdirde bu, övgü nitelikli bir sonuç doğurur veya yükümlüye bir mevki, bir mal kazandırır. Hükümlere muhalefet edip başkaldırdığı takdirde de yergi nitelikli bir sonuçla karşılaşır; kınanma, maddî veya manevî zarara uğrama gibi bir ceza alır. Efendi, kölesine veya otoritesi altında bulunan herkese bir emir verdiğinde veya bir şeyi yasakladığında, buyruğa mu-hatap olan kişi gerekeni yaptığı zaman büyük bir ödülü hakkeder, muhalefet ettiği zaman da bir azaba veya cezaya çarptırılır. Şu hâlde, iki tür yasama ve değerlendirme ile karşı karşıyayız: Hükmün yasanması ve hükmün gereğinin yasanması yani, hükme muvafakat veya muhalefetin gereğinin belirlenmesi.
Milletlerarası genel nitelikli ve her insan ile emri altında bulunanlar arasındaki özel nitelikli tüm egemenlikler bu temel üzerinde odaklaşır.
Dolayısıyla bir insan, toplumun belirlediği kurallara ve hak ediş ölçülerine uymaksızın maddî veya manevî bir hayra ve kemale ulaşmak isterse, yahut karşı çıkışından dolayı kendisine yönelen bir kötülüğü savmak ister, ama elinde bir savunma aracı olmazsa -savunma aracı derken emirlere uymayı ve üzerinden yükümlülüğü kaldırmayı kastediyorum- daha açık bir ifadeyle, bir insan koşullarını yerine getirmeksizin, sebeplerini hazırlamaksızın bir sevap, bir ödül elde etmek isterse veya kendisine yöneltilen yükümlülüğü yerine getirmeksizin bir cezadan kurtulmak isterse, bu, şefaatin etkinlik alanına girer.
Böyle bir durumda şefaat, etkin rol oynayabilir. Fakat bu etkinlik şartsız, sınırsız değildir. Örneğin, yüksek ilmi bir makama gelmek isteyen okuma-yazmasız cahil bir kimse gibi, kemal kisvesine bürünme açısından bir liyakate sahip bulunmayan veya efendi-
256 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
sinin emirlerine uymayan dik başlı, azgın bir köle gibi, kendisini katında şefaat edilen makama bağlayacak her hangi bir bağı bulunmayan kimse için şefaatin hiçbir yararı olmaz. Çünkü şefaat, kendi başına bağımsız bir etkinliğe sahip değildir, eksik sebebin tamamlayıcı öğesidir.
Ayrıca katında şefaat girişiminde bulunulan hakimin nezdinde şefaatçilik pozisyonunda bulunan kişinin etkinliği, sebeplerden bağımsız ve ölçüsüz bir etkinlik değildir. Tersine, hakim üzerinde etkinlik uyandıracak bir durumun söz konusu olması gerekir ki, ardından ödül almayı veya cezadan kurtulmayı getirsin. Meselâ şefaatçi, efendiden, kendi efendiliğini ve kölesinin de köleliğini geçersiz kılarak onu cezalandırmamasını isteyemez. Efendiden hükmünden el çekmesini, kölesine yükümlülük vermekten kaçınmasını veya genel olarak veya olaya özgü olmak üzere hükmünü geçersiz kılmasını talep edemez. Aynı şekilde şefaatçi, hakimden genel olarak veya özel bir durumla ilgili olarak cezalandırma yasasını yürürlükten kaldırmasını, cezalandırmamasını isteyemez.
Dolayısıyla efendilik, kulluk, hüküm ve ceza sistemi üzerinde şefaatçinin hiçbir etkinliği yoktur. Şefaatçi, sözünü ettiğimiz bu üç hususa, bu üç cihete, kesin gözüyle baktıktan ve tartışmasız kabul ettikten sonra ya hakimlik pozisyonunda bulunan efendinin cömertliği; mertliği, şerefi ve yüceliği gibi affetmeyi ve bağışlamayı gerektiren sıfatlarını ya kölenin ezikliği, miskinliği, düşkünlüğü, hakirliği ve kö-tü hâllere düşmüşlüğü gibi acımayı gerektiren sıfatlarını ya da bizzat kendi niteliklerini, yani efendiye olan yakınlığını, şerefini ve yüksek konumunu öne sürerek şöyle der: Senden kendi efendiliğini ve onun köleliğini geçersiz kılmanı, hüküm ve ceza sistemini yürürlükten kaldırmanı istemiyorum. Aksine senden bağışlamanı istiyorum. Çünkü sen efendisin, acıma duygusuna sahipsin, cömertsin. Onu cezalandırmak sana bir yarar sağlamaz, günahlarını bağışlaman da sana bir zarar dokundurmaz veya o, düşkün ve hakir bir cahildir. Senin gibiler onun durumuna aldırmazlar. Onunla gereğinden fazla ilgilenmezler veya senin katındaki seçkin konumuma ve sana olan yakınlığıma güvenerek onu affetmeni istiyorum.
Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 257
Konuyu enine-boyuna irdeleyen biri açık olarak görür ki: Şefaatçi, örneğin cezanın kaldırılması ile ilgili olarak katında şefaatte bulunulan zatın sıfatları gibi konuyla ilgisi bulunan etkenleri kullanarak aracılıkta bulunur. Böylece konu bir hükmün kapsamından çıkıp diğer bir hükmün kapsamına girer. Yoksa birinci hükmün kapsamında olduğu hâlde hükmün iptali söz konusu değildir. Yani doğadaki birbirine zıt etkenlerin bazısının, diğer bazısının etkinliğini geçersiz kılması ve ona galebe çalması gibi bir durum söz konusu değildir. Şu hâlde şefaatin gerçek anlamı, konunun bir hükmün kapsamından çıkıp diğer bir hükmün kapsamına girmesini sağlayarak çelişkiye meydan vermeme suretiyle bir yarar elde etme veya bir zararı defetme amacına yönelik, aracılık girişimidir. Ayrıca bununla, şefaatin nedensellik kuralının bir örneği olduğu da ortaya çıkıyor. Çünkü şefaat, yakın sebebin, ilk ve uzak sebep ile müsebbebi arasında aracı edinilmesinden ibarettir. Şefaat kavramının anlamı üzerinde yaptığımız analizlerden elde ettiğimiz sonuç budur.
Nedensellikle ilgili olarak yüce Allah'ın etkinliği iki açıdan değerlendirilebilir:
1- Etkinlik O'ndan başlar ve nedensellik O'nunla son bulur. Dolayısıyla o, sınırsız ve kayıtsız yaratma ve meydana getirme gücüne sahiptir. Tüm illetler ve sebepler O'nunla başkaları arasında, tükenmez rahmetinin ve yaratıklarına yönelik sayısız nimetlerinin yayılmasının ve aktarılmasının aracılarıdırlar.
2- Yüce Allah sonsuz yüceliğiyle birlikte bize yaklaşarak lütufta bulunmuştur. Dinini bir yasalar sistemi olarak yürürlüğe koymuş ve birtakım emir ve yasak nitelikli hükümler belirlemiştir. Ahiret yurdunda verilmek üzere, söz konusu emir ve yasaklara uymak veya karşı çıkmak durumlarına göre birtakım ödüller ve cezalar öngörmüştür. Bu amaca yönelik olarak cennetle müjdeleyen ve cehennem azabına karşı uyaran peygamberler göndermiştir. Bu peygamberler de yüce Allah'tan aldıkları mesajı en güzel şekilde duyurmuş ve insanlara karşı bir gerekçe, bir kanıt ortaya koymuşlardır. Böylece Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe tamamlanmış oldu. Hiç kimse de O'nun sözlerini değiştiremez...
258 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
İlk değerlendirme esas alınarak konuya bakıldığında, görülecektir ki, bu, tekvinle, varoluşsal ilgili bir değerlendirmedir. Bu durumda şefaat kavramının aradaki varoluş ile ilgili neden ve sebeplere intibak ettiği açık-seçiktir. Çünkü aradaki varoluşla ilgili nedenler, yüce Allah'ın rahmet, yaratma, diriltme ve rızk gibi üstün sıfatlarından yararlanıp çeşitli nimet ve lütufları, yaratıklardan muhtaç durumda olanlara ulaştırırlar. Yüce Allah'ın bazı sözleri de muhtemelen bu anlamı çağrıştırmak- tadırlar: "Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur. O'nun izni ol-madan kendisinin katında kim şefaat edebilir." (Bakara, 255) "Rabbiniz O Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra Arş'a istiva etti. İşi tedbir eder. O'nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez." (Yûnus, 3) Şu hâlde şefaat, varoluşla ilgili alanda, neden ve sebeplerin O'nun-la müsebbepler (sebeplerden etkilenenler) arasında, müsebbeplerin işlevlerini plânlanma, varlıklarını ve kalıcılıklarını düzenlenme noktasında aracılık etmeleridir. Buna "tekvinî (varoluşla ilgili) şefaat deriz.
İkinci değerlendirme esas alındığında, meselenin teşri nitelikli olduğu görülecektir. Böyle bir durumda söylenecek söz şudur: Yaptığımız analizlerden de açıkça anlaşılacağı gibi, şefaat kavramı yerinde kullanıldığı zaman doğru bir anlam ifade eder ve bunun bir sakıncası da yoktur. Şu ayet-i kerimeler de bu anlamı vurgulamaya yöneliktir: "O gün Rahman'ın izin verip sözünden hoşlandığı kimseden başkasının şefaati fayda vermez." (Tâhâ, 109) "O'nun huzurunda, O'nun izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez." (Sebe', 23) "Onların şefaati hiçbir işe yaramaz. Meğer Allah'ın dilediği ve razı olduğu kimseye izin verdikten sonra olsun." (Necm, 26) "Allah'ın razı olduğundan başkasına şefaat etmezler. (Enbiyâ, 28) "O'ndan başka yalvardıkları şeyler, şefaate sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadır." (Zuhruf, 86)
Gördüğün gibi ayet-i kerimeler, yardım etmek anlamında, ilâhî izin ve rızadan sonra meleklerden ve insanlardan bazı kimselerin şefaatte bulunacaklarını vurgulamaktadırlar. Şu hâlde şefaat, mülk ve emir yetkisi kendisine özgü olan yüce Allah'ın bazı kimse-
Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 259
lere tanıdığı bir yetkidir. Dolayısıyla şefaat edecek kimseler O'nun rahmetine, affına, bağışlamasına ve buna benzer üstün niteliklerine sarılarak günahtan dolayı kötü duruma düşmüş, azap belasına duçar olmuş kullardan birinin O'nun rahmetinin kapsamına girmesini, kuşatıcı azabın ve işlenmiş cürümün kapsamının dışına çıkmasını sağlarlar. Nitekim daha önce de açıkladığımız gibi şefaatin etkinliği, konuyu bir hükmün kapsamından çıkarıp diğer bir hükmün kapsamına sokma şeklindedir; aynı hükmün kapsamında olmakla birlikte hükmün uygulanmasını engellemek şeklinde değildir. Şu ayet-i kerimeler de bunu ortaya koymaktadırlar: "...İşte Allah onların kötülüklerini iyiliklere değiştirir." (Furkan, 70) Dolayısıyla yüce Allah bir amelin yerini diğer bir amelle değişti-rebilir. Nitekim varolan bir ameli de yok edebilir. Bu hususla ilgili olarak şöyle buyuruyor ulu Allah: "Yaptıkları her işin önüne geçtik de, onları etrafa saçılmış toz zerreleri hâline getirdik." (Furkan, 23) "Allah onların amellerini heder etmiştir." (Muhammed, 9) "Eğer siz yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz." (Nisâ, 31) "Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz; bundan başkasını dilediğine bağışlar." (Nisâ, 48) Bu ayet kesinlikle iman ve tövbeyle ilgili değildir. Çünkü iman ve tövbe ile diğer günahlar gibi şirk günahı da bağışlanmanın kapsamına girer.
Ulu Allah az olan bir ameli arttırma, çoğaltma yetkisine de sahiptir: "Onlara ödülleri iki kere verilir." (Kasas, 54) "Kim iyilik getirirse, ona getirdiği iyiliğin on katı vardır." (En'âm, 160) Aynı şekilde yüce Allah var olmayan bir ameli var etme gücüne ve yetkisine de sahiptir: "Onlar ki inandılar, zürriyetleri de imanda kendilerine uydu; zürriyetlerini de kendilerine katmışızdır: kendi amellerinden de hiçbir şey eksiltmemişizdir. Herkes kendi kazandığına bağlıdır." (Tûr, 21) Bu ayet, amellere başka amellerin de katılacağını ifade ediyor. Kısacası yüce Allah dilediğini yapar ve istediği gibi hükmeder.
Evet, yüce Allah dilediğini gerektirici bir maslahat icabı yapar ve bunun için de aracı vasıtalar kullanır. Peygamberlerden, evliyalardan ve seçkin kullarından bazı kimselerin şefaati de kuşkusuz bu konumdadır.
260 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Böylece anlaşılmış oldu ki, aracılık anlamında şefaat, gerçekte yüce Allah hakkında geçerlidir. Çünkü O'nun her sıfatı, O'nunla yaratıkları arasında birer aracı pozisyonundadırlar; yaratıklara ilâhî cömertliği ve varoluş bağışını aktarırlar. Şu hâlde gerçek anlamda, mutlak şefaatçi O'dur. Bu hususla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyuruyor: "De ki: Bütün şefaat sadece Allah- 'ındır." (Zümer, 44) "Sizin, O'ndan başka hiçbir dostunuz, bir şefaatçiniz yoktur." (Secde, 4) "O'ndan başka ne dostları, ne de şefaatçileri yoktur." (En'âm, 51) Allah'tan başka birisi eğer şefaat edecekse, bu; Allah'ın izni ve yetki vermesi ile mümkün olacaktır. Yukarıdaki açıklamalarımızla, kısaca yüce makamına yakışmayacak bir olumsuzluk oluşturmadığı takdirde O'nun katında şefaatin gerçekleşeceği ispat edilmiş oldu.
2- Şefaatle İlgili Problemler Ve Yanıtları
Şefaatin kısaca bazı durumlarda söz konusu olduğunu, bu hususta bir genelleme yapamayacağımızı öğrenmiş bulunuyorsun. Aynı şekilde ileride Kitap ve sünnetin de bundan fazlasını dile getirmediğini de öğreneceksin. Daha doğrusu, sırf şefaat kavramının ifade ettiği anlam üzerinde derin bir bakış açısıyla düşünmek bile, insanı böyle bir sonuca götürebilir. Daha önce de söylediğimiz gibi şefaat, anlam olarak nedensellik ve etkinlik açısından bir tür aracılığa, tavassuta dönüktür. Şefaat için sınırsız bir nedensellik ve etkinlik anlamı söz konusu değildir. Hiçbir sebep koşulsuz olarak tüm müsebbeplerin sebebi niteliğini kazanamaz ve yine hiçbir müsebbep mutlak anlamda tüm sebeplerden etkilenen müsebbep konumunda olamaz. Böyle bir durum nedensellik yasasının geçersizliği sonucunu doğurur ki bu, hiç kuşkusuz yanlıştır. İşte şefaat olgusunu kabul etmeyenler, bu hususta yanılgıya düşmüşler ve şefaatin hiçbir şarta bağlı olmayan mutlak bir etkinlik olduğu kuruntusuna kapılmışlardır.
Dolayısıyla bazı açılardan meselenin içinden çıkamaz olmuşlardır. Buradan hareketle de Kur'ân'la sabit olan gerçeği reddetme esasına dayalı düşünceler geliştirmişlerdir. Onlar tarafından içinden çıkılmaz olarak algılanan şefaatle ilgili hususların bir kısmını aşağıya alıyoruz.
Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 261
Birinci sorun: Yüce Allah'ın tehditle vurguladığı bir cezanın kıyamet günü suçluya uygulanmaması ya adalet ilkesine dayalı ya da zulme dayalı bir uygulamadır. Eğer adil bir uygulamaysa, bu durumda önceki cezalandırmaya ilişkin hüküm zulüm nitelikli olur; bu ise, yüce Allah'a yaraşmaz. Eğer zulüm esasına dayalı bir uygulamaysa bu durumda söz gelimi peygamberlerin şefaatleri yüce Allah'tan zulüm talep etme olarak kabul edilir ki bu, peygamberlere (Allah'ın selâmı onlara olsun) yakışmayan bir cehalettir.
Birinci sorunun çözümü: Birincisi nakzî cevaptır. Şöyle ki, tüm imtihan amaçlı emirlerde durum böyledir. Peki onlarda ne diyeceksiniz? Bize sorulursa, imtihan amaçlı hükmün önce yasanması sonra da kaldırılması her ikisi de adaletin gereğidir. Bu gibi emirlerdeki temel gerekçe, yükümlünün içindekini bilmek veya gizli niteliklerini ortaya çıkarmak ya da onda bilkuvve varolan kabiliyetin bilfiil çiçeklenmesini sağlamaktır.
Şefaatle ilgili olarak da şöyle denebilir: Kıyamet günü tüm müminler için kurtuluş öngörülmüş olabilir. Sonra hükümler konuyor ve bu hükümlere aykırı hareket edenler için çeşitli cezalar öngörülüyor ki kâfirler, küfürlerinden dolayı helâk olsunlar. Müminlere gelince, aralarında yer alan muhsinlerin dereceleri itaatlerinden dolayı yükselir; geriye kalan günahkarlar, kötülük işleyenler ise şefaat aracılığı ile kendileri için öngörülen kurtuluşa nail olurlar. Berzah âleminde ve kıyametin dehşet verici ortamında bazı azaplara duçar olsalar bile, kurtuluşa erirler. Şu hâlde hem hükmün yasanıp muhalefetine azap kararı verilmesi, hem de daha sonra bu azabın kaldırılması adalet ilkesine uygundur. İkinci cevabımız ise hallî, çözümsel cevaptır: Şöyle ki, ilkin verilmiş olan cezanın şefaat aracılığı ile uygulamadan kaldırılmasının söz konusu adalet ilkesi ya da zulme dayalı bir uygulama olma açısından birinci hükümle çelişki arzetmesi, ancak cezanın şefaat aracılığı ile kaldırılmasının, verilen ilk hükümle veya hükmün cezayla sonuçlandırılması ilkesiyle çelişki arzettiği takdirde söz konusu olabilir. Ancak sen bunun böyle olmadığını öğrenmiş bulunuyorsun. Çünkü şefaatin etkinliği hükümle çelişki arzedecek şekilde değil, konuyu hükmün şümulünden çıkarmak şeklindedir.
262 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Şefaat aracılığı ile suçlu cezanın kapsamından çıkarılıp yüce Allah'ın rahmet, af, bağışlama gibi sıfatlarının kapsamına alınır. Yüce Allah'ın şefaatçiye yönelik ikramı ve onurlandırması da sözünü ettiğimiz İlâhî sıfatlardan biridir.
İkinci sorun: Yüce Allah'ın koyduğu evrensel yasalar sistemi, O'nun fiillerinin etkilerini yapmamak veya değişik etkiler yapmaktan korunmuş olmasını öngörmektedir. Bir şeye karar verdi mi veya bir hüküm koydu mu, onu istisnasız olarak tek bir çizgide ve kesintisiz olarak aynı tarzda uygular. Nedensellik yasası da bu tarz üzeredir.
Ulu Allah şöyle buyuruyor: "Bu benim dosdoğru yolumdur. Kullarım üzerinde senin hiçbir etkinliğin, hiçbir yaptırım gücün yoktur. Fakat sana uyan azgınlar hariç. Cehennem onların tümünün buluşma yeridir." (Hicr, 43) "İşte bu, dosdoğru yolumdur. Ona uyunuz. Sakın başka yolları izlemeyin, sonra sizi doğru yoldan ayırırlar." (En'âm, 153) "Allah'ın yasasında bir değişiklik, Allah'ın yasasında bir farklılık bulamazsın." (Fâtır, 43) Şefaatin geçerli olması ise, fiillerde değişikliğe yol açar. Çünkü şefaat aracılığı ile bütün suçluların tüm cezalarını kaldırmak, mezkur İlâhî sünnetin geçersizliği anlamını taşır ve yükümlülükle çelişmektedir. Bu ise, kesinlikle mümkün değildir ve kesinlikle yüce Allah'ın fiil-lerinin hikmete dayalı olmasıyla uyuşmaz. Bazı suçluların cezalarını kaldırmak veya tüm suçluların bazı suçlarına ve günahlarına ceza uygulamamak ise, yüce Allah'ın fiilinin farklılık göstermesi, yürürlükte olan yasasının değişmesi, öteden beri izlenilen yolunun yön değiştirmesi demektir. Çünkü suçluluk noktasında suçlular arasında bir fark olmadığı gibi, günahlık ve kulluğun sınırlarını aşmak bakımından günahlar arasında da bir fark yoktur.
Şu hâlde suçluların bir kısmını veya onların bazı suçlarını genelden ayrı olarak şefaat aracılığı ile hoşgörünün ve görmezlikten gelmenin kapsamına almak imkansızdır. Şefaat ve benzeri aracılık girişimleri, ancak fiillerin, hak ve batılda aynı hükmü verebilen, hikmet ve cehaletten yana aynı tavrı takınabilen tutkular ve kuruntular üzerine bina edildiği dünya hayatında geçerli olabilir.
Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 263
Bu soruna karşı vereceğimiz cevap şudur: Yüce Allah'ın yolunun dosdoğru ve yasalar sisteminin tek ve değişmez olduğu kuşkusuzdur. Ne var ki bu tek ve değişmez yasalar sistemi, sadece yüce Allah'ın örneğin yasa koyma ve hükmetme gibi sıfatlarından birine dayanmamaktadır ki, bir hususla ilgili hüküm değişmesin ve bir hükme ilişkin ceza hiçbir şekilde yürürlükten kaldırılmasın. Aksine ilâhî yasalar sistemi, yüce Allah'ın bunlarla ilgili tüm sıfatlarının öngördükleri hususlar üzerine bina edilmiştir. -Ki yüce Allah'ın sıfatları bizim kavrayışımızdan çok yücedir.-
Bunun açıklaması şöyledir: Varlıklar âleminde, hayat, ölüm, rızk ve nimet gibi olguları bahşeden, lütfeden yüce Allah'tır. Bunlarsa birbirlerinden farklı olgulardır ve yüce Allah'la olan bağlantıları aynı şekilde, aynı yönden ve aynı bağ ile değildir. Çünkü bu tür bir ilişki tarzında bağlılığın ve nedensellik yasasının iptali söz konusudur. Örneğin, yüce Allah gerektirici bir sebep ve iktiza edici bir maslahat olmaksızın hastaya şifa vermez. Hastaya şifâ vermesi, O'nun öldürücü, intikam alıcı ve şiddetle yakalayıcı olması gibi sıfatlarıyla ilgili değildir; şefkatli, merhametli, nimet bahşeden, şifa veren ve afiyete kavuşturan olması gibi sıfatlarıyla ilgilidir. Keza, yüce Allah, sebepsiz yere bir zorbayı, bir müstekbiri helâk etmez; şefkatli, merhametli olduğu için de onu helâk etmez. Tersine intikam alıcı, şiddetle yakalayıcı ve karşı konulmaz gücüyle ezici olduğu için helâk eder. Kısacası yaptığı her iş, onunla ilgili bir sıfatın gereğidir... Kur'ân bu gerçeği ana hatlarıyla ortaya koymaktadır. Şu hâlde meydana gelen herhangi bir olay, varoluşsal açıdan kapsadığı nitelikleri bakımından bir veya aralarındaki uyum ve itilafın gerektirdiği vecihle birden fazla ilâhî sıfata dayanmaktadır. Dilersen şöyle de diyebilirsin: Her şey kapsadığı maslahat ve iyi niteliklere uygun yönüyle yüce Allah'a bağlıdır.
Bu gerçeği kavradıktan sonra şu hususu öğrenmiş olursun: Yüce Allah'ın yolunun doğruluğu, yasasının değişmezliği ve fiillerinin çelişmezliği, birbirleriyle bağlantı hâlinde olan tüm sıfatlarını kullanarak ortaya koyduğu düzen için söz konusudur. Yoksa tek bir sıfatın gerektirdiği sonuç için bu durum geçerli değildir. İstersen şöyle de diyebilirsin: Böyle bir durum hükümle, hükmün konu-
264 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
suna ilişkin tüm maslahatlar arasındaki etkileşimden kaynaklanan sonuç için geçerlidir. Tek bir maslahatın gerektirdiği sonuç için değil. Eğer konulmuş hükmün sebebi tek başına söz konusu olsaydı, bu hüküm ne iyiliksever, ne günahkâr, ne mümin ve ne de kâfir için değişmezdi. Ancak sebepler çoktur. Bunların hepsinin veya bir kısmının bir arada göz önünde bulundurulmasıyla doğacak sonuç, her birinin tek başına mülahaza edilmesinden doğacak sonuçla farklı olabilir. Ne demek istediğimizi iyice düşünün. Dolayısıyla şefaatin varlığı ve cezanın yürürlükten kaldırılması -ki bu, rahmet, bağışlama, hükmetme, karar verme, her hak sahibine hakkını verme ve yargıda eğri ile doğruyu kesin biçimde ayırma gibi birtakım sebeplerin doğurduğu sonuçtur- yürürlükte olan ilâhî yasalar sisteminde bir değişikliğe ve dosdoğru yolda bir sapmaya yol açmaz.
Üçüncü sorun: Halk arasında bilindiği şekliyle şefaat, şefaatçinin; katında şefaatte bulunulan zatı daha önce irade ettiğinin - ister iradesi doğrultusunda hükümde bulunsun, ister bulunmasın- aksi olan bir şeyi yapmaya veya terk etmeye zorlamasıdır. Buna göre, şefaatçinin isteği doğrultusunda, onun hâtırı için irade terk edilmedikçe ve geçersiz kılınmadıkça şefaat gerçekleşmez. Şimdi, katında şefaatte bulunulan kimse, ya adildir ya da zalimdir. Adil bir hâkim irade ettiği veya hükmettiği hususla ilgili bilgisinin niteliği değişmediği sürece şefaat girişimini kabul etmez. Yani, ancak yanılması, sonra doğruyu öğrenmesi ve yapılması gerekenin veya maslahatın, irade ettiği veya hükmettiğinden farklı olduğunu görmesi gibi bir durum söz konusu olursa, şefaat girişimini kabul eder.
Zalim ve despot bir yönetici ise, haksızlık ettiğini ve adalete uygun tutumun, yaptığının aksi olduğunu çok iyi bildiği hâlde yakın adamlarının ve elit zümrenin şefaatini kabul eder, kendi katında seçkin bir konumda olan kişiyle irtibatını korumada olacak çıkarını adalet ilkesine tercih eder.
Söz konusu her iki durum da, yüce Allah açısından imkansızdır. Çünkü O'nun iradesi ilmine göre tecelli eder, ilmi ise ezelîdir, kesinlikle değişmez.
Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 265
Şefaati inkâr edenlerin bu yaklaşımına vereceğimiz cevap şudur: Şefaat olayında yüce Allah açısından bir irade ve bilgi değişikliği söz konusu değildir. Değişiklik irade edilen ve bilinen şey açısından söz konusudur. Çünkü yüce Allah, falanca insanın başına çeşitli durumların geleceğini, şu sebepler ve koşullardan dolayı şu zamanda şu durumda olacağını bilir. Böyle bir durumda onun hakkında bir irade ortaya koyar. Sonra başka sebeplerin ve başka koşulların baş göstermesi ile diğer bir zamanda diğer bir duruma düşeceğini de bilir. Bu sefer de onun hakkında başka bir irade ortaya koyar. O, her gün yeni bir iştedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır, Ana kitap O'- nun katındadır." (R'ad, 39) "Hayır, O'nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir." (Mâide, 64)
Bunu şu şekilde örneklendirebiliriz: Biz biliriz ki, havayı bir süre sonra karânlık bürüyecektir ve gözlerimiz fonksiyonlarını yerine getiremez olacaklardır. Oysa buna da ihtiyacımız vardır. Sonra güneşin ışık saçması ile birlikte karanlık dağılacaktır. Bu örnekte gecenin gelişi ile birlikte, irademiz lamba aracılığı ile aydınlanmaya, gecenin sona ermesi ile birlikte de lambayı söndürmeğe taalluk eder. Burada bilgi ve irade değişmemiştir. Sadece bilinen ve irade edilen şey değişmiştir. Yani bilinen ve irade edilen şey, bilgi ve iradeye uygunluk pozisyonundan çıkar. Nitekim her bilgi, her bilinene uymaz. Her irade de her irade edilen şeye taalluk etmez. Evet; yüce Allah açısından imkânsız olan bilgi ve irade değişikliği, bilinen ve irade edilen şeyin durumunu korumasına rağmen bilgi ve iradenin onlara uymamasıdır. Buna yanılma ve feshetme denir: Söz gelimi, bir karartı görürsün; önce bunun insan olduğuna hükmedersin; bir süre sonra karartının at olduğu ortaya çıkar, böylece karartıya ilişkin bilgi değişir. Ya da bir maslahat gözeterek bir şeyi irade edersin, daha sonra asıl maslahatın irade ettiğin şeyin karşıtında olduğunu öğrenirsin, buna bağlı olarak iradeni değiştirirsin, İşte bu iki örnekte vurguladığımız hususlar yüce Allah hakkında düşünülemez. Oysa şefaatin ve buna bağlı olarak da cezanın yürürlükten kaldırılması olayında yukarıdaki hususların söz konusu olmadığını öğrenmiş bulunuyorsun.
Dördüncü sorun: Yüce Allah'ın şefaat vaadinde bulunması veya peygamberlerin bunu duyurmuş olmaları, insanların günah iş-
266 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
lemeye devam etmeleri ve Allah'ın koyduğu haramları çiğnemeleri yönünde teşvik edilmeleri sonucunu doğuruyor. Bu ise, dinin biricik hedefi ile çelişmektedir. Dinin tek ve değişmez amacı insanların tek ve ortaksız Allah'a kulluk sunmaya, O'na itaat etmeye yöneltilmeleridir. Şu hâlde Kitap ve sünnette şefaatle ilgili olarak yer alan nasları dinin bu apaçık temel ilkesi ile çelişmeyecek şekilde yorumlamak gerekir.
Dördüncü soruna çözüm şudur: Öncelikle bu yaklaşım, bağışlamanın kapsamlılığını ve rahmetin genişliğini gösteren ayetlerle çelişmektedir: "Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar." (Nisâ, 48) Daha önce de değindiğimiz gibi bu ayet, tövbe olayının söz konusu olmadığı durumlara işaret ediyor. Bunun kanıtı da tövbe edilmiş olması durumunda bağışlanan günahlar kapsamına giren şirkin bu ayette istisna edilmiş olmasıdır.
İkincisi; yüce Allah tarafından dile getirilen şefaat vaadinin veya bu vaadin peygamberler aracılığıyla duyurulmasının insanları günaha sürüklemesi, dik başlılık ve isyankarlık yapmaya teşvik etmesi iki şar-ta bağlıdır:
1- Suçlunun şahsı ve nitelikleriyle belirlenmesi ya da hakkında şefaat edilen günahın hiçbir şüpheye yer bırakılmayacak şekilde belirginleştirilmesi. Yani şu şahıs veya bu günah hakkında kesin olarak şefaat sözü verilmesi ve hiçbir muhtemel şarta bağlı kılınmaması.
2- Şefaatin her türlü cezayı, tüm zamanlarda temelden yürürlükten kaldıracak şekilde etkin bir rol oynaması.
Eğer; "Falanca gruptan olan insanlar veya bütün insanlar işledikleri suçlardan dolayı cezalandırılmazlar, günahlarından dolayı kesinlikle sorgulanmazlar." veya; "Falanca günahtan dolayı hiçbir zaman azap görülmez." şeklinde bir iddia ortaya atılacak olursa, bu kesinlikle batıl bir iddiadır, yükümlülere yöneltilen hüküm ve sorumluluklarla alay etmektir. Fakat, eğer her iki şart açısından konu müphem bırakılırsa; şefaatin hangi günahlar ve hangi günahkarlar hakkında geçerli olacağı belirtilmezse; ya da yürürlükten kaldırılacak cezaların, bütün cezalar, tüm zaman ve durumlarda olacağı şeklinde bir iddia ortaya atılmazsa, kişi vaat edilen
Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 267
şefaatin kapsamına girip girmeyeceğini bilmez, dolayısıyla yüce Allah'ın koyduğu yasakları çiğnemeye cesaret etmez. Tersine bu durum, kişide ilâhî rahmete yönelik bir duyarlılık meydana getirir, işlediği günahlardan ve kötülüklerden dolayı ümitsizliğe ve yüce Allah'ın rahmeti hakkında karamsarlığa kapılmaz. Ayrıca yüce Allah şöyle buyurmuyor mu?: "Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz." (Nisâ, 31) Ayet-i kerime büyük günahlardan kaçınma şartına bağlı olarak küçük günahlar ve suçlar için öngörülen cezaların kaldırılacağını ifade etmektedir. Eğer: "Büyük günahlardan sakınırsanız, küçük günahlarınızı affederiz." demek doğru ise, bu durumda; "Eğer imanınızı korur da kıyamet gününde sağlam bir imanla bana gelirseniz, şefaatçilerin sizinle ilgili şefaatlerini kabul ederim." demek de doğru ve yerinde olur.
Bütün mesele de zaten nihayet imanı koruyabilmektir. Çünkü günahlar imanı zayıflatır, kalbi taşlaştırır ve nihayet şirke götürür. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hüsrana uğrayan topluluktan başkası, Allah'ın tuzağından emin olmaz" (A'râf, 99) "Hayır, onların işleyip kazandıkları şeyler, kalplerinin üzerine pas olmuştur." (Müteffifîn, 14) "Sonra kötülük edenlerin sonu; Allah'ın ayetlerini yalanlamak oldu." (Rûm, 10) Bu uyarılar günahkârı günahlarından uzaklaştırmaya, takva yolunu izleyip muhsinlere ulaşmasını sağlamaya yeter ve böylece bu anlamdaki şefaate bile ihtiyaç duymaz. İşte bu, en büyük yarar ve en güzel sonuçlardan biridir. Aynı şekilde hakkında şefaat edilen suçlu veya şefaate konu olan suç belirlenir de, ancak azabın bazı yönlerini veya bazı zamanlarını kapsadığı vurgulanırsa, bu da, kesinlikle suçluların cesaretlenmesine, suç işlemeye teşvik edilmesine yol açmaz.
Kur'ân-ı Kerim şefaate konu olacak suçluları da günahları da belirleştirmez. Cezanın kaldırılmasını da, ancak bazı durumlar için söz konusu eder. Dolayısıyla bu yönden herhangi bir sorunla karşı karşıya değiliz.
Beşinci sorun: Akıl, eğer kanıtlık oluşturacaksa, ancak şefaatin mümkünlüğüne kanıtlık oluşturur; vukuuna değil. Bununla beraber, bu hususta aklın kanıtlık oluşturması kesinlikle geçersizdir. Nakle gelince; Kur'ân ayetlerinde şefaatin vukuuna ilişkin bir
268 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
kanıt yoktur, aksine şefaatin geçersizliğini ifade eden ayetlere rastlıyoruz: "O gün ne alış veriş, ne dostluk ve ne de şefaat olur." (Bakara, 254) Diğer bir ayet de şefaatin hiçbir yarar sağlamadığını ortaya koyuyor: "Onlara şefaatçilerin şefaati fayda vermez." (Müddessir, 48)
Olumsuzluk ifade eden diğer bazı ayetler de şu şekildedir: "O'nun izninin olması dışında..." (Bakara, 255) "Ancak O'nun izninden sonra..." (Yûnus, 3) "Ancak razı olduğu kimse için..." (Enbiyâ, 28) Bu tür istisnalar, yani izin ve iradeye bağlı olarak gündeme getirilen istisnalar Kur'ân-ı Kerim'de çokça yer alırlar ve Kur'ân'ın ifade tarzı içinde kesin olumsuzluk ifade ederler. Amaç, bunun yüce Allah'ın iznine ve iradesine bağlı olduğunu vurgulamaktır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Sana okutacağız ve unutmayacaksın. Yalnız Allah'ın dilediği başka." (A'lâ, 6-7) "Gökler ve yer durdukça orada sürekli kalacaklardır. Ancak Rabbin dilerse başka." (Hûd, 107)
Dolayısıyla Kur'ân-ı Kerim'de şefaatin kesinlikle gerçekleşeceğine ilişkin açık ve kesin bir nas yoktur.
Sünnete gelince; konunun detayına inen rivayetlerin sıhhati, tartışma konusudur ve onlara güvenilmez. Hadisler arasında doğruluğu tartışılmaz olanlarsa, Kur'ân-ı Kerim'in ifadesine ek bir açıklama getirmiyorlar.
Bu yaklaşıma vereceğimiz cevap şudur: Şefaatin geçersizliğini ifade eden ayetlerin, onu bütünüyle reddetmediklerini gördün. Tersine bu ayetlerde, Allah'ın izninden ve rızasından bağımsız şefaat reddediliyor.
Bu eleştiride bulunanın iddiasına göre, şefaatin bir yarar sağlamadığını ifade eden ayetler ise, onu olumsuzlamıyor, aksine onun kesinlikle gerçekleşeceğini ortaya koyuyor. Müddessir suresinde yer alan bu ayetler, şefaatin suçlulardan belli bir zümreye yarar sağlamayacağı-nı ifade ediyor, tüm suçlulara değil. Ayrıca ayetlerde ifade edilen şefaat, izafet terkibi içinde dile getirilmiştir, yani tamlamadan soyut ve yalın değildir. Çünkü, "Fela tenfeuh-uş şefaetu=şefaat onlara fayda vermez." demekle, "Fela tenfeuhum şefaet-uş şafiîn=şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez" demek arasında fark vardır. Birinci ifadede fiilin dışta
Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 269
gerçekleştiğine dair herhangi bir işaret olmamasına karşın ikinci ifadede fiilin dışta gerçekleşmiş olduğu söz konusudur. Delâil-ül İ'caz adlı eserinde Şeyh Abdulkahir bunu açıkça ifade etmiştir. "Şefaatçilerin şefaati" ifadesi, şefaatin bir şekilde gerçekleştiğini, ama sözü edilen zümrelerin bundan yararlanamayacaklarını gösteriyor. Ayrıca, "şefaatçiler" şeklinde çoğul bir ifadenin kullanılmış olması da bu yaklaşımı pekiştirici niteliktedir. Tıpkı şu ifadeler gibi: "Ama o geride kalanlardan oldu...", "O, kâfirlerdendi..." "O, azgınlardan idi...", "Benim ahdim zalimlere ulaşmaz..." Aksi takdirde, müfret bir nesneyi ifade için ek bir anlam taşıyan çoğul bir kelime kullanmak, ifade tarzı açısından gereksiz bir fazlalık olacaktı.
Şu hâlde, "şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez." ayeti, şefaati kanıtlayan ayetlerdendir, reddeden ayetlerden değil. İzin ve rıza istisnasını kapsayan ayetlere gelince; "illa bi-iznihi= ancak O'nun izniyle", "illa min ba'd-i iznihi=ancak O'nun izninden sonra" ifadeleri, şefaatin gerçekleşeceğini ortaya koymaktadırlar. İzafet tamlamasının gereği budur. İfade tarzlarını ve söz söyleme yöntemlerini bilenler, bu gerçeği inkâr etmezler. Aynı şekilde, "Ancak O'nun izniyle" ve "Ancak O'nun razı olduğu kimse için" ifadelerinin aynı anlama, yani ilâhî iradeye yönelik olduğu şeklindeki söze de kulak asmamak gerekir.
Kaldı ki, şefaatle ilgili istisna değişik şekillerde gündeme gelmiştir. "Ancak O'nun izniyle", "Ancak O'nun izninden sonra", "Ancak razı olduğu kimseler için" ya da "Ancak bilerek hakka şahitlik edenler için" vb.
Kaldı ki, izin ve rızanın aynı anlama geldiğini, yani "irade" anlamını ifade ettiğini kabul etsek dahi, aynı şeyi yüce Allah'ın şu sözü için de söyleyebilir miyiz: "Ancak bilerek hakka şahitlik edenler hariç." Bu istisna ile de iradeye ilişkin istisnanın kastedildiği söylenebilir mi? Böyle bir müsamahayı sıradan bir konuşma için bile düşünmemek gerekirken, söz sanatının parlak örneklerinden biri, daha doğrusu en parlak örneği için nasıl düşünebiliriz?! Sünnete gelince; bu konuda Kur'ân'ın ifade ettiğinden başka bir şey ifade etmediğini yeri gelince açıklayacağız.
270 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Altıncı sorun: Kıyamet günü suçun kesinlik kazanmasından ve cezanın zorunlu hâle gelmesinden sonra suçluların cezalarının kaldırılacağı hususu, ayet-i kerimelerde net biçimde dile getirilmemektedir. Bu ayetlerle kastedilen şey, peygamberlerin peygamber olmaları hasebiyle insanlarla Rableri arasında aracılık yaparak, vahiy kanalıyla hükümleri alıp insanlara duyurmaları ve insanlara doğru yolu göstermeleridir. Bu durum tıpkı toprağa atılan bir tohuma benzer; bu tohum yeşerir ve ondan gelecekteki oranlar, nitelikler ve durumlar ortaya çıkar. Peygamberler de (selâm üzerlerine olsun) hem dünyada ve hem de ahirette müminlerin bu anlamda şefaatçileridirler.
Bu iddiayı şu şekilde yanıtlayabiliriz: Bunun bir çeşit şefaat olduğuna söz yoktur. Ne var ki, daha önce de söylendiği gibi şefaat olgusu sırf bununla sınırlı değildir. Yüce Allah'ın şu sözü de bu sözlerimize kanıt oluşturmaktadır: "Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar." (Nisâ, 48) Daha önce bu ayetin iman ve tövbe olgularıyla ilgili olmadığını açıklamıştık.
Oysa sorun çıkartanın peygamberler için öngördüğü şefaat ise, ancak iman ve tövbeye davet yoluyla gerçekleşebiliyor.
Yedinci sorun: Akıl aracılığı ile şefaatin gerçekleşeceğini kanıtlamak mümkün değildir. Kur'ân-ı Kerim'de şefaatle ilgili ayetler ise, benzeşen (müteşabih) ayetlerdir. Bu ayetlerin kimisinde şefaat onaylanırken, kimisinde de reddedilmektedir. Bazen sınırlandırılırken, bazen de sınırsız tutulmaktadır. Dinin öngördüğü edep tavrı, bunlara inanmamızı ve yüce Allah'ın bilgisine havale etmemizi gerektirmektedir.
Bu sorunu şu şekilde cevaplandırabiliriz: Müteşabih ayetler, muhkem ayetlere döndürülerek muhkem olurlar. Bu da bizim için hem mümkün, hem de câizdir. İleride, "Onun bazı ayetleri muhkemdir, bunlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihtir (birbirlerine benzerler)." (Al-i İmrân, 7) ayetini incelerken, bu hususa açıklık getireceğiz.
3- Kimler Hakkında Şefaat Edilir?
Kıyamet günü haklarında şefaat edilecek kişilerin belirlenmesinin dini anlayış ve edep tavrıyla uyuşmadığını, ancak bütünüyle
Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 271
müphemlik perdesinden soyutlandırılmamakla birlikte bir ölçüde bilinmelerinde de bir mahzur olmadığını daha önce öğrenmiş bulunuyorsun. Kur'ân'ın ifade tarzı bu şekilde meseleyi ortaya koymaktadır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Herkes kendi kazandığının rehinidir. Yalnız sağ ehli hariç. Onlar cennetler içinde, suçlulardan sorarlar: 'Sizi bu yakıcı ateşe ne sürükledi?' Derler ki: 'Biz namaz kılanlardan olmadık. Yoksula da yedirmezdik. Boş şeylere dalanlarla birlikte dalardık. Ceza gününü yalanlardık. Sonunda bu hâlde iken ölüm bize gelip çattı.' Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez." (Müddessir, 38-48) Burada yüce Allah, kıyamet günü her nefsin kazandığı günahların rehini olduğu, geçmişte işlediği hatalardan dolayı sorgulanacağını, ama sağ ehli olanların bu kapsamın dışında tutulacağını, rehinlikten kurtarılıp serbest bırakılacaklarını ve cennetlere yerleştirileceklerini belirtmektedir. Ardından onlarla amellerinden dolayı rehin tutulan ve yakıcı ateş içinde sorgulanan suçlular arasında bir perde olmadığını dile getirmektedir. Sağ ehli olanlar, suçlulara yakıcı ateşe nasıl sürüklendiklerini soruyor, onlarsa kendilerini ateşe sürükleyen bazı sıfatlarına işaret ederek kendilerine yöneltilen soruyu cevaplandırıyorlar. Bu sıfatların sıralanmasının ardından, bundan dolayı şefaatçilerin şefaatlerinin kendilerine bir yarar sağlamadığı şeklinde bir ayrıntıya yer veriliyor. Bu açıklamanın sonucu, sağ ehli olanların söz konusu sıfatlara sahip olmadıklarıdır ki, ifade tarzından bu sıfatların şefaatin kapsamına girmeye engel oluşturduğu anlaşılmaktadır. Şefaatin kapsamına girmeye engel oluşturan bu sıfatlara sahip olmadıkları için, şefaatten yoksun bırakılan ve yakıcı azaba sürüklenen suçlulardan ayrı olarak, yüce Allah onları günahlarından dolayı rehin tutulmaktan ve amellerinden ötürü sorguya çekilmekten kurtarmıştır. Söz konusu rehinlikten kurtulma ve sorgulamanın dışına çıkma da ancak şefaatle olmuştur. Şu hâlde haklarında şefaat edilen kişiler sağ ehli olanlardır. Ayet-i kerimelerde, sağ ehli kimseler söz konusu olumsuz niteliklere sahip olmayanlar olarak tanıtılmaktadırlar. Şöyle ki: Bu ayetler Müddessir suresinde yer almaktadır. Ayetlerin içeriğinden de anlaşıldığı gibi bu sure, Mekke döneminin baş-
272 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
larında inen surelerdendir. O dönemde ise, bugünkü şekliyle namaz ve zekât ibadetleri belirlenmemişti. Şu hâlde, "Biz namaz kılanlardan değildik." ifadesindeki "namaz"dan maksat, kulluk sunmak amacıyla boyun eğip Allah'a yönelmektir. Yoksulları doyurmakla da genel anlamda Allah yolunda muhtaçlara infak etme, malî yardımda bulunma kastedilmiştir. Bu iki kavramla, İslam şeriatında bugünkü şekliyle yer alan namaz ve zekât ibadetleri kastedilmiştir. Dalmaktan maksat ise, ya hayatın eğlencelerine ve dünyanın çekici süslerine kapılmaktır. Ki bunlar, insanı ahirete yönelmekten, hesaplaşma gününü anmaktan alı-koyar ya da hesaplaşma gününü hatırlatan müjdeleyici ve uyarıcı ayetlere tam anlamıyla karşı gelmektir.
Bu dört nitelik yani, Allah'a yönelmeyi ve Allah yolunda malî harcamada bulunmayı terk etmek, boş ve yararsız şeylere dalmak ve caza gününü yalanlamak insanda gerçekleşince, artık dinin temelleri yıkılmış olur. Aynı şekilde bunların karşıtlarıyla da dinin temelleri pekiştirilmiş olur.
Çünkü din, dünyaya sarılmaktan vazgeçip ahirete yönelmek suretiyle tertemiz hidayet rehberlerine uymaktır. Bu da boş şeylere dalmayı terk etmek ve ceza gününü tasdik etmekten ibarettir. Bu ikisi de, kulluk kastı taşıyan davranışlarla Allah'a yönelmek ve toplumun ihtiyaçlarının giderilmesi için çabalamayı gerektirir. Bunları sembolize edenlerse namaz ve Allah yolunda infaktır. Şu hâlde, din ilim ve amel açısından bu dört temel unsura dayanır. Tevhit ve nübüvvete inanmak gibi dinin diğer temel unsurları da bu dört şeyin doğal olarak gerektirdiği şeylerdir. Bu hususa iyice dikkat edin ve üzerinde düşünün.
Buna göre, şefaat sayesinde kurtuluşa erenler sağ ehli olanlardır. Bunlar, amelleri kabul görmüş veya görmemiş olsun, şefaate muhtaç olsunlar veya olmasınlar din ve inanç açısından beğenilen kimselerdirler. Şefaat bunlar için öngörülmüştür. Buna göre, şefaat sağ ehlinin günahkârları içindir. "Eğer size yasakladığımız büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz." (Nisâ, 31) ayet-i kerimesinin gereğince de, kimin kıyamet gününe kadar affedilmeyen bir günahı kalmışsa, o, kesinlikle büyük günah işleyen kimselerdendir. Çün-
Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 273
kü eğer günah, küçük günahlardan olsaydı, hiç kuşkusuz görmezlikten gelinecekti.
Bu açıklamalarımızla şu sonuca varılıyor: Şefaat, sağ ehlinden olup da büyük günah işleyen kimseler için ön görülmüştür. Nitekim Peygamber efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyen kimseler içindir. Muhsinlere gelince, onlar aleyhine bir yol yoktur..."
Öte yandan, bunların sağ ehli (ashab-ı yemîn) olarak nitelendirilmeleri, sol ehli (ashab-ı şimal) olarak nitelendirilen zümreye karşılıktır. Kimi zaman "ashab-ı meymene" ve "ashab-ı meş'eme" olarak da nitelendirilirler. Bunlar Kur'ân-ı Kerim'in, kıyamet günü amel kitabının sağdan veya sol taraf tan verilmesini esas alarak kullandığı kavramlardır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Her milletin önderini çağırdığımız gün kimlerin kitabı sağından verilirse işte onlar, kitaplarını okurlar ve en ufak bir haksızlığa uğratılmazlar. Şu dünyada kör olan kimse, ahirette de kördür ve yol bakımından daha da sapıktır." (İsrâ, 71-72)
Bu ayet-i kerimeyi incelediğimiz zaman kitabın sağ taraftan verilmesinin hak imama uymayı kitabın sol taraftan verilmesinin de sapıklık önderine tâbi olmayı ifade ettiğini inşallah açıklayacağız. Nitekim yüce Allah, Firavun ile ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Kıyamet günü kavminin önünde gider. İşte onları ateşe soktu." (Hûd, 98) Kısacası, sağ ehli nitelendirmesinin özü, dinin kabul görmesine dönüktür. Nitekim yukarıda değindiğimiz dört niteliğin özünün dönük olduğu nokta da budur. Bu hususa iyice dikkat etmelisin.
Ayrıca yüce Allah başka bir yerde de şöyle buyuruyor: "Allah' ın razı olduğundan başkasına şefaat etmezler." (Enbiyâ, 28) Bu ayet- i kerimede Allah'ın razı olduğu kimseler hakkında şefaat edileceği kesin biçimde ortaya konmaktadır. "Rahman'ın izin verip sözünden razı olduğu kimseden başka." (Tâhâ, 109) ayet-i kerimesinin aksine burada "razı olma" fiilinin bir amel veya başka bir şeyle bağlantılı olarak kullanılmamış olmasından anlaşılıyor ki maksat, yüce Allah'ın kendilerinden, yani dinlerinden razı olmasıdır, amellerinden değil. Dolayısıyla bu ayet-i kerime de sonuç ve ifade bakımından önceki ayetlerle aynı noktaya dönüktür.
274 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Yüce Allah bir ayette de şöyle buyuruyor: "Muttakileri heyet hâlinde Rahman'ın huzuruna topladığımız gün, suçluları da susuz olarak cehenneme sürdüğümüz gün, Rahman'ın huzurunda söz (ahit) a-lmış olanlardan başkaları şefaat edilmeye malik değildir." (Meryem, 85-87) Demek ki, yüce Allah'ın katında söz almış olanlar için şefaat edilebilir. (Buradaki mastar (şefaat), meçhul fiil anlamını ifade eder. Yani, "la yemlikûn'eş-şefaete=şefaate malik değildirler." anlamındadır.) Çünkü her suçlu, ateşe girmesi kaçınılmaz olan kâfir değildir. Bunun kanıtı da yüce Allah'ın şu sözüdür: "Kim Rabbine suçlu olarak gelirse, onun için cehennem vardır; orada ne ölür, ne de yaşar. Kim de ona salih ameller işleyen bir mümin olarak gelirse, işte onlar için de yüksek dereceler vardır." (Tâhâ, 74-75)
Demek ki, "salih amel işleyen mümin"in dışında kalan suçludur. Bu noktada mümin olmaması ile iman edip de salih amel işlememesi arasında bir fark yoktur. Buna göre hak din üzerinde olup da salih amel işlememiş suçlular da vardır. İşte Allah katında söz almış olanlar bunlardır. Yüce Allah'ın şu sözü de buna işaret etmektedir: "Ey Âdem oğulları, ben size söz (ahit) almadım mı: Şeytana tapmayın, o sizin apaçık düşmanınızdır. Bana kulluk sunun, doğru yol budur, diye?" (Yâsîn, 60-61) Şu hâlde, "Bana kulluk sunun" ifadesi, emir anlamında ahittir, "doğru yol budur" ifadesi de, emirlere sarılmak anlamında ahittir. Çünkü doğru yol, mutluluğa ve kurtuluşa iletici kılavuzluğu da kapsamaktadır.
Öyleyse sözü edilen kimseler, kötü amellerinden dolayı ateşe giren müminlerdir. Sonra şefaat aracılığı ile bu ateşten kurtulurlar. Yüce Allah'ın şu sözünde de bu anlama dönük işaret vardır: "Dediler ki: 'Sayılı birkaç gün dışında bize asla ateş dokunmayacaktır.' De ki: Allah'tan bir söz (ahit) mü aldınız?" (Bakara, 80) Bu ayetler de yukarıdaki ayetlerin vurguladıkları amaca yöneliktirler. Buraya kadar sunduğumuz ayetlerin hepsi şefaate konu olanların, yani kıyamet günü kendileri için şefaatte bulunulacak kimselerin hak dini benimsemekle beraber büyük günah işleyen kimseler olduğunu kanıtlamaktadır. Bunlar, dinleri Allah tarafından hoşnutlukla karşılanan kimselerdirler.
Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 275
Daha önce şefaatin "tekvinî" ve "teşriî" olmak üzere iki kısım olduğunu öğrenmiş bulunuyorsun. Tekvinî şefaati şöyle tanımlamak mümkündür: Evrende yer alan tüm sebepler Allah katında şefaatçi konumundadırlar. Çünkü Allah ile varlıklar arasında aracılık işlevini görmektedirler. Teşriî şefaat ise, yükümlülük ve ceza âleminde geçerlidir. Bu tür şefaatin bir kısmı, dünyada Allah tarafından bağışlanmayı, ona yakınlaşmayı gerektiren şeylerdir. Bu tür şeyler de Allah ile kulları arasında aracılık yapan şefaatçilerdir.
Bunlardan biri tövbedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "De ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kes-meyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü o, çok bağışlayan, çok merhamet edendir. Rabbinize dönün." (Zümer, 53-54) Şirk dahil tüm günahları kapsayacak şekilde tövbenin etkinlik alanı geniş tutuluyor.
Bir şefaatçi de imandır. Ulu Allah şöyle buyuruyor: "Peygamberi- ne inanın ki... günahlarınız bağışlansın." (Hadîd, 28) Bütün salih ameller de şefaatçi konumundadırlar: "Allah, inanıp salih ameller işleyenlere vaat etmiştir: Bağışlama ve büyük ödül on-laradır." (Mâide, 9) Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor ulu Allah: "Ey inananlar, Allah'tan korkun, O'na doğru (götürecek) vesile arayın." (Mâide, 35) Bu hususa işaret eden birçok ayet vardır. Kur'ân-ı Kerim de bir şefaatçidir: Bu ayet-i kerime bunu göstermektedir: "Onunla Allah, rızasının peşinden gidenleri esenlik yollarına iletir ve onları kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarıp dosdoğru bir yola iletir." (Mâide, 16)
Salih amelle bağlantısı bulunan her şey, mescitler, mübarek mekânlar ve kutsal günler de şefaatçi konumundadırlar. Nebi ve resuller de ümmetleri için bağışlanma dilerken bu misyonu yerine getirirler. Yüce Allah'ın şu sözü buna yönelik mesajlar içermektedir: "Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelselerdi, Allah'tan, günahlarını bağışlamasını isteselerdi ve Resul de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah'ı affedici, merhametli bulurlardı." (Nisâ, 64)
276 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Müminler için bağışlanma dileyen melekler de öyle. Onlarla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyuruyor: "Arşı taşıyanlar ve O'nun çevresinde bulunanlar, Rablerini överek tesbih ederler, O'na inanırlar ve müminler için bağışlanma dilerler." (Mü'min, 7) Bir diğer ayette de şöyle buyurur ulu Allah: "Melekler, Rablerini hamt ile tesbih ederler; yerdekiler için de bağışlanma dilerler. İyi bil ki Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir." (Şûrâ, 5) Kendilerine ve mümin kardeşlerine bağışlanma dileyen müminler de şefaatçilik işlevini görürler. Yüce Allah onların bu tavrını onların diliyle şöyle anlatır: "Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim mevlâmızsın!" (Bakara, 286)
Teşriî şefaatin bir kısmı da, bildiğin anlamı ile kıyamet günü gerçekleşecek olan şefaattir. Kıyamet günü şefaat edeceklerin başında peygamberler gelir. Yüce Allah buna şu şekilde değinmektedir: "Rahman çocuk edindi, dediler. O, yücedir. Hayır onlar ikram edilmiş kullardır... Allah'ın razı olduğundan başkasına şefaat etmezler." (Enbiyâ, 26-28) Ayette sözü edilen kullardan biri de bir peygamber olan Meryem Oğlu İsa'dır. Yüce Allah bir başka ayette de şöyle buyuruyor: "O'ndan başka yalvardıkları şeyler, şefaat yetkisine sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadır." (Zuhruf, 86) Bu iki ayet, meleklerin de şefaat edebileceklerini göstermektedir. Çünkü müşrikler onların Allah'ın kızları olduklarını ileri sürüyorlardı.
Şefaat yetkisine sahip olanlardan biri de meleklerdir: "Göklerde nice melekler var ki, onların şefaati hiçbir işe yaramaz. Meğer Allah' ın dilediği ve razı olduğu kimseye izin verdikten sonra olsun." (Necm, 26) Bir diğer ayette de yüce Allah şöyle buyuruyor: "O gün Rahman'ın izin verip sözünden hoşlandığı kimseden başkasının şefaati fayda vermez. Onların önlerindekini ve arkalarındakini bilir." (Tâhâ, 109-110)
Şu ayet-i kerimeden anlaşıldığı kadarıyla kıyamet günü şahitler de şefaat edeceklerdir: "Ondan başka yalvardıkları şeyler, şefaat yetkisine sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadır." (Zuhruf, 86) Hakka şahitlik etmiş olmaları sayesinde şefaat yetkisine sahip olmuşlardır. Şu hâlde her şahit, şahitlik yetkisine sahip bir şefaatçidir. Ancak bu
Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 277
şahitlik, Fatiha suresinin tefsirinde değindiğimiz ve "Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şahit olasınız." (Bakara, 143) ayet-i kerimesini ele alırken değineceğimiz gibi amellere tanıklık anlamındaki "şehadet"tir, savaşta şehit düşme anlamındaki "şehadet" değil.
Bu ifadeden, müminlerin de şefaatte bulunacakları anlaşılmaktadır. Çünkü yüce Allah, onların kıyamet günü şahitlere katılacaklarını haber vermiştir: "Allah'a ve Resulüne inananlar, Rableri yanında sıddîkler ve şahitlerdir." (Hadîd, 19) İleride bu ayeti ele alırken daha geniş açıklamalarda bulunacağız.
Şefaatin bir kısmının, sebepler âleminde varoluşla ilgili tüm sebepleri kapsamına alan "tekvinî"; bir kısmının da sevap ve azapla ilgili "teşriî şefaat" olduğunu öğrendin. Teşriî şefaatin bir kısmı, şirkten tut, daha aşağı düzeydekilere kadar tüm günahların cezalarıyla ilgilidir. Kıyamet gününden önce (dünyada) tövbe ve imanın şefaati böyledir. Bir kısmı da, bazı salih ameller gibi, kimi günahların sonuçlarıyla ilgilidir.
Üzerinde tartışılan şefaat türü ise, peygamberlerin ve başkalarının kıyamet günü, hesaplaşmadan sonra azabı hakkedenlerden cezalarının kaldırılması için bulanacakları şefaat girişimidir. Konumuzun üçüncü bölümünde bu tür şefaatin, hak dini benimseyen ve dini inancı Allah tarafından hoşnutlukla karşılanan büyük günah işleyen kimselerle ilgili olduğunu öğrendin.
6- Şefaat Ne Zaman Fayda Verir?
Bununla da kesinleşmiş bir cezanın yürürlükten kaldırılmasına yol açan şefaati kastediyoruz. Yüce Allah'ın şu sözü bunu kanıtlar mahiyettedir: "Her nefis kendi kazandığı ile rehin alınmıştır. Yalnız sağ ehli hariç. Onlar cennetler içinde, suçlulardan sorarlar: Sizi şu yakıcı ateşe ne sürükledi?" (Müddessir, 38-42) Daha önce de söylediğimiz gibi bu ayet-i kerimeler kimin şefaatin kapsamına girdiğini ve kimin de bu kapsamın dışında kaldığını vurgulama amacına yöneliktirler.
278 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Ancak bu ayetler, şefaatin ancak günahlara karşılık rehin alınma, cezalandırılma ve ateş zindanına atılma cezasından kurtulma hususunda yararlı olacağını vurgulamaktadırlar. Ama bunlardan önceki kıya-met gününün dehşet verici ortamı ve akıllara durgunluk veren gelişmeler için şefaatin bir yarar sağlayacağına dair bir delil yoktur. Hatta ayet-i kerimelerin, şefaatin sırf ateşte rehin kalmaktan kurtulma açısından fayda sağlayacağı şeklinde bir sınırlandırmayı ifade ettiği de söylenebilir.
Ayrıca bu ayet-i kerimelerden, işaret edilen diyaloğun, cennet ehlinin cennete ve ateş ehlinin de cehenneme yerleştirilmelerinden ve şefaatin birtakım suçluları kapsamına alıp cehennemden kurtarmasından sonra gerçekleşmiş olmasını istifade edebiliriz. Çünkü "cennetler içinde" ifadesi, oraya yerleştirilmiş olduklarını gösterir. "Sizi ateşe sürükleyen nedir?" ifadesi de bunu gösterir. Çünkü sürükleme de, bir tür sokmadır, ama her sokma değildir. Toplama, bir araya getirme ve düzene koyma anlamı vardır bunda. Bu da yerleşmeyi gösterir. "Onlara fayda vermez." ifadesi de öyle. Çünkü ayetin orijinalinde kullanılan ve olumsuzluğu ifade eden "ma" edatı, şimdiki zamana yönelik bir olumsuzluğa delâlet eder. Bu mesele üzerinde iyice düşünmelisin.
Berzah âlemi, Peygamber efendimiz (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamlarının ölüm ve kabir sorgusu sırasında hazır bulunup, zorluklar karşısında kişiye yardımcı olmaları meselesine gelince; "Andolsun, kitap ehlinden hiç kimse yoktur ki, ölümünden önce ona inanacak olmasın." (Nisâ, 159) ayetini incelerken de değineceğimiz gibi, bunun Allah katındaki şefaatle bir ilgisi yoktur. Bunlar yüce Allah'ın izniyle onlara bahşedilmiş bulunan tasarruf ve yetkilerdir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "A'râf üzerinde hepsini yüzlerindeki işaretleriyle tanıyan erkekler vardır. Cennet halkına "Selâm üzerinize olsun." diye seslenirler. Bunlar henüz oraya girmemişlerdir, fakat girmeyi çok istemektedirler... A'râf ehli, yüzlerindeki işaretleriyle tanıdıkları bir takım adamlara seslenerek derler ki: "Ne topluluğunuz, ne de büyüklük taslamanız, size hiçbir yarar sağlamadı. Allah onları hiçbir rahmete erdirmeyecek, diye yemin
Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 279
ettiğiniz kimseler bunlar mıydı? Girin cennete, artık size ne korku vardır, ne de siz üzüleceksiniz." (A'râf, 46-49) Şu ayet-i kerime de bir bakıma aynı anlamı vurgulamaktadır: "Her milletin imamını çağırdığımız gün kimlerin kitabı sağından verilirse..." (İsrâ, 71) Buna göre imamın davet hareketinde ve kitabın verilmesinde aracılık yapması, bahşedilmiş bir yetkidir. Artık bu meseleyi iyice düşünmen gerekir.
Sonuç olarak ortaya şu çıkıyor: Şefaat, kıyamet günündeki en son durakta gerçekleşiyor. Bu sayedeki bağışlanma sonucu bazı kimseler ateşe girmekten alıkonulurlar. Ya da ateşe girenlerin bir kısmı oradan çıkarılırlar. Hiç kuşkusuz bütün bunlar rahmetin geniş kapsamlılığı veya kullara yönelik ilâhî lütfun zuhuru sayesinde gerçekleşirler.
ŞEFAATİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Şeyh Saduk'un el-Emâlî adlı eserinde Hüseyin b. Halid'in, İmam Rıza'dan (a.s), onun da atalarından, onların da Emir-ül Müminin'den şu sözleri aktardıkları rivayet edilir: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Benim havzıma inanmayanı, Allah havzımın başına getirmeyecektir. Benim şefaatime inanmayanı Allah şefaatimin kapsamına almayacaktır." (Sonra şöyle buyurdu:) "Benim şefaatim, ancak ümmetimden büyük günahlar işleyen kimseler içindir. Muhsin kimselere gelince, onların aleyhine kullanılacak bir yol yoktur." Hüseyin b. Halid diyor ki: İmam Rıza'ya şunu sordum: "Ey Resulullah'ın oğlu, yüce Allah'ın; 'Ancak Allah'ın razı olduğu kimselere şefaat ederler.' sözü ne anlama gelir?" Dedi ki: "[Bu] Ancak Allah'ın, dininden hoşnut olduğu kimseye şefaat ederler [anlamındadır]." [s.16, h: 4, Oturum:2]
Ben derim ki: "Benim şefaatim, ancak..." sözüne gelince, bu anlamı pekiştirici birçok hadis, hem Şia ve hem de Ehlisünnet kanallarınca aktarılmıştır. Yukarıdaki ayetlerden de bunu pekiştiren sonuçlar çıkarıldı.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de yer alan bir hadiste, Semaa b. Mehran, İmam Musa Kâzım'ın (a.s) "Belki böylece Rabbin seni övülmüş bir makama ulaştırır." (İsrâ, 79) ifadesiyle ilgili olarak şöyle dediğini rivayet eder: "Kıyamet günü insanlar kırk yıl kadar bir süre kalırlar.
280 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Güneşe emredilir, insanların tepesine dikilir. Bu yüzden kanter içinde kalırlar. Yeryüzüne emredilir, onların tanıdığı hiçbir şeyi kabul etmez. İnsanlar Âdem peygamberin yanına gidip kendilerine şefaat etmesini isterler. O, Hz. Nuh'u gösterir onlara. Hz. Nuh da Hz. İbrahim'i gösterir. Hz. İbrahim de onları Hz. Musa'ya gönderir. Hz. Musa da Hz. İsa'ya gitmelerini söyler. Hz. İsa ise onlara şöyle der: Beşeriyetin son peygamberi olan Muhammed'e gidin." "Hz. Muhammed (s.a.a) der ki: 'Sizin için şefaat edeceğim.' Sonra gidip cennetin kapısını çalar. 'Kim o?' diye seslenilir. Allah onun kim olduğunu bildiği hâlde o: 'Muhammed' diye cevap verir. 'Ona kapıyı açın.' diye seslenilir. Kapı açılınca Rabbi ile karşılaşır, hemen secdeye kapanır. Kendisine; 'Konuş, iste, istediğin verilsin; şefaat et, şefaatin kabul edilsin.' diye seslenilinceye kadar başını secdeden kaldırmaz. Başını kaldırınca, Rabbi ile karşılaşır; tekrar secdeye kapanır, az önceki gibi kendisine seslenilir, o da başını secdeden kaldırıp ateşte yanan kimseler için şefaatte bulunur. O gün gelmiş geçmiş tüm ümmetlere mensup tüm fertler, kıyamet günü kendisine şefaat etmesi için Hz. Muhammed'e (s.a.a) başvurur. İşte yüce Allah'ın, 'Belki böylece Rabbin seni övülmüş bir makama ulaştırır.' sözünden maksat budur." [c.1, s.315, h: 151]
Ben derim ki: Bu anlamı içeren ifadeler yaygın biçimde, bazen özet, bazen de ayrıntılı biçimde değişik kanallardan hem Şia, hem Ehlisünnet kaynaklarında rivayet edilmiştir. Bu ifadelerde, ayet-i kerimede işaret edilen "övülmüş makam"ın şefaat makamı olduğu vurgulanmıştır. Burada Peygamberimizin dışındaki peygamberlerin ve başkalarının şefaat edebilmeleri açısından bir olumsuzluk söz konusu değildir. Çünkü diğer peygamberlerin ve başkalarının şefaatleri Peygamberimizin şefaatinin bir ayrıntısı olabilir. Dolayısıyla da şefaat olayı Peygamberimizin eliyle başlar.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de, İmam Bâkır veya İmam Sadık'tan (a.s) birinin, "Belki böylece Rabbin seni, övülmüş bir makama ulaştırır." ifa-desi ile ilgili olarak, "Bu makam şefaattir" dediği rivayet edilir. [c.1, s.315, h: 151]
Yine Tefsir'ul-Ayyâşî'de, Ubeyd b. Zürâre'nin şöyle dediği rivayet edilir: "İmam Sadık'a (a.s), 'Mümin için şefaat var mı?' diye soruldu. 'Evet.' dedi. Bunun üzerine topluluk içinden bir adam ona,; 'O gün mümin kimsenin Hz. Muhammed'in şefaatine ihtiyacı var
Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 281
mıdır?' diye sordu. 'Evet.' dedi. 'Müminlerin de birtakım hataları ve günahları olur. O gün Hz. Muhammed'in şefaatine muhtaç olmayan hiç kimse yoktur.' Sonra bir adam Resulullah'ın, 'Ben Âdemoğullarının efendisiyim, ama kibirlenecek bir durum yoktur.' şeklindeki sözlerinin ne anlam ifade ettiğini sordu. 'Evet. Resulullah cennetin kapısının halkasını tutarak açar, ardından secdeye kapanır. Yüce Allah ona, 'Kaldır başını, şefaat et, şefaatin kabul edilsin; iste, istediğin verilsin.' der. Bunun üzerine Peygamberimiz başını kaldırır, şefaat eder, şefaati kabul edilir; istekte bulunur, istediği şey kendisine verilir.' dedi." [c.1, s.314, h: 148]
el-Furat tefsirinde, Muhammed b. Kasım b. Ubeyd'den, zincirleme olarak Bişr b. Şureyh el-Basri'den şöyle rivayet edilir: "Muhammed Bâkır'a (a.s) dedim ki: 'Allah'ın kitabında yer alan hangi ayet daha çok ümit vericidir?' 'Senin kavmin bu konuda ne düşünüyor?' dedi. Dedim ki: 'Benim kavmime göre, Kur'ân-ı Kerim'deki en çok ümit verici olan ayet şudur: 'Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin.' (Zümer, 53) Bunun üzerine, 'Ama biz Ehlibeyt böyle demiyoruz.' dedi. 'Peki size göre en çok ümit verici olan ayet hangisidir?' diye sordum. Dedi ki: Bize göre en çok ümit verici olan ayet şudur: 'Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın.' (Zuhâ, 5) Bu şefaattir. Vallahi bu şefaattir. Vallahi bu şefaattir." [s.215]
Ben derim ki: "Belki böylece Rabbin seni övülmüş bir makama ulaştırır" sözü ile şefaatin kastedilmiş olduğunu ifade eden çok sayıdaki hadislerden başka ayetin ifade tarzından da bunu anlamak mümkündür. Çünkü "ulaştırır" ifadesi geleceğe dönüktür ve bu makamın Peygamberimize kıyamet günü verileceğine işaret etmektedir. "Övülmüş" ifadesi de mutlaktır, hiçbir kaydı yoktur. Herhangi bir sınırlandırma getirilmeyen bu övgü, bunun öncekiler ve sonrakilerle beraber tüm insanlık tarafından dile getirileceğini göstermektedir. Övgü, isteğe bağlı olarak gerçekleştirilen güzel bir şeyin yüceliğini ifade etmektir. Bu da herkesin yararlanacağı, istifade edeceği ve övgüyle anacağı bir fiilin Peygamberimiz (s.a.a) tarafından gerçekleştirileceğini gösterir. Bu yüzden İmam (a.s) Ubeyd b. Zürâre'nin aktardığı rivayette şöyle diyor: "O gün Hz. Muhammed'in (s.a.a) şefaatine muhtaç olmayan hiç kimse yoktur..." Bu anlamı, ileride daha güzel bir açıdan da ele alıp açıklayacağız.
282 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
"Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin." ayeti yerine, "Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın." ayetinin Allah'ın kitabındaki en çok ümit verici ayet olması meselesine gelince; Allah'ın rahmetinden ümit kesmenin yasaklanmasına Kur'ân'da sıkça rastlanmasına rağmen, bu ifade bir keresinde Hz. İbrahim'in (a.s) dilinden hikaye ediliyor: "Sapık bir kavimden başka kim Rabbinin rahmetinden ümit keser?" (Hicr, 56) Bir keresinde de Hz. Yakûb'un dilinden aktarılıyor: "Kâfir kavimden başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez." (Yûsuf, 87) Konunun da tanıklığıyla bu iki ayet, varoluşla ilgili tekvinî rahmetten ümit kesmeye işaret etmektedir. "De ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. O, çok bağışlayandır, çok merhametlidir. Rabbinize dönünüz..." (Zümer, 53-54) ayetlerinde, "Nefislerine karşı aşırı giden" ifadesinden anlaşıldığı kadarıyla burada teşriî rahmetten ümit kesme yasaklanmış olmakla birlikte bu ümit kesmenin günah nedeniyle olduğu da anlaşılıyor. Yüce Allah da istisnasız tüm günahlar için bağışlamayı genelleştirmiş olmakla beraber bunun devamında hemen tövbe, İslâm ve salih amel emrini vermektedir. Bu da gösteriyor ki, nefsine karşı aşın giden kul, tövbe, İslâm ve salih ameli seçme imkânı olduğu sürece Allah'ın rahmetinden ümidini kesmemelidir. Kısacası, söz konusu rahmet şartlı rahmettir. Yüce Allah kullarına O'na yönelmeyi emretmiştir. Şartlı bir rahmeti umma, yüce Allah'ın âlemler için rahmet olarak gönderdiği Peygamberine bahşettiği genel bir rahmeti ve sınırsız bir bağışı ve hoşnutluğu umma gibi değildir. Bu vaat ile yüce Allah elçisinin gönlünü hoş tutuyor, ona moral veriyor: "Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın." Bunu şöylece açıklamak mümkündür: Ayet-i kerime minnet ve bağışı vurgulama amacına yöneliktir. Ayrıca burada Peygamber efendimize özgü bir vaade yer verilmektedir ki, yüce Allah yarattığı canlılar arasında hiç kimseye böyle bir vaatte bulunmamıştır. Peygamberimize yönelik bu bağışını da hiçbir şeyle sınırlandırmamıştır. Dolayısıyla bu, sınırsız bir bağıştır.
Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 283
Yüce Allah buna benzer bir lütfu, cennetteki bazı kullarına da bahşetmiştir: "Onlar için Rableri katında diledikleri her şey vardır." (Şûrâ, 22) "Orada onlar için diledikleri her şey vardır. Bizim katımızda ise, bundan fazlası vardır." (Kaf, 35) Burada, onlara dilediklerinin de ötesinde nimetler bahşedildiği ifade edilmektedir. Dileyiş ise, insanın aklına gelebilecek her türlü mutluluk ve iyilikle ilgilidir. Ama, öte yandan insanın aklına gelmeyecek nimet ve bağışlar da vardır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hiçbir nefis kendileri için gizlenen göz aydınlatıcı şeyleri bilemez." (Secde, 17) Yüce Allah'ın iman edip salih ameller işleyen kullarına bahşettiği nimetlerin miktarı bu olduğuna göre, yüce Allah'ın minnet ve bağış anlamında Peygamberine bahşettiği nimetler ne kadar geniş kapsamlı ve görkemli olacağını anlamış olmalısın.
Yüce Allah'ın bağışının niteliği budur. Peygamber efendimizin (s.a.a) hoşnut kalışına gelince; bu hoşnutluk, yüce Allah'ın, emri doğrultusunda bahşettiği nimete razı olmak değildir. Çünkü yüce Allah her şeyin sahibidir ve zenginliği sınırsızdır. Kul ise, zorunlu olarak yoksulluk ve muhtaçlık pozisyonundadır. Bu yüzden, Rabbinin bahşettiği az veya çok nimete razı olmalıdır. Rabbinin kendisi ile ilgili olarak verdiği karara rıza göstermelidir, bu karar ister onu sevindirsin, ister üzülmesine neden olsun, fark etmez. Ne var ki bu rıza, bağışın karşısına konulduğu zaman başka bir anlam ifade eder. Bu rıza yoksulu, yokluğundan şikayetçi olduğu şeyi vererek, aç insanı doyurarak hoşnut kılmaya benzer. Dolayısıyla bu, sınırsız bir bağışla hoşnut etmedir.
Bunun benzerini yüce Allah kimi kullarına da vaat etmiştir: "İman edip salih ameller işleyenler, yaratılmışların en iyileridirler. Onların Rableri katındaki ödülleri; altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. Orada ebediyen kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da O'ndan razı olmuşlardır. Bu, Rabbinden korkanlar içindir." (Beyyine, 8) Hiç kuşkusuz bu bağış da minnet ve özgü kılma niteliklidir. Onun için müminlere bahşedilen nimetlerden daha geniş boyutlu ve daha üstün olmalıdır.
Nitekim yüce Allah, Peygamberini tanımlarken şöyle buyuruyor: "Müminlere karşı şefkatli ve merhametlidir." (Tevbe, 128) Burada yüce Allah Peygamberimizin müminlere karşı acıma duygu-
284 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
suyla dolu ve şefkatli olduğunu vurguluyor. Peki, bazı müminler korkunç alevli ateşin içinde yanarlarken, Allah'ın rabliğini kabul ettikleri, Allah'ın elçisine ve peygamberlik misyonuna inandıkları, Peygamberin getirdiği ilâhî mesajı onayladıkları hâlde cehaletlerine yenik düştükleri, şeytânın oyununa geldikleri, bu yüzden inatçılık ve büyüklenmeye kapılmaksızın birtakım günahlar işledikleri için ateşin katmanlarında zindan hayatı yaşarlarken Peygamber efendimiz hoşnut olabilir mi? Gönlü hoş olabilir mi? Cennet nimetlerinin zevkini çıkarabilir mi? Cennet bahçeleri içinde mutluluktan coşabilir mi?
Herhangi birimiz ömrünün geçen kısmına dönüp baktığında, yarım kalmış olgunlukları, tamamlanmamış iyilikleri gördükçe büyük bir öfkeye kapılıp gücü dahilinde olan bu hususları yerine getiremediği için kendini kınar. Ama gençliğin cehaletine, tecrübe yetersizliğine bakınca, büyük bir ihtimalle öfke ateşi söner, kınayıcı tutumunu terk eder. Yüce Allah'ın öz yaratılışına yerleştirdiği sınırlı ve eksik acıma duygusu depreşiverir.
Ya sen, sırf insanın cehaletinden ve zayıf karakterinden kaynaklanan bir hareket karşısında âlemlerin Rabbinin rahmetini ne sanıyorsun? Müminlere karşı acıma duygusuyla dopdolu olan şefkatli ve merhametli Peygamberin cömert karakterini nasıl değerlendiriyorsun? Merhametlilerin en merhametlisi Ulu Allah kullarına acımaz mı? Üstelik günahkâr insan, kıyamet gününün o dehşet verici ortamını, günahının dayanılmaz ıstırabını sonuna kadar hissetmiştir.
Tefsir'ul-Kummî'de, "İzin verdiklerinin dışında, O'nun katında şefaat fayda vermez." ayeti ile ilgili olarak Ebu Abbâs el- Mükebbir'in şöyle dediği rivayet edilir: "İmam Zeynelabidin'in (a.s) karısının Ebu Eymen adında azatlı kölesi bir gün İmam Muhammed Bâkır'a (a.s) gelip şöyle dedi: 'Ey Ebu Cafer, insanları kandırıyorsunuz ve Muhammed'in şefaati, Muhammed'in şefaati deyip duruyorsunuz.' İmam Muhammed Bâkır (a.s) bu sözlere çok öfkelendi ve yüzünün rengi değişti, ardından şöyle dedi: Yazıklar olsun sana ey Ebu Eymen! Karımın ve avret yerini iffetli tutman seni aldattı mı? Hiç kuşkusuz kıyametin dehşetini gördüğün anda Muhammed'in şefaatine muhtaç olacaksın. Yazıklar olsun sana, Mu-
Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 285
hammed, ateşi hakkedenden başkasına mı şefaat edecek? Önceki ve sonraki ümmetlerden, kıyamet günü Muhammed'in şefaatine muhtaç olmayan hiç kimse yoktur." "Ardından İmam Bâkır (a.s) devamla şöyle dedi: Resulullah ümmeti için şefaat edecek, biz de Şiilerimiz için şefaat edeceğiz. Şiilerimiz de ailelerine şefaat edeceklerdir." Sonra dedi ki: "Hiç kuşkusuz bir mümin Rebia ve Mudar oğulları sayısında insana şefaat eder. Mümin hizmetçisi için şefaat eder ve der ki: Ya Rabbi, bu, bana hizmetinin hakkıdır, beni sıcaktan ve soğuktan koruyordu." [c.2, s.202]
Ben derim ki: "Önceki ve sonraki ümmetlerden, kıyamet günü Muhammed'in şefaatine muhtaç olmayan hiç kimse yoktur." ifadesi gösteriyor ki, bu şefaat genel niteliklidir ve "Yazıklar olsun sana. Muhammed, ateşi hakkedenden başkasına mı şefaat edecektir?" ifadesinde vurgulanan şefaatten ayrıdır. Buna benzer bir anlam da Ayyâşî'nin Ubeyd b. Zürâre'den, onun da İmam Sadık'- tan (a.s) aktardığı rivayette ifade edilmişti.
Bu anlamı pekiştiren, Şia ve Sünnî kanallardan aktarılan birçok rivayet vardır. Buna kanıt oluşturan da yüce Allah'ın şu sözü de delâlet eder: "Ondan başka yalvardıkları şeyler, şefaate sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadır." (Zuhruf, 86) Bu ayet gösteriyor ki, şefaatin özünde şahitlik yatmaktadır. Şu hâlde şahitler, şefaat yetkisine sahip şefaatçilerdir. İnşallah, "Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şahit olasınız, Peygamber de size şahit olsun." (Bakara, 143) ayetini ele alırken bu meseleyi daha detaylı biçimde açıklayacağız. Buna göre, peygamberler insanlar üzerinde şahittirler, Hz. Muhammed de peygamberlerin üzerinde şahittir; şahitlerin şahidi, dolayısıyla da şefaatçilerin şefaatçisidir. Eğer şahitlerin şahitliği olmasaydı, kıyametin bir dayanağı olmazdı.
Tefsir'ul-Kummî'de, "İzin verdiklerinin dışında, O'nun katında şefaat fayda vermez." ifadesiyle ilgili olarak şöyle bir açıklama yer almaktadır: "Allah izin vermedikçe, hiçbir nebi ve resul şefaat edemez. Ama Resulullah (s.a.a) bu genellemenin dışındadır. Çünkü yüce Allah, kıyamet gününden önce ona şefaat iznini ve yetkisini vermiştir. Şefaat etmek öncelikle onun ve soyundan gelen
286 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
imamların hakkıdır, bundan sonra da peygamberlerin hakkıdır." [c.2, s.201]
el-Hisal adlı eserde Hz. Ali'nin (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: Resulullah (s.a.a) dedi ki: "Üç grup, Allah katında şefaat ederler ve şefaatleri de kabul edilir: Peygamberler, sonra âlimler ve daha sonra da şehitler." [c.2, s.201]
Ben derim ki: Büyük bir ihtimalle bu hadisin orijinalinde geçen "şüheda" kelimesinden maksat, savaş alanında öldürülen kimselerdir. Ehlibeyt İmamlarının dilinde bu kelime daha çok bu anlamda kullanılmaktadır. Yani burada, Kur'ânî bir kavram olan "amellerin tanıkları" kastedilmemiştir.
el-Hisal adlı eserde, "dört yüz hadisi"nde şöyle deniyor: İmam (a.s) dedi ki: "Biz şefaat ederiz, bizi sevenler de şefaat ederler." [s.624]
Ben derim ki: Kadınların efendisi Hz. Fatıma'nın (a.s), İmamların dışında Fatıma'nın soyundan gelen kimselerin, müminlerin ve hatta müminlerin düşük çocuklarının bile şefaat edeceğine ilişkin birçok hadis rivayet edilmiştir. Meşhur bir hadiste Peygamber efendimiz (s.a.a) şöyle buyuruyor: "Evleniniz, çoğalınız; çünkü ben kıyamet günü diğer ümmetlere karşı, düşükleriniz dahil, sizinle övüneceğim. Düşük çocuk, kıyamet günü cennetin kapısına dayanır. Ona; 'içeri gir' denir, ama o; 'Annem-babam girmedikçe girmem' der..."
Yine el-Hisal adlı eserde belirtildiğine göre İmam Sadık, babasından, dedesinden ve nihayet Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet eder: "Cennetin sekiz kapısı vardır. Bir kapıdan peygamberler ve sıddîkler girerler. Bir kapıdan şehitler ve salihler girerler. Beş kapıdan da bizim taraftarlarımız (Şia) ve sevenlerimiz girerler. Ben de o sırada yol üzerinde durur şöyle dua ederim: 'Rabbim, benim Şia'ma, sevenlerime, yardımcılarıma ve dünya yurdunda bana dost olanlara esenlik ver.' O sırada Arş'tan şöyle bir ses gelir: 'Duan kabul edildi. Şia'n için şefaat edebilirsin.' Şia'ma, dostlarıma, yardım edenlerime ve sözlü ve fiili olarak düşmanlarıma savaş açanlara mensup her bir kişi, komşularından ve akrabalarından yetmiş bin kişi için şefaat eder. Bir kapıdan da, Allah'tan başka bir ilâh olmadığına tanıklık eden ve kalbinde, biz Ehli-beyt'e karşı en
Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 287
ufak bir kin kırıntısı bulunmayan diğer Müslümanlar girerler." [s.407]
el-Kâfi adlı eserde belirtildiğine göre, Hafs el-Müezzin İmam Sadık'ın (a.s) ashabına gönderdiği mektupta şöyle dediğini rivayet eder: "Biliniz ki, Allah'ın yarattıklarından hiç kimse, ne seçkin bir melek, ne gönderilmiş bir peygamber ve ne de başka birisi, Allah- 'a karşı size bir yarar sağlayamaz. Kim, Allah katında şefaatçilerin şefaatinden yararlanma mutluluğuna ermek isterse, Allah'tan kendisinden razı olmasını dilesin." [Ravzat'ul-Kâfi, c.8, s.10]
el-Furat tefsirinde, İmam Sadık'a (a.s) dayandırılan bir rivayete göre, Cabir İmam Bâkır'a (a.s) şöyle demiştir: "Sana feda olayım, ey Resulullah'ın oğlu! Bana büyük annen Fatıma hakkında bir hadis aktar." Bunun üzerine, Hz. Fatıma'nın kıyamet günü şefaat edeceğine ilişkin bir hadis anlattı ve şöyle ekledi: "Allah'a andolsun ki, Allah'ın dininden kuşku duyandan veya kâfirden ya da münafıktan başka hiç kimse ateşte kalmaz. Bunlar ateşin katmanlarına sürüklendikleri zaman, yüce Allah'ın da vurguladığı gibi, 'Bizim için ne şefaatçiler ve ne de sıcak bir dost vardır. Eğer bir kez daha dünyaya dönseydik, hiç kuşkusuz müminlerden olurduk.' diye seslenirler." İmam Bâkır (a.s) dedi ki: "Ne mümkün! İstekleri geri çevrilir. Şayet tekrar dünyaya gönderilseler, yine de kendilerine yasaklanan şeyleri yaparlardı, on-lar yalancılardır." [s.113-114]
Ben derim ki: İmamın (a.s) "Bizim için şefaatçiler yoktur." sözünü ele alması gösteriyor ki; İmam, ayetlerin şefaatin gerçekleşeceğini kanıtladığına işaret etmek istemiştir. Şefaati inkâr edenler de bu ayeti şefaatin gerçekleşmeyeceğine yönelik bir kanıt olarak değerlendirmek istemişlerdir. Biz de daha önce, "şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez." ifadesinin şefaatin varlığına kanıt oluşturduğunu ana hatlarıyla ortaya koymuştuk. Eğer ifadeden maksat sırf şefaatin gerçekleşmeyeceğini vurgulamak olsaydı, o zaman ifadenin şu şekilde olması gerekirdi: "Bizim için ne bir şefaat eden ve ne de sıcak bir dost vardır." Çünkü olumsuzluk pozisyonunda çoğul bir ifade kullanmak, şefaatin bir cemaat tarafından gerçekleştirildiğini, ama onlar hakkında bir yarar sağlamadığını gösterir.
Bunun yanı sıra, "Eğer bir kez daha dünyaya dönseydik, hiç
288 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
kuşkusuz müminlerden olurduk." ifadesi, "Bizim için ne şefaatçiler ve ne de sıcak bir dost vardır." ifadesinden sonra yer alıyor ve bu sözler, yaşanan realiteden duyulan hasreti ifade ediyorlar. Bilindiği gibi, hasret çekmek, kaybolan bir şeyden dolayı gündeme gelir ve bu hasreti ifade eden sözler, hasreti duyulan şeyi de ifade ederler. Buna göre, "Eğer bir kez daha dünyaya dönseydik..." sözünün anlamı şudur: Keşke dünyaya dönüp müminlerden olsaydık da şu müminler gibi biz de şefaatçilerin şefaatinin kapsamına girseydik. Şu hâlde, bu ayet de tıpkı diğer ayetler gibi şefaatin gerçekleşeceğini kanıtlamaktadır.
et-Tevhit adlı eserde, İmam Musa Kâzım'ın, babasından, o da atalarından aktararak Peygamber efendimizin şöyle dediği rivayet edilir: "Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenler içindir. Muhsinlere gelince, onlar aleyhine kullanılacak bir yol yoktur:' İmam Kâzım'a denildi ki: "Ey Resulullah'ın oğlu! Büyük günah işleyenler için şefaat olur mu? Yüce Allah 'Ancak Allah'ın razı olduğu kimse için şefaat ederler.' demiyor mu? Büyük günah işleyenler Allah'ın razı olduğu kimseler olabilirler mi?" Bunun üzerine İmam (a.s) şöyle dedi: "Hiçbir mümin yoktur ki, bir günah işlediği zaman üzülmesin ve pişmanlık duymasın. Peygamberimiz (s.a.a) buyuruyor ki: 'Tövbe için pişmanlık yeterlidir.' Ve yine buyuruyor ki: 'Kim iyi bir işten dolayı sevinir, kötü bir işten dolayı üzülürse, o, mümindir.' Buna göre, işlediği bir günahtan dolayı pişmanlık duymayan kişi mümin değildir, onun için şefaat gerekmez ve o, zalimdir. Yüce Allah böyle biri ile ilgili olarak; 'Zalimlerin yakın bir dostu ve sözü yerine getirilen bir şefaatçisi yoktur.' buyuruyor." Bunun üzerine denildi ki: "Ey Resulullah'ın oğlu! İşlediği günahtan dolayı pişmanlık duymayan kişi nasıl mümin olmaz?" Buna karşılık olarak şöyle dedi: "Büyük bir günah işleyip de bundan dolayı cezaya çarptırılacağını bilen hiç kimse yoktur ki, işlediği günahtan dolayı pişmanlık duymasın. Ne zaman pişmanlık duyarsa, tövbe etmiş [Allah'a dönmüş] olur ve şefaati hakkeder. Ama pişmanlık duymazsa, günahta ısrar ediyor sayılır." "Günahta ısrar edeninse, bağışlanması söz konusu değildir. Çünkü o, işlediği suçtan dolayı cezalandırılacağına inanmıyordur.
Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 289
Eğer cezalandırılacağına inansaydı pişmanlık duyardı. Nitekim Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyuruyor: 'İstiğfar edildikten sonra büyük günahtan söz edilmez. İsrar edilince de küçük günahtan söz edilmez." "Yüce Allah'ın, 'Ancak Allah'ın razı olduğu kimseler için şefaat ederler.' sözüne gelince; bu demektir ki, ancak Allah'ın dininden razı olduğu kimseler için şefaat ederler. Din ise, iyiliklerin ve kötülüklerin belli bir günde karşılıklarını göreceklerine inanmaktır. Buna göre, dininden razı olunan kişi, kıyamet günü cezalandırılacağını bildiği için işlediği günahlardan dolayı pişmanlık duyar." [s.407, h: 6, bab:43]
Ben derim ki: İmamın "o zalimdir." sözü, kıyamet günü zalim olanlar tanımlamakta, aynı zamanda Kur'ân-ı Kerim'in tanımlamasına da işaret etmektedir: "Aralarında bir seslenici, 'Allah'ın lâneti zalim-lerin üzerine olsun!' diye seslenir. Onlar ki, Allah'ın yolundan menedip, onu eğriltmek isterler, ahireti de inkâr ederlerdi." (A'râf, 44-45) Buna göre zalim, amellerin karşılık göreceği güne inanmayan, Allah'ın emirlerine uymamaktan dolayı üzülmeyen, Allah'ın koyduğu haramları çiğnemekten dolayı içinde bir ıstırap duymayan kimsedir. Bunun sebebi ise, ya tüm hak nitelikli mesajlara ve dini öğretilere inanmaması ya da hak içerikli mesajları küçümsemesi ve amellerin karşılık göreceği gerçeğine gereken özeni göstermemesi, din ve ceza günü ile alay etmesidir. İmamın, "tövbe etmiş olur ve şefaati hakkeder." sözünün anlamı şudur: Yani, razı olunmuş bir dinin sahibi olarak Allah'a döner ve böylece şefaati hakkeder. Yoksa, ıstılah anlamıyla "tövbe" başlı başına bir şefaatçidir, bir kurtarıcıdır.
İmamın, "Nitekim Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: İstiğfar ile birlikte büyük günahtan söz edilmez..." şeklindeki değerlendirmesi, gösteriyor ki, İmam meseleye ısrar açısından yaklaşmıştır. Israr ise, günahtan kaçınmamak ve günah işlemekten dolayı pişmanlık duymamaktır. Bu durumda günah asıl niteliğinden soyutlanıp başka bir niteliğe bürünür. Yani günah, günahlıktan çıkıp ahireti yalanlamaya, Allah'ın ayetlerine karşı haksızlık etmeye dönüşür; dolayısıyla bağışlamanın kapsamına girmez. Çünkü günah, ya tövbe aracılığı ile ya da hoşnut kalınmış bir dine dayalı olarak gerçekleşen şefaat aracılığı ile bağışlanmanın kap-
290 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
samına girer. Burada ise, ne tövbe ve ne de hoşnut kalınmış bir din söz konusudur.
Buna benzer bir rivayet de el-İlel'de Ebu İshak el-Leysî kanalıyla aktarılmıştır: "İmam Muhammed Bâkır'a (a.s) dedim ki: 'Ey Resulullah'ın oğlu! Bana haber ver: Acaba bilgi ve kemalin son noktasına ulaşmış basiretli bir mümin zina eder mi?' 'Kesinlikle hayır.' dedi. 'Homoseksüel ilişkide bulunur mu?' dedim. 'Kesinlikle hayır.' dedi. 'Hırsızlık yapar mı?' dedim. 'Hayır.' dedi. 'Peki şarap içer mi?' diye sordum. 'Hayır.' dedi. 'Sözünü ettiğimiz bu büyük günahlardan veya hayâsızlıklardan birini işler mi?' dedim. 'Hayır.' dedi. 'Peki bir günah işler mi?' dedim. 'Evet, o mümindir, günahkar Müslümandır.' dedi. 'Müslüman ne demektir?' dedim. 'Müslüman, günahı alışkanlık hâline getirmez ve günahta ısrar etmez.' dedi..." [İlel'üş-Şerayi, s.489]
el-Hisal adlı eserde, çeşitli kanallardan İmam Rıza'nın, atalarından şu hadisi rivayet ettiği belirtilir: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Kıyamet günü yüce Allah mümin kuluna tecelli eder. İşlediği günahları birer bire ona bildirir, sonra onu bağışlar. Yüce Allah hiçbir seçkin meleği ve hiçbir gönderilmiş peygamberi onun durumundan haberdar kılmaz. Kimsenin onun durumunu öğrenmemesini sağlayacak şekilde onu örter. Sonra onun işlediği kötülüklere, iyiliğe dönüşün, der."
Sahih-i Müslim'de merfu olarak Ebuzer'e dayandırılan bir hadiste Peygamberimizin (s.a.a) şöyle dediği rivayet edilir: "Kıyamet günü bir adam getirilir ve şöyle denir: 'Küçük günahlarını ona sunun, büyük günahlarını da ondan uzaklaştırın.' Sonra şöyle denir: 'Falan gün şu şu günahları işledin.' O da hepsini kabul eder, ama büyük günahlarından korkar. Bunun üzerine şöyle denir: 'İşlediği her kötülük yerine bir iyilik verin.' O der ki: Benim bazı günahlarım vardı, onları burada göremiyorum." Ebuzer der ki: "Bunu söylerken Resulullah'ın azı dişleri görülecek şekilde güldüğünü gördüm."
el-Emalî'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Kıyamet günü yüce Allah rahmetini yayar, o kadar ki, İblis bile rahmete nail olma ümidine kapılır." [s.171, h: 2, Oturum:37]
Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 291
Ben derim ki: Sunduğumuz son üç rivayet mutlaktır. Gerek Ehlibeyt kanalıyla ve gerekse Ehlisünnet kanalıyla Peygamberimizin (s.a.a) kıyamet günü şefaat edeceğini ortaya koyan hadisler tevatür düzeyine ulaşmış bulunuyorlar. Aslında bu hadisler hep birlikte aynı anlama işaret etmektedirler: İman ehli günahkârlar şefaatten yararlanacaklardır. Bu yararlanma ya ateşe girmekten kurtulma ya da girdikten sonra çıkarılma şeklinde gerçekleşecektir. Bundan çıkan sonuca göre, iman ehli günahkârlar sonsuza dek ateşte kalmayacaklardır. Bildiğin gibi, Kur'ân-ı Kerim de bundan fazla bir açıklama getirmiyor.
ŞEFAATLE İLGİLİ BİR FELSEFÎ ARAŞTIRMA
Aklî kanıtlar, gerçi Şeyh İbn-i Sina'nın dediği gibi, sonuç elde etme için gerekli olan öncüllere ulaşmadığı için ahiretle ilgili olarak Kitap ve sünnette yer alan ayrıntıları vermek noktasında yetersizdirler; ama insanın ileride ruhunun bedeninden ayrılmasından sonra, haklarında kanıt ileri sürülen mutluluk ve bedbahtlık yollarında ulaşacağı aklî ve misali mükemmellikleri ortaya koyabilirler. Çünkü her şeyden önce insanın yaptığı her iş, onun için ruhsal bir atmosfer ve mutluluk veya bedbahtlıkla ilgili bir durum meydana getirir. Mutluluk derken, bir insan olarak kendisi için iyi olan şeyleri kastediyoruz. Bedbahtlık derken de, bunun aksini kastediyoruz. Bu durumlar yavaş yavaş tekrarlanmak suretiyle köklü ve karakteristik bir özellik kazanırlar.
Daha sonra bunlardan ruh için mutlu veya bedbaht bir şekil oluşur. Bu da ruhu bekleyen şekil ve biçimlerin temelini oluşturur. Eğer ruhun alacağı biçim mutluluk nitelikli ise, bunun yansıması varoluşsal karakterde olur ve yeni biçimi ile ve bu yeni biçimi kabullenecek madde konumunda olan ruh ile uyum içinde olur. Eğer kişinin ruhunun karakteristik özelliği bedbahtlık ise, yansıması yokluk nitelikli olur. Tahlil sonucu yitirmişliğe ve kötülüğe dönük bir mahiyet sergiler.
Mutlu ruh, insan olması hasebiyle eserlerinden zevk alır. Fiilen mutlu insan olması itibariyle de eserlerinden lezzet alır. Bedbaht ruhun eserleri, fiilleri ruha şekil veren unsurlar olmaları bakımından ruhla uyum içinde olsalar bile, insana insan olması itibariyle
292 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
ıstırap verirler. Bu durum, mutluluk ve bedbahtlık noktasında kâmilleşen ruh-lar için geçerlidir. Kişilik ve salih amel itibariyle mutlu insan ile kişilik ve kötü amel itibariyle bedbaht insanı kastediyorum. Mutluluğu ve bedbahtlığı açısından eksik olan ruha gelince; bu durumda insan, kişilik olarak mutlu, ama amel olarak bedbaht olur. Şöyle ki, insanın kişiliği özünde hak ve değişmez bir inanç sistemine inanma mutluluğuna erişir, ruhunda, seçim yetkisine sahip bulunduğu dünya hayatından edindiği günahlardan ve kötülüklerden kaynaklanan aşağılık ve bedbaht unsurlar bulunursa, bunlar, onun kişiliğiyle uyuşmadığı için sürekli olamazlar. Aklî kanıtlar, zorlamanın sürekli olmayacağını ortaya koymuştur.
Dolayısıyla bu olumsuz unsurlara bulaşmış ruh, bu unsurlardan etkilenmişliği oranında ya berzah âleminde ya da kıyamet günü onlardan arınır. Aynı durum, kimi mutluluk unsurlarına bulaşmış bedbaht ruh için de geçerlidir. Bedbaht ruh açısından bu mutluluk unsurları geçicidirler, hızlı veya yavaş bir süreçte ondan ayrılırlar.
Dünya hayatında mutluluk veya bedbahtlık operasyonunu tamamlamadan zayıf ve eksik bir şekilde bedenden ayrılan ruhların durumu, yüce Allah'ın buyruğuna kalmıştır. Sevap ve azapla cezalandırmaya ilişkin kanıtlar bunu öngörmektedir. Bu, amel ve sonuçlarının kaçınılmazlığından kaynaklanan bir zorunluluktur. Çünkü göreceli ve uyduruk bağların sonunda gerçek ve varoluşsal bağlara dönüşmeleri gerekmektedir. Bu nükteyi ganimet bil. Ayrıca, kesin olarak kanıtlanmıştır ki, varoluş açısından kemale ulaşmak, kemal, eksiklik, şiddet ve zaaf dereceleri oranında farklılık arzetmektedir. Buna, özellikle soyut aydınlıkla ilgili olarak "teşkik" denir. Buna göre, kemal mertebesinin başlangıcına ve sonuna yakınlık ve uzaklık açısından ruhların değişik dereceleri vardır. İlerleme sürecinde veya başladığı noktaya yeniden dönme hareketinde de bu, böyledir. Dolayısıyla bazı ruhlar diğer bazısına oranla daha üstün düzeydedirler. Bu, failî illetlerin ve feyiz araçlarının temel karakteristik özelliğidir. Buna göre, peygamberlerin (selâm üzerlerine olsun) ruhları gibi, tam ve kâmil ruhlar, özellikle de kemal derecesinin en üst düzeyine ulaşanı, zayıf ruhların, kişi-
Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 293
likleriyle uyuşmayan aşağılık ve bedbahtlık niteliklerini gidermede aracılık yaparak etkin rol oynarlar. İşte günahkârlara özgü şefaat budur.
Sosyoloji kurallarına göre, bir toplum ancak, aralarında otoritesi kabul edilmiş bir yasal sistem aracılığı ile hayatını koruyup varlığını sürdürebilir. Bu sistem toplumun durumuna göre biçimlenmeli, fertlerin amel ve işleri üzerinde otoriter bir konumda olmalıdır. Ayrıca bu yasal sistem, mevcut koşulların elverdiği ölçüde toplumu oluşturan fertlerin karakterlerinden ve toplumun doğuştan getirdiği özelliklerinden kaynaklanmalıdır. Toplumu oluşturan katmanların her biri, sistemin kendi durumunu yansıtması ve toplumsal statüsüne uygunluğu oranında sistemin rehberliği altında yaşamını sürdürür. Böylece toplum son derece özenli ve duyarlı hareketle yol alır.
Bütün unsurların kaynaşması ve farklı unsurlarının olumlu etkileşimleri sonucu sosyal adalet gerçekleşir. Bu ise, toplumun maddî kalkınmasının ihtiyaç duyduğu maddî çıkar ve yararların yanı sıra, doğru sözlülük, ahde vefa ve hayırseverlik gibi toplumsal hayatın gerektirdiği manevî mükemmelliklere, güzel ve üstün ahlâka dayanır.
Konulmuş yasa ve hükümlerin itibarî olması nedeniyle de, ceza sistemi ile ilgili olarak başka kanunlar koymak suretiyle önceki kanun ve hükümlerin etkinliğini sağlamak gerekir. Toplumun kimi ihtiraslı fertlerinin diğer fertlerin haklarını çiğnemelerini önlemek için böyle bir girişimde bulunmak bir zorunluluktur. Bu yüzden, hükümet (hangi hükümet şekli olursa olsun) cezaî uygulamaları yürütme gücüne ve etkinliğine sahip olduğu oranda toplumsal gelişim süreci sekteye uğramaz, hedeflediği sonuca doğru yol alan birey, yolundan sapmaz. Hükümet zayıfladığı zaman, topluma kargaşa egemen olur. Toplum gelişim sürecinden sapar.
Dolayısıyla toplumun özüne yerleştirilmesi gereken öğretilerden biri, topluma ceza sisteminin telkini ve bireylere bu sisteme yönelik inancın aşılanmasıdır. Dolayısıyla, aracılık, rüşvet ve top-
294 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
lum açısından ölümcül yıkımlara yol açan türlü dolaplarla, bir şekilde cezadan kurtulmanın, isyan ve muhalefetin sorumluluğundan sıyrılmanın mümkün olduğu şeklindeki bir anlayışın kafalardan silinmesi gerekir.
Bu yüzden, Hıristiyanlık dinindeki, Hz. Mesih'in bütün insanların günahlarına keffaret olmak üzere çarmıha gerildiği şeklindeki inanç sapması, bu dine yönelik en büyük eleştirilerden birine gerekçe oluşturmaktadır. Hıristiyanlar bu inanç sapmasına güvenerek kıyamet günü yargılanmaktan kurtulacaklarına inanmaktadırlar. Bu hâliyle din, insanlık için bir yıkımdır. Medeniyeti geriye götürücü rol oynar. İnsanı vahşîliğe, barbarlığa, kan emiciliğe yöneltir. İnsanı geriletir. Nitekim Hıristiyanlık dinine yönelik eleştirilerden biri de, onun bu özelliğidir. İstatistikler en çok yalan söyleyen, başkalarına karşı adalet ilkesini en fazla çiğneyenlerin, dinlerine bağlı Hıristiyanlar olduğunu gösteriyor.
Bunun nedeni, onların dini inançlarının özünden kaynaklanan söz konusu anlayıştır. Kıyamet günü şefaat sonucu işledikleri cinayetlerden kurtulacaklarına inanmalarıdır. Bu yüzden başkalarına karşı işledikleri suçları, haksızlıkları önemsemezler. Ama başkaları, onlar gibi fıtrat dejenerasyonuna uğramadıkları için, karakterleri ve öz yaratılışlarının duyarlılığıyla insanlığa ve uygarlığa ters düşen şeylerin geriliğine, aykırılığına ve iğrençliğine hükmederler. Hıristiyanların bu sapık anlayışları yüzünden bazı araştırmacılar, Kur'ân'da sözü edilen ve sünnette de tevatür düzeyinde rivayetlerle gerçekleşeceği vurgulanan şefaatle ilgili olarak İslâm'da yer alan nasları yorumlama eğilimini göstermişlerdir.
Ancak İslâm'da onların açıklamaya çalıştıkları gibi bir şefaat anlayışı söz konusu değildir. İslâm'daki şefaat anlayışı, onların iddia ettikleri gibi bir etkinliğe de sahip değildir. Bu yüzden araştırmacılar, dinî bilgileri iyice araştırmalıdırlar, İslâm'ın toplumsal yapıya uyguladığı ilkeleri sağlıklı biçimde incelemelidirler. Sağlıklı bir toplum ve faziletli bir uygarlık için, İslâm'ın öngördüğü ilke ve yasaların uygulanış biçimini etüt etmelidirler. O zaman vaat edilen şefaatin ne olduğunu, İslam'ın getirdiği öğretiler arasında nasıl bir konum ve statüye sahip olduğunu öğrenirler.
Bakara Sûresi / 47-48 ...................................................... 295
Öncelikle şunu bilirler: Kur'ân-ı Kerim'de dile getirilen şefaatin özü şu gerçektir: Müminler kıyamet günü sonsuza dek ateşte kalmazlar. Ancak hoşnut kalınmış bir imana sahip ve hak bir dine mensup olarak Rablerinin huzuruna çıkmaları şarttır. Bu, Kur'ân-ı Kerim'in şartlı olarak sunduğu bir vaattir. Ardından imanın; kalıcılığı açısından günahlar, özellikle büyük günahlar ve özellikle de bu günahların alışkanlık hâline getirilmesi gibi büyük bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunu vurgulamaktadır.
Kısacası mümin sürekli bir yok oluş uçurumunun kenarında bulunmaktadır. Kurtuluş ümidi ile yok oluş korkusu bundan kaynaklanır. Müminin ruhu ümit ve korku arasındaki bir denge çizgisinde yol alır. Kurtuluşu arzulayarak ve yok oluştan korkarak Rabbine kulluk sunar. Tüm hayatı boyunca dengeli bir tutumla orta bir yol izler. Ne büsbütün ümitsizliğe ve ne de yanıltıcı ve tembelleştirici bir güven duygusuna kapılır.
İkincisi: İslâm dini maddî ve manevî nitelikli toplumsal yasalar koymuştur. Bu yasalar fert ve toplumun her türlü hareket ve davranı-şını kuşatıcı niteliktedir. Sonra koyduğu her yasa maddesi için uygun bir sorumluluk ve cezâi yükümlülük öngörmüştür. Diyet, had ve tazir-den tutun toplumsal ayrıcalıklardan yoksun bırakmaya, kınamaya, yermeye ve takbih etmeye kadar birtakım cezalar koymuştur. Sonra bu sistemini ayakta tutmak amacı ile ululemr (emir sahipleri) yönetiminin kurulmasını öngörmüştür. İyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama ilkesine dayalı olarak tam bir otoritenin kurulmasını gerektirmiştir. Son-ra buna, dini davet ruhuyla canlılık kazandırmıştır.
Bu davetin mahiyeti, ahirette gerçekleşecek ceza ile korkutma ve sevapla da müjdelemedir. İslâm, böylece eğitim sistemini dünya ve ahiret hayatına ilişkin ilkelerin bireylere aşılanması esasına dayandırmıştır.
İslâm'ın prensipleriyle yerleştirdiği anlayışı budur. Peygamber efendimiz (s.a.a) bunu getirmiş ve onun dönemi ile, onun dönemini izleyen dönemdeki pratik uygulama bunu doğrulamıştır. Nihayet Emevî saltanatı döneminde yöneticiler bu anlayışla oynamış, zorbalıkları ve hükümlerle oynamaları sonucu bu anlayışı tanınmaz hâle getirmişler. Emevîler bununla da yetinmemiş şeria-
296 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
tın öngördüğü hadleri yürürlükten kaldırıp, dinsel siyaseti geçersiz kılmışlar ve bu sapma çizgisi günümüze kadar sürüp gelmiş. Bunun sonucu olarak da batıda özgürlük bayrakları yükseltilince batı medeniyeti, İslâm âlemine karşı kesin bir üstünlük sağladı. Müslümanlar arasında din namına, sadece bir yemek kabının dibindeki kırıntılar gibi bireysel uygulamalar kaldı.
Müslümanlar arasında yaygınlık kazanan dinsel siyasetin zayıflığı ve geri kalmışlık, Müslümanların üstün niteliklerini ve ayırıcı özelliklerini yitirmelerine, ahlak ve davranış biçimleri alanında kelimenin tam anlamıyla bir çöküş yaşamalarına, şehevî arzuların ve eğlencelerin köreltici dünyasında kaybolmalarına, fuhuş ve kötü alışkanlıklara dalmalarına yol açtı.
Bunun sonucu dinin öngördüğü her yasağı çiğnemeye cüret ettiler, haramları tanımaz oldular. Herhangi bir dine mensup olmayanların bile tiksindiği iğrençlikleri işlediler. Dine karşı çıkan bir insanın bile aklına gelmeyecek bozulmalar bulaştı kimi dini öğretilere. Oysa dinin prensiplerinin tek ve değişmez amacı, insanın dünya ve ahiret mutluluğudur. Hiç kuşkusuz yardım Allah'tandır. Sözü edilen istatistikler de, üzerlerinde güçlü bir otorite, içlerinde güçlü bir koruyucu bulunmayan dindar kesim ile, toplumsal eğitim ve öğretim almış, toplumsal çıkarlarını bilen dinsiz kesim üzerinde gerçekleştirildiği için bilimsel açıdan hiçbir değer ifade etmezler.
Bakara Sûresi / 49-61 ...................................................... 297
|
||
|