Mizan Tefsiri, Cilt:1 |
||
644 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Bakara Sûresi / 172-176 .......................................................
172- Ey inananlar, size verdiğimiz temiz rızklardan yiyin. Yalnızca Allah'a şükredin; eğer sadece O'na kulluk ediyorsanız.
173- Allah size leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başkası adına kesileni kesin olarak haram kıldı. Ama kim zulmetmeden ve sınırı aşmadan mecbur kalırsa, ona bir günah yoktur. Çünkü Allah hiç şüphesiz bağışlayan ve esirgeyendir.
174- Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyenler ve onunla değeri az bir şeyi satın alanlar; işte onların yedikleri karınlarında ateşten başkası değildir. Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onları arındırmaz. Ve onlar için acı bir azap vardır.
175- Onlar, hidayete karşılık sapıklığı, bağışlanmaya karşılık azabı satın almışlardır. Ateşe karşı ne kadar da dayanıklıdırlar!
176- Bu, Allah'ın kitabı şüphesiz hak olarak indirmesindendir. Kitap konusunda anlaşmazlığa düşenler ise, uzak bir ayrılık içindedirler.
Bakara Sûresi / 172-176 .............................................. 645
"Ey inananlar, size verdiğimiz temiz rızklardan yiyin." Daha önce tüm insanlara yöneltilen genel hitaptan sonra müminlere yöneltilen özel bir hitaptır bu. Hitabet sanatında, bir hitaptan diğer bir hitaba geçiş olarak nitelendirilir bu durum. Sanki burada öğüt almayan, söylenen sözleri dinlemeyen bir gruba hitap etmekten vazgeçiliyor ve imanından dolayı kendisini çağırana olumlu karşılık verene yöneltiliyor hitap. İki hitap tarzı arasındaki fark, muhatapların farklılığından kaynaklanıyor. Allah'a ve onun mesajına inananlar, çağrıyı kabul edecekleri beklendiği için "Yeryüzündeki helâl ve temiz şeyler" yerine "size verdiğimiz temiz rızklardan." ifadesi kullanılmıştır.
Bu durum tek ve ortaksız Allah'a şükür sunmalarına bir vesile olarak gündeme getirilmiştir. Çünkü onlar Allah'tan başkasına kulluk sunmayan muvahhitlerdir. Bu yüzden "size verdiğimiz temiz rızklar" deniliyor da "size verilen temiz rızklar" ya da "yeryüzündeki" şeklinde bir ifade kullanılmıyor. Çünkü kullanılan ifade, onların yüce Allah'ı tanımalarına, yüce Allah'ın onlara yakın olduğuna, onlara acıdığına, şefkat beslediğine ilişkin bir ima içermektedir. "Min tayyibat-i mâ re-zaknakum="size verdiğimiz temiz rızklardan" ifadesinde, sıfat mevsufa izafe edilmiştir. Yani sıfatın mevsuf konumuna geçmesi söz konusu değildir. Çünkü birinci yaklaşım açısından anlam, "Tümü temiz olan rızkımızdan yiyin." şeklinde olur. Ki bu, ifadenin atmosferinden de algılanan yakınlaşma ve şefkat gösterme havasına daha uygundur. İkinci yaklaşım açısından anlam, "Rızkın temizinden yiyin, pis olanından değil." şeklinde olur ki, ayetlerin akışı ile oluşan ortama uymamaktadır bu yorum. Çünkü atmosfer kısıtlamaları kaldırmak, kendi arzuları doğrultusunda yasalar koymak suretiyle Allah- 'ın kendilerine bahşettiği bazı rızkları yemekten kaçınmalarını, hiçbir ilâhî direktife dayanmaksızın yasak koymalarını önlemek şeklinde belirginleşiyor.
"Yalnızca Allah'a şükredin; eğer sadece O'na kulluk ediyorsanız." Dikkat edilirse, "bize şükredin" şeklinde bir ifade kullanılmıyor, tersine "Yalnızca Allah'a şükredin" deniliyor ki, ifade daha net bir şekilde tevhidi vurgulasın. "eğer sadece O'na kulluk ediyorsanız."
646 ................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
ifadesi de bu ilkeyi vurgulama amacına yöneliktir. Bu ifade de sınırlandırmayı ve bir noktaya özgü kılmayı dile getirir. Bu yüzden "eğer ona kulluk ediyorsanız." denilmiyor.
"Allah size leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başkası adına kesileni kesin olarak haram kıldı." Allah'tan başkası adına kesilenden maksat, put ve benzeri düzmece ilâhlar adına kesilen hayvanlardır. "Ama kim zulmetmeden ve sınırı aşmadan mecbur kalırsa" yani haksızlık etmeden ve haddini aşmadan. Bunlar zor durumda kalmaktan kaynaklanan durumlardır. Bu durumda ayeti şu şekilde anlamlandırabiliriz: Kim yasaklanan bu yiyecekleri haksızlık ve aşırılık pozisyonunda olmaksızın bir şekilde yemek zorunda kalırsa, bundan dolayı bir günah kazanmaz. Ama haksızlık ve aşırılık pozisyonundayken ve bu iki durum zorlanmanın etkin unsuru durumunda iseler, onlara bunları yemesi caiz olmaz. "Çünkü Allah hiç şüphesiz bağışlayandır, esirgeyendir." ifadesi gösteriyor ki, bu cevaz yüce Allah'tan mümin kullarına yönelik bir hafifletme ve ruhsattır. Yoksa yasaklamanın felsefesi ve hükmün hikmeti zorlanma ortamında bile mevcuttur.
"Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyenler..." Ehlikitab'a yönelik bir kınamadır bu. Onların ibadet ve başka hususlarla ilgili helâl ve temiz bildikleri birçok şey vardı ki, ileri gelenleri ve başkanları bunları haram kılmıştı. Oysa yanlarında bulunan kitap söz konusu şeylerin haramlığını öngörmüyordu. Bunların kitapta helâl oldukları vurgulanan bu hususları gizlemelerinin tek nedeni, başkanlardan sağladıkları çıkarı korumak, liderler nezdindeki makam, mevki ve mali statülerini devam ettirmekti.
Bu ayeti kerime, son derece belirgin bir şekilde amellerin somutlaştırılmasını, sonuçlarının gerçekleşeceğini ifade ediyor. Yüce Allah öncelikle onların Allah'ın ayetlerini az bir para karşılığı satmalarını, karınlarını ateşle doldurmak şeklinde nitelendiriyor. Sonra Allah'ın hükümlerini gizlemeyi tercih edip, Allah'ın ayetlerini açıklama karşılığında az bir para almayı tercih etmelerini, hidayete karşılık sapıklığı tercih etme şeklinde dile getiriyor. Daha sonra bunu, bağışlanma yerine azaba çarptırılmayı seçme olarak nitelendiriyor. Daha sonra tüm değerlendirmeyi şu çarpıcı ifadeyle noktalıyor: "Onlar ateşe karşı ne kadar da dayanıklıdırlar!" Bu ce-
Bakara Sûresi / 172-176 ................................................. 647
zaya çarptırılmalarını gerektirecek suçları ise, Allah'ın hükümlerini gizlemeye devam etme ve bu tutumlarını sürdürme olarak ön plana çıkıyor. Bu konuya iyice dikkat et.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-Kâfi'de "ama kim zulmetmeden ve sınırı aşmadan mecbur kalırsa..." ayeti ile ilgili olarak İmam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "[Ayetin orijinalinde geçen] 'el-bağiy', av peşinde olandır, 'el-adiy' ise, hırsızdır. Zor durumda kalsalar dahi bunlar leş yiyemezler. Bu, onlara haramdır ve Müslümanlara yönelik bu izin onları kapsamaz. Onların sefer sırasında namazı kısaltmaları da caiz değildir." [c.3, s.438, h: 7]
Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "el-Bağiy, zalim demektir. 'el-Adiy' ise, gasıp, [yani başkalarının hakkına zorla el koyan) demektir." [c.3, s.74, h: 151] Hammad da onun (a.) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "el- Bağiy, imama başkaldıran, 'el-adiy' de, hırsız demektir." [c.3, s.74, h: 154]
Mecma'ul-Beyan tefsirinde, İmam Bâkır ve İmam Sadık'ın (her ikisine selâm olsun) şöyle buyurdukları belirtilmiştir: "Yani Müslümanların imamına baş kaldırmaksızın (el-bağiy) ve günah işleyerek hak ehlinin yolundan sapmaksızın (el-adiy)."
Ben derim ki: Bu rivayetlerde işaret edilen hususlar, bu kavramların somut belirtileri türündendirler ve bunlar bizim ifadeden çıkardığımız sonucu da pekiştirir niteliktedirler.
el-Kâfi ve Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s) "Onlar ateşe karşı ne kadar da dayanıklıdırlar!" ifadesi ile ilgili olarak, "Yani onlar kendilerini ateşe sürükleyeceğini bildikleri fiilleri işlemeye ne kadar dayanıklıdırlar!" şeklinde bir açıklamada bulunduğu rivayet edilir. [el-Kâfi, c.2, s.268, h: 2; Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1, s.75, h: 157]
Mecm'ul-Beyan tefsirinde, Ali b. İbrahim, İmam Sadık'tan (s.a.) şöyle rivayet eder: "Onlar ateşe karşı ne kadar da cesurdurlar!" Yine İmam Sadık'tan (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ateş ehlinin amellerini ne kadar da çok yapıyorlar!"
648 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Ben derim ki: Bu rivayetler yakın anlamlıdırlar. Birinci rivayette "ateşe karşı dayanıklılık" ifadesi, ateşin sebebine karşı dayanıklılık şeklinde yorumlanmıştır. İkinci rivayette "ateşe karşı dayanıklılık" ifadesi, ateşe karşı cesur olmak -cesaret dayanıklılığın temel koşuludur-" şeklinde açıklanmıştır. Üçüncü rivayette ise, "ateşe karşı dayanıklılık" ifadesi, "ateş ehlinin amellerini işleme" şeklinde yorumlanıyor. Buradaki anlam birinci rivayetin anlamına dönüktür.
Bakara Sûresi / 177 ............................................................. 649
177- Yüzünüzü doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik o kimsedir ki Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere inandı. Mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksunlara, yolda kalmışlara, dilencilere ve kölelere verdi. Namazı dosdoğru kıldı, zekât verdi. (Onlar) ahitleştikleri zaman ahitlerini yerine getirenler, sıkıntı, hastalık, savaş zamanlarında sabredenler(dir). İşte, bunlar doğru olanlardır, muttakiler de bunlardır.
Deniliyor ki: Kıblenin Kudüs kentindeki Beyt'ül-Mukaddes yerine Mekke'deki Kâbe olarak değiştirilmesi insanlar arasında bir tartışmaya, sert münakaşalara yol açtı. Bu tartışmalar aldı başını gitti. Bunun üzerine yüce Allah tarafından yukarıya aldığımız ayet-i kerime indi.
"Yüzünüzü doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir." İfadenin orijinalinde geçen "birr" bol hayır ve ihsan demektir. Bu kelimenin "berr" şeklindeki okunuşu sıfat-ı müşebbehedir. (yani bol hayırlı ve ihsan sahibi olan kimse). Yine ifadede geçen "kibel" kelimesi de yön anlamına gelir. Kıble kelimesi de bundan türemiş ve bir tür yön ifade eder. İfadenin orijinalinde geçen "zevi'l-kurba", "yakın-
650............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
lar" demektir. "Yetama" kelimesi, yetimin çoğuludur ve babası olmayan çocuğa denir. "Mesakîn" kelimesi, "miskîn"in çoğuludur ve yoksullukta durumu fakirden daha kötü olan kimsedir. "İbni'ssebil" ailesinden uzakta bulunan kimse demektir. "er-Rikab" kelimesi, "rekabe"-nin çoğuludur ve kölelik anlamını ifade eder. "Be'sâ" kelimesi, tıpkı "bu's" gibi mastardır ve felaket ve yoksulluk demektir. "Zarrâ" kelimesi de tıpkı "zurr" gibi mastardır ve bir insanın hastalık, yaralanma, malını yitirme ya da evladının ölmesi şeklinde zarara uğramasını ifade eder. "Be's" ise, savaşın kızıştığı zaman demektir.
"Ama iyilik o kimsedir ki, Allah'a ve ahiret gününe... inandı." Burada "birr" kelimesinin tanımlanmasından vazgeçilip "berr"-in tanımlanması tercih ediliyor ki, amaç, bu işi yapan adamları niteliklerine ilişkin ayrıntılı açıklamalarla birlikte etraflıca tanımlamaktır. Somut örnekten yoksun bir kavramın etkisiz olacağını ve bir fayda sağlamayacağını ima etmektir. Bu, Kur'ân-ı Kerim'in öteden beri uyguladığı bir anlatım tarzıdır. Kur'ân-ı Kerim konumları ve durumları açıklamak istediği zaman, öncelikle işte rol oynayan kişileri tanımlama yolunu seçer. Sadece kavramı açıklamakla yetinmez. Kısacası: "Ama iyilik o kimsedir ki, Allah'a ve ahiret gününe... inandı." ifadesi iyileri tanımlamaya, onların durumlarını açıklamaya yöneliktir. Ayet-i kerime, onları üç mertebenin, yani inanç, amel ve ahlâk mertebelerinin tümünü göz önünde bulundurarak tanımlıyor. Başlangıçta "Allah'a inanan...", ardından "İşte bunlar doğru olanlardır.", sonra "muttakiler de bunlardır." buyurarak onları tüm yönleriyle tanımlıyor.
Yüce Allah'ın iyileri tanımlarken ön plâna çıkardığı niteliklere gelince; öncelikle onların inançlarını gözler önüne seriyor: "Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere inandı." Bu ifade yüce Allah'ın kullarının inanmalarını istediği tüm hak prensipleri ve öğretileri kapsamaktadır. Bu imandan maksat, tüm olumlu sonuçlarını beraberinde doğuran eksiksiz imandır. Yani kalpte en ufak bir kuşku kırıntısı, bir kararsızlık, bir itiraz, ya da hoşa gitmeyen bir durumun baş göstermesi anında en ufak bir kızgınlık bulunmayacaktır. Yine ahlâkî davranışlarda ve pratik hayatta imanla çelişen bir tavır sergilenmeyecektir. Bu hususun kas-
Bakara Sûresi / 177 ................................................... 651
tedildiğinin kanıtı da şu ifadedir: "İşte bunlar doğru olanlardır." Bu ifadede doğruluk kavramı genel olarak dile getirilmiş ve kalp ya da bedensel organların bir hareketiyle kayıtlandırılmamıştır. Şu hâlde onlar gerçek müminlerdir, imanlarında doğrudurlar, tavırlarıyla imanlarını doğrulamaktadırlar.
Nitekim ulu Allah iman-tavır uyumunun zorunluluğunu şu şekilde dile getirmektedir: "Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklar hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükmü içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam anlamıyla kabullenmedikçe inanmış olmazlar." (Nisâ, 65) Bu durumda onlar, imanın dördüncü mertebesine ilişkin niteliklere sahip olurlar. "Rabbi ona, 'Teslim ol' demişti. (O da)'Âlemlerin Rabbine teslim oldum.' dedi." (Bakara, 131) ayetini incelerken söz konusu iman mertebesinin karakteristik özelliklerini okuyucuların dikkatine sunmuştuk.
Ardından yüce Allah iyilerin bazı amellerinden söz ediyor: "Mala olan sevgisine rağmen onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve kölelere verdi; namazı dosdoğru kıldı, zekâtı verdi." Burada namazdan söz ediliyor ki o, ibadetle ilgili bir hükümdür Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'de namazı şu şekilde tanımlıyor: "Namaz kötü ve iğrenç şeylerden vazgeçirir." (Ankebût, 45) "Beni anmak için namaz kıl." (Tâhâ, 14) Bunun yanı sıra, maddî hayatın ıslahına yönelik malî bir yükümlülük olan zekâttan söz ediliyor. Bu iki ibadetten önce de mal vermekten söz edilmişti. Bununla da zorunlu bir yükümlülük olmaksızın, muhtaçların ihtiyaçlarını gidermek ve açıklarını kapatmak amacıyla tamamen gönüllü olarak hayır amaçlı harcamada bulunmak, yoksullara ihsan etmek kastedilmiştir.
Bunun ardından yüce Allah onların kimi ahlâkî özelliklerini gündeme getiriyor: "Ahitleştikleri zaman ahitlerini yerine getirenler, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler." İfadenin orijinalinde geçen "ahid" kavramı bir şeye devamlı sarılmak ve kalben ona bağlı kalmak anlamını ifade eder. -Görüldüğü gibi yüce Allah bu kavramı da genel tutmuştur.- Bununla beraber bu kavram, bazılarının sandığı gibi imanı ve imanın hükümlerine uymayı kapsamına almıyor. "Ahitleştikleri zaman ahitlerini" ifadesi ima-
652 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
nın kapsam dışı kalmasını gerektirir. Çünkü inanmak, inanmanın gereklerini yerine getirmek, herhangi bir zamanla sınırlandırılmaz. Nitekim ifadede zaman sınırlandırılması son derece belirgindir. Ancak bu ifade genelliği itibariyle insanın gerçekleştirdiği her türlü antlaşmayı, verdiği her türlü vaadi ve yapmaya söz verdiği her hususu ve söylediği her sözü kapsar. "Falanca şeyi muhakkak yapacağım, kesinlikle şu şeyi terk edeceğim" dememiz gibi. İnsanlar arası ilişkilerde, davranış kuralları içinde bağlanan her türlü akit de bu ifadenin kapsamı içindedir.
Sabır, musibetlerin dört bir yandan saldırıya geçtiği, felaketlerin kapıyı çaldığı zorluk dönemlerinde ve savaşta acılara karşı direnebilme gücüdür. Ayet-i kerimede ön plana çıkarılan bu iki karakter, iyi ahlâkın tümünü ifade etmeseler de, ancak bunlar gerçekleşti mi diğerleri de gerçekleşirler. Antlaşmaya bağlı kalmak ve zorluklara karşı sabretme karakterlerinden biri durma ile, biri de hareket ile ilintilidir. Hareketle ilintili olan, ahde bağlı kalma hareketidir. Onların bu iki karakterlerinin gündeme getirilmesi ile şu mesaj verilmek isteniyor. Onlar bir söz söyledikleri zaman, hemen onu yapmaya kalkarlar ve kendilerini bir köşeye çekmezler. Yüce Allah iyileri tanımlarken kullandığı ikinci ifade şudur: "İşte bunlar doğru olanlardır." Hiç kuşkusuz bu, bilmeye ve uygulamaya ilişkin tüm iyi nitelikleri kapsayıcı bir nitelemedir. Çünkü doğruluk beraberinde iffetlilik, cesaret, hikmet, adalet ve bunların ayrıntılarını doğuran temel bir karakterdir. Çünkü bir insanın yapabileceği inanmak, söylemek ve amel etmektir. Doğru karakterli bir insan olduğu zaman bu üç nitelik birbirleriyle uyuşurlar. Yani dediğinden başkasını yapmaz, inandığından başkasını da demez. İnsanoğlu içten gelen bir duyguyla yaratılışı itibariyle gerçeği kabul etme ve gerçeğe boyun eğme eğilimindedir, bunun aksi bir tavır içinde olsa da... Gerçeği kabul ettiği zaman ve bu hususta da doğru bir tutum içinde olduğu zaman, inandığı şeyi söylemeye ve söylediğini yapmaya başlar. Bu den-klem tanımlandığı zaman, katışıksız iman, üstün ahlâk ve salih amel gerçekleşmiş olur. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey inananlar, Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun." (Tevbe, 119) Tefsirini sunduğumuz ayeti kerimedeki "İşte bunlar doğru olanlardır" şeklindeki sınırlandırı-
Bakara Sûresi / 177 ........................................................ 653
cı ifade, sınırlandırmayı pekiştirme, sınırı açık biçimde belirleme amacına yöneliktir. Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir, ama şu anlamın belirginleşmesi kastedilmiştir: Doğruların kim olduğunu öğrenmek istiyorsan, işte onlar iyiler (ebrar)dir. İyilerin üçüncü ayırıcı özellikleri ise, şudur: "Muttakiler de bunlardır." Buradaki sınırlayıcı ifade de erdemin tamamlandığını vurgulamaya dönüktür. Çünkü iyilik ve doğruluk gerçekleşmese, takva da gerçekleşmez.
Yüce Allah, bu ayet-i kerimede iyilere ilişkin olarak söz konusu ettiği karakteristik özellikleri başka ayetlerde de dile getirmiştir: "İyiler de, karışımı kafûr olan bir kadehten içerler. Bir kaynak ki, Allah'ın kulları ondan içerler, fışkırtarak akıtırlar. Adaklarını yerine getirirler ve kötülüğü salgın olan bir günden korkarlar. Ona olan sevgilerine rağmen, yoksula, yetime ve esire yemek yedirirler. Biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz. ...sabrettiklerinden dolayı onları cennet ve ipekle mükâfatlandırmıştır." (İnsân, 5-12) Bu ayetlerde onların karakteristik özellikleri Allah'a ve ahiret gününe inanmak, Allah rızası için malî harcamada bulunmak, sözünde durmak ve sabretmek şeklinde dile getirilmiştir.
Bir başka yerde de şöyle buyuruyor: "Hayır, iyilerin kitabı İlliyyîn'dedir. İlliyyîn'in ne olduğunu sana öğreten nedir? Yazılmış bir kitaptır, yaklaştırılmış olanlar onu görürler. İyiler elbette nimet içindedirler... Onlara mühürlü, halis bir şaraptan içirilir. ...Bir çeşme ki yaklaştırılanlar ondan içerler." (Mutaffifîn, 18-28) Bu ayetlerle, bundan önce sunulan ayetler arasında bir karşılaştırma yapıldığı zaman iyilerin temel özellikleri ve sonuçta uğrayacakları akıbet belirginleşir. Ayetler iyileri "Allah'ın kulları ve mukarrebler (yaklaştırılmışlar)" olarak nitelendiriyor.
Bir ayette yüce Allah "kulları"nı şöyle tanımlıyor: "Benim kullarıma karşı sen (Şeytan)in bir gücün yoktur." (Hicr, 42) Yaklaştırılmışları da şu şekilde tanıtıyor: "Ve o sabıklar, o önde gidenler, işte o yaklaştırılanlar. Nimet cennetlerindedirler." (Vâkıa, 10-12) Dünyada onlar herkesten önce Rablerine koşanlardır ve ahirette de herkesten önce nimet cennetlerine konanlardır. Şayet ayet-i kerimelerin işaretleri doğrultusunda durumları incelenecek olursa ilginç şeylere rastlanacaktır.
654 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Şimdiye kadar ki açıklamalardan çıkan sonuca göre, iyiler yüksek bir iman mertebesine sahiptirler. Daha önce değindiğimiz gibi, bu mertebe, dördüncü iman mertebesidir. Yüce Allah bu mertebeye erişenleri şu ifadeyle tanımlıyor: "İnananlar ve imanlarını bir zulümle karıştırmayanlar... İşte güven onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır." (En'âm, 82)
"Sıkıntı... zamanlarında sabredenler." Sabır olgusunun önemini vurgulamaya dönük olarak, övgü amacı ile "es-sabirîn" kelimesi irab açısından mensup olmuştur. Bazılarına göre, ifade peş peşe vasıfları sıralamak suretiyle uzayınca, Araplar övgü ya da yergi ifade eden cümleciklerle vasıflan birbirinden ayırırlar. Bunun için bazen sözün bir kısmının irabını ref, bir kısmının irabını da nasb yaparlar.
AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Resulullah (s.a.a) buyuruyor ki: "Kim bu ayete göre amel ederse, eksiksiz imana sahip olur." [Tefsir'us-Safi, c.1, s.161] Ben derim ki: Resulullah efendimizin vurguladığı husus, yaptığımız açıklamalarda son derece belirgindir. Zeccac ve Ferra'nın şöyle dedikleri nakledilir: "Bu ayetin içerdiği nitelikler Allah tarafından korunan (masum) peygamberlere özgüdür. Çünkü bunları ancak peygamberler noksansız yerine getirebilirler..." Onların bu yaklaşımları ayetlerin ifade ettiği anlam üzerinde gereği gibi düşünememekten ve manevî makamları birbirine karıştırmaktan kaynaklanıyor. İnsan suresindeki ayetler Resulullah'ın Ehlibeyt'i hakkında inmiştir. Bu ayetlerde yüce Allah onları "ebrar=iyiler" olarak nitelendiriyor ki, onların peygamber olmadıklarını da biliyoruz. Evet, iyilerin mertebeleri çok yüksektir. Bir ayet-i kerimede yüce Allah, Allah'ı ayakta, otururken ve yanı üzerinde uzanırken anan, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünen sağduyu sahiplerinin durumlarını tasvir ettikten sonra, onların Allah'tan, kendilerini iyilere/ebrara katmalarını istediklerini dile getiriyor: "İyilerle beraber canımızı al." (Âl-i İmrân, 193)
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, Hakim et-Tirmizî, Ebu Amir el- Eş'arî'den şöyle tahric eder: "Ya Resulullah, birr'in (iyiliğin) tamamı nedir? dedim. Buyurdu ki: Açıkta yaptığını gizlide de yapmandır."
Bakara Sûresi / 177 ...................................................... 655
Mecma'ul-Beyan tefsirinde İmam Bâkır ve İman Sadık'ın (her ikisine de selâm olsun): "Yakınlardan maksat, Hz. Peygamber'in akrabalarıdır." buyurdukları rivayet edilir.
Ben derim ki: Bu rivayetin içeriği akrabalara ilişkin ayeti göz önünde bulundurarak mısdak belirlemek niteliğindedir.
el-Kâfi adlı eserde belirtildiğine göre İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Fakir, insanlardan dilenmeyen yoksuldur. Miskin, fakirden daha fazla geçimini sağlama çabası içinde olan kimsedir. el-Bais ise, durumu her ikisinden de daha kötü olan kimsedir." [c.3, s.501, h: 16]
Mecma'ul-Beyan tefsirinde, İmam Bâkır'ın (a.s) "İbn-i sebil, yolda kalmış kimsedir." buyurduğu rivayet edilir.
et-Tehzîb adlı eserde belirtildiğine göre, efendisiyle mal karşılığı azatlık sözleşmesi imzaladığı hâlde, taahhüt ettiği malın bir kısmını ödeyip de gerisini ödeyemeyen kölenin durumu İmam Sadık'tan (a.s) sorulmuş o da şöyle buyurmuştur: "Söz konusu kölenin açığı zekât gelirlerinden kapatılır. Çünkü yüce Allah, 've kölelere' buyuruyor." [c.8, h: 102]
Tefsir'ul-Kummî'de, İmam Sadık'ın (a.s) "sıkıntı ve hastalık zamanlarında sabredenler" ifadesiyle ilgili olarak "Açlıkta, susuzlukta ve korkulu durumlarda sabredenler" dediği, ayrıca "hîn'elba's" ifadesi için de "savaşın kızıştığı anlarda" buyurduğu belirtilir. [c.1, s.64]
656 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Bakara Sûresi / 178-179 .....................................................
178- Ey inananlar, öldürülenlerde kısas size farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Ama kimin lehine kardeşi tarafından bir şey bağışlanırsa, o zaman (maktulün velisinin) uygun olanı yapması, (katilin de) güzelce ona (diyeti) ödemesi gerekir. Bu, Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve rahmettir. Kim bundan (affettikten) sonra saldırganlıkta bulunursa (katili öldürürse), onun için acı bir azap vardır.
179- Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır, umulur ki (öldürmekten) sakınırsınız.
"Ey inananlar, öldürülenler de kısas size farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın." Bu hitabın özellikle müminlere yönelik olması, bu hükmün Müslümanlara özgü olduğuna ilişkin bir işarettir. Müslümanların dışındaki zimmet ehli ve benzeri azınlık gruplarına gelince, ayet-i kerime onlardan söz etmemektedir.
Ele aldığımız bu ayet-i kerime, Mâide Suresindeki, "Cana can..." (Mâide, 45) ayetine bir açıklama konumundadır. Yani ayetler birbirlerinin açıklayıcılarıdırlar. Dolayısıyla, "Bu ayet ötekinin hükmünü yürürlükten kaldırmıştır. Çünkü köleye karşılık özgür insan ve kadına karşılık erkek öldürülmez" demenin bir anlamı yoktur. Toparlayacak olursak, "kısas" kelimesi, kâsse/yukâssu" fiilinin mastarıdır. Yani, bir şeyin ardından gidip sonuçlarını takip et-
Bakara Sûresi / 178-179 ............................................... 657
mek demektir. "Kassas" da bu kökten türemiştir ve eski eserleri ve hikayeleri anlatan demektir. Böyle biri, geçmiş toplulukların yollarını izlemiş gibi değerlendirilir. Kısas'ın da bu ismi almış olması, cinayeti işleyeni izleyip onun başkasına yaptığını ona yapmak anlamından ileri geliyor.
"Ama kimin lehine kardeşi tarafından bir şey bağışlanırsa." Cümledeki ism-i mevsul ile katil kastedilmiştir. Dolayısıyla katili kapsamına alacak bağışlama ancak kısas ile ilgili olabilir. İfadenin orijinalinde geçen "şey"den hak kastedilmiştir. Bunun belirsiz kılınmış olması (nekre isim olarak getirilmesi) hükmü genelleştirme amacına yöneliktir. Yani "hangi hak olursa olsun, ister tamamı, ister bir kısmı olsun. Söz gelimi, maktulun velileri birden çok olunca ve bunların bir kısmı da haklarından vazgeçince, bu durumda katile kısas uygulanmaz, bunun yerine katilin diyet ödeme zorunluluğu doğar. Maktulun velisinin "kardeş" olarak nitelendirilmesi, sevgi ve şefkat duygularını uyandırma ve bağışlamanın daha iyi olacağı mesajını verme amacına yöneliktir.
"O zaman, uygun olanı yapması, (katilin de) güzelce ona ödemesi gerekir." Bu cümle müptedadır ve haberi de hazfedilmiştir. Yani, maktulun kardeşi uygun bir tavır içinde, katili izleyip ondan diyetini talep etmeli, katil de maktulun kardeşinin diyetini uygun koşullar içinde sürüncemede bırakmadan ödemelidir.
"Bu, Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve rahmettir." Yani, kısas yerine diyet hükmünün getirilmesi Rabbiniz tarafından bir hafifletmedir ve bir kere diyete karar verildi mi artık bundan dönülmez. Yani maktulün velisi affettikten sonra, kısas uygulamaya kalkışamaz. Bu tür bir tavır saldırganlık olarak değerlendirilir. Kim saldırganlık edip affettikten sonra kısas uygularsa, onun için can yakıcı bir azap vardır.
"Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır, umulur ki sakınırsınız." Bu ifade kısas hükmünün yasalaştırılmasının gerisindeki hikmete yönelik bir işarettir. Ayrıca bu ifadeyle, diyet hükmünün getirilmesi, bağışlama olgusundaki maslahat ve meziyetin açıklanması, şefkat ve merhametin yaygınlaştırılmasının istenmesi ile bağışlama insanlığın yararına daha uygundur, şeklindeki bir kuruntunun bertaraf edilmesi de hedeflenmiştir. Demek isteniyor ki: Gerçi bağışlama bir ceza indirimi ve bir rahmet belirtisidir; ama,
658 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
genel maslahat kısas ile mümkündür. Çünkü hayatın garantisi kısastır. Bağışlama, diyet ya da bunların dışındaki hiçbir uygulama değildir. İnsan eğer sağduyu sahibiyse kısasla hükmeder. "Umulur ki sakınırsınız." yani öldürmekten. Bu ifade, bir bakıma kısas hükmünün yasalaştırılmasının gerisindeki illeti açıklamaktadır. Bazılarına göre, "Kısasta sizin için hayat vardır..." cümlesi, özet oluşuna, önemli bir meseleyi kısa ifadelerle anlatışına, harflerinin azlığına, sözel yapısının akıcılığına ve cümle kuruluşunun rahat ve basit oluşuna rağmen Kur'ân-ı Kerim'de anlamı en doyurucu biçimde vurgulayan, ifade biçiminin doruklarında olan bir ayettir. Bu ifadede kanıtsallık gücünü, anlam güzelliğini ve letafetini, ifade inceliğini ve kanıtlanan olgunun belirginliğini bir arada görmek mümkündür.
Bu ayet inmeden önce, Arap yarımadasında nam salmış söz ustaları, adam öldürmeye ve kısasa ilişkin olarak birtakım vecizeler söylemişlerdi. Bu vecizelerin ifade yetkinliği, büyüleyici vurgusu, üslup ve cümle kuruluşu dinleyicileri adeta büyülerdi, herkesi hayran bırakırdı. Örneğin, "Katl'ul-ba'z, ihyaun li'l-cemî=bazılarını öldürmek, bütünü diriltmektir. "Eksir'ul-katl li-yakile'l-katl=çok öldürün ki, öldürme azalsın." Hemen hemen herkes tarafından hayranlıkla karşılanan bir vecize de şuydu: "el-Katlu enfa li'lkatl= öldürme öldürmeyi ortadan kaldırır." Ne var ki bu ayet-i kerime, sözünü ettiğimiz vecizelerin tümünü unutturdu, ortadan kaldırdı: "Sizin için kısasta hayat vardır." Çünkü bu ayet-i kerime hem daha az harften oluşuyor, hem de daha kolay telaffuz edilebiliyor. Bunun yanı sıra "kısas" harf-i tarifle belirlenmiş, "hayat" kelimesi ise başına harf-i tarif getirilmemek suretiyle belirsiz bırakılmıştır. Bununla, sonucun kısastan daha geniş ve daha büyük olduğu vurgulanmak istenmiştir. Cümle aynı zamanda sonuca ilişkin açıklamayı içerdiği gibi, bununla elde edilecek gerçek maslahatı da içeriyor. O da hayattır. Bu, amacın geri plânında gizli bulunan anlamın hangi gerçeğe dönük olduğunu da gösterir. Çünkü hayata yol açan olgu kısastır, öldürme değil. Çünkü kimi öldürmeler hayat yerine, düşmanlığa yol açarlar.
Ayrıca cümle de hayata götüren başka unsurlar da vardır. Bunlar öldürmenin dışında uygulanan kısasın kısımlarıdırlar. Bunun
Bakara Sûresi / 178-179 .................................................. 659
yanı sıra cümlede fazladan ifade edilen bir anlam daha vardır. Kısas kelimesinin ifade ettiği anlamın zorunlu kıldığı ikinci bir anlamı kastediyoruz O da kısasın cinayetin gerekçeleşmesini takip etmesidir (yani cinayetten önce kısas yapılmaz.) Ki, "öldürme öldürmeyi ortadan kaldırır" vecizesinden bu anlamı elde etmek mümkün değildir.
Bunun yanında ayet-i kerime, teşvik ve yönlendirme işlevini de görüyor. Çünkü ayette insanlar için öngörülen, ama farkında olmadıkları ve aynı zamanda sahip oldukları hayata işaret ediliyor. Şu hâlde bu hayatı almaları gerekir. Söz gelimi birine, "Falan yerde ya da falan kimsenin yanında sana ait bir mal, bir servet vardır." denilmesi gibi.
Ayrıca, bu cümle, bir bakıma gösteriyor ki, söyleyen kişi muhataplarının çıkarını korumaktan, maslahatlarını gözetmekten başka bir amaç gütmüyor, yani kendisine dönecek bir sonuç gündemde değildir. "Sizin için" ifadesi de bunu gösterir. Bunlar, tefsirini sunduğumuz ayet-i kerimenin içerdiği, ifade ettiği mesajlardır. Bazıları birtakım diğer yönler de zikretmişlerdir ki müracaat eden elde edebilir. Ama insanın kendisi ne kadar bu ayet-i kerime üzerinde düşünürse, anlamı daha bir belirginlik kazanacak, güzelliği ve aydınlığı seni her gün biraz daha büyüleyecektir. Evet Allah'ın sözü tüm sözlerden daha yücedir.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir'ul-Ayyâşî'de belirtildiğine göre, İmam Sadık (a.s) "Hüre hür." ifadesiyle ilgili olarak şöyle demiştir: "Özgür kimse köleye karşılık olarak öldürülmez; fakat ona ağır bir dayak cezası verilir. Kölenin diyeti de ödenir. Eğer bir erkek bir kadını öldürürse ve öldürülenin velileri de adamı öldürmek isteseler, diyetinin yarısını adamın velilerine vermeleri gerekir. [c.1, s.75, h: 158] el-Kâfi'de Halebî şöyle der: "Yüce Allah'ın, 'Kim bunu sadaka olarak bağışlarsa, o kendisi için keffaret olur.' (Mâide, 45) ayetinin anlamını, İmam Sadık'tan (a.s) sordum. Buyurdu ki: 'Bağışladığı ceza kadar, kendi günahı da bağışlanır.'" Sonra, Ama kimin kardeşi tarafından bir şey bağışlanırsa, o zaman uygun olanı yapması, güzelce ona ödemesi gerekir.' ayetinin ifade ettiği anlamı
660 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
sordum, buyurdu ki: 'Bir diyetin ödenmesine karşılık olarak kendisi ile sulh yapmışsa, yükümlülük altında olan kişi kardeşine zorluk çıkarmamalıdır. Ve anlaşma sağlandıktan sonra, diyeti ödemesi gereken kişi de ödemeyi sürüncemede bırakmamalıdır.' Sonra, 'Kim bundan sonra saldırganlıkta bulunursa, artık onun için acı bir azap vardır.' ifadesi hakkında sordum, buyurdu ki: Burada kastedilen, diyet kabul eden ya da katili bağışlayan yahut barışan, buna rağmen, intikam için adam öldüren kişidir. Nitekim yüce Allah da buna işaret ediyor." [c.7, s.88, h: 2] Ben derim ki: Bu anlamları içeren rivayetlerin sayısı oldukça fazladır.
KISASLA İLGİLİ BİR İLMÎ İNCELEME
Kısas ayetinin indiği sıralarda ve öncesinde Araplar, adam öldürmeye karşılık kısasın uygulanması gerektiğine inanırlardı. Ne var ki bunun nasıl uygulanacağına ilişkin kesin bir modelleri yoktu. Bu durum daha çok soruna taraf olan kabilelerin güçlülük veya zayıflıklarına bağlı bir gelişme gösterirdi. Bazen öldürülen bir erkeğe karşılık bir erkek, bir kadına karşılık bir kadın öldürülerek öldürmede eşitlik ilkesi gözetilirdi. Bazen bir adama karşılık on adam, köleye karşılık hür adam, tâbiye karşılık başkan öldürülürdü. Zaman olurdu bir kabile öldürülen bir adamlarına karşılık bir kabileyi topluca kılıçtan geçirirdi.
Tevrat'ın "çıkış" kitabının yirmi birinci ve yirmi ikinci bölümlerinde ve "sayı" kitabının beşinci ve otuzuncu bölümlerinde de yazıldığı gibi Yahudiler de kısas ilkesine inanırlardı. Kur'ân-ı Kerim, bu hususa ilişkin olarak Yahudilere getirilen yükümlülüğü şu ifadelerle aktarır: "Onda onlara: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılık kısas yazdık." (Mâide, 45) Elimize ulaşan bilgilere göre, Hıristiyanlar adam öldürme suçuna karşılık olarak bağışlama ve diyetten başka bir tutum benimsemezlerdi. Konum ve uygarlık düzeylerinin farklılığına karşın hemen her ulus ve topluluk bir şekilde kısas ilkesini benimserdi. Fakat son çağlara kadar bile bu ilke tam bir sistem şeklini almış değildir.
Bakara Sûresi / 178-179 .................................................... 661
İslâm bu hususta bütünüyle ortadan kaldırmak (ilga) ile kesinlikle uygulama (ispat) arasında orta yolu benimsemiştir. Yani kısasın gerekliliğini vurgulamış; ama uygulanışını vazgeçilmez olarak sunmamıştır. Aksine, bağışlamaya ve diyete de açık kapı bırakmıştır. Bunun yanı sıra kısas ilkesini denklik esasına dayandırmıştır. Öldürenle öldürülen arasında denklik esastır. Hüre hür, köleye köle ve kadına kadın.
Genelde kısas ilkesine özelde de adam öldürme suçunun cezası olarak kısas ilkesinin uygulanmasına karşı çıkılmıştır, ileri ulusların koydukları uygar yasalar bu ilkeyi içermiyor ve günümüzde uygulanmasını kabul görmüyor diye.
Diyorlar ki: Adam öldüreni öldürmek insanın tiksindiği, doğasının benimsemediği bir uygulamadır. Böyle bir durumla karşı karşıya kaldığı zaman insan vicdanı, insanlığa yönelik acıma duygusundan ve hizmet isteğinden dolayı buna engel olmak ister. Yine diyorlar ki: Birinci öldürme bir ferdin kaybı demekse, ikinci öldürme de kayıp üstüne kayıptır. Ve diyorlar ki: Kısas ilkesine dayanarak adam öldürmek katı yürekliliktir, intikam alma arzusunun ifadesidir. Bu ise, genel eğitim plânı çerçevesinde insandan uzaklaştırılması gereken bir eğilimdir. Adam öldürme suçunu cezalandırırken de işin eğitsel yönünü göz önünde bulundurup terbiyenin zorluğuyla cezalandırmak lazımdır. Bu da, öldürmenin dışında hapis ve benzeri ağır cezalarla gerçekleştirilebilir. Bu görüşün mensupları düşüncelerini şu şekilde savunurlar: Bir suçlu, ancak akıl hastası olduğu zaman suçlu olabilir. Dolayısıyla suç işleyen katilin akıl hastanesine konulup tedavi edilmesi gerekir.
Bir itirazları da şudur: Uygar yasalar mevcut olan topluma uygulanır. Toplum hep aynı durumda kalmadığı için kanunlar da hep aynı durumda kalmazlar. Bu yüzden kısas ilkesini, günümüzün ileri toplumları başta olmak üzere tüm toplumlar için öngörülmüş ebedi bir uygulama olarak sunmak yersizdir. Bir toplum elinden geldiğince bireylerinin varlığından yararlanmalıdır. Suçluyu öldürmenin dışında verim ve sonuç açısından işlenen suça denk bir cezayla cezalandırması mümkündür, müebbet hapis ve yıllarca hapiste kalmak gibi. Bu uygulamada iki hak
662 .................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
piste kalmak gibi. Bu uygulamada iki hak birden gözetilmiş olur, toplumun hakkı ve öldürülenin akrabalarının hakkı. Adam öldürmenin cezalandırılmasında kısas ilkesini öngören yasamayı inkâr edenlerin asıl düşünsel dayanakları bunlardır. Kur'ân-ı Kerim bütün bunlara bir cümleyle cevap vermiştir: "Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın bir canı öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de onu diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur." (Mâide, 32)
Bunu şöyle açıklayabiliriz: Bireyler arasında yürürlükte olan yasalar, itibarî ve farazî olmakla beraber, bunların konuluşunda toplumsal çıkar gözetilir. Şu kadarı var ki, bu hususta temelden etkin rol oynayan illet insanın dışsal karakteridir ki, insanın eksikliklerinin giderilmesini ve organik ihtiyaçlarının karşılanmasını öngörür. Bu dış realite, insana arız olan sayı ve toplumsal tek biçim değildir. Çünkü toplumsal biçim bizzat kendisi de insanın organik varlığının bir eseridir. Bu dış realite, insanın kendisi ve karakteridir. Tümünün insan olması ve varlık olarak bireyin toplum, toplumun da birey gibi olması noktasında bir insan ile bir araya gelmiş binlerce insan arasında bir fark yoktur.
Bu varoluşsal karakter, yapısal olarak birtakım güçler ve araçlarla donatılmıştır. Bunlar aracılığı ile yokluğu kendisinden uzaklaştırır. Çünkü yaratılış olarak var olma sevgisine ve hayatını tehlikeye sokan her türlü olumsuzluğu bertaraf etme eğilimine sahiptir. Bunun için mümkün olan her yöntemi, ulaşabildiği en uç noktaya kadar kullanır. Öldürmeye ve idam etmeye kadar vardırır işi. Bu yüzden hiçbir insan göremezsin ki, yaratılış olarak kendisini öldürmek isteyeni öldürmek istemesin ve amacına ulaşmadan ondan vazgeçsin. Sözü edilen kalkınmış ve ileri uluslar, bağımsızlıklarını, özgürlüklerini ve ulusal varlıklarını savunmak için savaşmaktan kaçınmazlar. Nerede kaldı kendilerini öldürmek isteyenleri?! Kanunları çiğneyenlere karşı da sonuna kadar mücadele ederler. Bunun için adam öldürmekten de çekinmezler. Çıkarlarını korumak için, eğer başka yöntemler çözüm getiremiyorsa, savaşı bir yöntem olarak kabul ederler. Ki bu savaş dünya için bir yıkım, çevre ve nesil için yokoluştan başka bir şey değildir. Birtakım uluslar
Bakara Sûresi / 178-179 ................................................ 663
alabildiğine silahlanıyor, elindeki silahları geliştirme savaşımını veriyor, başka uluslar da dengeyi sağlamak için silahlanıyor ve her gün biraz daha ileri silah teknolojisinden yararlanma gereğini duyuyor. Bütün bunları ancak toplumun durumunu gözetmek ve toplumsal hayatı korumakla izah edebiliriz. Toplum ise, doğanın öngördüğü, insanın öz yaratılışının gerektirdiği bir oluşumdur.
Doğa ve öz yaratılış ayrıntı niteliğindeki ürünün korunması için onun özünün öldürülmesine, yok edilmesine ve ortadan kaldırılmasına izin verir mi? Bakınız uygar toplumlar kendi hayatlarını korumak gerekçesiyle buna izin vermiyorlar, bu nasıl uygarlıktır ki, öldürmeye kastedip de öldürmeyenin öldürülmesini uygun görüyor da, öldürmeye kastedip ve bizzat fiili gerçekleştirenin öldürülmesine izin vermiyor? Bu nasıl doğadır ve bu nasıl karakterdir ki, tarihsel realitenin aksi bir durumu öngörür? "Kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür ve kim zerre ağırlığınca şer yapmışsa onu görür. Her amelin bir aksülameli vardır. Etki tepki yaratır." esasına dayalı yasalara göre hareket eden tabiat, adam öldürmenin karşılığı olarak adam öldürmeyi zulüm olarak nitelendirip kendi kendisiyle çelişir mi?
Kaldı ki, İslâm, tevhit dinine bağlı olmadığı sürece insana bir değer ve evrensel terazide bir ağırlık tanımaz. İslâm'a göre bütün insanlık âlemi ile tevhit dinine mensup bir tek insan aynı ağırlığa sahiptirler. Dolayısıyla her ikisine ilişkin hüküm de bir olmalıdır. Dolayısıyla bir mümini öldüren kimse, evrensel gerçeğin onurunu küçük düşürdüğü, lekelediği için bütün insanları öldürmüş gibidir. Bir cana kıyan kimsenin varoluşun tabiatına göre tüm canlara kıymış olması gibi. Fakat, uygar denilen uluslar dini önemsemezler. Şayet, onların ölçülerinde din de -üstün olması bir yana- medeni toplumla aynı ölçü ve değere sahip olsaydı, toplum için verdikleri hükmü din için de verirlerdi.
Ayrıca İslâm bütün dünya için geçerli olmak üzere yasalar koyar, özel bir ulus ve belli bir ümmet için değil. Kalkınmış olarak nitelendirilen toplumlar ise, bireylerin teker teker eğitilmeleri sonucuna ve hükümetlerinin uygulamasının iyi olduğuna kesin olarak kani olduktan sonra; cinayetler ve facialara ilişkin istatistikler
664 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
mevcut eğitimin etkin olduğunu, yapılan eğitimin sonucu olarak toplumun öldürme ve şiddetten nefret ettiğini, ancak bazı istisnai durumlarda ittifak edebildiklerini, dolayısıyla öldürme dışındaki cezalara razı olduğunu ortaya koyduktan sonra herhangi bir hüküm koyarlar. Ne var ki, İslâm bu eğitimi ve bunun sonucu olan bağışlama duygusunu dışlamaz. Fakat bundan önce kısas ilkesini bir esas olarak yasamanın temeline oturtur.
Yüce Allah'ın kısas ayetindeki şu sözü buna yönelik bir işarettir: "Ama kimin lehine kardeşi tarafından bir şey bağışlanırsa, o zaman uygun olanı yapması ve güzelce ödemesi gerekir." Bu ayetin ifadesi, eğitme amacına yöneliktir. Bir kavim, ulusal övüncün affetmekte olduğuna inandıklarında hiçbir zaman intikam almaya yönelmez.
Diğer toplumlarda ise, durum bunun tersinedir. Bunun kanıtı da canilerin, bozguncuların ve suçluların durumudur ki, bunları ne ağır hapis, ne de meşakkatli bir çalışma yıldırır. Hiçbir vaaz ve hiçbir öğüt bunlar üzerinde etkili olamaz. İnsan hakları gibi bir dertleri ya da değerleri yoktur. Hapishanelerdeki hayat onlar için dışarıdaki aşağılık, meşakkatli ve çileli hayattan daha üstün, daha sempatik ve daha konforludur. Bu yüzden hiçbir kınama, hiçbir yergi onları ürkütmez, hapis ve dayak onları korkutmaz. Yine istatistiklerden öğrendiğimiz kadarıyla suç oranları günbegün artmaktadır. Şu hâlde her iki toplumu -özellikle ikincisini- kapsayacak genel hüküm kısas olmalı ve bağışlamaya da cevaz verilmelidir; şayet toplum ileri bir düzeye gelmişse ve bağışlamaya ilişkin eğitim plânı başarıya ulaşmışsa. (İslâm, eğitim için azami çabayı sarf etmekten kaçınmaz.) Ama toplum bir çöküşe doğru gidiyorsa ya da Rabbi-nin nimetlerini inkâr etmesi söz konusuysa ve doğru yoldan sapmışsa, bu durumda kısas ilkesini uygulamak gerekir ve bağışlamaya da cevaz verilmelidir.
İnsancıl acıma duygusu ve merhamete ilişkin sözlere gelince; her acıma övgüye değer olmadığı gibi, her merhamet de iyi değildir. Bir caniye, bir gaddara, taş kafalıya, inatçıya, cana ve ırza kasteden birine merhamet etmek salih fertlere ağır bir darbedir. Her yerde bu duyguyu ön plana çıkarmak, evrensel düzenin bozulma-
Bakara Sûresi / 178-179 ........................................... 665
sına, insanlığın yokluğa doğru yuvarlanmasına ve üstün niteliklerin geçersiz olmasına yol açar.
Bu yaklaşımımız, "kısas ilkesi katı kalpliliğin ve intikam alma duygusunun ifadesidir." şeklindeki yaklaşım için de geçerlidir. Çünkü zulme uğrayanın kendisine zulmeden birinden intikam alması adalet ve hakkın gerçekleşmesi demektir. Yani kınanması gereken çirkin bir davranış değildir. Adalet sevgisi de kötü bir nitelik sayılmaz. Kaldı ki, adam öldürmeye karşılık olarak kısas ilkesini uygulamak, sırf intikam alma duygusuna dayanmaz. Tersine bu uygulamada toplumsal eğitim ve fesat kapısının kapatılması esastır.
"Adam öldürmek bir akıl hastalığıdır. Bunun hastanede tedavi edilmesi gerekir." şeklindeki ifade bir mazerettir, bir bahanedir. (Ne güzel bir mazeret) ki, toplum içinde adam öldürmenin, utanmazlığın ve cinayetlerin yaygınlaşmasına yol açar. Adam öldürmeyi ve fesat çıkarmayı seven birisi, bu karakterin aklî bir hastalık ve geçerli bir özür sayıldığını ve hükümetlerin bu suçları işleyenleri özenle ve şefkatle tedavi etmelerinin gerekliliğini ve hükümetlerin de böyle bir inanca sahip olduğunu bilen birisi nasıl olurda her gün cinayet işlemez?
"Zor işlerde kullanmak, bununla beraber hapislerde tutarak topluma karışmalarına engel olmak suretiyle suçluların varlığından yararlanmak gerekir." şeklindeki iddia, eğer bir gerçeğe dayanıyorsa, şu hâlde neden yasalara karşı işlenen suçlara idam cezası vermek suretiyle çelişkiye düşüyorlar. -Çünkü hemen hemen dünyanın tüm ülkelerinde sisteme karşı işlenen suçlar ölümle cezalandırılır.- Bunun tek nedeni sisteme karşı işlenen suçları ölümle cezalandıracak kadar önemsemeleridir. Oysa, daha önce fert ve toplumun doğa açısından eşit öneme sahip olduklarını vurgulamıştık.
666 ................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Bakara Sûresi / 180-182 .....................................................
180- Birinize ölüm geldiği zaman, eğer geride bir hayır (mal) bırakacaksa, anaya, babaya, yakınlara, uygun biçimde vasiyet etmek yazıldı. Bu, muttakiler üzerinde bir haktır.
181- Kim işittikten sonra onu değiştirirse günahı, ancak onu değiştirenlerin boynunadır. Hiç şüphesiz Allah işiten ve bilendir.
182- Kim de vasiyet edenin bir hata veya günah işlemesinden korkarda tarafların aralarını düzeltirse, ona günah yoktur. Gerçekten Allah bağışlayan ve esirgeyendir.
"Birinize ölüm geldiği zaman, eğer geride bir hayır bırakacaksa... vasiyet etmek size yazıldı." Bu ayet-i kerime zorunluluk ifade ediyor. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'de "yazıldı" ifadesi kesinlik ve gereklilik bildiren hususlarla ilgili olarak kullanılır. Ayetin sonundaki "bir hak" ifadesi de bunu pekiştirmektedir. Çünkü "hak" da tıpkı "yazıldı" kelimesi gibi gereklilik öngörür. Ne var ki, "hak" deyiminin "muttakiler" le sınırlandırılmış olması, ifadenin farzlığa ve zorunluluğa yönelik kanıtsallığını bir miktar yumuşatıyor. Çünkü genel bir farziyet için en uygunu "müminlere bir haktır" denilmiş olmasıydı. Her ne ise, bazıları bu ayetin verasete ilişkin ayet ile neshedildiğini söylemişlerdir. Eğer dedikleri gibiyse, ifadenin içerdiği farz hüküm yürürlükten kaldırılmış, ama sevdirme amaçlı mendupluk devam
Bakara Sûresi / 180-182 ..................................................... 667
ediyor demektir. Belki de ifadenin sonundaki "hak" deyiminin "muttakiler"le sınırlandırılması bu amaca yöneliktir. İfadede geçen "hayır"dan maksat maldır. Bununla iş yapılabilen miktardaki bir mal kastedilmiş olsa gerektir. Herhangi bir iş yapmaya yaramayan bir miktar kastedilmemiştir. İfadenin orijinalinde geçen [ve "uygun biçimde" olarak anlamlandırdığımız] "maruf' deyimi ile, iyilik ve ihsan nitelikli işlerde genel geçer uygulama kastedilmiştir.
"Kim işittikten sonra onu değiştirirse günahı, ancak onu değiştirenlerin boynunadır." "Günahı" kelimesindeki zamir, değiştirme fiiline dönüktür. Öteki zamirler ise, "uygun bir vasiyet"e dönüktürler. [Eğer "vasiyet" kelimesine dönük olan zamirlerin müzekker olması söz konusu edilir ve zamirlerin müennes olması gerektiği söylenirse cevapta deriz ki:] Bu kelime iki iki çeşit zamiri kabul edebilecek bir mastardır. İfadede "onu değiştirenlerin "denilmiş olup da "onların" denilmemiş olması, günahın sebebini gösterme amacına yöneliktir. Bu da "uygun vasiyeti değiştirme"dir. Ancak bu şekilde ikinci ayetin bununla bağlantılı olarak değerlendirilmesi mümkün olabilir.
"Kim de vasiyet edenin bir hata veya günah işlemesinden korkar da tarafların aralarını düzeltirse, ona günah yoktur." Ayetin orijinalinde geçen "cenef" kelimesinin anlamı "eğilim ve sapma"dır. Bazıları, "Bu kelime yani "cenef" iki ayağın dışa yönelik eğilimini ifade eder. Nitekim "henef" de ayakların içe doğru eğilimlerini ifade eder" demişlerdir. Her hâlükârda, bu ifadede kastedilen amaç, günaha eğilim göstermedir. Çünkü ifade "günah" kelimesi ile bağlantılı olarak kullanılmıştır.
Bu ayet, önceki ayetin ifade ettiği anlamın ayrıntılı bir açıklaması niteliğindedir. Bunu göz önünde bulundurarak -Doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir- ayetleri birlikte şu şekilde anlamlandırabiliriz:
Değiştirmenin günahı, uygun vasiyeti değiştirenlerin boynunadır. Buna şu tarz bir ayrıntılı açıklama getiriliyor. "Kim de, vasiyet edenin vasiyetinin günah olmasından ya da günaha eğilimli olmasından korkarsa ve bu vasiyeti içinde günah olmayan ve günaha eğilimi bulunmayan bir duruma sokmak suretiyle tarafların arasını bulursa, ona bir günah yoktur. Çünkü uygun vasiyeti
668 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
değiştirmiş olmaz. Tersine vasiyetin içerdiği günah ve sapma unsurlarını ayıklamış olur.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-Kâfi, et-Tehzib ve Tefsir'ul-Ayyâşî adlı eserlerde1 (ifade son esere aittir) Muhammed b. Müslim'in şöyle dediği rivayet edilir: "İmam Sadık'a (a.s) dedim ki: 'Vâris olana vasiyet etmek caiz midir?' 'Evet.' buyurdu, sonra 'Eğer bir hayır bırakacaksa, anaya, babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyet etmek yazıldı.' ayetini okudu."
Tefsir'ul-Ayyâşî'de, İmam Sadık (a.s) babasından, o da Hz. Ali'- den (a.s) şöyle rivayet eder: "Kim ölüm döşeğindeyken varis olmayan akrabaları hakkında vasiyette bulunmazsa, amelini günahla sonuçlandırmış olur." [c.1, s.76, h: 166]
Yine Tefsir'ul-Ayyâşî'de, İmam Sadık'ın (a.s) bu ayetle ilgili olarak şöyle buyurduğu rivayet edilir: "İmamlık sıfatına sahip olanlar için yüce Allah insanların malları içinde bir hak belirlemiştir." Ravi diyor ki: "Bunun bir sınırı var mı?" dedim. "Evet" buyurdu. "Peki ne kadardır?" dedim, "En azı altıda bir, en çoğu üçte birdir." dedi. [c.1, s.76, h: 163]
Ben derim ki: Aynı anlamı içeren bir açıklamayı da Şeyh Saduk el-Fakih adlı eserinde İmam Sadık'tan (a.s) rivayet etmiştir.2 Aslında bu yorum, ayeti yüce Allah'ın Ahzab suresindeki sözüne bağlantılı olarak ele almanın güzel bir örneğidir. Ulu Allah şöyle buyuruyor: "Peygamber, müminlere canlarından ileridir. Onun eşleri de onların anneleridir. Rahim sahipleri de Allah'ın kitabında birbirlerine öteki müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar. Ancak velilerinize bir iyilik yapmanız hâriç. Bunlar kitapta yazılmıştır." (Ahzâb, 6)
Bu ayet-i kerime, İslâm'ın ilk dönemlerinde muhacirlerle Ensar arasında gerçekleştirilen kardeşlik akdinin öngördüğü veraset uygulamasına ilişkin hükmü yürürlükten kaldırıyor. Kardeşlik akdi gereği varis olmayı geçersiz kılarak, bunun yerine akrabalık yoluy- ------
1- [el-Kâfi, c.7, s.10, h: 5; et-Tehzib, c.9, h: 793; Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1, s.76, h: 164] 2- [Men La Yahzuruh'ul-Fakih, c.4, s.44]
Bakara Sûresi / 180-182 ................................................... 669
la varis olma zorunluluğunu getiriyor. Daha sonra velilere yapılacak iyiliği bu genel kuralın kapsamının dışında tutuyor. Bilindiği gibi ayet-i kerime Hz. Peygamberi ve onun pak soyunu müminlerin velisi saymıştır. İşte kapsam dışı bırakılan bu iyilik, "eğer bir hayır bırakacaksa..." ayetinin konusunu oluşturuyor ki burada işaret edilen kimseler de akrabalardır. Bu açıklama sonucu aradaki münasebeti anlamış olmalısın.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de, İmam Bâkır veya İmam Sadık'ın (her ikisine de selâm olsun) "Birinize ölüm geldiği zaman..." ayetinin içerdiği hüküm "feraiz" ayetinin içerdiği hüküm tarafından yürürlükten kaldırılmıştır." buyurduğu (a.s) rivayet edilir. [c.1, s.77, h: 167] Ben derim ki: Bundan önceki rivayetler ve bu rivayet birlikte değerlendirildiğinde; ayet-i kerimenin yürürlükten kaldırılan yönünün vaciplik olduğu, müstehaplık yönünün ise devam ettiği sonucu çıkacaktır.
Mecma'ul Beyan tefsirinde İmam Bâkır'ın (a.s) "Kim de vasiyet edenin bir hata veya günah işlemesinden korkarsa." ifadesi ile ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "İfade de geçen "cenef' kişinin caiz olduğunu bilmediği bir yönden hataya düşmesi demektir." Tefsir'ul-Kummî'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu belirtilir: "Adam vasiyetini yaptıktan sonra vasiyeti alanın vasiyeti değiştirmesi caiz olmaz. Aksine dinlediği vasiyeti olduğu gibi koruması gerekir. Ancak, yüce Allah'ın emrettiğinin dışında bir hususu vasiyet edip vasiyetinde günaha düşmesi ve zulme neden olması başka. Böyle bir durumda kendisine vasiyet edilen kişinin bu vasiyeti hakka göre düzeltmesi caiz olur." "Söz gelimi, bir adamın birden fazla varisi varsa, tutup tüm malını bazılarına vasiyet etse ve diğerlerini bundan yoksun bıraksa, vasiyeti alan kişinin bunu hakka göre düzenlemesi caiz olur. Ayet-i kerimedeki 'hata ve günah' ifadesiyle kastedilen de budur. Şu hâlde 'cenef' vasiyet edenin varislerinden bazılarına eğilim gösterip diğer bazısını dışlaması demektir. Günah ise, adamın vasiyet ettiği kimseye ateşkedeler kurmasını ve içki yapmasını emretmesidir. Vasiyeti alan kimsenin bunlara uymaması caizdir."
670 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.1
Ben derim ki: Bu rivayette, "cenef" kavramına verilen anlam "tarafların arasını bulması" ifadesine de açıklık getirmektedir. Şu hâlde kastedilen, vasiyet edenin bir kısım varise eğilim göstermesi yüzünden varisler arasında başgösteren çekişmeyi ortadan kaldırmaya yönelik ıslah edici girişimlerde bulunmaktır.
el-Kâfi adlı eserde, Muhammed b. Sevka'nın şöyle dediği belirtilir: "Kim işittikten sonra onu değiştirirse günahı onu değiştirenlerin boynunadır." ifadesi ile ilgili olarak İmam Bâkır'a (a.s) sordum. Buyurdu ki: "Bu ifadenin kapsadığı durum, sonrasındaki 'Kim de vasiyet edenin bir hata veya günah işlemesinden korkar da tarafların aralarını düzeltirse, ona günah yoktur.' ifadesinin içerdiği durumun hükmünce yürürlükten kaldırılmıştır. Yani kendisine vasiyet edilen kişi, eğer vasiyet edenin bu vasiyetiyle, Allah'ın hoşnut olmadığı ve hakka ters düşen bir şeyi istemek suretiyle evladıyla ilgili olarak günaha düşmesinden ve doğrudan sapmasından korkarsa, vasiyeti hakka göre düzeltmesinde ve hak yolunda Allah'ın rızasına uygun hale getirmesinde ona, yani vasiyeti dinleyen kişiye bir günah yoktur. [c.7, s.21, h: 2]
Ben derim ki: Bu rivayet, ayetin ayetle tefsir edilmesine bir örnektir. Dolayısıyla nesh kelimesinin kullanılması, ıstılahî anlam ifade etmez. Daha önce de söylediğimiz gibi İmamların sözlerinin arasında geçen "nesh" kavramı, kimi zaman usulcülerin bu kavrama yükledikleri anlamı ifade etmeyebilir.
Hamd Allah'a mahsustur. Başarı Allah'tandır.
|
||
|