|
Muaviye’nin, Şam’da vali
olan ağabeyinin ölmesi üzerine ikinci halife Ömer tarafından bu makama atanması
ile başlayan tarihî süreci iyi mütalâa eden herkes, Muaviye’nin, Ömer bin
Hattab’ın da her yönden güvenini kazandığını ve onun nezdinde emin bir kişi
olarak telakki edildiğini bilmektedir. Elbette ikinci halife Ömer, Şam’a, vali
olarak ilk başta Abdullah bin Abbas’ı atamayı düşünmüştü, ama onun neticede
hilâfet konusunda haksızlığa uğratıldıklarını düşünen Benî Haşim’den olması
hasebiyle bu kararından vazgeçip Muaviye’yi tercih etmişti. İbn-i Abbas’ın,
merkezden uzak olması hasebiyle kontrolü zor olan Şam’da gücü ele geçirdiği
takdirde, merkezî yönetim aleyhine güç oluşturup ordu toplayarak, Medine’ye
sürmesinden çekinen ikinci halife, böyle bir riski göze almaktansa, kendisine
göre geleceği parlak ve sinsi düşüncelere sahip olan ve aynı zamanda da Ehl-i
Beyt’in iktidara gelmesine karşı olan Muaviye’yi bu göreve getirmeyi daha yeğ
bulmuştu. Bu arada ikinci halife Ömer, sadece Muaviye’yi bu göreve atamakla
kalmayıp ona beytülmal üzerinde istediği şekilde ve her türlü tasarrufta
bulunma ve halkı istediği gibi yönetme hakkını da vermişti. Oysa ikinci halife
Ömer, başka valilerine karşı böyle davranmamış ve onların beytülmaldeki küçük
hatalarına bile göz yummadığını göstermeye çalışarak az çok beytülmal hususunda
hassas olduğu izlenimini vermeye çalışmıştır. Onun, “Halid bin Velid”, “Ebu
Hüreyre”, “Ebu Musa Eş’arî”, “Kudame bin Maz’un”, “Haris bin Veheb” gibi
tanınmış sahabîleri, beytülmalden para aklamaları nedeniyle azarladığı,
(bazılarını) vücutlarından kan çıkarıncaya kadar dövdüğü ve hatta bir kısmını,
makamlarından bir daha kendi dönemi içerisinde verilmemek üzere azlettiği
bilinmektedir.[6] İkinci
halifenin aynı uygulamayı, “Muaviye bin Ebu Süfyan” üzerinde kullanmadığını ve
onu serbest bıraktığını şu tarihî sözüyle hatırlıyoruz:
“Ey Muaviye, ben sana
(herhangi bir konuda) ne emreder, ne de nehyederim..!”
Muaviye’nin asi kişiliği,
kendisine sunulan limitsiz bir destek ve güçle, İslam’ın önderleri olan Hz. Ali
(a.s) ve iki masum evlâdının başına belâ olmaya yetiyordu. Üç halife ve bir de
Benî Ümeyye hakkında naklettirdiği onca uydurma hadislerle yerini pekiştiriyor,
Ehl-i Beyt’e minberlerde lânet etme cüretine sahip oluyordu. Onun ne denli
güçlü olduğunu, İmam Hasan (a.s)’ın ordu komutanlarından “Ubeydullah bin
Abbas’ı” bir milyon dirheme satın almasında görüyoruz. Oysa ikinci halife
tarafından beytülmalden para aklama nedeniyle cezalandırılan Ebu Hüreyre sadece
“bin altı yüz dinar” için vücudundan kan gelinceye kadar dövülüp sürülmüştü.
Muaviye, Emir’ül-Müminin Ali
(a.s)’ın bir kılıç darbesiyle yaralanıp şehit edilmesinden sonra derin bir “oh”
çekmişti. Fakat onun bu şad ve keyifli hâli, ancak İmam Hasan (a.s)’ın
babasının yerine halife olarak seçildiği haberi kendisine verilene dek
sürmüştü. Çünkü İmam Hasan (a.s), ümmet içerisinde Peygambere en çok
benzeyendi. O, Allah Resulü’nün biricik kızı Fatıma’nın oğlu ve seçkin kişiliğe
sahip bir kimseydi. Babası Ali bin Ebu Talib için ortaya attığı, “Osman bin
Affan’ın katilidir” iddiası da, onun için geçerli olamayacaktı. İmam Hasan
(a.s)’ın, üçüncü halifenin bir saldırıya kurban gitmemesi için kapısında
akranlarıyla birlikte beklediğini bilmeyen yoktu. Muaviye, bu yönde derin
düşüncelere dalmış, hilâfeti nasıl ele geçirebileceği hususunda veziri Amr bin
As ile istişarelerde bulunmuştu. Muaviye uzun süren düşüncelerden ve
meşveretlerden sonra, yapması gereken iki asıl işi olduğu neticesine varmıştı.
Muaviye’nin ilk yaptığı şey, İmam’ın etrafında
komuta birliğinde kandırılmaya müsait olan kişileri satın almak oldu. İmam’a
yakınlığıyla bilinen ve söz sahibi olan kimselerden büyük bir kısmını
kandırmayı başarmış ve neredeyse on kişi -Kays bin Sa’d, Hicr bin Adiy…
gibiler- dışında hepsini satın almıştı. Bu, Muaviye’nin İmam Hasan (a.s)’a
karşı aldığı ilk tedbir olarak göze çarpmaktadır.
Onun yaptığı ikinci sinsi plân, İmam’ın halktan
kopmasını sağlayacak olan “sulh” girişimiydi. Onun bu plânı, birinci plânından
daha fazla İmam Hasan (a.s)’ı çaresiz bırakabilecek bir plândı. Bu plânıyla
İmam’ı gafil avlamayı hedefleyen Muaviye, toplumda herkesin para ile satın
alınamayacağını biliyor ve bu tür bir hileyle kandırabileceği büyük bir kitle
olduğunu düşünüyordu. Çünkü, sabit fikirleri olmayan Irak halkı, beş yıl -İmam
Ali (a.s)’ın hilâfet dönemi- içerisinde, “Cemel, Sıffin ve Nehrivan” gibi üç
büyük savaş geçirmişti. Yorgun ve bitkin bir haldeydiler, savaşlarla ve
sıkıntılarla geçen beş yılın ardından, yaralarını sarmayı ve barış içinde olan
huzurlu bir geleceği istemekteydiler. İmam’a sunulacak olan bu sulh hilesi, en
çok onların hoşuna gidecek ve onlar tarafından kabul görecekti. Öte yandan İmam
Hasan (a.s)’ın Şam yönetimi tarafından kendisine sunulan sulhu kabul
etmeyeceğini de bilen Muaviye, tüm plânını bu kurgu içerisinde hazırlamış ve
uygulamaya geçirmişti. Zira Muaviye, İmam Hasan (a.s)’ın Şam’daki sultayı
yıkmaya dair olan kararlılığını karşılıklı mektuplaşmalarında açıkça görmüş,
dolayısıyla da savaşmayı göze alacağını biliyordu. Bu nedenle İmam Hasan’ın
ordusunu bölüp parçalamayı ve böylelikle o hazreti zayıf düşürüp küçük bir
grupla yalnız kalmasını sağlamayı ve böylece kötü emellerine ulaşmayı
hedefliyordu. İşte Muaviye’nin hilâfeti ele geçirme plânları böyleydi.
İmam Hasan (a.s)’ın savaşmak
yerine sulhu tercih etmek zorunda kaldığı nedenlere gelince, bunları maddeler
hâlinde şöyle sıralayabiliriz:
1- Savaşmanın
hiçbir kazancı olmaması
İmam Hasan (a.s)’ın
Muaviye’nin düzenli ve disiplinli ordusuyla savaşa girmeden önce iki ihtimali
göz ardı etmemesi gerekiyordu. İki ihtimalli sonucu olan savaşın getiri ve
götürüsünü iyice değerlendirerek doğru strateji belirlemenin kendisinin
toplumları muzaffer kılmaya yettiğini bilmekteyiz. İmam Hasan (a.s) Muaviye’ye
karşı savaştığında ya galip ya da yenik olarak ayrılacaktı.
Eğer İmam galip olarak
ayrılsaydı, -ki bu gerçekten zayıf bir ihtimaldi- Muaviye’nin satın almış
olduğu, uydurma hadis nakleden raviler vasıtasıyla, Şam milletinin de
desteğiyle tarihte eşi benzeri görülmemiş bir mazlumiyet destanı yaratılacaktı.
Benî Ümeyye’nin, onca yaptığı yolsuzluklar ve yanlış siyasî kararlar
neticesinde öldürülen “Osman”ı, yeryüzünün en mazlum insanı olarak
sunabildiklerini hatırladığımızda, kendileri için de aynı senaryoyu
düzenleyebileceklerinin hiç de uzak bir ihtimal olmadığı açıkça ortadadır.
Kaldı ki, o günün cahil ve saf insanları, “İşte Osman’ın kanlı gömleği budur”
sözüyle kandırılarak, büyük bir savaş yaratılmış ve fitne unsuru olarak
kullanılmıştı. İmam Hasan (a.s), bu azgın toplumla savaşa girmeden önce,
onların bu tebliğat kollarını kesmeli ve nihayetinde savaş bitiminde mazlum
gösterilmelerine meydan vermemeliydi. Bunu çok iyi bilen İmam, savaşa karar
vermeden önce bu ihtimali göz önünde bulundurmalı ve bu konudaki endişesini
gidermeliydi. Oysa İmam Hasan’ın bu alanda ne kadar bir başarı sağlayabileceği
belli değildi.
Savaşın ikinci ihtimali ise,
İmam Hasan (a.s)’ın yenilgiyle ayrılma olasılığıdır. Yenilgi, katledilmeyi ya
da esareti beraberinde getirebilir.
a) İmam’ın bu savaşta Muaviye tarafından şehit edildiği durumunu düşünürsek; bu durumda Benî Ümeyye’nin
etkisinde kalmış kimseler, “Muaviye, ona sulh önerisinde bulunmuştu. Eğer
kendisine sunulan sulh önerisini kabul etseydi, bir hiç uğruna heder olmazdı.
Bu onun kendi hatasıdır. Sulhu kabul etmeliydi… Ölmeyi kendi istedi..!”
diyecekler ve yaptığı savaşın nedenini anlamayacaklardı. Böylelikle, Muaviye
istediğini elde edecek ve gasp ettiği hilâfet makamını güçlendirecekti.
b) İmam’ın bu savaşta Muaviye tarafından esir alınarak, antlaşmaya
zorlanmasını düşünürsek; bu ihtimalde de İmam’ın yine savaşmadan önceki hâlinden daha çaresiz
olacağını görebiliriz. Çünkü İmam Hasan (a.s)’ın Muaviye ile savaşmadan yaptığı
sulhta, İmam’ın istediği şartlar yazılmış ve her iki taraf da bunları kabul
ederek imzalamışlardır. Ama eğer İmam, Muaviye ile muharebeye girer ve
neticesinde esir düşerek antlaşma yapmaya mecbur kılınsaydı, antlaşmada yer
alacak şartların, ilk baştan yapılan antlaşmada yer alacak şartlardan daha ağır
ve kabul edilemez şartlar olacağı muhakkaktı. Dolayısıyla İmam, büyük bir
ihtimalle kaybedeceği ve neticesinde kendisine bir fayda getirmeyecek savaştan
uzak durmuştur.
2- Muaviye’nin
gerçek yüzünün ortaya çıkması
Muaviye, savaş öncesi İmam
Hasan (a.s)’a sunduğu antlaşma ile İmamı gafil avlamayı düşündüğünü
belirtmiştik. Ne var ki, İmam kendisine sunulan bu antlaşmayı kabul ederek,
aksine Muaviye’yi gafil avlamış ve onun tüm plânlarını alt üst etmiştir. Dikkat
ederseniz; gerek Irak, gerekse Hicaz toplumu içerisinde Muaviye’nin sinsi plânları
ve şeytanî düşünceleri iyi anlaşılamamış ve o gereği gibi tanınmamıştı.
Peygamber ve Ehl-i Beyt’in, onun hakkında söyledikleri yerici sözlere rağmen,
günümüzde olduğu gibi, o yine de o toplumda bazen hata yapabilen bir sahabî
olarak görülüyordu. Çünkü o da namaz kılıyor, Kur’an okuyor ve diğer farz
amelleri yerine getiriyordu. Hatta onun faziletleri hakkında rivayetler
naklediliyor, ortalıkta söylenen sözler onun iyi bir sahebî olduğuna delâlet
ediyordu. Onu hakkıyla ve gerçek simasıyla tanıyanlar ise sadece Ehl-i Beyt’in
has yaranlarıyla sınırlıydı.
Oysa İmam Hasan (a.s) ile
Muaviye arasında gerçekleşen sulhun hemen arkasından, gerçekler yavaş yavaş
zahir olmakta ve büyük bir sır perdesi aralanmaktaydı. Muaviye, antlaşmanın
kabul edilmesiyle birlikte hemen “Nuhayle” ve “Kufe”de gerçek yüzünü göstermiş
ve antlaşmayı ayaklarının altına aldığını yöre halkına duyurmuştur. Ehl-i
Beyt’e, özellikle Hz. Ali (a.s)’a kötü söz söylenmeyeceği ve kötü şekilde
anılmayacağına dair antlaşmada şartlar koşulmasına rağmen, o, hilâfete geçtiği
ilk günde bu hükmü hiçe sayarak, yine bildiğini yapmış ve meydan okumuştur.[7]
O, kendisinden sonra halife
seçme hakkı olmamasına rağmen fasıklığında şüphe olmayan oğlu “Yezid”in
kendisinden sonra halife olabilmesi için biat almış ve resmen zamanının
halifesi olarak ilân etmiştir. Ehl-i Beyt’e ve yaranlarına hiçbir ekonomik,
toplumsal ve siyasî zarar vermeyeceğini taahhüt eden Muaviye, bu zümreden
binlerce kişinin kanına girmiştir.
Değerli okuyucular; Muaviye,
bütün bu zulümlerine rağmen İslam âlemi içerisinde hâlâ bazıları tarafından
sevilip korunuyorsa, bir de onun bu zulümleri yapmaya imkân ve fırsat bulamadan
anıldığını düşünün… Şüphesiz, böylesi şeytanî düşünceye sahip olan o, bu takdirde
Ehl-i Beyt’in sahip olduğu kutsallığa kadar yüceltilebilecek ve kesinlikle
hiçbir kimse onun hakkında yorum yapma hakkına sahip olmayacaktı. İşte İmam
Hasan (a.s)’ın sulh yapması ile, onun gerçek yüzü ortaya çıktı ve İslam dinini
ortadan kaldırmak için yaptığı tüm plânları suya düşmüş oldu.
3- Hakkın batıldan
ayrılması
İslam dininin sadece namaz,
zekât, oruç, hac gibi amellerden ibaret olmadığını bilmekteyiz. Bu tür
ibadetleri yerine getirmeden önce, Müslümanların doğru ve sahih bir inançla
Allah’a yönelmeları ve bu esas üzerine itaat etmeleri gerekir. Sahih inanca
sahip olmadan yapılan ibadetin hiçbir değeri olmadığı gibi, insanı beklemediği
bir neticeyle karşı karşıya da getirebilir.
Peygamberin, ümmeti için;
“Ben sizin aranızda iki değerli emanet bırakıyorum. Bunlar; Allah’ın kitabı ve
Ehl-i Beyt’imdir…” diyerek iki asıl kaynak ve merci bıraktığını, öyle sanıyorum
bilmeyenimiz yoktur. Ehl-i Beyt ile bırakın savaşmayı, onlardan öne geçme izni bile
verilmezken, sevgileri tüm ümmet için farz kılınırken, hakkın onlardan, onların
da haktan ayrılmayacakları vurgulanırken, insanlara düşen görev ancak onlara tâbi
olmak değil midir?
Ehl-i Beyt (a.s),
kendilerine tâbi olan kimselere her fırsatta, müminin alâmetinin çok ibadet
etmek değil, ancak kendilerine itaat etmek olduğunu vurgulamış, kendilerini Kur’an’la
birlikte alınması gereken birinci kaynak ve merci olarak göstermişlerdir.
Muaviye ve haricîler gibi sapık düşünceli insanların ısrarla kendilerine cephe
almaları karşısında tek bırakılan Hz.Ali (a.s) ve masum evlâtları, dönemin her
devresinde gerçekleştirdikleri bu tür üstün taktik anlayışlarıyla hakkı ve ona
tâbi olanları batıldan ayırmışlardır.
Hakkı batıldan ayırt
edebilecek kadar basireti olamayanlar, Hz. Ali (a.s)’ı, Sıffin’de Muaviye
tarafından kendisine kapatılan suyu alarak, onlara serbest bıraktığında
görmeliydiler. Bunu da göremeyenler, Peygamberin “Ammar bin Yasir, zalim bir
kavim tarafından şehit edilecek” mealindeki hadisinin, “Sıffin” muharebesinde Ammar’ın
Muaviye ordusu tarafından hunharca öldürüldüğünde gerçekleşirken görmeliydiler.
İmamların, tarihin her döneminde cahil ve anlamakta güçlük çeken, basiretten
uzak insanlara hakkı gösterme uğruna büyük çabalar sarf ettiklerine tarih
tanıklık etmektedir. İmam Hasan (a.s), Muaviye ile yaptığı antlaşmada, hakkı ve
ona tâbi olanları, izlediği mükemmel taktikle tanıtmıştır.
Gerek İmam Hasan (a.s),
gerekse ortada kalan haricî ve sabit fikirli olamayan Irak ehli, gerekse de
Muaviye’ye gönülden bağlananlar, İslam’ın kendilerine getirdiği zahirî
hükümleri yerine getirmekteydiler. Öyleyse, zahirî ibadetlere bakılarak kimin
haklı, kimin yanlış yolda olduğu anlaşılamazdı. Hakkı batıldan ayırt etmenin
asıl şartı; kötü niyetli insanlara fırsat vererek, niyetlerini, düşüncelerini
ve eylemlerini meydana çıkartmaktır. İmam Hasan (a.s)’ın sulhu bir kez daha
birbiriyle iç içe girmiş durumda bulunan hakkı batıldan böylelikle ayırmıştır.
4- İmam’a bağlı
birliklerin ve biat edenlerin gevşek olması
İmam Hasan (a.s)’a bağlı
birliklerin gevşek davrandıklarına dair genel olarak açıklamalarda bulunmuştuk.
Şimdi İmam Hasan (a.s)’a biat edenlerin savaşmaktan kaçınmalarının nedenlerini
araştıracağız.
a) Farklı düşünce
ve inançlar:
Muaviye’ye karşı hazırlanan ordu
içerisinde tamamen birbirine zıt akideler ve düşünceler kendini göstermekteydi.
Bu düşüncelerin İmam Hasan (a.s) zamanında daha da artarak halkın tüm
kesimlerine yayıldığını görmekteyiz. İmam Hasan (a.s)’a biat edenler içerisinde
söz sahibi olan gruplardan birini, Emevî sultasını gönülden destekleyen ve onların
hilâfeti gasp etmesini ümit eden Muaviye yanlıları oluşturuyordu. Bu grubun
önde gelenleri, “Eş’as bin Kays, Ömer bin Sa’d, Haccar bin Ebcer ve Ömer bin
Haccac”dan oluşuyordu. Bu kimselerin, özellikle Emevî sultasını
desteklemelerindeki neden, Muaviye’nin kendilerine sunduğu hediyeler ve buna
bağlı olarak verdiği vaatlerdi.
İmam Hasan (a.s)’ın rahat
hareket etmesini engelleyen ve sürekli kargaşa yaratmalarıyla meşhur olan bir
diğer grup “Haricîler”di. Onlar, İmam Ali (a.s)’ın Muaviye’ye karşı galip
geleceği bir anda, Hazret’in Muaviye ile sulh etmesi istemiyle üzerine
yürümüşler, aksi takdirde etrafında toplanmayı ganimet bilerek kendisini
öldüreceklerini söylemişlerdi. Kendilerini ibadete vermiş bu bağnaz topluluk,
kendi düşünceleri dışında her topluluğu “kâfir” olarak nitelemekte ve
istedikleri kimseleri muhakeme etmeden öldürme düşüncesiyle şekillenmişlerdi.
Onların İmam Ali (a.s)’la yapmış olduğu savaşta ağır kayıplar verdiğini ve bu
nedenle Ehl-i Beyt’e karşı içlerinde büyük bir kin duydukları bilinmektedir.
İmam Ali (a.s)’ın katili İbn-i Mülcem Muradî’nin de “Haricîler”den oluşu,
onların ne denli tehlikeli olduğunu ve basite alınmayacağını ortaya
koymaktadır.
İmam Hasan (a.s)’a biat eden
bir başka grup, Irak kabileleriydi. Onlar, cahiliye düşüncelerinden biri olan
“kabileciliği” devam ettirmişler, birbirlerine her zaman üstün gelmeye
çalışmışlardır. Muaviye’nin yağlı sofrasından kendilerine düşen kısmı alabilmek
için, biat ettikleri Peygamber torununu satmaktan çekinmediklerini, hatta ölü
ya da diri olarak Hazreti onlara teslim etmeye hazır olduklarını söylemişlerdi.
Onlar Muaviye’den bu direktifi alabilmek için yarışıyor, büyük ödüle sahip
olmayı şiddetle istiyorlardı.[8]
İmam Hasan (a.s) bu gruplar
içerisinde Muaviye’ye karşı taarruza girişmesi, katlanılması ağır sonuçlar
doğuracak ve bir başka mazlumiyet örneği yaşanacaktı.
b) Ganimetler
üzerindeki ısrar
Arapların savaş meydanlarına
gelmelerindeki asıl nedenlerden biri, ganimet ele geçirme olduğunu belirtmek
isteriz. Gerek cahiliye döneminde, gerekse İslam sonrası dönemde bu kök salmış
düşünceyi görmek mümkün. Peygamberin onca tavsiyesine rağmen, “Uhud” savaşında,
birtakım sahabenin ganimet elden gidiyor diye yerlerini terk etmeleri ve
neticesinde Müslümanların ağır bir yenilgi aldıklarını pek iyi bilmekteyiz.
Peygamberin bizzat katıldığı savaşlardan sonra paylaştırılan ganimetlere razı
olmayan sahabe, alenen Peygambere muhalefet etmiş, itirazlarını bildirmişlerdi.
Hz. Ali (a.s)’ın “Cemel” savaşı sonrasında paylaştırdığı ganimete itiraz
edilmiş, bu yönde tatsızlıklar çıkarılmıştı. Özellikle İmam Ali (a.s)’ın
“Cemel” savaşı sonrasında Talha ve Zübeyir ordusundan ganimet alınan kadınlara
ve mallarına dokunulmamasını ve geriye döndürülmesini emrettiğinde birtakım
çevreler bundan rahatsız olmuş, tefrika yaratmak istemişlerdi.
İmam Hasan (a.s)’ın da,
dedesi ve babasının sünnetine amel edeceğini bilen Arap toplumu, savaşmalarındaki
asıl nedenlerden biri olan ganimette tasarruf hakları olmayacağını biliyor ve
Muaviye’ye karşı muharebeden kaçınmalarına bahane olarak bu nedeni ileri
sürüyorlardı.
c) Muaviye’nin
hileleri ve yalan duyuruları
İmam Hasan (a.s)’a biat eden
kimselerin ve bilhassa ordusunun gevşek davranmasındaki nedenlerden biri de,
onların Muaviye’nin şeytanî hileleri etkisinde kalmış olmalarıdır. İmam Hasan (a.s)’ın
önde gelen komutanlarından olan Ubeydullah bin Abbas’ın Muaviye tarafından
satın alınmasından sonra, Şam ordusunun en yetkili kumandanı olan “Busr bin Ertah”
yirmi bin kişilik düzenli orduyla, Irak’ın önemli şehirlerini gezerek hile dolu
şeytanî duyurularda bulunmuştur. Daha antlaşma tezleri ortaya atılmadan, “Busr
bin Ertah”, gittiği yöre halkına “Ubeydullah bin Abbas”ın, Muaviye’yi haklı
bularak tövbe edip biat ettiğini, İmam Hasan (a.s)’ın ise savaşmaktan (hâşâ)
korktuğunu ve sulh önerisinde bulunduğunu söylemiştir. Onların bu durum
karşısında kendilerini bir hiç yere heder etmemelerini, kılıçlarını kılıflarına
sokmalarını söylemiştir.
Muaviye, “Ubeydullah bin
Abbas’ı” satın aldığı taktikle, onun yerine geçen İmam’a gönülden bağlanmış
“Kays bin Sa’d”a da aynı teklifte bulunmuş ve İmam’ın kendisine sulh önerisinde
bulunduğunu söylemiştir. “Kays bin Sa’d”in İmam’ın ordusu içerisinde etkin
yerini bilen Muaviye, bu hileyle onu satın alacağını düşünse de, onun basireti
ve İmam’a olan tam inancı kendisine sunulan teklifi geri çevirmiştir.
İmam Hasan (a.s)’ın savaş
için ordusunu toplayıp, karargâhını kurduğunda kargaşalıklar üst düzeye
ulaşmış, fitnenin nereden, kimin tarafından geldiği belirlenememişti. İmam
bunun üzerine ordusunu irşad edip, Muaviye’nin hilelerinden uzak durmaları
hakkında hutbe okumuş, onların üzerindeki hüccetini tamamlamıştı. Emevî
sevenleri ve casusları, zaman kaybetmeden orduyu dağıtma yönünde ortaya
fitneler atıyor ve neticesinde İmam’ın çadırına kadar gidip suikast girimişinde
bulunabiliyorlardı. Onlar bir diğer taraftan da, öncü birliği komutanı “Kays
bin Sa’d”in Muaviye ordusu tarafından öldürüldüğünü ve Emevî ordusunun tüm
gücüyle üzerlerine hareket ettiği haberlerini yayıyorlardı. Bunu duyan ve
savaşmaktan korkanlar, firar ediyor ve yağmalamalar baş gösteriyordu.
Velhasıl Muaviye, kimilerini
korkutarak, kimilerini de kanmasını sağlayacak hileleriyle İmam’ın ordusunun
dağıtılmasında büyük pay sahibi olmuştur.
5- Muaviye’ye
meydanın bırakılmaması
Muaviye’nin Şam’da yaklaşık
kırk yıl içerisinde kurduğu düzenle kendi istediği bir toplumu oluşturduğundan
bahsetmiştik. Şam toplumu, Muaviye’yi “Vahiy kâtibi”, “Peygamberin özel sahabîsi”
, “Vahyin emini”, “Peygamberin gece dostu” gibi ünvanlarla anıyor, Ehl-i Beyt’e
namazlarından sonra lânet etmeyi farz biliyor, (hâşâ) cehennem ehli olarak
adlandırıyorlardı.
Sıffin muharebesinde Hz. Ali
(a.s)’a yüksek sesle lânet ederek şevkle savaşan Şam’lı adama bunun nedeni
sorulduğunda şöyle söylemişti:
“Ben, emiri (Hz. Ali) ve
kendileri ehl-i namaz olmayan bir millete karşı savaşımı, Allah’tan onlara lânet
etmesini isteyerek yerine getiriyorum…”[9]
Yukarıda da açıkladığımız
üzere, büyük ihtimalle şehit ya da esir düşeceği bir savaşa girmeyen İmam Hasan
(a.s), aleyhlerinde yapılan yanlış tebligatı, sulhu savaş yerine tercih ederek
kaldırmayı yeğlemiştir. Kur’an-ı Kerim’de, cennetle müjdelenen tek aile olan
Ehl-i Beyt, meydanı kendileri hakkında insafsızca iftiralar atan zalimlere
bırakamazdı. Çünkü onların yeterince tanınması, Kur’an’ın ve dinin özünü
tanımaktır ki bu hafife alınamayacak kadar önemli ve hayatî bir mesele idi.
Muaviye’nin asıl hedefi,
büyükleri Ebu Süfyan ve Hinde’nin gerçekleştiremediği “İslam’ı yok etme” hayeli
idi.[10]
Bu yolda sinsi hedefleriyle ilerleyen Muaviye, en azından İslam dinini tahrif
etme düşüncesiyle birçok bidat çıkarmış ve uygulatmıştır. Onun cuma namazını
çarşamba günü kıldırması olayı, İslam’a bidat yerleştirmek için giriştiği
eylemlerden sadece küçük bir örnekti. Ehl-i Beyt İmamlarının, bu tür zihniyete
sahip olan kimselerin yerleştirdiği bidatlere engel olmak ve gerçeği insanlara
öğretebilmek için hayatta kalmaları gerekiyordu. Onlar, bu kimselerin böyle
hileleri ve bidatleri karşısında, dinin ve Peygamberin hak sünnetinin ayakta
kalması için bazen savaşmayı, bazen de sulh yapmayı uygun görüyorlardı. Meydanı
Emevî zihniyetindeki insanlara bırakmak, Muaviye gibilerinin ekmeğine yağ
sürmekten başka bir şey değildi.
Muaviye, hakkı savunan Ehl-i
Beyt İmamlarının varlıklarına dahi tahammül edemiyor, onları en kısa zamanda
meydandan kaldırmayı düşünüyordu. Böylelikle hedeflerine en kısa zamanda
ulaşabilecek, günlerini gün edip, devranlarını sürdüreceklerdi. İmam Hasan (a.s),
Muaviye’ye biat etmesi hâlinde dahi rahat bırakılmayacağına dair
etrafındakilere hitaben şunları söylemiştir:
“Eyvahlar olsun size..!
Allah’a andolsun ki, Muaviye sizin her birinize verdiği vaatleri hiçbir zaman
gerçekleştirmeyecektir. Elimi onun elinin üstüne koyup, sulh ettiğimde bile,
ceddim Resulullah’ın sünnetine amel etmemi kabul etmeyecek, beni kendi hâlime
bırakmayacaktır…”[11]
6- Büyük bir katliama
engel olunması
Muaviye bin Ebu Süfyan, İmam
Hasan (a.s)’dan özellikle savaşarak hilâfeti almak istemesini, arkasından büyük
bir katliama girme istemine bağlıyabiliriz . O, İmam Hasan (a.s)’a karşı üstün
geldikten hemen sonra Kufe’ye hareket edecek ve Ehl-i Beyt’e mensup olan tüm
kişileri kılıçtan geçirecekti. İmam Hasan (a.s)’ın, onu sulh ile durdurması
büyük bir katliam yapmasına engel olmuştur.
Muaviye, katliama girişmek
için geçerli bir neden arıyordu. Çünkü o, hem bir taraftan hilâfetini
güçlendirmek, hem de kendi hükümetine muhalefet eden veya etmeyi düşünen
kitleyi yok etmek istiyordu. O bu düşüncedeyken bile, gelecekte iyi anılması
için rivayet tezgâhını da kurmayı ihmal etmemişti.
İmam Hasan (a.s) emellerine
varamayan Muaviye’yi âdeta divaneye çevirmişti. Sulh önerisini Muaviye
önermesine rağmen, bu işten zararlı çıkan yine kendisi olmuştu. Muaviye, hilâfette
bulunduğu süre içersinde her ne kadar kitlesel bazda bir katliam
gerçekleştirememişse de, İmam Ali (a.s)’a gönülden bağlanan kimselerin Şam’a
getirilmesini sağlamış ve onlara ağır eziyetlerde bulunmuştur. Antlaşma
hükümlerine uymayacağını hilâfetinin ilk gününde Kufe halkına açıklayan
Muaviye, bu söyleyişleriyle İmam yaranlarına göz dağı veriyordu.
Muaviye, hilâfeti dönemi
içersinde Hucr bin Adiy’le birlikte bulunan on sahabî ve tabiîyi hunharca şehit
etmiştir. Bu zalim insan, övgüye lâyık olan Amr bin Hamik Huzaî adlı sahabînin
başını gövdesinden ayırmış ve ilk defa bir mızrak ucunda şehir şehir gezdirilen
kişi olarak anılmasını sağlamıştır. Muaviye, Eş’as bin Kays’a kızının İmam
Hasan’a zehir vermesi yönünde telkinde bulunmuş, kendisine hediyeler
göndermiştir.[12] Muaviye,
Peygamberin sahabesini ülkenin dört bir yanından çağırmış ve kılıç zoruyla biat
almıştır. Muaviye’ye kitlesel katliama girmemişse, bunun tek nedeni İmam Hasan
(a.s)’la yapmış olduğu sulhtur. Bu sulh onun hızını kestiği gibi, katliam için
söylenecek tüm bahaneleri de ortadan kaldırmıştır.
7- Sulh ile
Müslümanların kanının heder olmaması
Burada İmam Hasan (a.s)’ın
bir diğer sulh nedeni olarak, “Müslümanların, kanını heder olmaktan
kurtardığını” söyleyebiliriz. Peygamberin ve Hz. Ali (a.s)’ın katıldıkları her
savaşta, her zaman savunmada olduklarını görmekteyiz. Düşman saldırmadığı sürece,
ordularının saldırmamasını emreden Ehl-i Beyt (a.s), böylelikle Müslümanların
kanını ve canını aziz kabul etmişler, her defasında koruma altına almışlardır.
İmam Ali (a.s), Cemel, Sıffin ve Nehrivan ordularına karşı, kendileriyle
savaşma niyeti olmadığını ve savaşı onların istediğine dair hüccetini
tamamlamak için üç Kur’an okuyanı meydana göndermiş ve onların şehit
edilmesinden sonra, savaş emrini vermiştir. İmam Ali (a.s), hatta Sıffin
savaşında Muaviye’ye, Müslüman kanının boş yere akmasını istemediğini ve her ne
hesabı var ise kendisiyle halledebileceği haberini göndermişse de o, Hayber
fatihi karşısında kendini âciz gördüğünden meydana gelme cesaretine sahip
olmamıştır.
Peygamberin devrinde yapılan
onca savaşta şehit düşen Müslüman askerin sayısı beş yüze varmazken, Hz. Ali (a.s)’ı
öldürüp, hilâfetten uzaklaştırmak için yapılan üç savaşın neticesinde on
binlerce Müslümanın öldüğü bilinmektedir. Bu yeni kurulmuş bir din için büyük
bir rakam ve büyük bir tehlikeydi. Daha fazla kanın akmaması, dinin geleceğine
ümitle bakılması için büyük önem taşıyordu. Ve İmam Hasan (a.s), büyük
ihtimalle kaybedeceği bir savaştan kaçınarak, Müslümanların kanının akmasına
engel olmuştur.