|
Modern Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşu, Türklerin bu topraklara yerleşmesinden bu yana bu
toplum için yapılan en iddialı ve köklü dönüşüm niteliğini taşıyordu. Bunun
nedenlerinden ilki, bu hareketin geçmişten hayli önemli bir kopuşu getirmesi,
ikincisi ise, batıya (Batı Medeniyeti’ne) tümden bir yönelişi, bağımsızlık
bildirgesinin en temel etmenlerinden biri olarak kabul etmiş olmasıdır
denilebilir. Bu iki temel düsturun birlikte uygulanabilir olmasının biricik
yolu ise, bu eyleme/oluşuma katılacak her ırk, din, kültür ve eğilimden grup,
toplum ve toplulukların birlikte yaşama isteklerinin olmasından geçmekteydi.
Yani gönüllü ya da gönülsüz ortak bir toplumsal anlaşmanın onaylanması
gerekiyordu, hatta bu, o dönemdeki koşullardan dolayı kaçınılmazdı denilebilir.
Çünkü geçmişten hem kültürel hem de düşünsel kopuş, bu ülkede yaşayan
toplumların kaçınılmaz olarak kendilerine ait her şeye yabancılaşmalarına neden
olacaktı. Bu da o toplumlar ve topluluklar için mutsuzluk ve üretimsizlik demekti. Öte yandan batıya,
Batı Medeniyeti’ne kapsamlı bir yöneliş ise, bu ülke insanları için yeni
yaşayış ve düşünüş biçimleri ile modellerini benimsemeyi zorunlu kılıyordu. Bu
ise, yeni kurulan bu ülkede yaşamayı seçen her ırk, kültür, din, inanç ve
eğilimden insan ve toplumların, birlikte yaşama ve paylaşma adına, kendi inanç
ve yaşam biçimlerinden az ya da çok ödün vermesini, yaşamsal bir önkoşul olarak
benimsemesini gerektiriyordu. Ortada hem toplumlar için hem de o dönemin
yöneticileri için onaylanması, daha doğrusu kabul edilmesi zorunlu tek bir
seçenek vardı. Tarih, bu topraklarda yaşayan insanlara nasıl tek ve kaçınılmaz
bir sonuca katlanmayı zorunlu kılmışsa, başta M. Kemal olmak üzere, o dönemin
önderlerine de aynı seçeneği benimseyip uygulamayı tek ve mutlak bir sonuç
olarak önermişti. Aslında sonradan daha bir dikkat ve sağduyuyla yapılan
inceleme ve değerlendirmeler de göstermiştir ki, bu ülke insanları için o
dönemin karar vericileri olabilecek en doğru kararı vermişlerdir. Şöyle ki, 13.
yy.’dan bu yana Batı Medeniyeti kendini her geçen yıl daha çok yenileyerek
dünyanın diğer bölgelerindeki medeniyetleri hem teknolojik hem de kültürel
bakımdan geçmiş, bir taraftan kendi halklarının yaşam koşullarını
iyileştirirken, diğer taraftan dünyanın
diğer toplumlarını daha çok kontrol etmeye ve yönetmeye başlamıştır. Batı,
Reform ve Rönesans’la bu büyük ivmeyi yaşarken, özellikle Doğu olmak üzere öbür
medeniyetler, ya daha geri gitmişler ya da oldukları yerde sayarak, iç
çekişmeler/savaşlar ve özellikle Emevi zihniyetli din anlayışına dayalı
yobazlıklarla kendi halklarına dayanılmaz baskılar ve işkenceler yapmışlardır. Bu
zihniyete sahip olanlar, Batı’yla yarışmak ve gelişim yolunda işbirliği yapmak,
daha doğrusu Batı’yı anlamak yerine onu hor görmüş, dışlamış ve onun
ürettiklerini günah ve küfür saymışlardır. Bu reddediş ve dışlama zamanla Doğu
ile Batı arasında büyük anlayış/kavrayış farklılıklarının ortaya çıkmasına
neden olmuş, böylece batılıların yaptıklarını anlamak ve benimsemek daha bir
güç olmuştur. Bu genel çerçeveden yola çıkıp o zamanların–yani
1920’lerin—Türkiye’sine gelindiğinde, bu ülkenin insanları için Atatürk ve
arkadaşlarının vermiş oldukları karar ve sonrasında olan gelişmeler daha bir
anlam kazanmaktadır iddia edilebilir.
Diğer taraftan Batı’ya
yöneliş Atatürk’ün kendi ifadesiyle fiziksel bir yönelmenin ötesinde zihinsel
bir yönelişti. Atatürk daha başlangıçta Türk toplumunun gövdesinin Asya’da
başınınsa Avrupa’da, yani Batı’da olduğunu çok net ve kesin bir biçimde ifade
etmişti. O dönemde seçenek olarak Batı’nın öne çıkmasının en önemli
gerekçelerinden biri olarak ‘muasır medeniyet’in kabul görmesi, Müslüman
Doğu’da, özellikle de geniş Müslüman hinterlandında düşünsel anlamda doğa
diyalektiğindeki değişime bile ayak uydurabilecek köklü yeniliklerin asla
yapılmamış olmasında yatmaktadır. Kısacası, yüzlerce yıl Emevi anlayışından
kaynaklanan bağnaz ve dar kafalı zihniyetlerin Müslüman dünyasında çok yoğun ve
yaygın bir biçimde etkin olması sonucunda hakim din anlayışında ve sosyal
yaşamda Avrupa’dakine benzer reformlar yapılamadı. Böylece hemen hemen tüm
Müslüman ülkeler dünyanın diğer medeniyetleriyle yarışmak ve gelişim yolunda
işbirliği yapmak yerine, kısır iç çekişme ve baskılarla zaman öldürdüler. Hatta
iktidarı ellerinde bulunduran sözde resmi Emevi patentli Müslüman mezhepler,
Müslümanlık inancını farklı algılayan ve yaşayan kendi insanlarına yüzlerce yıl
dayanılmaz baskı ve işkenceler yaptılar. Bu tür bağnaz tavırların en tehlikeli
sonuçları ise, hem Müslümanların birbirlerine karşı güvensizliği, hem de yine
tüm bir Müslüman medeniyetinin Batı medeniyetlerinden çok ama çok geride
kalması şeklinde oldu. Halbuki Batı, ekonomik, sosyal ve kültürel başarıyı
kendi inançlarından vazgeçmeden yapmıştı. Aynı tavır zamanında Müslümanlarca da
gösterilebilmeliydi. İşte bu asla ve asla yapılamamıştı ve yapılacak gibi de
görünmüyordu. O yüzden olacak ki, yıkılmış bir imparatorluktan ortaya çıkacak
yeni ulus ve devlet, düşünsel bağlamda kendine neden Batı Medeniye’tini
seçiyordu. Şimdi, böylesine bir yönelişi o zamanlar için bile hor ve akıl dışı
görmek olası mıydı?
Bu yazının başlarında
belirtildiği üzere, bir yerde yeni oluşturulacak devletin tüm kurum ve
kuruluşlarıyla etkin ve başarılı olması için, bu topraklarda yaşayan ve bir
şekilde yeni oluşumun içinde yer alacak olan her eğilimden grup ve
toplulukların ortak ‘irade beyanı’nda bulunması gerekiyordu. Bu bildirim,
herkesin üzerinde uzlaşıya vararak kabul ettiği yeni ve bütüncül bir yapıya
işaret etmeliydi. Bu yapı, halkın kendi kendini yönetmesine dayanan ‘cumhuriyet
rejimi’ çerçevesinde yaşanacak olan demokrasiden başkası olamazdı. Başta
özgürlüğe susamış Aleviler olmak üzere bu ülke halkının, Batı devletlerinin de
gelişmelerinde model olarak benimsedikleri bu çağdaş anlayıştan büyük beklentileri
vardı. Bu yüzden, bu ülkenin kuruluşuna katkıda bulunmak, bir an önce
değişimlerin getireceği özgürlüklerden yararlanmak ve kendilerini yüzlerce yıl
hiç/yok saymış baskıcı ve faşizan zihniyetlere bir daha dönüşün önüne set
çekmek için, bu topraklarda yer alan farklı inanç ve kültürden grup ve
toplumlar büyük özverilerde bulundular. İşte bunun içindir ki, bu ülkede belki
de herkesten daha çok ödünü, geçmiş zamanlardaki rejimlerden en çok acı çekmiş
olan Aleviler verdiler. Onlar, demokrasi, özgürlük ve çağdaşlık adına hemen
hemen tüm toplumsal inanç kurumlarından vazgeçtiler. Her çıkan devrim yasasıyla
birlikte onlar, bir ya da bir kaç toplumsal alışkanlıklarından kendilerini
kopardılar. Halbuki, bu toplum yüzlerce yıl, faşist ve baskıcı Emevi zihniyetli
Osmanlı yönetimi ve rejimine bu toplumsal inanç kurumları aracılığıyla karşı
koymuş, bugün taraflı tarafsız her sağduyulu ve çağdaş insanın övgüyle söz
ettiği ‘pirlik’, ‘rehberlik’, ‘cem’ vb. pek çok toplumcu hümanist değerlerini,
yine bu inanç kurumları aracılığıyla gerçekleştirebilmişti. Türkülerindeki
estetik güzellik, çağları aşan şaşmaz doğruluk ve evrensel gerçeklik hep bu
kurumlar sayesinde gerçekleşmişti. Ama an, daha doğru, daha güzel ve hümanist
değerler yaratma adına eskilerden vazgeçmeyi gerektiriyor, hatta zorunlu kılıyordu.
Benim düşünen, güzel, hümanist, değerli ve gerçekçi insanlarım kendilerine
yaraşan kararları pek çabuk verip, daha sonra yaşanabilecek büyük hayal
kırıklıkları olasılığına rağmen, yeni rejime dört elle sarıldılar. Baştan beri
Kurtuluş mücadelesine içtenlikle katılarak Atatürk’ün yanında yer aldılar. Hem
ona hem de yeni rejime büyük inanç ve bağlılıkları vardı. Fakat daha sonra
görüleceği gibi bu devingen ve yaratıcı toplum, büyük hayal kırıklıklarıyla
birlikte eski onca acılara tekrar dönecekti. Düşünceleri yine baskı görecek, inancını
yaşaması engellenecek ve en kötüsü, ölmeye ve cayır cayır yanmaya devam
edecekti…