|
Aşk
şerbetin içenler
Gafletten[4]
gözün açanlar
Pervazı[5]
vurup uçanlar
Tevhide
gelin tevhide.’[6]
Pir Sultan Abdal ise inanç ve
davranış ilişkisine değinerek, tevhid inancını kendi bünyesine yerleştiren
insanın nasıl olacağını şöyle anlatmaktadır:
‘Hak
dergâhına[7]
varırım
Hûb[8]
didârını[9]
görürüm
Bir
Allah’a yalvarırım
Şaha,
padişaha değil.
Pir
Sultanım der şahım var
Hızır
Paşada ahım var
Benim
bir tek Allah’ım var
Şaha,
padişaha değil.’[10]
İnsanı Allah’a
İnanmaya Götüren Sebepler
İnsanı Allah’a inanmaya götüren ve
O’na kulluk etmeye teşvik eden bir çok neden vardır. Bunlardan bir kaçını şöyle
özetleyebiliriz.
Hayatı
Anlamlandırmak:
Bu etkenlerden ilki insanın yaratılışından
kaynaklanan bilinçlenme içgüdüsüdür. İnsanın kavrayış ve bilgi seviyesi
arttıkça bazı sorulara aradığı cevaplardır. Bu sorulardan bazıları insanın
mahiyeti, bu dünyada ne işi olduğu ve öldükten sonra nereye gideceği
konularında yoğunlaşmıştır.
Her insan az veya çok bu soruların
cevabını kendi zihninde şekillendirir ve kendi kavrayış seviyesinde kendini
tatmin eder. Ancak bu sağlıklı bir tatmin midir, yoksa hastalıklı ve zayıf bir
tatmin midir? İşte asıl üzerinde durulması gereken nokta tam da burasıdır.[11]
İnsanın mahiyeti konusunda bugüne
değin bir çok filozof ve düşünür kafa yormuş ve değişik görüşler ortaya atmışlardır. Bunlar, adına ‘insani
değerler’ denilen ve bütün insanlığı kapsayan ortak ahlakî ve insanî değerlerin
olduğu noktasında birleşmişlerdir. Diğer taraftan her bilim sahip olduğu
metodoloji açısından insanı ele almış ve onun mahiyetini ortaya koymaya çalışmıştır.[12]
İnsanın nerden geldiği konusunda da
bir çokları görüş belirtmiş, lakin bu konuda -görünen açık gerçekler dışında-[13]
ortak bir uyuşma sahası belirmemiştir. Günümüzde açık şekilde bir iktidar ve
güç aracı olarak kullanılan bilim de bu konuya açıklık getirememiştir. Son iki
yüz yıldır ispatlanamayan ve ispat için çeşitli hilelere başvurulan evrim teorisi[14]
dahi her geçen gün zayıflamakta ve inanırlılığını yitirmektedir. Yapılan
antropolojik çalışmalar da bir tahminler ve varsayımlar tarihinden, açık bir
kurgudan ileri gidememektedir.
İnsanı öldükten sonra nasıl bir
şeyin beklediği hakkında hiçbir bilimsel veri ve incelemek için hiçbir
materyal, hiçbir vaka yoktur. En iyi ihtimalle, benzetmelerle veya metafiziksel
ilişkilerle bu konuya bir açıklık getirilebilir.
İşte insanın kavrama seviyesi arttıkça daha çok üzerine
gideceği ve cevaplarını daha büyük bir ısrarla isteyeceği soruların yanıtlarını
cevaplamada bilim ve felsefe bu düzeydedir. Hele üçüncü sorunun cevabı, sadece
tecrübe ile cevaplanacak gibi. İşte bu soruların cevabında ve hayatın
anlamlandırılmasında din veya daha açık bir deyim ile Allah’a iman en etkili ve
en doğru cevaptır. Günümüze kadar Freud da dahil bir çok psikolog, hayatı
anlamlandırma da en etkili yolun din olduğunu teslim etmişlerdir.
Muhtemel
Bir Zararı Önlemek:
İnsanı Allah’a inanmaya götüren
sebeplerden bir diğeri de, insanın muhtemel bir zararı önleme güdüsüdür. Günlük
yaşantımızda bile, çeşitli zararlara karşı tedbirler alıyoruz. Hal böyleyken
neden ebedi ateşe karşı tedbir almayalım? Neden kendimizi muhtemel bir zarardan
korumayalım.? Konuyla ilgili olarak Ehl-i Beyt İmamlarından sekizinci İmam Ali
Rıza aleyhisselamdan şöyle bir rivayet aktarılmaktadır:
Bir gün hazret-i İmam, bir kişiyi
yanlış inancında şüpheye düşürmek ve onu İslam’a yönlendirmek için, şöyle bir
soru sormuştur:
-Eğer dediğiniz gibi Allah, peygamber, hesap ve kitap meselesi yoksa
-ki elbette vardır- bizim namaz, oruç, zekat ve imanımızın bize bir zararı
olacak mı?
Adam bu soru karşısında susunca
hazret-i İmam devam ederek şöyle demiştir:
-Ama
eğer, bizim dediğimiz gibi gerçekten Allah, din, ahiret ve kıyamet var olursa
–ki kesinlikle vardır- o zaman sizler mutsuzluğa ve helakete yakalanmış olmaz
mısınız?[15]
Teşekkür Etme
Eğilimi:
İnsan yaratılışı ve tabiatı gereği, iyiden, güzelden, merhametten yani,
kısaca insani değerlerden hoşlanır, onlara değer verir ve ruhunu ancak bu tür
değerlerle yüceltir. Kendisine de karşılıksız bir iyilik yapıldığında bu
iyiliğin sahibine teşekkür eder. Acaba
gözleri âmâ olan bir çocuğa gözlerini yeniden kazanması için her türlü yardımı
karşılık beklemeden yapan bir kişiye, o çocuk teşekkür etmez mi? Biz bile böyle
bir olayı tasavvur ederken içimizde bir şeylerin harekete geçtiğini duyumsarken,
gözlerine kavuşan çocuk iyilik sahibine teşekkür etmez de, ne yapar?
İşte biz de buradan hareketle insanoğlunun,
kendisini yaratan, ona bir beden ve ruh bahşeden, onu ihtiyacı olan her türlü
araç ve gereçlerle donatan, bütün varlık alemini onun emri altına veren, onun
için sayılamayacak kadar rızk yaratan Allah’a teşekkür etme eğilimi içinde
olduğunu söyleyebiliriz.
Kul Himmet, sabah namazına yaptığı
bir göndermede, insanın Allah’a şükür etme eğilimini şu şekilde dile getirir:
‘Yetmiş iki buçuk millet dileği
Yaratana yalvarırlar sabahtan
Ol zaman dolanır Hakkın meleği
Yaratana yalvarırlar sabahtan.’[16]
Yine konu ile ilgili olarak Kul
Himmet, yaratılışı temiz tutmanın Allah’a ulaşmada ve yakınlaşmada en kolay ve
güzel yol olduğunu şu mısralarla açıklar:
‘Gül kokusu Muhammed’in teridir
Gönlü saf olanlar Hakk’ın yâridir
Aşıka, maşukun bergüzârıdır[17]
Sevdalar, nasipler, nurlar saçılır.’[18]
Allah’ın Varlığını
Nasıl Tasdik Ediyoruz?
Allah’ın varlığını tasdik için günümüze
kadar bir çok delil ortaya atılmıştır ki, bunları iki ana başlık altında
toplamak mümkündür.
a) İnsanın dış dünyasında ki deliller
b) İnsanın iç dünyasındaki deliller[19]
Şimdi bu delillere sırası ile kısaca
bir göz atalım.
İnsanın
Dış Dünyasındaki Deliller:
Allah’ın varlığını tasdik etmenin
birinci yolu yaratılış ve bu yaratılışta ki mükemmel dengedir. İnsan yaratılışı,
bu yaratılıştaki mükemmelliği, dengeyi, bağlantıyı düşünerek bunların bir
yaratıcısı olduğunu anlayabilir. İnsan kendi yaratılışından başlayarak,
hayvanları, bitkileri, tabiatı, dünyayı, yıldızları, galaksileri, ...
inceleyerek Allah’a ulaşabilir. Zaten dünyadaki sayılı bilim adamlarının hepsi
Allah’a inanır olarak gelmişlerdir. Hatta bugün Allah’ı inkar için kullanılan
bir çok teorinin sahibi Allah’a iman etmişlerdir. Mesela Darwin’in ölüm
döşeğinde İncil’e sarılması meşhur bir olaydır.
Newton bir gün güneş sisteminin
küçük bir maketini yapar ve açık bir yere bırakır. Newton’un Allah’a inanmayan
dostlarından birisi onu ziyarete geldiğinde maketi görür ve güzel yapıldığını
söyleyerek, bu maketi kimin yaptığını sorar. Newton’un cevabı ise ilginçtir:
‘Hiç kimse.’ Dostu, Newton’un kendisine şaka yaptığını düşünür ve ‘Sen beni
deli zannediyorsun herhalde.’ der. Bunun üzerine Newton, ‘Bu gördüğün maket, güneş sisteminin basit bir modeli.
Bu basit maketin yapıcısını olmasını savunuyorsun da, aslının bir yapıcısı
olduğunu neden kavrayamıyorsun?’ diyerek cevap verir.[20]
İmam Ali Rızanın (a.s) huzurunda
bir adam ‘Ey Resulullah’ın (s.a.a) oğlu, alemin yaratılmış olduğuna delil
nedir?’ diye sorunca hazret-i İmam şöyle cevap vermiştir: ‘Sen yoktun, sonradan varoldun; biliyorsun ki, sen, kendini var
etmemişsin; senin gibi olan birisi de seni var etmemiştir.’[21]
İnsanın İç
Dünyasındaki Deliller:
İnsanın iç dünyasında ki delillerden
bir tanesi, insanın kendi içsel yolları ile Allah’ın varlığını tasdik etmesidir.
İnsanın başına gelen çeşitli olumsuz
ve kötü olaylar, insanın Allah’a veya kendinden üstün bir güce sığınmasını
sağlar. Daha sonra bu sığınma olgunlaşarak, Allah’a iman etmeye ve Allah’ı
tanımaya kadar ulaşır. Mesela hepimiz günlük yaşantımızda, başımıza gelen olumsuzluklarda
ve aşmamız gerekli olan zorluklarda daha güçlü bir yerlerden yardım istiyoruz.
Yine karşısında aciz kaldığımız, deprem, sel, tufan gibi doğal afetlerde
Allah’a sığınıyor, O’na daha çok yöneliyoruz.
Adamın birisi Ehl-i Beyt İmamlarının
altıncısı olan İmam Cafer-i Sadık aleyhisselamdan Allah’ı sorunca hazret-i İmam
o adama ‘Şimdiye kadar hiç gemiye bindiğin olmuş mudur?’ diye sordu. Adam: ‘Evet,
olmuştur.’ dedi. Hazret-i İmam: ‘Acaba
hiç denizin ortasında gemideyken tehlikeli bir fırtınaya yakalandığın olmuş
mudur’ diye sordu. Adam: ‘Evet olmuştur’ dedi. Hazret-i İmam: ‘Acaba hiç o zaman kalbine seni bu tehlike
anında boğulmadan kurtarabilecek bir şeyin olduğuna dair bir düşünce geldi mi?’
diye sordu. O şahıs: ‘Evet, geldi.’ cevabını verdi. Bunun üzerine Hazret-i
İmam: ‘İşte hiçbir kurtarıcının
bulunmadığı yerde, kurtarmaya kudreti olan ve bir feryada yetişenin bulunmadığı
yerde feryada koşan şey Allah Teala’dır.’ buyurdu.[22]
Pir Sultan Abdal da konuyla ilgili
olarak şu mısraları söylemiştir:
‘Hızır Paşanın zulmü var ise
Ne yapayım, benim de bir ahım
var
Senin tuğlu padişahın var ise
Benim de arkam, kalem bir Allah’ım
var.’[23]
Evren Tesadüfen mi
Yaratılmıştır?
Çevremizdeki bazı insanlar, evrenin yani bu muazzam düzenin
bir ‘tesadüf’ sonucunda meydana geldiğini iddia etmektedirler. Halbuki bu
gerçeklere ayak diremek uğruna savunulan boş ve komik bir iddiadan başka bir
şey değildir. Bu durum tıpkı, çeşitli harflerin yazıldığı milyarlarca kağıdı
bir torbanın içine koyup, bunları tek-tek çektikten sonra, akademik bir makale
ya da sanat değeri yüksek bir şiir ortaya çıkması beklemeye benzer. Halbuki bu,
her akıl ve mantık sahibi insanın da teslim edeceği gibi imkansız bir durumdur.
Fransız astronot Laplace bu konu
ile ilgili şöyle bir açıklama yapmıştır: ‘Güneş sistemi içersinde görülen bu
düzenin rastlantı sonucu meydana geldiğini söylemek mümkün değildir. Dolayısı
ile bu düzenin bir yaratıcısı olduğunu söylemekten başka çare kalmıyor.’ [24]
Alevi şairlerinden Hüseyin güzel
bir şiirinde bu konuyu şöyle dile getirmiştir:
‘Ey erenler akıl fikir eyleyin
Dağlara da duman ne güzel uymuş
Yaratan aşkına şükür eyleyin
Mümine de iman ne güzel uymuş.
Daim gezer idi dağlar başında
Hiçbir hile yoktu onun işinde
Alıp gezer idi çölün başında
Ali’ye de Selman ne güzel uymuş.
Hüseyin’im yeşil giyer
eynine
Hiçbir hile getirmezdi göynüne
Kurdu-kuşu lutfeylemiş kendine
Tabiata da insan ne güzel uymuş’
Allah İnancı Bir
Gelenek Midir?
Alevi inancında, Allah inancı bütün insanların
yaratılışında bulunan ve doğuştan getirdikleri içsel bir duygudur. Kendi
duygularını kirletmemiş, yaratılıştaki temizliğini dejenere etmemiş bütün
insanlar, bu içsel duygu ile Allah’a inanırlar. İnsanların Allah inancından
uzaklaşmaları ise, yaratılışlarındaki bu temizliği bozmaları ve kirlenmeleri
ile olur.
Ancak çevremizdeki bazı insanlar bu
inancın yanlışlığını iddia ederek, Allah inancının toplum tarafından bireylere
enjekte edilen bir gelenek olduğunu söylüyorlar. Bu görüşe göre, nasıl ki
insan, yaşadığı toplumun gelenek ve göreneklerini kabul eder ve onlara uygun
şekilde yaşamak zorunda kalırsa, Allah inancı da toplum tarafından bireye
dayatılır ve birey bu inanca sahip olmak zorunda kalır.
Bu iddiaya cevap vermek için ilk
önce, gelenek üzerinde durmak ve onun özelliklerini bilmek gerekiyor.
Birinci olarak gelenek,
toplum tarafından üretilir ve doğal olarak toplumlar birbirinden farklı
şeyler üretirler. Yani A toplumunda olan bir gelenek B veya C toplumunda olmayabilir;
aynı şekilde, C toplumundaki bir gelenek A veya B toplumunda olmayabilir.
İkinci olarak gelenekler tarihin
belli bir döneminde ortaya çıkmış ve belli bir müddet sonra ortadan kalkmışlardır.
Yani bugün, mesela Türk milletinin yaşattığı bir gelenek, elli, yüz veya birkaç
yüzyıl sonra olmayabilir. Nitekim bugün de, eskiden var olan bir çok gelenek,
ortadan kalkmış, yok olmuş gitmiştir.
Halbuki, Allah inancı gelenekler
gibi değildir; çünkü yapılan araştırmalar, Allah ve din inancının insanlığın
ilk ortaya çıkışından günümüze kadar kesintisiz şekilde ve bütün toplumlarda
olduğunu ortaya koymuştur. Eğer iddia edildiği gibi, Allah ve din inancı bir
gelenek olsaydı, bütün toplumlarda ve tarihin her döneminde var olmazdı.
Diğer taraftan psikoloji alanında
yapılan çalışmalar, insanlarda bir inanç hissi olduğunu göstermiştir.[25]
Allah’ı Tanıyalım
Allah’ı tanımak demek O’nun sıfatlarını bilmek ve O’nu
sıfatları ile tanımaktır.[26]
Alevilik’te Allah’ın zâtı hakkında, yani kendisi hakkında düşünmek uygun
bulunmamış ve insan aklının, idrâkinin buna güç yetiremeyeceği özellikle
belirtilmiştir. Nitekim İmam Ali aleyhisselam, bu konu ile ilgili olarak şöyle
demiştir: ‘Allah’ın nimetlerini düşünene
Allah başarı verir; Allah’ın zatı hakkında düşünense zındık[27]
olur.’[28] Öyleyse yapılacak en sağlıklı şey, Allah’ı sıfatları
vasıtası ile tanımak ve O’nun sıfatlarının ne ifade ettiğini bilmektir.[29]
Alevilik’te Allah’ın sıfatları dört ana başlık altında
incelenmiştir. Bunlar kısaca şu şekildedir:
Allah’ın Zatî
Sıfatları:
Yalnızca Allah’ın zatını mülâhaza ettiğimizde Allah Teala’nın bu
sıfatlarla vasıflandığını anladığımız sıfatlar. Örneğin; Allah’ın diri oluşu,
ilim ve kudret sahibi oluşu, tek oluşu ve eşi-benzerinin olmaması gibi.
Allah’ın bu sıfatlarla sıfatlandığını anlamak için zatından gayri bir şeyi
mülâhaza etmeğe bir gerek yoktur.
Allah’ın Fiili
Sıfatları:
Yalnızca Allah’ın zatını mülâhaza etmenin Allah’ın o
sıfatlara sahip olduğunu anlamak için yeterli olmayıp, Allah’ın zatını başka
bir şeyle mukayese ettiğimizde ortaya çıkan sıfatlar. Yani Allah’ın zatı, başka
bir şey ile bağlantılı olarak nazara alındığında o sıfatlara haiz olduğu ortaya
çıkmaktadır. Mesela; yaratan, rızk veren, esirgeyen, bağışlayan, alçaltan,
hidayet eden, yöneten gibi sıfatlar ki, bir yaratılan, rızk verilen, esirgenen,
bağışlanan, alçaltılan, hidayet olunan ve yönetilen nazara alınmadan Allah’ın
bu sıfatlara sahip olduğu düşünülemez.
Allah’ın Sübutî
Sıfatları:
Sübutî sıfatlar, Allah’ın kemaline işaret eden olumlu mana
ifade eden sıfatlardır. Allah bu sıfatlardan bazılarını yaratıklarına da
vermiş, ancak yaratıklarına verdiği bu sıfatları sınırlı kılmıştır. Örneğin,
görür, bilir ve duyar gibi sıfatlar.
Allah’ın Selbî
Sıfatları:
Selbî sıfatlara gelince, bunlar, Allah’tan kusur ve eksiklikleri
tenzih eden ve olumsuz mana içeren sıfatlardır. Yani kemâl sıfatlarının karşıtıdır.
Örneğin, madde değildir, ihtiyaç sahibi değildir, cahil değildir, doğmamıştır,
doğrulmamıştır gibi sıfatlar.
Allah’ın Sıfatlarından Bazıları
Şimdi buraya gelmişken Allah’ın sıfatlarından bazılarını
kısaca açıklayalım.
Tektir:
Allah tektir, eşi, benzeri, ortağı
yoktur. Nasıl ki herhangi bir hacmi sınırsız olarak kabul edersek, o hacim
dışında ikinci bir hacim olması ihtimal dışı olacaktır, Allah’ın eşi ve benzeri
olması da ihtimal dışıdır. Çünkü Allah mutlak gerçektir ve herhangi bir nedenle
ve şartla sınırlı değildir.[30]
Madde
değildir:
Allah cisim değildir. Zaman, mekan,
hareket, intikal ve sükûndan beridir. Çünkü bütün bunların yaratıcısı Odur.
Kâdirdir:
Allah kudret sahibidir. Her şeye
gücü yeter. O, sadece kendisinde var olan sonsuz kudreti ile istediği her şeyi
yapabilir. Güç ve kudret O’nun elindedir.[31]
Âlimdir:
Allah her şeyi bilir ve Onun için
gizli olan hiçbir şey yoktur. Geçmişte olanlar, gelecekte olacaklar, bütün
varlık alemi kısaca her şey O’nun bilgisi dahilindedir.[32]
Diridir:
Allah ebedi ve ezeli olarak diridir,
canlıdır ve hayat sahibidir. Ancak O’nun diri ve hayat sahibi olması demek,
insan, hayvan ve bitkilerde ki gibi büyüyüp, gelişmek anlamında değil, kendi
istek ve seçimi ile iş yapması anlamındadır. O’nun için ölüm, uyku, dalgınlık
gibi durumlar söz konusu değildir.[33]
İrade
sahibidir:
Allah irade sahibidir, diler ve bir
şeyi yapıp-yapmamaya karar verme gücüne sahiptir. Dilediği, karar verdiği şey
hemen olur. Allah iyiliği, güzelliği, hayrı irade eder, kötülüğü, çirkinliği ve
zulmü irade etmez.[34]
Duyar ve işitir:
Allah açık ve gizli olan her şeyi
duyar ve iştir. Hatta O, nefsimizin bile bize ne fısıldadığını bilir. [35]
Görür:
Allah her şeyi görür, hiçbir şey
O’na gizli değildir. Hiçbir şey O’nun görmesini engellemez. Allah yapmakta
olduklarımızı noksansız olarak görür.[36]
Allah Teala’nın diri olması, âlim
olması, görmesi ve duyması biz insanlar gibi değildir. Çünkü O bunları yapmak
için insanlarda olduğu gibi organlara ihtiyaç duymaz, bunları yapması O’nun
zatındandır.
İmam Ali Rıza aleyhisselamın
arkadaşı olan Hüseyin bin Halid Hazret-i İmam’a duyduğu bir görüşü aktarır: ‘Ey
Resullah’ın (a) oğlu! Bazıları Allah’ın ilim ile âlim, kudret ile kâdir, hayat
ile diri, kulak ile duyan, göz ile gören olduğunu söylüyorlar.’ Buna karşılık
Hazret-i İmam, şöyle cevap verir: ‘Kim
böyle bir şey derse, Allah ile birlikte başka bir ilah edinmiş olur. Bizim
velayetimizi de kabul etmemiştir. Allah bizatihi olarak âlim, kâdir, diri,
kadim ve görendir. (...)’[37]
Allah’ın
Görünmemesi Yokluğuna Delil midir?
Bazı insanlar, Allah’ın gözlere
görünmemesini ve hatta bazıları maddi olmamasını, haşa, Allah’ı inkâr için
kullanmaktadırlar.
İlk önce şu konuyu bilmek gerekiyor,
gözlere görünen şey cisimdir; cisim olan şey ölümlüdür, yani bir zaman
diliminde yaşar, hareket eder, durum değiştirir. Halbuki Alevilik’te Allah
bütün bunların yaratıcısıdır ve Allah vasıf edilmekten üstündür. Bunların hiç
birine benzemez.
Diğer taraftan, cevaplanması gerek,
acaba varlık alemindeki her şey, madde midir? Kainatta maddeden başka bir şey
yok mudur? Bir varlık maddi değilse onu inkâr mı etmek gerekir? Bu soruları
cevaplandırmak için, ilk önce maddeyi tanımak gerekiyor. Bugün biz, bilimin
oluştuğu noktada, biliyoruz ki madde üç halde bulunur: Katı, sıvı ve gaz. Yani
bir madde bu üç halden birinde bulunmalıdır, bunun dördüncü bir hali yoktur.
Şimdi biz burada elektriği ele alalım. Elektrik acaba katı mıdır, sıvı mıdır,
yoksa gaz mıdır? Yine enerji, mıknatıs, ... , yerçekimi gibi onlarca şey.
Görülüyor ki bunlar katı, sıvı ve gaz değildirler. Demek ki, bu sayılanlardan
hiç biri madde değil. Şimdi bunlar madde
değil diye, bunların varlığını yadsıyalım mı? Yine insan kulağı belli bir
yükseklikten sonraki sesleri duymuyor diye, biz, bu sesler yok mudur, diyelim?
Şimdi biz, Allah’ı görmüyorsak ve duyularımız O’nu idrâk etmekten acizse,
Allah’ın varlığını inkâr mı
edelim?
Kur’an-ı Kerim’de konuyla ilgili
bir ayette şöyle denmektedir: ‘Gözler
Onu göremez, halbuki O gözleri görür. O eşyayı pek iyi bilen, her şeyden
haberdar olandır.’[38]
İmam Ali Rıza aleyhisselam ile bir
adam arasında ki, şu diyalogda bu soruna değinir. Adam Hazret-i İmam’a hitaben;
-Sizin inandığınız Allah, eğer
duyuların hiç biriyle idrak edilemiyorsa demek ki O, hiçbir şeydir, der.
Hazret-i İmam ise şöyle karşılık verir:
-Yazıklar olsun sana, ne kadar da dar görüşlüsün. Duyuların tanımaktan
aciz diye, O’nun varlığını inkâr mı ediyorsun? Ancak biz, kendimizi O’nu tanımaktan
aciz ve güçsüz gördüğümüzde ancak O’nun Allah’ımız olduğuna inanıyoruz?’ [39]
Yani,
eğer Allah zaten maddi bir şey olsaydı O’nun da bizlerden bir farkı olmazdı ve
o zaman O Allah’ta olmazdı.[40]
Nasıl Olur da
Allah Ezeli, Ebedi ve Ölümsüz Olabilir?
Allah’ı tanımak hususunda insanların aklına takılan bir
diğer soru da şudur: ‘Nasıl olur da Allah ezeli, ebedi ve ölümsüz olabilir?’
Bu
sorunun cevabı da temelde, maddeyi iyi tanımaktan, maddenin temel özelliklerini
bilmekten geçiyor. Çünkü biz biliyoruz ki, zaman maddeye bağımlıdır, maddenin olmadığı
yerde zaman da olmaz. Eğer madde olmasaydı, bu sonsuz boşlukta zamanın da bir
gereği olmayacaktı. Mesela, dünya dört milyar yıldır vardır diyoruz; yani
zamanı maddeye bağlıyoruz. Yine aynı şekilde I. Jeolojik Zamanda falanca
olaylar olmuş diyorsak, bu birbirine benzer olayların bizim belirlediğimiz, zaman
diliminde olmasından dolayı değil, bu maddi olaylara bir süre nispet etmemizden
dolayıdır.
İmam
Ali Rıza’nın (a.s) huzurunda, bir adamın şöyle dediği aktarılır:
-
Allah’ın hangi zamanda var olduğunu söyleyin.
Hazret-i İmam bu soruya şöyle cevap
vermiştir:
-Allah’ın hangi zamanda var olmadığını
söyle, hangi zamanda olduğunu ben sana söyleyeyim. (Yani Allah, zamandan
önce var olup, onu –yani zamanı- yaratmıştır.) [41]
Tevhit Derken
Daha önce tevhit kelimesinin Allah’ı birlemek, O’nu bir
bilmek, O’na eş ve ortaklar koşmamak olduğunu söylemiştik. Lakin bu konu,
tevhit konusu hassas bir konudur ve bazen bizler bile farkında olmaksızın
tevhit ilkesine uygun davranışlar göstermiyor ve bu ilkeyi çiğneyebiliyoruz.
Tevhit demek, aynı zamanda yaptığımız her şeyi Allah rızası
ekseninde düşünmemiz demektir. Allah’ın emir ve hükümlerinin önüne hiçbir şeyi,
hiçbir kimseyi geçirmemiz demektir. Konuyla ilgili Hz. Muhammet (s.a.a) ile
ilgili aktarılan aşağıdaki rivayet, tevhit ilkesinin ne kadar hassas bir çizgi
üzerinde durduğunu bizlere göstermektedir.
Rivayet edilir ki, Amr bin Abdurrahman, Hz. Muhammet’ten
kızı Hz. Fatıma’yı ister; mehir olarak ta, çok değerli mallar ve çok miktarda
para verebileceğini söyler. Amr’ın bu teklifi karşısında Hz. Muhammet, Amr’ı
azarlar ve Amr’a uzun sayılabilecek bir konuşma yapar. Bu konuşma içerisinde
‘Sen benim paraya taptığımı mı zannediyorsun?’ der. Yani Hz. Muhammet, paraya
ve maddi şeylere hafif bir eğilimi bile, ‘tapmak’ olarak nitelendirmektedir.
Bunun gibi insan ömrünü ne için, nerede, nasıl ve ne
biçimde harcadığına dikkat etmelidir. Yaptığı işlerin Allah rızasına uygun
olup-olmadığını bilmelidir.
İnsan doğuştan kendinden üstün bir şeye
ibadet etme güdüsü ile yaratılmıştır. Ancak Alevilik şunu da istemiştir ki,
insan ibadet etmekle kendi onurunu, insanlık değerlerini ayaklar altına
almasın, kendine aline olmasın, aksine ibadet etmekle insan, kendi özünü
bilsin, kendi özelliklerini kavrasın ve ruhunu yüceltsin.
Geçmişte olduğu gibi, çağımızda da,
insanlar, kendilerinden daha değersiz ya da kendileri ile eşdeğer olan şeyleri
kutsamakta ve bunlara ibadet etmektedirler. Mesela; kimileri maddi serveti,
kimileri bir başka insanı, kimileri tabiat olaylarını, kimileri heykelleri ...
kutsamakta ve onlara ibadet etmektedirler. Halbuki bu tamamen yanlıştır ve
insanları alçaklığa sürükler. Çünkü, onların hepsini yaratan, insanlara doğru
yolu gösteren, nimet veren, ... , sadece ve sadece Allah’tır.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle
denmektedir: ‘Allah’ı bırakıp ta sana
fayda ve zarar vermeyecek şeylere tapma. Eğer bunu yaparsan, o takdirde sen,
mutlaka zalimlerden olursun.’[42]
Yine bir başka ayette şöyle denir: ‘Eğer
doğru iseniz, Allah’tan başka yardımcılarınızı da çağırın.’ [43]
On yedinci asır Alevi şairlerinden Katibî, bu konuyu şöyle mısralara
dökmüştür:
‘Katibî geldi irfana[44]
Çok şükür olsun suphana[45]
Halin arz eyle sultana
Minnet etme[46]
kula kardaş.’ [47]
Diğer taraftan niçin ibadet ettiğimizi
de iyi bilmeliyiz. Konu ile ilgili olarak Ehl-i Beyt İmamlarının üçüncüsü İmam
Hüseyin (a.s), şöyle demiştir:
‘Bazıları
Allah’tan bir şey umarak taparlar, bu ibadet tacirlerin ibadetidir; bazıları da
ateşten korkarak ibadet ederler, bu ibadet kölelerin ibadetidir; bazıları ise
Allah’ın nimetlerine teşekkür etmek için ibadet ederler, işte bu hür insanların
ibadetidir ve ibadetlerin en hayırlısı da budur.’ [48]
Alevi edebiyatının kurucuları arasında
yer alan Yunus Emre, bir şiirinde, Allah’a yapılacak ibadetin Allah’a yakınlaşmak
ve O’nun aşkına layık olmak için yapılacak ibadet olduğunu şu güzel mısralarla
anlatmaktadır:
‘Cennet
cennet dedikleri
Birkaç
evle, birkaç huri [49]
İsteyene
ver sen onu
Bana
seni gerek seni.’
Şah İsmail
Hatayi, bu konu etrafında şöyle der:
‘Evliya[50]
gönlümüz aldı
Kalbimiz
nur[51]
ile doldu
Gözlerimiz
didâr[52]
gördü
Cennete
muhtaç değiliz
Şah
Hatayım, göçür göçün
Dünyayı
terk etmek işin
Sızdık
eridik Hak için
Altın
olduk, tunç[53] değiliz.’[54]
Allah’a İman Ve
İbadetin Sosyal Hayatımızdaki Rolü
Tevhit inancının asıl manasını
kavrayan ve onu özümseyen bir kimse, Allah’a iman etmenin sosyal yaşantıdaki
yansımasını da iyi bilir. İman sayesinde kolaylıkla sosyal ve toplumsal
yaşantıdaki bütün zorluklarla mücadele edilir ve sonunda bütün engeller aşılır.
Yine iman sayesinde yapılan bu mücadelede insanî erdemliklerden ve ahlakî
ilkelerden hiç taviz verilmez ve insan olgunluğuna yakışmayacak her türlü
davranıştan şiddetle kaçınılır. Çünkü hukuk kurallarının ve sosyal yaptırımların
yanı sıra, inanan bir insan için bunlardan daha güçlü olan bir erk, yani Allah
her zaman insanın hareketlerini kontrol eder. Hal böyle olunca, toplumda bir
güven ortamı oluşur; insanlar birbirlerine şüphe ile bakmaktan vazgeçerler.
Yardımlaşma ve dayanışma bilinci artar, yardımlar Allah rızası için yapıldığı için,
insanlar yaptığı iyiliklerden karşılık ummaz hale gelirler.
Ehl-i Beyt İmamlarının dokuzuncusu
İmam Muhammet Taki aleyhisselam, bir keresinde şöyle demiştir: ‘Kim, Allah’a bel bağlarsa Allah onu
sevindirir. Kim, Allah’a tevekkül ederse, işlerde ona yeter. Allah’a bel
bağlamak müminin kalesidir. Allah’a tevekkül etmek, kötü işlerden kurtuluş ve
düşmanlara karşı bir sığınaktır.’ [55]
Şah İsmail Hatayi ise bir şiirinde
tevhit inancının toplumsal hayatımızdaki yansımasını şu şekilde anlatır:
‘Tevhit ile bitmez işler bitmiştir
Tevhit ile talip Hakk’a yetmiştir
Tevhit ile dünya karar kılmıştır
Dermansız dertlerin dermanı tevhit.’
Allah’ın Haremi:
Gönül
Bir kutsi hadiste insan kalbinin nelere muktedir olduğu şu
şekilde anlatılmıştır: ‘Ben yere göğe sığmam,
ancak inanan kulumun kalbine sığarım.’
Yine İmam Cafer-i Sadık (a.s), bir yerde şöyle
buyurmaktadır: ‘Kalp Allah’ın haremidir.
Öyleyse Allah’ın hareminde Allah’tan
başkasına yer vermeyin.’
Alevi şiirinin kurucularından sayılan Kaygusuz Abdal da bu
gerçeğin altını şu mısralarla çizer:
‘Sen özünü bil nesin
Hak sende sen nerdesin
Hakkı bilmek dilersen
Geç ağ[56]
ile hâreden[57].’[58]
Bir dörtlük de Pir Sultan Abdal’dan okuyalım:
‘Bakmaz mısın şu ırmağın cuşuna
İn havadan otur gönül köşküne
Seni beni yaratanın aşkına
Ötme turnam ötme gönül hoş değil’ [59]
Alevi Edebiyatında
Şathiyeler
Alevi edebiyatında şathiye olarak
bilinen şiirlerin önemli bir yer kapladığı konuya ilgi duyan herkes tarafından
az-çok bilinir. Bu şiirler görünüşte –haşa- Allah ile alay eden şiirlermiş gibi
görünseler de, göreceğiz ki, bunların aslı böyle değildir. Çünkü bu şiirlerin,
içsel anlamlarına inecek olursak, bu şiirlere tevhidi bir bakış açısından
bakarsak ve bu şiirleri yazan şairlerin öteki şiirlerini incelersek, anlayacağız
ki, bunlar Allah inancı ile alay eden şiirler değil aksine, sahte inançlarla,
hurafelerle ve Allah’ı inkâr eden insanların inkâr malzemeleri ile alay eden
şiirlerdir.
Bu türün en ünlü şiiri Kaygusuz
Abdal’ın yazmış olduğu bir şathiyedir. Bu şiir hakkında oldukça fazla şeyler
yazılmış, lakin yazılanlar ciddiyetten uzak; yersiz, saçma ve çarpıtılmıştır.
Buna vereceğimiz ilk örnek eski tüfek solculardan birisine ait, Aleviliği
tarihsel materyalizm açısından incelemiş. Şöyle diyor: ‘Kaygusuz Abdal’dan bir
şiir okuyalım. Tarihimizde Aleviliğin oynadığı rolü anlamaya çalışırken yardımcı
olur. Din, ama nasıl bir din? Kaygusuz’un dizeleri 1400’lerde yazılmış.’[60]
Yazar daha sonra Kaygusuz Abdal’ın
şathiyesini olduğu gibi veriyor.
Bir başka yazar, ikilemler ve çelişkiler
içinde kalmış. Bu şiir oldukça kafasını karıştırmış yazarımızın. Yazdığı
kitapta bu şiir hakkında bir dizi araştırma ve yorum yapmışsa da[61],
ulaştığı nokta yanlış.
Görülen o ki, bu yazarları ve kalem
erbabını hataya düşüren ana neden bu şiirleri müellifleri gibi anlayamamaları.
Yani İslamî açıdan okuyamamaları. Elbette insanlar daha kendi nefisleri ile
mücadele etmemişken, büyük âriflerin şiirlerini yorumlamaya (!) kalkarlarsa
durum böyle kötü olur.
Biz, burada konuyu fazla uzatmamak
için bu şiirin sadece bir kıtasını ele alacağız. Şöyle diyor Kaygusuz:
‘Garip kulun yaratmışsın
Derde mihnete katmışsın
Onu aleme atmışsın
Sen çıkmışsın uca Tanrı’
Kaygusuz bu kıtada, Allah ile insan
arasına aşılmaz bir uçurum atan insanları alaya alıyor, onları hicvediyor.
Nitekim Allah Teala bu konu ile ilgili olarak yüce kitabında şöyle diyor: ‘Ant olsun insanı biz yarattık; nefsinin
ona ne fısıldadığını biliriz; biz ona şahdamarından daha yakınız.’ [62]
‘Kullarım beni sana sorduğunda (söyle
onlara) : ‘Ben onlara yakınım.’ [63]
Yine biz biliyoruz ki, Alevi Edebiyatı’nda,
Allah’ın insana yakın olduğuna, Allah’ın evinin insanın kalbi olduğuna dair
yüzlerce şiir bulmak mümkündür.
Diğer taraftan, Kaygusuz Abdal’ın
ve diğer Alevi şairlerinin şathiyeler dışında kalan şiirlerine ve yazdıklarına
da bakmak lazımdır. Çünkü bir insanın düşünceleri parçalarla değil, ancak bir
bütün halinde anlaşılabilir.
Sonuç olarak şunu söylemeliyiz ki,
büyük âriflerin yazdıklarını ancak onların derecesine ulaşabilenler anlar.
Yoksa daha sağlıklı bir Allah inancına sahip olmayan insanlar bu şiirleri
anlayamaz. Anlasa da akı kara, karayı ak görür. Kaygusuz Abdal’ın da dediği
gibi,
‘Aklına akıl deme
Sözüne delil deme
Çünkü kurtaramazsın
Nefsini emmareden[64].’[65]
Yani daha nefsini kötülükten arındırmadan,
kötülüğü emreden nefsini yenmeden ne aklına akıl de, ne de sözüne delil.
[1]
Aleviliğin en önemli inancının Allah inancı olduğunu bize, en iyi şekilde Alevi
edebiyatı göstermektedir. Hiçbir Alevi şairi yoktur ki, içinde Allah’ı zikretmeyen
bir şiir yazmamış olsun. Hiçbir Alevi şairi yoktur ki, Allah’ın sıfatlarına değinmemiş
olsun. Ve yine hiçbir Alevi şairi yoktur ki, şiirlerinde Kur’an ayetlerine ve
hadislere gönderme yapmamış olsun.
[2] Tevhid Allah’ı birlemek demektir. Ona eş ve ortaklar koşmamaktır.
[3] Şeyh
Safi: Safevi Devleti’nin kurucusu Şah İsmail’in atası. Asıl adı Şeyh Safiyüddin
İshak-ı Erdebili’dir. 1252 yılında
doğmuştur. Babası ile Sincar’dan Erdebil’e göç etmiş ve burada 1334 yılında
vefat etmiştir. Burada Şah İsmail’in, soy bağı yerine, din bağını ön planda
tutmasına dikkat edilmelidir.
[4] Gaflet:
Dalgınlık, dikkatsizlik, boş bulunma, aymazlık, dalgı, ihtiyatsızlık.
[5] Pervaz:
Giysilerin yaka, kol, etek gibi yerlerine veya kumaştan yapılmış diğer eşyaların
kenarlarına geçirilmiş, dar ve uzun parça. Pervaz etmek, Farsça dilinde
uçmak anlamına gelir.
[6] Şiirin
tam metni için bkz.Kemal SAMANCIGİL, 1946, Alevi Şairleri Antolojisi, Gün
Basımevi, s. 68
[7] Dergâh:
Tarikattan olanların barındıkları, ibadet ve törenler yaptıkları yer, tekke.
[10] Şiirin
tam metni için bkz.Abdulbaki GÖLPINARLI- Pertev Naili BORATAV, 1991, Pir Sultan
Abdal, Der Yay., s. 70-71
[11] Her ne
kadar son zamanlarda kapitalizm ve modern yaşam biçimi bu soruları insanların
zihninden bertaraf etmek için çeşitli yollara başvurmakta ise de, bu sorular
her çağda olduğu gibi bu çağda da insanların zihnini meşgul etmektedir. Kapitalizm
ve modern yaşam biçimi, insanı sadece üreten ve tüketen ekonomik bir hayvana çevirmek
ve insanı kendisine aline etmek istemektedir, kuşkusuz bu çabasında bir nebze
de olsa başarılı olabilir, ama hiçbir zaman insanın hayatını anlamlandırmada
yol gösterici olan bu sorulara karşı kesin zaferini ilan edemeyecektir.
[12] Böyle
olmakla birlikte, henüz insanın mahiyeti konusunda açık ve net bir bilgi olduğu
söylenemez. Henüz insanın mahiyeti, aralanmış bir kapı bile değildir.
[13] Görünen
açık gerçeklerden kastımız, bir insanın görünen biyolojik oluşumudur. Ama asıl
sorun ve bulunamayan ortak payda insanın kökeni konusundadır.
[14] Evrim
teorisini ispat için yıllarca değişik hilelere başvurdular. Ne gariptir ki, ortaya
atılan iddiaların geçersizliğini o iddiaları ortaya koyan araştırıcılar itiraf
ederken, bugün hâlâ akademik patentli araştırmalarda bu iddialar delil olarak
kullanılmaktadır. Mesela; evrim teorisine delil olarak sunulan Java Adamına ait
kafatasının gerçekte büyük bir gibona ait olduğunu, bu iddiayı ortaya atan
Eugene DUBOİS, sonraki yıllarda itiraf etmesine rağmen, bugün bu iddia, akademik
çalışmalarda delil olarak ortaya konulmaktadır.
[15] Şeyh
Kuleyni, Usul-i Kafi, 1/78
[16] Şiirin
tam metni için bkz.
Abdulbaki GÖLPINARLI, 1953, Kaygusuz Abdal – Hatayi
– Kul Himmet, Varlık Yay., s. 110-111
[17]
Bergüzâr: Anmak için verilen hatıra, armağan, yadigar.
[19] Allah
Teala yüce kitabında şöyle buyurmuştur: ‘Biz varlığımızın delillerini hem dış
dünyalarında ve hem de kendi içlerinde göstereceğiz.’ Fussilet/53. ayet
[20] Recai
YILMAZER, 1994, Bilim ve Materyalizm, Aşura Dergisi, Sayı: 21
[21] Şeyh
Saduk, Et-Tevhid, s.293
[22] İmam
Hasan Askeri (a.s), Besmele Tefsiri, s.9
[23] Şiirin
tam metni için bkz.GÖLPINARLI BORATAV, Aynı eser, s.67-68
[24] Aktaran,
Cevad BAHONER, Allah’ı Tanımak, Objektif Yay., s.86
[25]
Ayrıntılı bilgi için bkz.
Ehl-i Beyt Mektebinde Temel İnançlar, Aşura Yay,
s.13-70
[26] Bu konu
hakkında özellikle İmam Ali aleyhisselamın hutbelerinin, vasiyetlerinin, emirlerinin,
hikmet ve vecizelerinin bir araya getirildiği Nehc’ul Belağa adlı eserin 24-62 sayfalarını
okumalarını salık veririz.
[27] Zındık:
Allah’a, âhirete imanı olmayan, dinsiz, imânsız, inkârcı.
[28] Nehc’ül
Belağa, s.432
[29] Allah’ın
zatı hakkında düşünmenin ne tür hastalıklara sebep olduğu en iyi Hıristiyan
dünyasında kendini göstermiştir. Çünkü onlar Allah’ı, daha doğrusu kendi
deyimleri ile Tanrıyı, belli maddi ölçüler ile tarif ettiler. İki gözü
arasındaki uzaklıktan tutun da boyuna kadar her şeyi ölçü ile ifade ettiler. Ve
öyle bir tanrı ortaya koydular ki, devasa bir şeye dönüştürdüler Tanrıyı. Zaten
bir müddet sonra da bu tanrı anlayışı ve benzeri düşünceler Avrupa’da materyalist kökenli düşünce akımlarının
filizlenmesine neden oldu.
[31] Bkz.:
Al-i İmran 189, Mülk 1, Talak 12, Bakara 109 vb.
Ayrıca burada Pir Sultan Abdal’ın ‘Şaha, padişaha
değil’ nakaratı ile biten şiirini de hatırlayalım.
[32] Bkz.:
Bakara 231, Rad 9-10, Mülk 14, En’am 3, Al-i İmran 29 vb.
[33] Bkz.Mü’min/65,Furkan/58
vb.
[37] Tevhid-i
Saduk, s.140
[39] Şeyh
Kuleyni, Usul-i Kafi, 1/78
[40] Önceki
bölümlerde bu konu üzerinde yeterince duruldu. Bu yüzden yeniden bu konuya
dönmüyoruz.
[41] Şeyh
Kuleyni, Usul-i Kafi, 1/78
[44] İrfan:
Bilgi temelinde, gerçeğe ulaştırıcı güçlü seziş, varış, varışlılık.
[45] Suphan:
Her türlü eksiklikten, ayıplardan ve yaratığa özgü niteliklerden uzak. Allah.
[46] Minnet
etmek: Boyun eğip yalvarmak, kendini küçültecek bir tarzda yardım istemek.
[47] Şiirin
tam metni için bkz.SAMANCIGİL, Aynı eser, s.106
[48] Harranî,
Tuhef’ul Ukul, s. 246
[49] Huri:
Cennetteki güzel kızlara verilen ad.
[50] Evliya:
Allah’a yakınlık elde etmiş kişiler, erenler, veliler.
[51] Nur:
İlahi bir güç tarafından gönderilen parlaklık, ışık, aydınlık.
[53] Tunç:
Bakır, çinko ve kalay alışımı, bronz. Altından daha değersiz maden.
[54] Şiirin
tam metni için bkz.GÖLPINARLI, Aynı eser, s.82-83
[57] Hâre:
Bazı nesne, canlı, göz vb.nde dalgalanır gibi görünen parlak çizgiler, meneviş,
dalgır.
[58] Şiiirin
tam metni için bkz.GÖLPINARLI, Aynı eser, s.38
[59] Şiirin
tam metni için bkz.GÖLPINARLI-BORATAV, Aynı eser, s. 113
[60] Rıza
YÜRÜKOĞLU, 1992, Okunacak En büyük Kitap İnsandır; Tarihte ve Günümüzde Alevilik,
Alev Yay., s.197
[61] Lütfi
KALELİ, 1991, Tapılacak İlah, Habora Yay., s.59 vd.
[64] Nefsi
Emmare: Nefsin en aşağı mertebesi, kötülüğü emredici nefis.
[65] Şiirin
tam metni için bkz.GÖLPINARLI, Aynı eser, s.40