|
Mazlumiyet gömleği, babandan sonra senin sırtına
geçecek oğulcuğum. Sen tarihin mazlum terimini aşacak kadar mazlum olacaksın.
Ve sen, Hüseyin... Hüseyin’im benim... Senin ağlaman
için henüz çok erken yavrum... Bari sen ağlama artık... Sen çünkü, yaratılışın
gözyaşının en parlak incisisin gülüm...
Bütün bir kâinat ağlayacak sana. Denizlerdeki
balıklardan, göklerdeki kuşlara varıncaya değin, dağlar taşlar gözyaşı dökecek
Hüseyin’ime. Bütün peygamberler, sen daha dünyaya bile gelmeden önce ağladılar,
senin başına gelecek hadiseye; senin hadisenin vuku bulacağı o günden daha
büyük bir gün olmadığına şahadet ettiler, hepsi de!
Kalk yavrum; ayaklarımın üzerinden kalk da gel,
başını bağrıma koy, ama ağlama sakın, e’mi! Senin ağlayışın çünkü, Allah’ın
meleklerinin ciğerini yakıp kavurur, Allah Resulü’nün bağrını kasıp kavurur.
Hem, şimdi üzülecek vakit değil ki! Benim için
mutluluk anı bu, kurtuluş lahzam bu benim.
Acı ve üzüntülerim şu yeryüzüne indiğimde başladı
benim. Adem aleyhisselâm gibi günah işlediğimden ve mecburen değil, tıpkı babam
aleyhisselâm gibi kendi irademle ve Allah Azze ve Celle’nin lütuf ve rahmetiyle
indim cennetten dünyaya ben.
İndiğim yer, vahiy mekânıydı benim. Dünyaya geldiğim
ev, Cebrail’in nüzul evi; karargâhım, Allah’ın en aziz ve en sevgili kulu son
Peygamber salâvatullah aleyh’in karargâhıydı.
O gelenler... Beni dünyada karşılamaya gelen o
kadınlar, imkân âleminin en üstün kadınlarıydı; yeryüzünde bana giydirilen ilk
elbiseler de, cennet elbiseleriydi. Yıkandığım ilk su ise, Kevser’di.
Evet yavrum... Bütün bunlara rağmen şunu da bil ki,
acı ve keder de benimle birlikte doğdu âdeta, benimle büyüdü günbegün ve
nihayet benim günlük azığım hâline geliverdi.
Henüz beşikte ilk günlerimi yaşadığım sıralardaydı
ki, İslâm’ı ilk kabullenen, o acı ve kederlerle yoğrulmuş, ama yiğit, sabırlı
ve sağlam karakterli Müslümanlar evimize gidip gelmeye başladı. Mümince
gelişlerdi bunlar; ama korku ve tedbirle ikiz kardeşler gibi...
İlk imam eden bu değerli insanların olmadık
işkencelere maruz bırakılıp eziyet ve baskı gördükleri haberi, beşikte olduğum
o günlerde birer ok gibi saplanıyordu kalbime.
Bir gün Sümeyye’nin haberi geliyordu kulağıma...
İşkenceyle vücudu iki parçaya ayrılan, bir ömür boyu tevhit yağmurunun
yağmasını bekleyen ve ilk damlalarını Peygamber’in avuçlarından tadar tatmaz
varını yoğunu feda edip, nihayet canını imanına kalkan edinen ve Allah
Resulü’nün hak çağrısına lebbeyk diyebilmek için akla gelmedik işkencelere
göğüs geren o fedakâr ve yiğit ihtiyar kadın...
Ertesi gün Yasir’in haberi geliyordu; “Müşrikler
Yasir’i Hicaz’ın yakıcı kumlarına yatırıp göğsüne ve karnın üzerine ağır taşlar
koyarak tevhidi bırakıp putlara tapmasını istemişlerdi ondan...”
Bir başka gün Bilâl’in haberi, bir gün Ammar’ın,
diğer bir gün başka bir müminin...
Ve ben bütün bu işkence, baskı ve eziyetlerin o ilk
müminlerden ziyade babam Resulullah’a indiğini görüyor, hissediyordum. Ama
babam da yapayalnızdı, ne yapabilirdi ki, her gün onların tutuklu bulunduğu
yerlerden geçip onları sabır ve tahammüle davet etmekten başka?... Sesi hâlâ
kulaklarımdadır: “Sabredin ey Yasir ailesi!”, “Sabret ya Bilâl!”...
Ve sonra incinmiş, yüreği dolu, gözleri dolu bir
hâlde eve gelir, ellerini Rahman’a açıp bahar bulutları gibi boşanır, her bir
mümin için teker teker dua eder, yalvarırdı Allah’a...
Müminlerin gördüğü işkenceleri âdeta o görüyor, ama
elinden hiçbir şey gelmediği için de içten içe yanıp kavruluyordu.
Allah Ebu Talip ile Hamza’dan razı olsun. O iki
fedakâr ve yiğit Müslümanın himayesi olmasaydı, Hicaz’ın kızgın çöllerine yatırılıp
göğsüne ve karnının üzerine ağır taşlar konularak işkence gören, babam
olacaktı, mızraklar onun göğsünü parçalayacaktı. Nitekim bu iki yürekli ve
vefakâr himayecisine rağmen, yine de Allah Resulü’nün başına deve işkembesi
boşaltacak, yoluna dikenler dökecek ve ayağını taşlarla yaralayacak kadar azgın
değil miydi, Kureyş müşrikleri?
Allah’ın selâm ve salâtı yılmak bilmeyen yüceler
yücesi insan, babam Resulullah’a...
Henüz süt emer bir bebektim ki, babamla ona inanan
bir avuç müminin başına dar etmişlerdi dünyayı...
Sırf babamın yüzü suyu hürmetine yaratılmış olan şu
koca dünyayı çok görmüşlerdi babama...
Babamla birlikte bizi ve diğer müminleri Ebu Talip
Vadisi’ne sürdüler sonunda. Hiçbir canlının yaşamadığı kurak, taşlık bir çöl
vadisiydi orası...
Yeryüzünde ilk yürüme denemelerimi bu Ebu Talip Vadisi’nin
yakıcı kumları üzerinde yapmıştım.
Ben ve benim gibi çocukların minik ayaklarına
çivilenen sert taşlar, kabartılar ve nasırlardan daha acı olanı, iki cihan
serveri sevgili babamın geniş yüreğini sıkan ve bağrını şerha şerha eden
dertler ve halvetlerde gözlerinden boşalan sessiz gözyaşlarıydı.
Bir mümin, çölden daha kurak hâle gelmiş çatlak
dudaklarıyla onun karşısında dikilip zorlukla; “Su... Ya Resulullah, bir yudum
su!” dediğinde babamın nasıl acıyla kıvrandığını görüyordum ben. Bakışlarını
mahcubiyetle bir an yere dikiyor ve dişlerini biraz aralayıp ağzını
gösteriyordu o mümine. O zaman Resulullah’ın pâk ağzındaki taşı güren sahabe
onun da susuzluk ateşiyle yanıp kavrulduğunu anlıyor ve Allah Resulü, iki cihan
serveri sevgili babamın susuzlukla mücadele edebilmek için taş emdiğini bizzat
görüyordu.
Ve bir ötekisi; ashabı ve yarenlerinin acziyet ve
zaafa kapılıp bütün bu zorluklar karşısında mağlup olmadığını, küfre sapmadığını
ve müşriklerin baskı ve ambargoları karşısında hâlâ dize gelmediğini ve
gelemeyeceğini gösterip kuvvet-i kalp verebilmek için ayaklarını sürükleye
sürükleye güçlükle babam Resulullah’ın (s.a.a) huzuruna varıyor ve açlıktan
takati kesilmiş bir hâlde; “Selâm ya Resulullah!” diyerek kelime-i şahadeti yeniliyordu.
Babam onu kutlamak için sevgiyle kucakladığında, işte ancak o zaman babamın da
açlıktan karnına taş bağladığını fark ediyordu o sahabe...
Avuç dolusuyla bile insanı doyurmayan şu hurmanın
bir tek tanesi o zaman kırk kişinin ağzından geçmekte ve onları ölümle hayat
sınırında ayakta tutmaktaydı.
Annem Hatice’nin bu ölüm vadisindeki dertleriyle
karışan sütünü emerek büyüdüm ben.
Vadideki müminler, onların kadınları ve çocukları...
Günlerce gözler vadinin sarp kayalıklarına dikilir dururdu öylece... Mekke
müşriklerinin ambargosundan geçip vadinin sarp kayalıklarından salimen aşağı
ulaştıktan sonra vadideki bütün ahalinin günlerce kıt kanaat geçimini temin
edebilecek bir azığın bekleyişi içinde...
Nihayet, vadideki mahpus ve sürgünlerin direnci
bitmeden bu vahşi ambargo dönemi de sona ermiş oldu.
Sona ermeyen tek şey, iki cihan serveri babam
Resulullah’ın cismine ve ruhuna inen aralıksız darbeler, acılar ve kederlerdi.
Annem Hatice hayatta olduğu sürece bütün bu acı ve kederler
daha kolay tahammül edilebiliyor gibi gelirdi bize nedense...
Babam evden içeriye adım atar atmaz annem onu
öylesine sıcak bir sevgiyle karşılar ve ona öyle moral verirdi ki, bu samimiyet
ve fedakârlık babama yepyeni bir enerji kazandırırdı.
Bu yüzdendir ki babam, ömrünün sonuna kadar annemi
sevgi ve rahmetle anar, hatta kimi zaman halvetlerde onu hatırlayarak sessizce
gözyaşları dökerdi onun için.
Hiç unutmam, bir keresinde Ayşe kıskançlığa
kapılarak annemden tahkir edici ve horlayıcı laflarla söz edince, babam onu
öyle azarladı ki, Ayşe bir daha da Resulullah’ın (s.a.a) huzurunda annem Hatice’den
saygısızca söz etme cüretinde bulunamadı artık.
Annemin ölüm haberi çok acı ve yıkıcıydı benim için,
Ebu Talip Vadisi’nin acıları henüz dinmemişken hem de...
Annemin evde yokluğunu hissettiğim ilk gün, büyük
bir telâş ve tedirginlikle babama koşmuş ve:
— Annem!.. Annem nerede baba? diye sormuştum. Babam
üzüntü ve kederle başını öne eğip susmuş, hiçbir şey dememişti. O acı haberi
yükleyecek bir kelime bulamamıştı belki de kim bilir!
Bu acı olay üzerine, Cebrail inmiş ve Allah
Teala’dan şöyle bir mesaj getirmişti:
“Fatıma’ya benden selâm söyle ve ona de ki: Annesini
cennetteki en görkemli köşklerden birine yerleştirdim. Altın ve yakuttan bir
köşkte oturmaktadır şimdi o. İmran kızı Meryem ve Asiye’yle birliktedir orada!”
Yüce Rabb’imden gelen bu mesaj bana huzur vermiş,
teselli bulmamı sağlamıştı. Hemen Allah Azze ve Alâ’yı tenzih ve takdis ederek:
“Selâm ve esenlik hep Allah’tandır; bütün selâm ve övgüler O’na ulaşır, O’na
döner.” dedim.
Allah Teala’nın yüce kelâmı elbette ki bana teselli
vermiş, öksüz yüreğimi şefkatle okşamıştı. Ama birbirini izleyen onca sıkıntılı
ve kederli hadiseler tufanında Hatice gibi bir şefkat, anlayış ve fedakârlık
timsalini unutmak ne ben, ne de babam için mümkün değildi asla.
Annem Hatice’nin şefkat ve tesellileri yoktu artık
ama; Allah Resulü’ne yapılan iftiralar, çalınan karalamalar, onun merhamet dolu
yüreğini inciten ikiyüzlülük ve hadiseler alabildiğine vardı hâlâ... Bir gün
deli ve mecnun diyorlardı, bir başka gün büyücü ve sihirbaz... Bir gün şair
diyorlardı, bir başka gün masalcı... Kısacası her gün yeni bir ithamda
bulunuyor, her gün bir başka türlü incitiyorlardı o sevecen ve merhamet timsali
babacığımı...
Babam, bu tür cehaletler, iftiralar, töhmetler,
bühtanlar, eziyetler, kâfirlikler ve münafıklıklarla yılmayacak kadar güçlü bir
karakter ve imana sahipti. Sarsılmaz bir dağ gibiydi o; dalları budakları
göklerde gittikçe yayılan, gittikçe büyüyen muhkem bir ağaçtı tıpkı.
İnsanları hakka ve hidayete çağırma konusunda
öylesine yılmaz bir azim ve çaba gösteriyordu ki, Rabb’ul-âlemîn kimi zaman ona
biraz sakin olmasını tavsiye ediyor, bu yolda kendisini fazla üzmemesini ve
biraz da kendisini düşünmesi gerektiğini emrediyordu.
Allah Resulü’nü üzen şey, düşmanlarının eziyet ve
işkenceleri değil, cehaletleriydi. Onların elinden çektiği zulme değil, onların
hâline üzülmedeydi... Neden bu derece cahiller?! Niçin küfür ve cehaletlerinde
inat ediyorlar?! Niçin tevhit atmosferinin hayat veren havasını teneffüs edip,
ilâhî ubudiyet pınarından doyasıya içip kanmıyorlar?!...
Bu zor ve çetin gam yükünü omuzlama yolunda
muvahhit Ebu Talip’le annem, sevgili
Hatice’den başka hiç kimse onun dertlerini paylaşamamış ve onların yerini kimse
dolduramamıştır.
Ebu Talip’le annem Hatice Allah’ın rahmetine
göçünce, her ikisi de aynı yıl Resulullah’la vedalaşıp beka yurduna gidince,
babam beklediğinden çok daha yalnız kaldığını fark etti. Ve ben bu durumda onun
sadece kızı olarak kalsaydım, onca gam yükü altında ciddî bir dert ortağı olamazdım
babama. Evet... Onca dert ve gam dağlarını omuzlamış bulunan Allah Resulü
babamın bir anneye ihtiyacı vardı o durumda. Anne şefkatine... Pervaneler
misali etrafında dönüp dertlerini paylaşacak, onu teselli edip bağrına basacak
sevecen ve şefkatli bir anneye...
Bu yüzdendir ki, dünyanın en aziz incisi olan iki
cihan serveri babam için gerçek bir “anne” olmaya karar verdim, kararımı
uyguladım ve başarılı da oldum. Babam beni “anne” olarak kabul etti ve “Ümmü
Ebîhâ”, yani “Babasının Annesi” lakabıyla şereflendirdi beni.
Allah ve Resulü’nün bana verdiği lakapların en
güzellerinden biriydi bu.
Bu lakabı pek kolay da kazanmadım tabii. Nice
zahmetler, uykusuz geceler, savaşlarda yara tımar etmelerdi, bu iki kelimelik
lakabın gerçek ruhu.
Kırgın ve bitkin bir şekilde gelirdi insanlardan
kimi zamanlar; kimi zaman da üstü başı perişan... Ve kimi zaman yaralanmış,
kanlar içinde... O hâliyle sarılıp bağrıma basar, kelimelere sığması imkânsız
bir hüzün ve ıstırapla ağlayarak teselli vermeye çalışırdım babama.
Onu o hâlde görünce yüreğimin nasıl binlerce parçaya
ayrıldığını, bütün varlığımla nasıl acı çektiğimi kimseler bilemez...
Onun ayağına değen taşlar benim gözümü yaralamış
olurdu; onun mübarek vücuduna inen yaralar benim ciğerimi kor ateşte
kavrulmuşçasına yakardı sızım sızım... Şu farkla ki, onun kalbi bir peygamber
kalbiydi; sarsılmaz, kırılmaz, alınmaz ve geniş mi geniş... Benimkiyse
Fatıma’nın kalbi işte... Babasının saçının bir teline halel gelecek olsa yüz
bin yara almışçasına kanlara boğulan, elemlere düşen, çabucak kırılan öksüz
Betul’ün kalbi...
Şartlar giderek o kadar zorlaştı ki Allah Teala
sevgili Resulü’ne hicret emri verdi.
Evet... Güneşe çamur atan bir güruh karanlık ve
zulmete lâyıktır elbet!
Güneş çamurla sıvanamaz ki! Kara bulutlar doğunun en
uç noktasında pusuya yatsa bile, güneş olanca vakar ve metanetiyle onların
önünden geçip gidecek ve ışınlarını yeryüzüne ulaştırmaya devam edecektir.
Peygamber’in gece yarısı Mekke’den çıkması
gerekiyordu. Yalın kılıç pusuda bekleyen kırk kâfirin evimizi muhasara edip
babamın kanını aralarında eşit şekilde paylaşmaya azmetmiş olduğu o tehlikeli
lahzalarda, babamın yatağında yatıp kâfirlerin plânlarını suya düşürecek gerçek
bir fedaî ve yürekli bir mümin gerekiyordu. Ve babanız Ali’den başka bunu
yapabilecek hiç kimse yoktu. İki cihan serveri bunu ona açıp da fikrini sorduğu
zaman Ali: “Benim başıma ne gelir o zaman ya Resulullah?!” diye sormadı asla.
— Siz böylece kurtulmuş olur musunuz?! diye sordu Peygamber’e.
— Evet, dedi, evet sevgili amca oğlum!
Ve bizim kalbimiz duracakmışçasına bir tedirginlik
ve heyecan içinde çırpınırken Ali, o gece hayatının en tatlı uykusunu
Resulullah’ın (s.a.a) yatağına hediye edip, Kur’an’da kendisi için bir ayetin
daha nazil olması gibi yüce bir iftihara ulaştı. Melekleri hayrette bırakan
Ali, Allah Azze ve Celle’nin övüncü olmuş ve Rabb’ul-âlemîn onun için şöyle
buyurmuştur:
“İnsanlar içinde öyle birisi var ki, kendi canını
Allah’ın rızasıyla değiştirir ve Allah böyle kulları pek sever.”[1]
Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Selman’ın sırtında,
gözleri ve kalpleri körelmiş küffarın önünden geçip gitti de onlar fark etmedi
bile.
Selman’ın önünü kesip de:
— Nedir o sırtındaki?! diye sorduklarında doğrucu
Selman:
— Peygamber! diye cevap vermiş, kâfirler kahkahayla
gülmüşlerdi.
Ve derken Peygamber’in yatağına saldırdılar.
Aradıkları oradaydı, ama onlar bunu bilmiyordu. Onlar, Peygamber’in canını
istiyorlardı ve Ali, Peygamber’in canıydı. Ali sadece Peygamber değildi;
Peygamber’in tıpatıp aynısı, onun tam bir timsaliydi. Mübahele ayetinde de “nefisleriniz
ve nefislerimiz”, buyruklarıyla bizzat Ali kastedilmişti, ama o yürek gözleri
kör kâfirler bunu bilmediklerinden, Peygamber’in canının, Peygamber’in vücudu
ve cismi olduğu zannıyla hareket etmiş ve onu yatakta bulamayınca büyük bir
öfke ve hayal kırıklığıyla geri dönüp gitmişlerdi. Hışım dolu diş gıcırtıları
gecenin sessizliğini yırtmada, ama ellerinden bir şey gelmemekteydi. Kâinattan
soyutlanmıştı o zavallılar. Zira o lahzalarda bütün bir kâinat, Sevr
Mağarası’nda üç günlüğüne misafirdi.
Peygamber’in kurtulması Müslümanların yüreğini
ferahlatmış, ama canlarını ve mallarını bir kez daha sınava sokmuştu. Çünkü
Peygamber’i bulamayan kâfirlerle müşrikler bunun acısını onun ailesinden ve
diğer müminlerden çıkarmaya başlamış ve gözü dönmüş vahşilerden farksız bir
hâle gelmişlerdi.
Ama Peygamber, kurtulduktan sonra Medine’ye girmedi.
Medine’nin dışında Kuba’da bekledi ve Medinelilerin bütün ısrarlarına rağmen
bir tek cümleyi tekrarlayıp durdu:
— İki azizim olan Ali’yle Fatıma gelmedikçe,
Medine’ye giremem ben!
Ve Peygamber, oradan Ali’ye mesaj göndererek;
“Fatımalarla birlikte hemen yola çıkıp Medine’ye gelmesini, kendisinin Medine
yakınlarında onları gözlemekte olduğunu” bildirdi.
Ali bin Ebu Talip, Resulullah’ın (s.a.a) mesajını
alır almaz üç Fatıma’yı; beni, annesi Fatıma bint-i Esed’i ve Zübeyr bin
Abdulmuttalip kızı Fatıma’yı ve diğer birkaç kadınla zayıf ve yaşlı Müslümanı
yanına alıp bir kervan oluşturarak alenî bir şekilde Medine’ye doğru yola
çıktı.
Geceleri mola yerlerinde konaklayıp ibadet ve teheccütle
geçiriyor, gündüzleri yolumuza devam ediyorduk. Babamı ellerinden kaçırmanın
hıncını henüz alamamış bulunan Mekke kâfirleri, bizi geri çevirerek Mekke’ye
götürüp rehin almayı kuruyorlardı.
Nitekim Mekke’den çok uzaklaşmamıştık ki Ebu
Süfyan’ın kölesi Esvet, silâhlı adamlarıyla yolumuzu keserek:
— Beni Ebu Süfyan gönderdi, o gelip ulaşıncaya kadar
sizin yola devam etmenizi engellemekle görevliyim! dedi.
Kervandaki kadınlar korkuyla titremeye
başlamışlardı. Ama ben Ali’den ve Rabb’ul-âlemîn’den yana emindim iyice.
Aliyy-i Murtaza dağlar gibi düşmanın karşısına
dikilip haykırdı:
— Benim bu kervanı sağ salim Medine’ye ulaştırmam
lâzım. Yoluma çıkan kim olursa olsun öldürürüm, bilmiş olun! Ebu Süfyan’ın
kölesi Esvet de olsan acımam sana! Canını kurtarmak istiyorsan çekil önümden!
Esvet Ali’yi dinlemedi. Aliyy-i Murtaza tehdidini üç
kez tekrarladıktan sonra kılıcını kınından sıyırıp onlara hamle etti. Kısa ama
çok şiddetli bir çarpışmadan sonra Esved’i cansız bir şekilde yere serip
kervanı hareket ettirdi.
Çok geçmeden Ebu Süfyan’la adamları çıktı karşımıza;
Ebu Süfyan, Esved’in cesedini çölde görmüş, öfkesinden yaralı yılana dönmüştü.
Hışımla bağırdı:
— Hey, Ali! Benim kölemin kanını nasıl dökersin
sen?! Hem, benim akrabam olan o kadınları kimin izniyle Medine’ye götürüyorsun
bakalım?!
Aliyy-i Murtaza inanılmaz bir soğukkanlılık ve
metanetle kılıcının kınına dayanıp:
— Benim iznimi elimde bulunduranın izniyle! dedi.
Sen de kölenin akıbetine uğramak istemiyorsan başını al git, yıkıl karşımdan!
Ebu Süfyan, adamlarının önünde geri çekilmeyi
kendisine yediremeyip Ali’ye kılıç çekti; ama çok kısa süren sert bir çarpışmadan
sonra, canını kurtarabilmek için başka çaresi kalmadığını anlayarak gerisin
geriye dönüp kaçmaya başladı.
Evet, o gün kervandakiler; hepimiz gördük ve şahit
olduk şu gerçeğe: Ali gibi yiğit, Zülfikar gibi kılıç gelmemiştir bu dünyaya!
Ali’yi nasıl yarattığını bir Allah bilir...
Babam Resulullah’a (s.a.a) ulaştığımızda Cebrail’in
kokusu vardı hâlâ ortalıkta. Babamın kucağı Cebrail kokuyordu hâlâ; arş
kokuyordu, vahiy kokuyordu elvan elvan. Babam Ali’yi hasretle kucaklayıp:
— Biraz önce Cebrail buradaydı! dedi. Yollarda nasıl
ibadet ettiğinizi, Rabb’inize nasıl dua ve münacatta bulunduğunuzu, hangi
sıkıntılarla karşılaşıp nasıl kanlı çarpışmalara girdiğinizi hep anlattı ve
sizin hakkınızda nazil olan şu ayetleri getirdi bana:
“...Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken
Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. Ve
derler ki: Rabb’imiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin. Bizi ateşin
azabından koru.”
“Rabb’imiz! Şüphesiz, sen kimi ateşe sokarsan artık
onu hor ve aşağılık kılmışsındır. Zulmedenlerin ise yardımcıları yoktur.”
“Rabb’imiz! Biz, “Rabb’inize iman edin” diye imana
çağrıda bulunan bir çağrıcıyı işittik, hemen iman ettik. Rabb’imiz! Bizim
günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi de iyilik yapanlarla
birlikte öldür.”
“Rabb’imiz! Peygamberlerine vaat ettiklerini bize
ver. Kıyamet gününde de bizi hor ve aşağılık kılma. Şüphesiz sen, vaadine muhalefet
etmeyensin.”
“Rableri de onlara -dualarını kabul ederek- cevap
verdi: Şüphesiz ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden bir işte bulunanın işini
boşa çıkarmam. Sizin kiminiz kiminizdendir. İşte, hicret edenlerin yurtlarından
sürülüp çıkarılanların ve yolumda işkence görenlerin, çarpışıp öldürülenlerin
mutlaka kötülüklerini örteceğim ve onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere
sokacağım. Bu, Allah katından bir karşılık (sevap)tır. Karşılığın (sevabın) en
güzeli O’nun katındadır.”[2]
Bu ayetler bütün yorgunluk ve acılarımızı bir anda
unutturdu bize; Allah yolunda katlandığımız zorluklara karşılık en güzel ödül
oldu hepimiz için.
Medine’deki ilk dönemlerde gecelerimiz ve
gündüzlerimiz huzurlu geçiyordu.
Ensar mümin ve sevecendi; Muhacirler sabırlı ve dirençli.
Medine’nin bu nispeten huzurlu ve sakin ortamı,
babanızın beni babamdan isteme fırsatı bulmasını sağladı. Bu iki amca oğlunun
birlikte göğüs gerdiği onca sıkıntı ve zor yıllardan sonra Medine’nin bu
huzurlu ortamı, vuslatlar, mutlu günler için elverişli kısa bir huzur dönemi
oldu.
Şimdi babanız Aliyy-i Murtaza gelecek sevgili
yavrularım; kalkın. Artık yeter, fazla üzmeyin kendinizi... Babanız Ali şimdi
yeterince üzgün ve dertlidir zaten; benim bu diyardan beka diyarına göçmek
üzere olduğum haberini alır almaz yola koyulduğunu söylediler; acele ve
telâştan yolda birkaç kez ridası ayaklarına dolaşmış, yere kapaklanmış birkaç
kez. Sırf yüreği değil, ayakları da titremiş Ali’nin bu acı haberi duyunca...
Kalkın artık canlarım benim; babanız çıkagelir şimdi... Yeterince üzgündür o
şimdi zaten... Bir de sizlerin böyle ağlaşmakta olduğunuzu görmesin bari.
Hıçkırıklarınızı sinelerinizde gömün, gözyaşlarınızı içinize akıtın, belli
etmeyin ona... Babanızın kimi var sizden sonra... Teselli vermeyi unutmayın
sakın Ali’ye... Allah’ın selâmı ona olsun.